Ero(poli)tika

04Eyl09

Nâzım Hikmet / Shoshannah Brombacher

Nâzım Hikmet / Shoshannah Brombacher

Sevgili Nâbi Abi’min, Türkiye’nin Halleri köşesinde (Taraf) yazdığı, ‘Güçlü Barış, Güçlü Türkiye’ başlıklı yazısı, ‘barış sürecine katkı’ kaygısı ile bazı şeyleri ayrıştırmaya davet etti beni. Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyecek olursam, daha kalıcı ve kararlı bir toplumsal barış, savaşa, şiddete dair temel eğilimimizi görmezden gelerek kurulamaz. Barışı ömürlü kılacak yol, geçecekse, şiddete meyyal yanımızı idrak etmekten geçecektir. Nâbi Abi’nin seçtiği tabirler üzerinden söylersem, ‘insan’la, ‘insanlık’ arasındaki devamlılığı görmekten.

Şimdi başa dönersek, Nâbi Abi, “İnsanlığın barbarlık zamanı anormal, barış zamanları ise normal zamanlarıdır,” önermesini kurduktan sonra, “Hangisi insan doğasına daha uygundur: savaşmak mı, sevişmek mi?” diye soruyor. Ve ekliyor: “İnsanın bir ‘doğası’ var mıdır? Olmadığını düşünürüm; çünkü bu ‘özcü’ bir anlayış olur, insanın değişmeyen bir özü olduğunu kabul etmek demektir”.

Sorgulama, insan ruhsallığının doğasını ilk kez kuramsallaştırarak ‘psikanaliz’ ve ilgili tedavi yöntemini yapılandıran Sigmund Freud üzerinden yürütüldüğü için, meseleye ışık tutmak da oradan başlamalı: Evet, insanın bir doğası vardır. Ama şunu ayrıştıralım: insanın doğasal bir özü olduğunu söylemek, insan varoluşuna baktığımızda, ‘özcü’ bir yaklaşımla, görümüzü, salt o doğa ile sınırlandırmak, insanın, ‘ne’ olduğunun ötesinde, o ‘ne’nin ‘nasıl’a dönüşümünü görmezden gelmek anlamı taşımaz.

Nâbi Abi, Nazi soykırımına tanıklık eden ve soykırımın kendi kapısına da dayandığını hisseden Freud’un, “karamsarlaşarak insanda hâkim güdünün yıkıcılık olduğu düşücesi ile gözlerini hayata kapadı[ğını]” söylüyor. Oraya gelmeden, ‘varoluşsal bütünlük’le ilgili kavrayışta, Freud’u yaklaşık iki yüz elli yıl kadar önceleyen Benedictus de Spinoza’ya bir göz atalım. Törebilim’in (‘Ethica’), ‘Anlığın Doğası ve Kökeni’ başlıklı bölümünün 1. Belit’inde, “İnsanın özü zorunlu varoluş içermez,” der, Spinoza. Aynı bölümdeki 2. Tanım’da ise, bir şeyin ‘öz’ünün ne olduğunu açıklar: “Bir şeyin … özüne ait öyle bir şey vardır ki, bu verildiğinde şey zorunlu olarak ortaya koyulur, ve çekildiğinde şey zorunlu olarak ortadan kaldırılır…” (1) Yani, insanın -doğal- bir özü yok demiyor; özü, zorunlu ‘varoluş’ içermez, diyor. Doğasal özü, ise, onun güdüselliği/ ‘dürtüselliği’dir. Onu çekersen, varoluş kalkar. Spinoza’daki, bu, temel/özsel kudret, conatus’tur -varolmaya dönük ‘çaba’ ve onun yola çıkardığı ‘arzu’dur. İşte, arzunun yönlendirmesi ile, insan, ‘varoluşsal kipliğini’ (değişki/ ‘modification’) kurar. ‘Sonsuz doğa’ demek olan Tanrısallıktan (‘töz’den yani) kendi kipselliğini/ varoluşsallığını ayrıştırarak ‘insan’ olur, insanlığını kurar. Ayrışımsal sıçrayışı temin edense, ‘düşünme yüklemi’dir. (2)

Bir başka deyişle, Nâbi Abi’nin, “İnsan… tarih yapandır ve yaptığı tarihle de kendisini değiştirir” varoluşsallığına taşıdığı insan, belli bir özden kalkar, o özün dürtüselliği ile kendi ‘özne’liğini kurar ve öznelerin kendilerini/özlerini öznel tasarruf edişleridir ki, insanın ‘tarih(selliğ)ini’ hazırlar. İşte, psikanaliz, yani Freud, öznelerin kendi özne(l)liklerini nasıl kurduklarına, yani, tanımladığı ‘ne’likten kalkarak nasıl ‘nasıl’ olduklarını anlamaya (tedavi sürecinde de analizde olan kişinin kendi tarihçesi içinden yürümek suretiyle kendisini anlamasına/ ‘kendini bilmesi’ne) itibar eder.

Burada elbet ayrıntısına girme imkânımız yok, ancak, Freud, bireyin tarihçesini (kendini var edişinin geçtiği yolları) uzunca bir irdeleyiş sürecinden sonra, insanın -doğasal- özünü oluşturan dürtüselliğin iki karşıt güçten oluştuğunu kabul eder: yaşam dürtüsü (‘Eros’/ libidinal olan) ve ölüm dürtüsü (‘Thanatos’/ saldırganlıkla -‘aggressive/ness’- ile ilgili olan). (3) Şimdi, buradan baktığımızda, ‘insanlığın barbarlığı anormal, barışallığı normal’dir önermesinin, asıl, insan varoluşsallığına beklentisel -özcü- bir ölçü düşürmek olduğunu söyleyemez miyiz? Ben, doğrusu, insanın ‘insanlığını’ kuruşunun muhtelif yolları olduğunu, bunun da, söz konusu dürtüsel güçlerin (‘nesne ilişkileri’ tarihçesi boyunca) kendi aralarında yaşadıkları ‘çatışma/lar’dan beslendiğini; barışa yönelik siyasi mücadelenin de, böylesi bir farkındalıkla, insanın çatışan güçlerini barış, yaşama sevinci, kardeşlik ve sevgi yatağına doğru akıtacak koşulları tesis etmekten geçmesi gerektiğini vurgulamayı daha isabetli bulanlardanım.

Peki, bu bilgi bize ne kazandırır? Öncelikle kazancımız, kuramsal/felsefi bir kazançtır: gerek Spinoza, gerekse Freud’un, bedensel olanla ruhsal/tinsel olanı doğanın sonsuzluğu bağlamında birleştirip buluşturmasının getirdiği kazanç -ki, bu sayede, ‘ahlak’ın ötesine geçip ‘etik/a’ ile buluşuruz. Onun ötesinde ise, şiddeti, tahakkümü dayatan güçlerin, -açık şiddet dayatmalarının ötesinde- özellikle de, örtük/dolaylı şiddet ve baskı tasarrufları adına -‘tahakkümün ideolojik aygıtları’ üzerinden- ‘insani’ ittifakları nasıl kurduklarını anlayabilme, ayrıştırabilme duyarlılığını ve barış mücadelemize dair kararlılığı kazandıracaktır bize. Sözgelimi, kendiliksel değerliliği, sevilebilirliği, kendi ile başının hoş olmaklığı bağlamında mayası sağlam olmayanın (ki, bunu, ulusal ölçekte de alabiliriz), kendiliksel/varoluşsal tedirginliğini, ötekinde illa bir ‘düşman’ yaratmak, nefretini ona yansıtmak, sonra da onu yok etmek üzere saldırganlaşabilmesini, dahası, söz konusu saldırganlığın, aynı mayadan mülhem -bir devlet aklı olarak- ‘Güçlü Ordu’  tarafından ‘Güçlü Millet’in ideolojik kabulüne nakışlandırılabilirliğini anlamak, ancak, böylesi bir anlayışla mümkündür.

Freud’a dönersek; yükselen faşizm tehdidi karşısında şunları söyler: “Bana öyle geliyor ki insan türü için kaçınılmaz sorun, kültürel gelişmelerin, saldırganlık ve özyıkım dürtüsünün toplumsal yaşamda yarattığı rahatsızlığı denetleyip denetleyemeyeceği veya bunu ne ölçüde başarabileceğidir… İki ‘İlahi Güç’ten birisi [bir şiire göndermedir bu] olan ölümsüz Eros’un, aynı ölçüde ölümsüz olan düşmanıyla giriştiği mücadelede kendini dayatmasını umut ederiz”. 1931’de, Hitler tehlikesinin kendisini hissettirmeye başladığı koşullarda şu cümleyi de eklemiştir: “Ama ne ölçüde başarılı olacağını ve sonucun ne olacağını kim tahmin edebilir ki?” (4)

Nihayetinde, ruhsal sağlıklılığı da Freud, Eros’un başat olduğu -Thanatos’u yadsımadan, onu kendine katıp kuşattığı- bir kendiliksellik olarak tanımlamıştır, dersek, yalan olmaz herhalde. Eh, yukarıda söylediği de toplumsal ölçekte aynı kapıya çıkar. Dileyelim ve umut edelim ki, Türkiye demokrasi ve özgürlük güçlerinin ero(poli)tikası, Devletli Baykalos İlkeros Thanatos güçlerine yenik düşmesin.

_____________________________

1. Bunları, Aziz Yardımlı’nın Törebilim çevirisi üzerinden Spinoza ve Psikanaliz ve Hayat‘ta bulabileceksiniz.

2. Spinoza’nın ‘dürtüsellik’ anlayışının Freud’un ‘Dürtü Kuramı’ doğrultusundaki irdelenişi için de Spinoza ve Psikanaliz ve Hayat‘a bakılmalıdır.

3. Freud’un, anılan ‘Dürtü Kuramı’ ile ilgili nihai belirlemesini, Beyond The Pleasure Principle (‘Haz İlkesinin Ötesinde’)/ 1920 ve The Ego and The Id (‘Ben ve İd’)/ 1923’te yaptığını belirteyim (ki, kapıya dayananların uyandırdığı karamsarlığın eseri olduğu saptamasına itirazımız olsun).

4. Civilization and It’s Discontents (‘Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’)/ 1930 [1929], Standard Edition, Hogarth Press, 1986, cilt XXI, s.145 (VIII. Bölüm). 3. ve 4. dipnot değinisinin devamı için de özellikle Birey Sorunsalı‘na bakılabilir.



No Responses Yet to “Ero(poli)tika”

  1. Yorum Yapın

Yorum bırakın