Sosyalizm/ Marksizm Üzerine
KURAMSALLIK ve ‘SAMİMİYET’
(Bu ve diğer yazılar ‘kuyerel’ yazışmalarında -Şubat, 2012- yer almış, ‘2’ sıra sayılı olansa, 14 Şubat 2012’de, Taraf gazetesinde [‘Hertaraf’] yayımlanmıştır.)
“19 Ocak 2012. Nabi Yağcı bugün gene çok sığ şeyler söylemiş. Artık hayal kırıklığı bile duymuyorum, çünkü… bu kadarmış. Şimdilik Judt’la devam edeceğim. Nabi Yağcı’lar da bu arada, “Fransız aydınları”ndan giderek “Türk aydınları” yani belki kendileri hakkında bir şeyler öğrenirse öğrenir; ne yapayım.”
Bu satırlar, değini sahibinin söyleyegeldiklerinin (ve de, ‘söyleyişinin’) bende uyandırdığı izlenime dair söz almamı ‘insani’ olarak zorunlu kıldı.
Epey bir zamandır, Halil Berktay’ın açtığı kürsüden herkes gibi ben de nasiplenmeye çalışıyorum. Entelektüel özerkliğine titizlenen, öznel/ci dengeleri değil ölçüleri/ilkeleri gözeten, tutkulu bağlanmaları reddedip kendi doğrularını ayrıştırmaya özenen çabasını kıymetli buluyorum. Egemen kültürümüz içinde ayrıcalı bir duruşu olduğunu da teslim ediyorum. Peki, yukarıda altını çizerek vurguladığım tavrı nasıl teslim edelim? Bu yukarıdan bakan, ‘seçkinci’ tutumu?
Bu kabil tartışmaların, ‘paylaşarak’ (ki, onu da en ziyade telkin edecek olan ‘sosyalist’ kültür olmalı) yürütülmesi geliştirici bir etik olacaksa, sıradan ‘öğretmen-öğrenen/öğrenci’ ilişkisinden de vazgeçtik, o sıradanlığı içinde dahi, böyle, ‘irşad’ etmeye soyunduğu insanları alenen küçümseyen/değersizleştiren tavır nereye sığmakta –ya da, neye hizmet etmektedir?
Benim için, Marksizm eleştirisinin temelinde ‘insan’ meselesi yer almalıdır. Yani, Marksizmin, 1844 Elyazmaları’ndan Kapital’e değin uzanan kuramsal yolculuğunun, insanı kendi gerçekliği içinde esas almaktan uzaklaşan (insanın diline kulak vermekten, o sesi işitilmez kılarak ‘bilimsellik’ katına ‘evrilen’) çizgisine dikkat kesilmek. Sınıfsal/iktisadi olarak -ikincil/tâli- belirlenen olmaktan, ‘varoluşsal özerkliğe’ yol aldırmak ve o hâli ile muteber kılmak üzere sorunsallaştırılacak olan ‘birey’e titizlenebilmek. Zira, o sorunsallaştırma (duyarlık) eksikliğidir ki, ‘hiyerarşi ve tahakküm’ kültürünün sosyalizm pratiklerine de sızmasına yol açmıştır: Yanlışlanamayan büyük doğrulardan hareket eden ve ona sığınıp onu icra etmeye soyunan kendine ‘öncülük’ vehmetmiş yapılar, ‘kuram fetişizmi’ ve tâbi kimliği ile sözde birey.
Tuhaftır ki, tecrübi örneklerinden kalkarak, ‘sosyalizmin adının anılmasını ve eleştirel yaklaşımla dahi muhatap alınmasını’ neredeyse cehaletle eşdeğerli addeden Halil Berktay, sosyalist tecrübelerin ibretlik olgusal gerçekliğini, güya tartıştığı insanlara yönelik tutumunda yeniden üretmektedir: İnsanı önemsememek, kuramların insanların şahsi/müşahhas pratikleri içinde ‘maddilik’ değeri kazanacağına itibar etmek yerine kişisel ‘kuramsal haklılık/üstünlük’ kaygısına kuramsallığı aracı kılmak.
Bir vakitler (1999) yazdığım, ‘Birey Sorunsalı/ Psikanaliz ve Eleştirel Bir Bakışla Marksizm’ kitabımın şu arka kapağına yazdıklarım herhalde burada altını çizdiğim şeylerin samimiyetine delalet edecektir: “Marksizm; bireyi gerçekten hesaba katan bir duyarlılığa sahip olsa idi, o ilk sevda, kavruk otlar misali, bu denli kolay tutuşur muydu? Birey ve kaçınılmaz olarak özgürlük sorunsalına burun kıvırmasaydı, tarçın kokulu o şehrin, kaderin atlasındaki yeri bir başka olabilir miydi? Bil(e)miyorum. Ama inandığım, bir gün mutlaka, bireyi ihmal etmeyen Marksizmin ‘şiirinden kalkan turnalar, bir halkın solgun tarihine konacaklardır’”.
KURAMSALLIK ve ‘SAMİMİYET’ (2)
Marksizmin, öncelikle de, ‘birey’e bakışını, kuramsal kaldıraçlarının bireyi ne denli hesaba katıp katmadığını, ‘insan’la sıcak temasını nasıl tasavvur ettiğini sorgulamak/sorunsallaştırmak, benim Marksizme eleştirel duyarlıkla bakışımın merkezinde yer alıyor (dolayısıyla, ‘sosyalist siyaset’ eleştirimin de). Bir başka deyişle, ‘Dünyayı yorumlamak değil, değiştirmektir işimiz,’ şiarı ile yola koyulan kuramın/ (siyaset) felsefe(si)nin, ‘değiştirici özne’yi nerede gördüğü, nasıl gördüğü ile ilgili sorgulamanın kalkış noktasının birey olması da kaçınılmaz –‘özgürlük/yaratıcı tavır’ onunla başlayarak ‘sahici ve samimi’ olacaksa.
Şimdi, ‘sosyalizm’ bir ‘değişme/dönüş(tür)me’ meselesi ise, bu duyarlıkla, tarihsel tecrübelerden kalkarak artık sosyalizmin yok hükmünde olduğuna dair söz alanın (yani, sevgili Halil Berktay’ın), yaşanmışlığın içinden hangi üslupla bize seslendiğine de bakmamız gerekmez mi? Eskitilmiş ve taşlanılmış sosyalizmin –bana kalırsa- en temel hassasiyeti olması gereken ‘hiyerarşi-tahakküm’ hattında nasıl bir iklim yaratmaktadır seslenişi Berktay’ın, yorumlanması, ‘romantik’ sosyalist kültürümüz açısından –olsa bile- bir kazanç sayılmaz mı?
Kazanç olacağı kabulü ile, geçen yazımda ‘Nabi Yağcı’ya dair alıntı üzerinden örneklediğim üslubu, -daha önce de okuduğum- yaklaşık son yirmi Halil Berktay (Taraf) gazete yazısı üzerinden -bir kısa tarih yoklaması yaparak- değerlendirelim.
İlk yazı, 8 Aralık 2011 tarihli olanı. Berktay, Kürt sorunundan kalkılarak gelinen yerde, ‘işin püf noktası’nın ‘sol ve sosyalizm’ sorunları olduğunu söyleyerek başlıyor yolculuğuna. Püf noktası, zira, “Nabi Yağcı, Roni Margulies, hatta Erol Katırcıoğlu”nun tam da bu püf noktasında “tökezlediğini” gözlemlemiş oluyor yola çıkarken. Ayrıca, muarızlarından Yağcı’nın, gündemi mevcut iktidarın ‘otoriterleşme’ eğilimi ve BDP üzerindeki baskılar belirlerken ‘solun tartışılması’nı ‘rahatsız edici’ buluşunu, vb. davranışları “tuhaf” buluyor, “pek samimi” bulmuyor. Sosyalizm meselesine dair daha önce yazılanlar var. Berktay onları da tasnif ediyor: ‘Murat’ınki (o hep Murat diye anılıyor) de yanlış ama (Margulies ve Yağcı’nınkiler yanında) daha az yanlış’. Ve, azıyla çoğuyla, ortada bunca tuhaf, yetersiz, hatta, samimiyetlerinden yana kuşku da uyandıran değiniler karşısında, Berktay, söz konusu yazısını şöyle bitiriyor: “Çevreye verdiğim rahatsızlıktan ötürü özür dileyerek, bu zorunlu kompresörlü yol tamirine [vurgu benim] devam edeceğim”.
10 Aralık 2011’de, Morgulies (Ahmet Altan ve Yıldıray Oğur’la aynı çizgiden seslenerek), ‘gerçek’ Müslümanlıkla milliyetçiliğin bağdaşmayacağı savı ile “sallamış” oluyor. Berktay, İslam’a, ‘olgusal/tarihsel gerçekliği’ içinde bakmanın doğru yaklaşım olacağı görüşünde. Aynı şekilde, sosyalizm/komünizm meselesine de, ‘tarihsel olgusal gerçekliği’ içinde değer biçmeli. Öyle, Yağcı ve Morgulies’in yazılarında “döşendikleri” öznellikle değil.
15 Aralık 2011’de, Berktay’ın kendisi, Morgulies’e, tam da benim mesele ettiğim şey –‘üslup’- üzerinden “kızmış”. Şöyle diyor: “Her tartışmada, fikirler vardır, bir de tavır ve üslûp meseleleri vardır. Bazen, belki çoğu zaman (karşı) fikrin kendisinden çok söyleniş tarzına kızarsınız. Ya da o tarz ve eda, fikrin sakatlığını (ve tepkinizi) daha büyük boyutlara ulaştırır”. Berktay’ın, bunu, yüksüz bir şekilde değil, tümüyle kendisine muhalefet edene yönelik bir hayat bilgisi olarak sunduğunu izaha gerek yok. Ve kızgınlığını, entelektüel birikimine yaslanarak alabildiğine ezici bir tarzda (‘hiyerarşi/tahakküm’ sorunumuz!) ifade etmekte: “Atina’da, Akrapolis’in girişinin sol tarafında yaklaşık sekiz metre yüksekliğinde bir kaide vardır. Bir zamanlar üstünde bronzdan yapılma, dört ayaklı bir savaş arabası dururmuş, ama şimdi yok ve o taş kaide çevresine göre aşırı büyük kaçıyor”. Böylece, “kibirli, demagojik gıcıklıklar”ının (tabirler yine Berktay’ın) cevabını almış oluyor Margulies: “Roni Margulies sanki bunun üzerine çıkmış da oradan aşağı konuşuyor … [b]unlar laf değil. İçtenliksiz pozlardan, eski usul çakmalardan ibaret … İnsan çok karmaşık bir varlık. Margulies’in dayanılmaz hafifliği de varmış meğer … Asıl mesele şu ki, bu kof bir azamet. Ardında, tarihten ve gerçeklikten tamamen kopuk; neredeyse Atatürkçüler kadar pürist, halksız, aristokratik; marjinalliğe mahkûm bir naiflik yatıyor”.
‘Özlem ve niyet sosyalistliği’ne program soran Berktay, 17 Aralık tarihli yazısını, program sorgulamasını yanıtsız bırakan muarızlarının mesaisinden arta kalanları, “boş laf” olarak değerlendirerek bitirmiş.
Her ne kadar ‘şaka’ olarak takdim edilse de, 22 Aralık tarihli yazısında, ‘Murat’ın, Nabi Yağcı’nın ve Roni Margulies’in haftada yazdıkları toplam gazete yazısı itibarıyla, kendisinin ‘eşitsiz konumda ve mağdur’ olduğu tespitini yaparak, tanık olduğumuz şeyin, bir ‘paylaşarak tartışma’ değil, gerginlik yüklü bir atışma olduğunu hissettirmiş.
Nihayet (31 Aralık tarihli yazıdan muttali oluyoruz), olay mahalline Oya Baydar da duhul etmiş. Neredeyse, ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez’ yollu, sosyalizm ve enternasyonalizm aidiyetli (“İşte o modda, nerede durduğu belli olmayan, bir eliyle verdiğini diğer eliyle alan, darmadağınık”) bir yazı yazmış. Aslında, neredeyse bütün felsefelerin hesap verdiği bir eşikten söz edince Baydar (“İnsanlığın, eski çağlardan beri süren; dinlerin yeryüzünden gökyüzüne taşıyıp yaşamdan ölüm sonrasına ertelediği büyük ütopyasının bu dünyada gerçekleştirilmesi çabasıdır [sosyalizm]”), Berktay, iki kere of çekmiş: “Of of”. Ve, betimlemekten de geri durmamış yine: “Üstelik de bunu (kötü anlamda) ‘şairane’ bir tavırla yapıyor; somutluğu terk edip transandantal bir vecd ve istiğrak haline sığınıyor. Nitekim iş, dinlerin ahret ve cennet arayışıyla sosyalizmi özdeşleştirmeye kadar varıyor”. ‘Sosyalizm nedir?’ sorusuna 20. yy. gerçekliğinden habersiz, yirmi sayfa “Oya Baydar kıvamında döktür”en muhayyel dökmeci ‘çocuk’la benzerlik de ihmal edilmemiş. O haliyle istikbal vaat edecek olan çocuğa söylenebileceklerle de tespit pekiştirilmiş: “Kalemin kuvvetli, senden iyi masalcı olur, sen Sosyal Bilimleri bırak, gel seni Yaratıcı Yazım (Creative Writing [İngilizcesi ile de tamam]) programına alalım, diye bir alternatif bir çıkış yolu mu sunacağız?”.
Sanırım, 15 Ocak 2012 itibarıyla, Halil Berktay’ın pek bir muhatabı kalmamış. ‘Murat’ı kalmış bir tek. Onun yazdığı son üç yazıdan bahisle, yazdıklarına, yüzde yüz ile yüzde yüze yakın katıldığı kanaatini beyanla, “Artık aşikâr ki ikimiz de kafamızdaki düşünceleri adım adım, hayli yavaş bir şekilde [tadını çıkara çıkara yani] açımlıyoruz,” diyor. O arada, sosyalizmden muradımız, niye, ‘hem eşitlik, hem de özgürlük’ olmasın diye söze dahil olmaya kalkışan Erol Katırcıoğlu da aradan çıkarılmış: “Evrensel bolluk da neden mümkün olmasın? Ölüme de neden çare bulunmasın?”.
Ve, dayanamamış, 21 Ocak’ta, Judt ve Hrant’a dönmeden önce, “19 Ocak 2012. Nabi Yağcı bugün gene çok sığ şeyler söylemiş. Artık hayal kırıklığı bile duymuyorum, çünkü… bu kadarmış. Şimdilik Judt’la devam edeceğim. Nabi Yağcı’lar da bu arada, ‘Fransız aydınları’ndan giderek ‘Türk aydınları’ yani belki kendileri hakkında bir şeyler öğrenirse öğrenir; ne yapayım,” diyerek Nabi Yağcı’yla da (atışma/tartışma bağlamında) yollarını ayırdığını hissettirmiş.
25 Ocak tarihli yazısında ise, çoğu eski arkadaşına neden artık sosyalist olunamayacağını anlatma çabasının kıymet bulmadığını, ‘kötü adam’ muamelesi gördüğünü anlıyoruz: “[S]açmaladıkları yerde saçmaladıklarını söyleyip kötü kişi oluyorum … [François Villon’a göndermeyle] bir yabancı gibiyim kendi ülkemde”. Kendi duruşu ile koşutluk kurduğu Judt’tan söz ederken, “Bir, Hrant gibi katledilmediği kaldı,” vurgusu dikkati çekiyor. Jonathan Freedman’dan nakille, “[H]er zaman vicdanının sesini arkadaşlığın önünde tuttuğunu ve başkalarından da aynı cesareti beklediğini” öğreniyoruz, Judt’un -“angaje izleyici… bağımsız ve eleştirel aydın” olduğunu da.
…
Şimdi, bütün bu ilginin/çabanın kalkış noktası, kurusundan bir kuramsallık değil de, merkezine ‘insan’ı alan, ‘hayata dair samimi kaygılar manzumesi’ –olmalı- ise ve sosyalizme dair umutlar bilhassa da o noktadaki umursamazlıkla tüketilmişse, öncelikle, bu, ‘dışlayıcı/küçümseyici’ tartışma geleneğimizi gözden geçirmemiz gerekmez mi? Üstelik, Berktay, ‘özgürlük, eşitlik’ derken, unutulmuş ayaktan da söz etmişse: “Fakat bu arada unutulan ayak, fraternité oldu (kardeşlik). Ki eşitlikle aynı şey değil. Özgürlük ve kardeşlik bir arada, çok daha iyi bir tercih olabilir(di)”.
Peki; ‘eşitlik’ ufkunu ‘özgürce’ gözeten ‘kardeşler’den söz etsek, olmaz mı?
Hiç olmadı, ölüme çareyi özendirmekle kalsak bile.
KURAMSALLIK ve ‘SAMİMİYET’ (3)
‘Solun Hayal Perdesi’ni alaşağı etmek üzere Halil Berktay’ın başlattığı tartışma sürecinde ilk gözüme çarpan, Berktay’ın, meseleyi, muhatapları ile ‘paylaşarak’, onların ne düşündüğüne ‘samimiyetle’ kulak vererek değil, verdiği hükmü (‘sosyalizm sizlere ömür; giden onun karikatürü ya da şakası falan değil, ta kendisiydi’) kabul ettirme kaygısı ile ele alışı idi. Evet, bu, tartışılan şeyin kendisine de bir ucundan dokunuyordu: Kuramın kendisi (ya da, ona karşı eleştirel söz alışın kuramsallığı), kuramın nesnesinden daha kıymetli idi sanki. Bu ise, bana, -Marksizmin (bir ölçüde) kendisine de rağmen- hayatı anlama/değiştirme yordamının hayat içinde –sahici insanlar eliyle- serinkanlı yol alışına itibar etmek yerine, hayatı, kuramı (ya da, kuramsal iddialarımızı) doğrulatmak üzere tüketmek yollu ‘sosyalist/entelektüel siyasi’ düşkünlüğümüzü hatırlatmaktaydı.
İşin ‘etik/insani’ boyutunu irdelemiştim. Şimdi, ‘seyirlik’ değil, ‘katkı’ya açık kılınmasına dair sorumluluğumuz gereği, tartışmanın, bende yankılanan, ‘epistemolojik-ideolojik’ boyutuna ilişkin bazı satır başlarından söz edeyim:
1. ‘Sosyalizm’in siyasi cazibesini yitirmiş olduğu ya da yaşanmış ‘sosyalizm’ örneklerinin o yitimi hazırladığı ‘olgusal gerçekliğinden’ kalkarak bir ‘kuram’ eleştirisi yapılamaz. Tarihsellik içinde, ‘ideolojik/siyasi’ karşılıkları ile cazibesini yitirmiş olan kuramın, o olgusal gerçekliği ‘nasıl/ne şekilde’ üretmeye müsait olduğunun ‘yapısal’ olarak ortaya konması gerekir –kanımca. Berktay’ın, ‘eşitlik-özgürlük-kardeşlik’ kaygısının hilafına seyretmiş ‘pratik’ örneklere zaten ‘eleştirel’ bakan, söz konusu tarihsel tecrübeleri eleştirel olarak aşma ihtiyaç ve farkındalığında olan muarızlarına, hiddeti ile eşdeğerli, anlaşılabilir bir karşı-malzeme ile mukabele ettiğini söylemek mümkün değil. Hal böyle olunca, ‘sosyalistim ben hâlâ’ deme ‘cüret’ini gösterenlerin ‘var mı diyeceğin?’ kafa tutuşlu kalın kafalılığından başka bir iz kalmıyor geriye.
2. İlk maddeden ilhamla, benim gibi, ‘hâlâ sosyalistim/Marksistim’ demekten gocunmayanların, ‘kuram’a ve onun ‘ideolojik/siyasi’ karşılıklarına ilişkin eleştirel bir duruşu tahkim etmeleri gereğini de teslim etmeliyiz. Bunun için de, söz konusu kuramın; a. Bir başka şey olmamızı gerektirmeyecek donanım ve muadillerinden ‘epistemolojik kopuş’ gerçekleştirecek hüviyette; b. Vaaz ettiği ‘ideolojik/siyasi pratik’in ötekilerinden farklı derinlikte hayat müdahale ehliyetinde; c. Temel kalkış noktaları ile sıtkımızın sıyrıldığı örnekleri arasındaki münasebetsizliğin ‘düzeltilebilir’ nitelikte olduğunu söyleyebilmeliyiz.
3. Marksizm, bir kuram/felsefe olarak, kendi vaktine dek uzanıp gelen (ve doruğuna Hegel ile erişen) ‘felsefi idealizm’den tam bir kopuştur: ‘maddeci’dir. Üstelik, çokça takdir ettiği Hegel diyalektiğinin döngüsel mahiyetini kırıp insanın ‘somut/pratik çaba’sına açan da odur: ‘diyalektik maddeci’dir. Yalnızca kopuş noktasında değil, şu ân da, hayata dosdoğru, kendi somut gerçekliği içinde bakabilmek ve her türlü idealizmden arınık olarak yolumuzu yürüyebilmek için, bu, ‘Marksist’ derinliği ile ‘epistemolojik’ kopuş kaçınılmazdır. Söz konusu diyalektikten mülhem, Marksizm, toplumsal hayatı, ‘son kerte’de belirleyici olan ‘alt-yapı’ ile ‘üst-yapı’lar arasındaki ilişkinin, tarihi ise, ‘sınıf’ çatışmalarının somut tezahürü olarak değerlendirir. Kapitalist üretim ilişkileri içinde, işçi, yarattığı artı-değere el koyan ‘burjuvazi’nin sınıf/sermaye gücünü emeği ile pekiştirmek suretiyle kendisine yabancılaşır. Söz konusu yabancılaşmanın ya da sömürü döngüsünün aşılamadığı yerde, ‘eşitlik-özgürlük-kardeşlik’in maddi/gerçek koşullarından da söz edilemez. Eğer, ‘devlet’, anılan sömürü ve sınıf egemenliğinin (ihtiyaç hâlinde zora da başvuran) aracı ise, eşitlik-özgürlük-kardeşliği içerecek (‘radikal’) demokrasi ufku devletin sönümlendiği/yok olduğu noktadan geçmelidir.
Buraya dek söylediklerim, yani, ‘maddeci diyalektik felsefe’ ve tarihsel/toplumsal gerçekliğe ve siyasete (kaçınılmaz, ‘devlet’e) ‘sınıf’ temelli bakış, -2/ a ve b’de andıklarım bağlamında- Hıristiyan, muhafazakâr/dindar, burjuva-liberal, ya da, soysal-demokrat çizgiden köklü biçimde ayrışımı temin eder: ‘Neden –başka bir şey değil de- sosyalist oldum?’un yanıtı.
4. Eleştirel yoklama (ya da hasbıhal) faslı bu kabulden sonra başlar:
Diyalektik maddeci kalkış noktası, -yukarıda anılan- çatışmanın bileşenlerinin, çok yönlü, maddi/pratik müdahalelere açık somut bir gerçeklik olarak mütalaa edilmesine engel midir?
Yo, hayır: ‘Çatışma’ olarak yaşanan/siyasi bilince çıkan şeyin tümüyle maddi hayatımıza, son tahlilde de, sınıf çatışmasına dair olduğuna işaret edişi ile kökten farklılık arz eder, Marksizm. Lakin, bu kalkış noktasından sonra -ve son kerte hassasiyeti ile- yaşanan tarihsel/olgusal gerçeklik, kuramın/felsefenin kendisi değil, o noktadan itibaren hangi ‘pratik’ yolun takip edildiği ile alakalı bir şeydir. Bir başka deyişle, söz konus kabul, bize, sınıf çatışmasının, işçi sınıfı tarafından kapitalist sınıf egemenliğinin aşılması tarzında tek yönlü ‘bilimsel ilerleme’ye yazgılı (‘tarihi zorunluluk’) olduğunu söylemez. Dolayısıyla, neredeyse yazgısallaştırılmış ‘bilimsel’ gerçekliğin taşıyıcısı, hayata uygulayıcısı, ‘iktidar’ kaygılı ‘öncü yapılı’ (giderek, bürokratik merkeziyetçi/hiyerarşik-mütehakkim) bir ‘sosyalizm’ anlayışı (‘politbüro sosyalizmi’), kuramın kalkış noktasına da yabancıdır (aksi, Marksist maddeci diyalektik anlayışın, Hegelci ‘Mutlak İdea/Hakikat’ döngülü diyalektik felsefenin kötü bir taklidi olduğunu iddia etmek anlamına gelirdi). Peki; 1844 Felsefe Elyazmaları’ndan, Kapital’e (naif/insancı duruştan ‘bilimsel’e) yol alışında, kuramın, ‘iktidar ivecenlikli’ bir hâlet-i rûhiyyeye bürünmediğini söylemek de mümkün müdür? Herhalde değil. Ben, geleneğe dönüp bakan bizler için, tarihsel olgusal gerçekliğin, bizi, bu ‘düzeltilebilir’ (2/c) göreve –öncelikle- davet ettiğini düşünenlerdenim.
Bu girizgâh, bizi, -‘sosyalist’ çizgide ısrarcı olanları- ‘biraradalık’ ve ‘siyasi/ideolojik pratik’ hattımızı yeniden düzenlemeye de çağırır: Marksist derinlik ve kapsamı ile hayatı değiştirme/dönüştürme eğiliminde olanların, kendilerinin ve mücadele pratiklerinin bağnazlıktan uzak, değişime/dönüşüme –özgür/yaratıcı/katılımcı çabaya- açık olması gerektiğini kabullenmeye; hayata yalnızca ‘temel çatışma’ boyutunda değil, ayrımsız her alanında, ‘hiyerarşi ve tahakküm’lerin karşısında olmak duyarlılığı ile müdahil olmaya (hayatla sıcak teması yitirmemeye); insanların kuramlar/büyük doğrular için değil, kuramların insanlar için olduğunu unutmamaya –bilhassa.
Kapı komşusu ‘sosyal demokrasi’den, ana hareket hattının, ‘düzeltimci/uzlaşımcı’ olmaması, her türlü insani değer hâlesini –eşyanın tabiatı gereği- çekip almaya müsait ‘kâr’ güdüsüne müdanasızlığı ile ayrılır sosyalizm. Lakin, olgusal tarihsel gerçeklikten esinle, toplumsal her sorunun o raddede çözülemeyeceğini, o raddede çözümlere hayatın ertelenemeyeceğini de bilir –bilmelidir.
Peki; ‘burjuva demokrasisi’ni kesintisiz ilerletici ‘radikal’ demokratik mücadelenin muhatabı olarak alabilmek, ırkçılığa, milliyetçiliğe, bağnaz dinciliğe, erilliğe, askercilliğe, insan-dışı doğaya duyarsızlığa karşı mücadeleyi siyasi mücadele hanesine katabilmek de sosyalizmin harcı mıdır? Evet, öyledir, zira, kalkış noktası itibarıyla, sosyalizm, tüm ötekileştirici ideolojilere (tüm hiyerarşilere/tahakkümlere) karşıdır, –yine kalkış noktası ve sırtında yumurta küfesi taşımaması itibarıyla- muadillerinden daha kararlı ve samimidir –olmalıdır.
Evet; en başta söylediğimi sonunda da söyleyeyim: Sosyalist toplumsal dönüşüm, bireyin ‘varoluşsal özerkliği’ni murat ettiği süre ve ölçüde ‘insanca’ olacaktır. Bir başka deyişle, sosyalizmin sağlaması, doğrudan kendisi olarak mutlu olan insan/lık üzerinden gerçekleşecektir.
Türkiye’nin DEĞİŞİM DİNAMİĞİNİN MANTIĞI
Sevgili Nabi Yağcı’nın, ‘Türkiye’nin DEĞİŞİM DİNAMİĞİNİN MANTIĞI’ (11 Şubat 2012) sunumunu izledikten sonra, ‘değişim/dönüşüm’ün mantığını irdeleyişte, daha önce görmezden gelinmiş/ bastırılmış unsurların siyasi pratik sahneye çıkarak, toplumsal ‘tanınırlık’ talepleri ile değişime ivme kazandırıcı hüviyetlerini tespitin önemli olduğunu, ancak, hemen o tespitle birlikte, söz konusu toplumsal güçlerin/siyasi öznelerin değiştirme sürecine hangi nitellikle katılıp neyi nasıl değiştirdiklerini (‘değiştirmenin etiği’) yoklamanın da elzem olduğunu belirtme ihtiyacı duymuştum.
Her ne kadar ‘kolaylaştırıcı’nın izin verdiği kadar konuşma şansımı kullanmış olsam da bazılarının dinleme sınırlarını zorlamış olabilirim –affola. Lakin, söylediklerime, ‘Ne alakası var şimdi değiştirici öznenin kendisinin sorgulanmasının değişimin mantığı ile’ yollu itiraz edenlerin tahammülsüzlüğünü, ben, hâlâ, eski usül, ‘varsa bir değiştirici aman ıskalamayalım’ telaşından kaynaklandığına yormaktayım (yeri geldi; kanımca, ‘işçi sınıfı’nın nesnel dönüştürücü hüviyetini nasıl tasarruf ettiğini, yani, hangi nitellikle/nasıl dönüştürücü siyasal özne olduğunu sorgulamak ihtiyacını duymamış olmak da benzer bir ruh hâlinden beslenmiştir, kanımca).
Şimdi; toplantıda, klasik (yani, Marksist kalkışlı) kabullerin ötesindeki değiştirici dinamikler olarak anılan, ‘taşra sermayesi sınıfsal destekli mütedeyyin toplumsallık’ ve ‘Kürt meselesi ve -PKK merkezli- Kürt siyasi hareketi’ne, hele de DEVLET katında yaşanan şu güncel gelişmeler çerçevesinde baktığımızda, değiştiricilerin toplumsal/tarihsel sahnedeki değiştirici hüviyetlerini yadsımasak da, devlet katındaki yankılanışları ile –bilhassa-, değiştirme hüviyetini nasıl tasarruf ettiklerini (ya da kendilerinin ne kadar değişmeye yatkın ve içeriden dönüştürmeye müsait olduklarını) sorgulamanın ne denli kıymetli olduğunu görmemek mümkün mü?
Lafı burada da uzatmayayım; radikal DEMOKRASİ kaygısı (ilkesel ve içtenlikli demokrasi mücadelesi ve demokratik dönüştürücülük), ‘eşitlik-özgürlük-kardeşlik’ bağlamında ‘değiştirici/dönüştürücü’ hüviyetlerini teslim ettiğimiz her toplumsal güçle ilişkimizde eleştirel sorgulama mesafemizi de tayin edecektir. (Tabii, ‘şiddetlerarası mukayese’ tartışmasına da o ışığı tutmak kaydıyla.)
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | Leave a Comment
No Responses Yet to “Sosyalizm/ Marksizm Üzerine”