‘Vefa ve Süleymaniye Tarafları’
Milliyet Sanat dergsinin Haziran 2006 sayısında yayımlanmıştır.
Cihangirli ‘çarşamba gezgin/cisi’ baba İtalyan yokuşundan indi, -bir baba hindi misali- Tophane’de hızlı tramvaya bindi. Tramvay ve yolcuları, ‘deneme sürüşlerini geride bırakalı daha ne kadar oldu ki’li havadan çok uzaktı. Gezgin/ci, gözünü kulağını meşgul edecek avadanlığı evinde bırakıp çıkmıştı -isabet. Ehil yolcunun sükûnetini dinledi, dinlendi. Tramvay camının sütlü kakao loşluğundan dışarıdaki b/inek araba deryasının beyhude çırpınışını sinsi sevinçlerle seyretti. Lâleli’de inecekti -indi. Sırt çantasından İstanbul Gezi Rehberi’ni çekti; evet, Murat (Belge) abisi, ‘Kuyucu Murat Paşa Medresesi’ ile başla, diyordu. Haadi hayırlısı, dedi, başladı. Başlayamadı. Kuyucu Murat Paşa Medresesi yerinde yoktu. Varsa da, adı üzerinde yoktu. Paşa, Celâli bedduası mı almıştı? Neydi? Tariften mülhem, Fakülte öğrencilerine, eski eser mıntıkasında mevzilenmiş emniyet güçlerine müracaat etti. Mevzide sebayüdüye kapı ayarlamaya -ve dahi, mesaiye münasebet katmaya- çalışan emniyet güçlü de, koltuğunun altında kitapları öğrenci hanım kız da, öyle bir paşayı da, kuyusunu da, medresesini de ilk kez gezgin/ci adamdan işitiyorlardı -tebessümü esirgemediler. Evet, herkes (öğrencisi, onu kollayan kolluğu), aramaların sormaların gölge etmediği bir bahar esrikliği yaşamaktaydı -baharın kaçıncı eskitilişiydi acaba?
Gezgin/ci hindi baba, hemen oracıktaki kuyuyu Murat’a yordu, içindeki çerçöpten Celâli hayalleri çattı. Kuyunun dibini görmek için tırmandığı duvardan atladı, belini incitti, eski ‘Direklerarası’ muhabbetinin yaşandığı Şehzadebaşı’na doğru seyirtti. Yolun başında, mahut tarihin, Fakülte güvenlik görevlisinin dudak yanlarından sarkan bıyık uçlarında -hiddetle- asılı durmakta olduğunu fark etti -ürperdi. Kulak kesildi: Bir vakitler mirasyedi Türk erkeklerini ve keyif erbabını Direklerarası’na taşıyan arabaların nal ve tekerlek seslerini hayal ettirecek kadar olsun, direk yahut arasından eser kalmamamıştı. Gezgin/ci, Şehzade Camii’ne doğru yürürken, köşede Lale Devri Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın (Osmanlı mimarisinin ilk barok örneği) Dar-ül Hadis’ini göreceği umuduyla hamle etti. Murat Bey’in Dar-ül Hadis adına altını çizdiği zarafetin oyulup içine ‘Doğu Türkistan Vakfı Kültür Merkezi’nin yerleştirildiğini; Merkez’in kültürünü, Türkçülük, Orta Asya milliyetçiliği, yaygın mavi demir aksam ve bilumum döküklük üzerinden teşhir etmekte olduğunu; aradaki gönül bağına vurgunun, ‘orijinal’ olanın mavi-beyaz taklidi bayrakla pekiştirildiğini gözlemledi.
Baba, tavsiye üzre, Şehzade Camii’inden önce, onun az ilerisindeki ‘Burmalı Mescit’e uğradı. Tuğla örme minaresindeki sarmal çizgileri ile Osmanlı mimarisinin fetih öncesi örneklerinin devamı olması gereken Mescit’e adımını atmak kısmet olmadı. Kilitli bahçe kapısının üzerindeki yazı marifetiyle; fakülte öğrencisinden kollukçusuna, kollukçusundan Doğu Türkistancısına… boylu boyunca uzanan ‘devam’ fikrinin (Yahya Kemal Bey’i de yâd ederekten) sağlamasını yapma şansı buldu: “Bu camide tuvalet yoktur”. Yazı, sıkı sıkıya kilitli bahçe kapısına asılmıştı!
Gezgin/ci baba, döndü, Şehzade Camii’ne girdi. Cami, Sinan’ın ilk anıtsal yapısıydı. Kanunî, genç yaşta ölen oğlu Mehmet için yaptırmıştı -güya. Rahmetli Stefanos Yerasimos, Kanunî’nin, Sinan daha iyisini yapabileceğini vaat edince camiyi oğluna adadığını söylemekteydi. Gezgin/ci, yol boyu gözlemlediği ahali ve marifetleri ile, Sinan’ın ‘çıraklık eserim’ dediği eserini yan yana koymakta güçlük çekti. Koyamadı. Aynı ahalinin, Şehzade Camii’nde, ‘Hanımlara Mahsus’ diyerekten ayrılmış gözenekli ahşap paravan arkasındaki yere, kullanılmayan halılardan bir dağ yığdığını; yine aynı ahaliden iki müezzin beyin, pvc donatı, plastik sandalyeler, kasap küratörlerin bile artık ‘yerleştirme’lerinde tercih etmedikleri -illa, Hac konulu- çoğaltma resimler, fabrika halıcıkları ile iki müstakil müezzin odası (‘Müezzin’s Room’!) tefriş ettiklerini fark etti. Gâvurun, ‘Demek müezzin’s room böyle oluyormuş,’ diye iç geçireceğine kalıbını bastı. Kandil islerinin hava akışını bile hesaplamakla maruf Sinan tarafından vakti zamanında ihmal edilmiş akustik ve serinlik boyutunun yine aynı ahali tarafından (‘devam’ fikrine hürmeten) hoparlörler ve klimalarla takviye edildiğini gözlemleyerekten mâbedi terk etti. Ederken, bahçeye (bahçe, çim alan demekti) girmeyi yasaklayan, sadece komşu üç ağaç arasında gerili mavi çamaşır ipini de fark etti (ip, fiziki olarak yasak alanı sınırlamıyor, yasağı anıştırıyordu -neredeyse bir simulakrum yalnızlığındaydı).
Gezgin/ci baba -şükür- çarpılmadan caminin bahçesinden çıktı. Rehber kitap tavsiyesiydi, türbelere de uğramak istedi (Şehzade Mehmet’in, Rüstem Paşa’nın… Osmanlı çiniciliğinin tarihini izleyebileceği türbelere). Külliyen kapalıydılar. Kapalı türbe külliyesi görevlilerine kanırtmak için sordu: ‘Kapalı mı bunlar?’ Avurtları kaşarlı öğle tostuyla şişik olanı kafasını salladı -kapalı, anlamında. Gezgin/ci şaşalamış gibi yaptı. Avurtlarındaki şişliği midesine salavatlamış olan görevli, ‘Şu ânda,’ diye ekleme ihtiyacı duydu. Gezgin/ci, ‘Nasıl yani?,’ der gibi yaptı. Ötekisi, ‘Yetmiş yıldır yani…’ diyerek kesti attı. Baba hindi, ‘Yetmiş yıllık bir ân!,’ diye dalgaya vurdu (içinden, Tanpınar amcasının, ‘Yekpâre, geniş bir ânın/Parçalanmaz akışı[nı]’ geçirdi).
İstanbul Belediyesi’nin modernler moderni hantal binasını görmemeye çalışsa da gören (o arada, her nasılsa, 27 Mayıs İhtilali’nde orada askeri giysileri içinde babasını da hayal meyal hatırlayan) gezgin/ci hindi baba, Vefa Lisesi’ne doğru yollandı. Yolunun üstündeki ‘Tarihi Vefa Bozacısı’na uğramayı ihmal etmedi. Bozacının serininde, serince bozasını -bıyıklarını bandıra bandıra- yudumladı. Vakti zamanında Yeniçeri taifesi kafa bile bulurmuş boza ile -Yeni Rakı soykırımını atlatan hindiba’ tınmadı. Teşekkür ve bahşişi fazladan iltifat kabul eden garson bey, babayı, ‘Saygılar bey’fendi’yle uğurladı. Lise öncesi, 18. yy.’dan kalma (Recai Mehmet Efendi’nin yaptırdığı) sıbyan mektebini görebilir miydi acaba? Baktı, bakıştırdı. Nerelerdeydi o meret de? Hah, ‘T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul 1 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’nün gösterişli ahşap binasına giren bey ve hanımefendiler vardı, görmekte oldukları itibar gezgin/ci babayı cesaretlendirdi, onlara sordu. Onlar da en az türbe görevlileri kadar şaşkındı. (Nedense, tam da o sırada, ahşap bina üzerine yağlı boya bir çalışmaya gözü kaydı gezgin/cinin: ‘Mafya Tetikçi Memet’ -aynen öyle. Telefonu da vardı ve ihtiyaç sahiplerine duyurmaktaydı.) Baba vazgeçti, liseye vurdu. Kapısında durdu. Baktı: Erkek öğrenciler kan ter içinde top peşinde koşuşturmakta, kızlarsa -toplu ya da topsuz bütün sporlardan muafiyetle ve afiyetle- dedikoduya çökmüş bulunmaktaydılar. Dışarıdan hoşça görünen binayı gezmek istedi. İsteğini kapıdaki görevli gence iletti. Görevli ‘Olmaz!,’ dedi. Baba, olmayacağını biliyordu -başka türlüsü olsa şaşardı. Kanırttı: ‘Niye?’ Cevap, ‘üç yüz bir’lik duygular uyandırıcı idi: ‘Müdür Bey kızıyor!’
Gezgin/ci, Müdür Bey’in kürküyle sıkı sıkıya muhasara altına alınmış lisenin kapısından kalktı, tarihi Vefa’ya, Tekelspor’la oynayacağı maçta başarı temennisini ihmal etmeyip ‘Şehy Vefa Türbesi’ne de uğrayaraktan ‘Atıf Efendi Kütüphanesi’ne kondu. Açıktı! (Kapısı kilitli değil, anlamına.) Zamanında görevli memurların oturduğu, büyük ve yüksekçe ortak kapıdan girilen küçükçe bir avlu ve -avluya açılan üç ayrı kapı ile farklı girişleri olan- evciklerden mürekkep olağanüstü hoş kütüphanenin zamane görevlisi de direndi gezgin/ci babaya. Niyeledi, baba. ‘Sayım var,’ dedi zamane. Baba etrafa bakındı, evet, elyazması, vs. vardı bi’ miktar kitap ama nesini saymaktaydılar? 1740’lardan beri orada değil miydi onlar? Fesupanallah!, dedi, çıktı. Az ötede bir türbecik mi vardı, ne? Seyirtti. Aa, içi boş. Boşlukta biten çocukluğunun osuruk otlarını gördü -çok sevindi, eski bir dostu görmüş gibi oldu. Önü çöp yığılı kendisi boş türbeciğin duvarında günün mana ve ehemmiyeti asılıydı bir uyduruk tabelayla: ‘İlikçide çalışacak ütücüler ve düğmeciler aranıyor…’
Baba bir gezgin/ci hindi, ilikçilerin karşı sokağı Tirendaz’dan sapıp 10-12. yy.’lar arasında Ayios Theodorus adıyla inşa edilmişse de, sonradan, freskleri ve ilgili yerleri badanayla güzelce kaplanmak suretiyle Fatih’in hocası Molla Gürani adına kayda alınan, zarif bir Bizans kilisesinden devşirme ‘Vefa Kilise Camii’ne de uğrayıp, nihayetinde, -İstanbul’un üçüncü yüksek tepesine kurulu-Süleymaniye Camii’ne vasıl oldu. Tafsilata ne hacet; Kanunî’nin sanı, mimarının şanı ile müsemma, muhteşem bir yapı idi. Sadeliği, kusursuz genişlik ve ferahlığı, vitrayları, hat örnekleri… Sinan’ın, ‘kalfalık’ dönemi eserim, diye tanımlayışını hatırladı -kendisi ve kendisinin de içinde yer aldığı ahali adına mahçup oldu. Mihrabın arkasına dolandı. Kanunî’nin, kızı Mihrimah Sultan’ın…, avlunun ucundaki Kanunî’nin sevgili karısı Hürrem Sultan’ın türbelerini ziyaret etti. Bahçenin bir köşesinde 45 derecelik açıyla gelip birleşen ‘Dar-ül Hadis’e, meraklısına kapalı, ticari faaliyete açık öteki medreselere baktı. Baka-kaldı. Eskinin imaret bölümünde ‘Dar-üz Ziyafe’ adıyla Osmanlı mutfağından örnekler sunmakta olan lokanta, ortasındaki fıskiyeli havuzuyla geniş avlusu ve avlusunda çepeçevre kurulu masalarıyla mekân olarak da davetkârdı. Son olarak ‘Kervansaray’ kısmına uğrayan baba, oranın da kapalılığına şaşmadı; yaşarlığa kulak asmadan, kapatma ve yasaklama ile tesis olunan muhafazakâr kültür ve istikrarına şapka çıkartmakla yetindi. Müftülük binasından doğru Sinan’ın türbesine gidileceği tarif ediliyordu. Gitti. Bulamadı. Bulmuştu aslında, lakin, fark edememişti. Onca muhteşem eseri inşa eden mimar, kendisi için, ilk adımda ayrımsanamayacak, fevkalade alçak gönüllü bir türbecik yaptırmıştı -yüzü iyiden iyiye kızardı.
Sinan’la helalleşen gezgin/ci baba, tekrar Müftülük’e vurdu. Aynı bahçe içindeki Botanik Kürsüsü’ne girdi. Bahçeyi gezmek istediğini söyledi. Buyrun, dediler. Baba, hikmeti, beyazlaşan sakalına yordu. Koridorlara açılan kapıların ardında mikroskoplarına eğilmiş beyaz önlüklü genç hanım ve beylerin arasında otuz yıl önceki tıfıl tıbbiyeliyi görür gibi oldu. Bahçeye indi. Latince isim kalabalığını sergileyen tabelaların onda biri kadar bile bitki olmadığını fark etti. Kendi tıfıllığı zamanında da öyle miydi acaba? Mikroskop altında bulmaları ve görmeleri gerekenin dışında, dışarıda, bahçede ne olup bittiğini hiç merak etmemişti demek!.. Ne acıydı -kendi ve sözüm ona, içinde serpildiği kültür adına. Dahası, -memleketi kurtarmaya çalıştığı o zamanlar- önünden geçip gittiği Süleymaniye’yi bir kez olsun ziyaret etmemişti -hatırladığını, kendisinden bile saklamak istedi.
Haliç, Galata Köprüsü, Sarayburnu, Galata Kulesi ve Boğaz’ıyla neredeyse boşlukta asılı müthiş bir İstanbul manzarasını (ve çocukluğunda okuduğu ‘Gizli Bahçe’yi anımsatan gizemli bahçeyi) geride bırakarak arkadan ‘Namahrem’ ve ‘Ayrancı Sokağı’na dolanan gezgin/ci baba, oralarda, bilip öğrenegeldiği hayattan ziyadesiyle uzak, değişik inanç ve sınıftan insanı ‘mahalleli’ yapıp barındıran evlerin bir vakit kardeşçe omuz omuza vermişliğini hissetti. Hüzünle aşağıya doğru iner ve Sinan’ın, daha oralardan başlayarak eserini çağlar boyu ayakta tutacak kalın duvar destekleri nasıl da kurduğuna (şehrinin muhtemel yüzyıl depremine pişkin hazırlıksızlığı içinden) bakıp şaşalarken, birden, fotoğraf çeken türbanlı genç hanımı ve ona bisikleti üzerinde kurularak poz veren çocuğu fark etti. Durdu. Türbanlı genç hanım, kendisine poz veren çocuğa ‘Teşekkür ettim,’ dedi, gezgin/ci babaya da, ‘Thank you’.
Dil kırıklığının din-iman tanımadığını, sakallı-sırt çantalı-elinde kitap etrafı kolaçan eden âdemlerin genç kuşak indinde de ‘ecnebi turist’ muamelesi görmekte olduğunu yerinde tespit eden gezgin/ci baba, kızın, fotoğraf sonrası sigarasını tellendirişinden, güzellik ve sokulganlığından cesaretle yarenliğe koyuldu. Yürüye konuşa Köprüaltı’na vardılar. Kahveler söylendi. ‘İmam Hatip’li üniversite öğrencisi güzel kızla gezgin/ci babanın muhabbeti, hal hatırdan kadınlık durumlarına, yaratılışsallık ve evrimsellikten eril belirleyicilik ve hayatın maddi koşullarına, oradan, değişim ve dönüşüme telvelendi durdu.
Gezgin/ci hindiba’, başı örtülü genç kızın kafasını karışık tutma gözüpekliğine hayran kaldı. Kızın kafası, şaşmaz ‘derin’ yargılarla kuşatılmış kafalardan kuşkusuz daha açıktı. Gezgin/ci, onca kargaşadaki bu hoş karşılaşmayı genç kızı yanaklarından öperek noktaladı. Genç kız, adama, ‘Allah’a emanet ol!’ dedi. Adam, ‘Sen de,’ diyerek mukabele etti.
Mayıs, 2006.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Gezgin/ci Baba' Yazıları | Leave a Comment
No Responses Yet to “‘Vefa ve Süleymaniye Tarafları’”