‘Stockholm Sendromu’, Devlet ve Biz
27 Mart 2012’de Taraf [Hertaraf] gazetesinde yayımlanmıştır.
Alper Görmüş’ün, Aleviler işte bu nedenle ‘Kemalist…’ başlıklı Taraf yazısının (16 Mart 2012) sonuna doğru kurduğu, ‘Stockholm sendromu’ymuş!’ altbaşlığı, sonundaki ünlemli vurgusu ile şaşırtıcı, meselenin ele alınışı itibarıyla da biraz sorunlu gibi geldiydi bana. Söz konusu ‘Sendrom’un eğretilediği olgusallığın toplumsal/siyasal hayatımızda belirleyici bir önem taşıdığına inandığım için değinme ihtiyacı duydum.
Görmüş, yazısında, “Stockholm sendromu gibi fantezilere baş vurmak yerine”, Sivas Davası’nı ‘insanlık suçu’ kapsamında değerlendirmek niyetindeki “hergelelerden”, “öyle bir hâle geldiler ki, yolda yürürken ayakları taşa takılıp düşseler, hemen ciyaklayacaklar: ‘Bu bir insanlık suçudur’” diye söz eden Yeni Akit yazarı Ali Karahasanoğlu ya da, davanın düşürülmesi sonrası, “Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun,” diyen Başbakan’ın temsil ettiği tavra bakmanın daha doğru olacağını vurguluyordu.
Bilindiği üzere, ‘Stockholm Sendromu’ adlandırması, -altı günlük rehinelik sürecinde, rehin alınanların, soygunculara yönelik, olumlayıcı/onaylayıcı/destekleyici nitelikte, ‘beklenen’le çelişen tutum alışlarını tanımlamak üzere- 1973’te, İsveç’te yaşanan banka soygunundan kaynaklanıyor. (FBI’ın, Temmuz 1999 tarihli Law Enforcement Bulletin’inin veri tabanında, rehin alma olaylarının yüzde 27’sinde söz konusu sendromun gözlemlendiği bilgisi de yer almakta -imiş.)
Adı her ne kadar psikiyatrlarca (Bejerot, Ochberg) konmuşsa da, ‘psikanaliz’ terbiyesi, bize, ‘Stockholm Sendromu’ ile işaret edilenin (ki, Görmüş’ün ele aldığı olgu için de geçerli), daha ziyade, Sigmund Freud’un kızı Anna Freud’un (1936’da) tanımladığı bir tür ‘ben’ (‘ego’) savunma düzeneğine denk düştüğünü söyleyecektir, kanımca: ‘Saldırganla özdeşim’ (identification with the aggressor ya da, identifizierung mit dem Angreifer).
Olgusal gerçeklikleri içinde gördüğümüz, bir dış tehdide/saldırıya maruz kalan öznenin (ya da, toplumsal/kültürel çevrenin) kendisini, tehdit edenle/saldırganla özdeşleştirmesi, -onun değerlerini üstlenip benimseyerek- o(nun) gibi olmaya sıvanmasıdır. Anna Freud, bu işleyişin ‘bireysel-ruhsal’ derinliğimizdeki karşılığının, ‘üstben’in (‘superego’) yapılanışındaki bir ilk evre olduğunu vurgular. Yani, kendi olma arayışımız (dürtüsel istemlerle nesneler dünyasına yönelimimiz) içinde –nesne ilişkilerini düzenleyen/ ‘gerçeklik ilkesi’ni kuran- bir başat güç tarafından (eleştiri/tehdit; ima edilmiş ya da bir biçimde yaşantılanmış saldırı) engellenmemiz durumunda, engelleyici değer ve ölçüleri benimseyerek saldırganın saldırganlığını üstlendiğimizi söylemiş olur, A. Freud. (1)
Şöyle diyor, Görmüş: “Alevilerin Kemalizm’den bir türlü vazgeçmemesini ‘akıl dışı’ bulan ve durumu bu ‘sendrom’la açıklamaya çalışan bir moda türedi son yıllarda”. ‘Türedi moda’ ve başlıktaki ünlemli vurgunun bir tehlikeye işaret etme ihtiyacından kaynaklandığını da okuyoruz: “Aslında büyük insan topluluklarının istikrarlı politik tercihlerini ‘akıl dışı’ diye nitelemek çok tehlikeli bir pozisyondur”.
Bense, şu ya da bu ‘siyasi duruş’un, akıl dışılığından da çok, o akıl dışılığındaki ‘istikrar’ı tehlikeli bulmaktayım: Türkiye toplumunun, –kimliksel/siyasal varoluşları içinde- değişik kesimlerinin, DEVLET’le ilişkilerinde, akıl dışı tutumdaki ısrarlarını/istikrarlarını.
Analitik yaklaşım, bize, saldırganla özdeşimin, görünür ihtiyaçla (doğrudan kendimiz olma ihtiyacımızla) bağdaşmadığını, doğal/kendiliğinden aklın değil dışarıdan kendisini dayatan aklın eseri olduğunu göstermekte. Bir tür ‘akıl’ gibi görünse de, bir savunu, ve o anlamda, bilinç/akıl dışı işleyişli.
Şimdi, örneğimizde, ‘kurucu ideoloji’siyle devletin soykırımsal nitelikli saldırısına (da) maruz kalmış olan Alevi toplumunun, söz konusu ideoloji ve kurumsallıkla yüzleşip hesaplaşacak ‘demokratik/özgürlükçü özerk bir muhalefet’ geliştirmek yerine, o ideolojinin taşıyıcısı CHP’yi (‘laik’-Kemalist devleti) destekleyegelmesi, akıllı işi sayılabilir mi? Alevi toplumunun devletle ilişkisinin (o itibarla, siyasi eğiliminin) bir saldırganla özdeşim örneği olduğunu yadsımak mümkün mü?
Doğrusu, Görmüş’ün bu yazısında öne çıkan duyarlığın şahsında genelleştirilmesini istemem (zira, yazdıkları izin vermez bu kolaycılığa). Dahası, ‘kendi olma’ olanakları, hakları, aynı devlet/zihniyetçe engellenmiş ve birbirlerine dönük olumsuz (yok sayıcı/saldırganca) tutumlarının meşruiyet dayanaklarını yine aynı devlette bulabilen bütün toplumsal kesimleri, kimliklerimizi (Müslüman, Alevi, Türk, Kürt, vs.) kuşatan saldırgan ‘baba’ ile özdeşim hastalığımıza (‘Stockholm Sendromu’ üzerinden) değinme imkânı sağladığı için kendisine teşekkür de etmeliyim.
Yazışmamızda verdiği zarif ve içtenlikli yanıtında şöyle söylüyordu, Görmüş: “Alevilerin ‘Devlet’ algıları akıl dışı mı? Sünni toplumla yaşadıkları öznel tarih hesaba katılmazsa evet, fakat hesaba katılırsa hayır. Ben Alevilerin ruh halini, kendisini öldüreceğini düşündüğü kardeşine karşı dayakçı babasına sığınan birinin ruh haline benzetiyorum. Bu teşbih hatalı değilse, Alevilerin devletle kurdukları ilişkinin de ‘akıl dışı’ olmayabileceği ihtimal dahiline girmez mi?”
Ben de şöyle yanıt vermiştim kendisine: Teşbihinizi, A. Dayakçı baba, B. Öldüren kardeş, C. Babaya sığınan kardeş olarak kurmuşsunuz (tabii, saldırgan faillerden A’nın da katledici olduğunu unutmayalım). ‘Saldırganla özdeşim’ açısından baktığımızda: B, A ile saldırganlık fiili üzerinden (‘sado-mazo’ işleyişiyle) özdeşleşmiş, C ise, her iki saldırganın fiilleri üzerinden mağdur ve A’ya (onun B’yi tehdit eden ‘laik-Kemalist’ sopasına) tutunmak istiyor.
Akıl dediğimiz şey, ‘demokrasi ve özgürlükler’ mücadelesi, yani, herkesin kendi olabileceği toplumsal sözleşme (mutabakat) düzeyini yakalamak/kurmak ise, andığım koşullarda, C’nin -somut tehdit olarak algıladığı- B üzerinden A’ya sığınması temel ‘demokrasizlik’ döngüsüne (ceberut/saldırgan devlet aklına) hizmet eder: Akıl-dışıdır. Demokratik ve dönüştürücü olan (döngüselliği kıran) akılsa, hem B’nin, hem de C’nin A ile ilişkilerini değiştirerek A’yı dönüştürmeleridir (ideali, A’nın sönümlenmesidir).
Kuşkusuz, bilhassa da büyük (‘soykırımsal’) travmalar sonrası, saldırgan failin suçunu kabullenmesi ve nadim olması sağaltım için elzem; lakin, rahmetli Hrant Dink’in, Ermenilerle Türklerin ‘hastalıklı’ ilişkilerinin tedavisi için birbirlerine hekimlik etmelerinin kaçınılmazlığına değinisi de anlamlı. Alevilerle Sünnilerin yüzleşmesini murat eden bir toplantıda (Şubat, 2011), Ferhat Kentel de Hrant’a gönderme ile şöyle söylemiş: “İnsanlar ancak başkalarıyla beraber iyileşebilirler. Bu, Türkiye’deki kutuplaşma olarak adlandırılabilecek bütün meseleler için de geçerli. Türkler ve Kürtler de birbirinin doktorudur. Aleviler ve Sünniler de. Yoksa galiba iyileşme çok da mümkün değil”
He wallah!
_______________________________
1. Benzer göndermelerin, baba Freud tarafından daha 1920’de (Haz İlkesinin Ötesinde) yapıldığını; Ferenczi, Daniel Lagache ve René Spitz’in de kıymetli değinileri olduğunu belirteyim. Nihayetinde, kavramsallaştırım, kişinin, -gerçek dünya ile karşılaşmalarında- kendiliğini hangi ‘ideal’ (‘ben/lik ideali’) ve ‘yasak’ (‘üstben’) ölçüleri üzerinden kurduğunu anlamamıza hizmet etmekte. Eğer, çocuk, ebeveynleri tarafından, ‘kendinde bir değer’ olarak kabul görmüş, yani, yaşadığı ketlemeler ve yönlendirmeler makul ve mutedil ise, varoluşsal özerkliği baskın bir kişiliği, yok sayıcı, rencide edici ise, ebeveynin şiddetini üstüne alan (layıkı olduğunu kabulle hizzaya gelen) ‘tâbi’ bir kişiliği olacaktır. Kişiliği varoluşsal özerklik üzerine kurulu olanlar başkalarının özgürlüklerine ve özerkliklerine saygılı olurken, ötekiler, ötekileştirip tepeleyecekleri birilerini bulup sopa sallama eğilimi gösterecektir (‘mazoşizm/sadizm diyalektiği’!). Bu söylediklerimin, halkın kendi olma aklının bir yansıması olan devletle, ‘paşa’ gönlü uyarınca kendine halk tedarik etmeye soyunmuş Cumhuriyet devletini ayrıştırmada yardımcı olacağını umut etmek isterim.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | 2 Comments
kadının öteki kadını da tehdit eden erkeğe tutunması ve tek şer kaynağı olarak öteki kadını işaret etmesi gibi.
ama rum olduğu için camları indirilen esnafa, o güne kadar yaranmayı ihmal etmediği polis, “bugün polis değilim türküm” der.
Evet, tespitinize katılıyorum. Aslında, bütün bunlar, egemenin, kimlikleri/kimliksel duruşları nasıl araçsallaştırdığını anlatmalı bize. Kimliklerarası hiyerarşisizlik, devletin, kimlikleri hizaya sokan, derecelendiren -birini ötekine karşı kullanabilen- hegemonyasını ayrıştırmakla başlayacak sanırım.