‘Eyüp Tarafları’
Milliyet Sanat dergisinin Temmuz 2006 sayısında yayımlanmıştır.
Erkan’a
Bir bahar günüydü; üfültülü, güneşlice, tam da attalara gitmelik bir bahar günü. Gezgin/ci baba, güneşi olmayan Güneşli Sokak’tan çıktı, arka sokaklardan Galatasaray’a, oradan Tünel’e vurdu. Şişhane taraflarında durdu. Tam da göbekte ne güzel yeşillikti o! Üstelik, göbeğiyle birlik, kendisini hafiften Tersane tarafına doğru yatırmış yaşlıca amcası ve otlayan koyunuyla tam da çocukluğunun çimen kokuları ile yüklü bir yeşillikti o. Sindire sindire geçti göbekten –çocukluğunun çıtalılarını Edirnekapı göğünden geçirerek. Burnunda çayır-çimen kokusu, kolunda gelin gibi süzülen çıtalının tatlı gerginliği –o günkü gibi hissederek.
Az indi gezgin/ci, Unkapanı Köprüsü’nün Galata ayağına geldi –Gezi Rehberi’nin sahibi uyarıyordu: Burası Azapkapı bölgesi; ‘ıstırap’ manasına alma hemen, bir tür deniz piyadesi, ‘azeb’ var ya, oradan geliyor. Müslüman İstanbul’a dön yüzünü, işte, sol omuz başındaki, ‘Sokollu Camii’ –Sinan’ın camilerinden. Orayı başka zaman gezeceksin (kitabına uygun gezeceksen). Yürü şimdi. Yürüyor. Aşağıya. Mis gibi deniz havası. Balık tutanlar. Bir vakitler öğürerek geçtiği yerden iyotlu esintilerle geçiyor. Bi’ de karşıya geçebilse. Öyle ya, Eyüp tarafına gidecek. Aşağı kıvrılsa (üstten, alttan –farketmez), bir otobüsçük ayarlayabilse Fatih Köprüsü’nün ayağına doğru. Yok; çamuru iyotlandırabilen medeniyet karşıya geçit vermiyor. Çaresiz, Eminönü tarafına dönüyor gezgin/ci, oradan binecek. Yürü babam yürü. Eyüpçüler ara durak kullanmıyor zahir; başa dön!’lü kızma birader oyunu –en baştan binilecek. Neyse; boş bir otobüs, Eyüp taraflılar da geliyor bir bir. Nereye gidiyor böyle bu hacı baba? Kutsal metinler üstünde dolaştırılan gözlerin alışkın ve tembel soyundan da değil, elindeki kitapta ve etrafta gezdirdikleri. Meraklı.
Meraklı gezgin/ci baba, köprünün, Ayvansaray-Eyüp arasındaki ayağında iniyor. Meğer, bir Ermeni zengin de, hemen hemen aynı yere, ahşap, dubalı bir köprü kondurmuşmuş bin sekiz yüzlerde. Ol vakit ve o örnekte Ermeni sevabıyla muhabbet on yıl kadar sürmüş (elli üçte yapılan altmış üçte tutuşuvermiş). Rehberandan Murat Bey, “Günümüzde onu hatırlayan yok gibi,” diyerekten hatırlatıyor hatırsızlığımızı ve nisyan ile maluliyetimizi. Ve dahi eklemekte; ‘Ayvansaray köprü ayağının dibinde, fazlaca özelliği olmayan, ahşap, Abdülvedud Camii vardır’. Var mı-dır? Fazlaca özelliği değil, kendisi? Az öte, gel beri, uzaklara göz süzüyor baba; ı-ıh. Yok öyle bir cami. Varsa da çok üstelemiyor. Öyle ya, asıl ilginci, efsanesi: Efendim, İstanbul kuşatmasına iştirak etmek üzere, ta Buhara’lardan kalkıp gelmişmiş bu Ermiş Abdülvedud Efendi, Eyüp taraflarına. Buhara’dan çıkarken ermişliği var mıdır, yolda mı düzülmüştür, yoksa, kuşatmada mı tesis edilmiştir, tam bilinmemekte. Lakin, kuşatma altındaki şehrin elli günü mütecaviz mukavemetini, bir şekilde şehre sızmış ermişin Müslümanlığına yoranlar da yok değil –nasıl Müslümanlıksa? Meraklı gezgin/ci baba merakına içinden yol vermekte: ‘Olacak iş değil; sen kalk Buhara’lardan, fatihanın arasına katış, gel burada şehre sız, sırf kariyerine bir efsanecik katmak adına sızdırma da herhalde kimselere niyetini, kal orada, şehir daha bir kavileşsin ve düşürtmesin kendini.’ Ve dahi, muzip hayalci baba, şenlendirmekte hayal hanesini; ‘Eh, düşmeyecek madem bu meret, dönelim ilimize bari,’ deyu, tası tarağı toplamakta iken mücahidan, surların oradan, yüzünde çocuksu bir tebessüm, belirivermekte Abdulvedud Efendi ve serdetmekte hikmeti: ‘Bendim, bendim’…
Hayalci gezgin/ci baba, Abdulvedud Efendi’nin cansız bedeninin canlanıp bir mezar çukuruna kendiliğinden hoplayıverişli (ve efsaneye elverişli) hınzırlığını da, ermişliğinden ziyade karakterine yoraraktan Haliç içlerine doğru yürüyor –Defterdar’a ve camiine. Tamam, tarife uygun bir cami var orada. Zamanında Sinan tarafından yapılanı yanmış (öyle, kendiliğinden tutuşuvermiş o da). Elde olanıyla yetinilecek. Dur bakalım, baksın gezgin/ci, ne yazıyor üstünde, kapısının yanında. Yazmıyor bir şey. İsim tespiti yapmadan ayrılamıyor –takıntılı. Küçük bir soruşturma yapıyor müezzinin davetine icabet etmekte olanlar arasında. Yüzde elli, ‘Deftardar’dır, diyor. Geri kalanı ‘çekinser’. Eh, ikna edici bir yüzde. Kafasını az içeri uzatıyor. Doğru (doğruluyor rehberini), ilginç bir özelliği yok. Geçelim.
Geçiyor gezgin/ci, yolun karşısına, Osmanlı sanayi kuruluşlarının en eskilerinden ‘Feshane-i Âmire’ye. II. Mahmut, 1826’da, Yeniçeri Ocağı’nı halledince –nihayet-, yeni askerlerini serpuşlandırmak üzere, -içine Tunuslu fes ustalarını da yerleştirerek- kuruyor burayı. Yenilikle başı hoş olmayan halk, fese hoş bakmıyor ilkin. Sonra öyle bir hoş oluyor ki başı fesle, muasırlaşma yolunu şemsiperli serpuştan geçirmek isteyen Mustafa Kemal’e bile hoşnutsuzluk gösteriyor. Mizah yüklü tarihi ile Feshane kapısına dayanan baba, çoğu kapı gibi oranın da meraklısına kapalı olduğunu yaşayacak. Yaşasın: ‘Gezebiliyor muyuz içeriyi?’ Bir örnek giydirilmiş iki adet korucu: ‘Kapalı!,’ diyorlar, önlerindeki çarşaf bulmacadan kafalarını yarı kaldırarak. Pvc kulübede oturup –çarşaf bulmacalarla eğleşerek- bekleşenlerin edasını çözmeye çalışıyor gezgin/ci; ‘Avluya giremeyecek kadar mı kapalı bu melun yer?’ Neyse, gir gir, oralı değiller. Giriyor. Yakındaki liseden olmalı, birbirini denk düşürebilen oğlanlar ve kızlar uygun kuytuluklara çekilmiş koklaşmaktalar. Ecnebi pişkin gezgin muamelesi gördüğüne göre baba, mahsuru yok, dolaşsın. Dolaşıyor etrafında Feshane’nin. Pencerelere kafa uzatıyor. Yok, içeriyi görmesi mümkün değil. Camlar imkânsıza göre. Aman dikkat et, bodruma açılan çukurlara düşme bi’ de. Neyse, düşmeden öteye beriye, tamamlıyor tavafını gezgin/ci. İlahi, kapının üstünde asılı olana baksana sen: ‘Uluslararası Fuar, Kültür ve Kongre Merkezi’. Çok meraklıysan, mayısın bilmem kaçında, ‘Konfeksiyon, Tekstil ve Aksesuar Fuarı’ var, o vakit gel gir içeri.
Çıkıyor Feshane avlusundan baba. Hemen girişinde, “Rüşvet alan da veren de (-da/-de illa bitişik) melundur” yazılı Eyüp Belediye binasını (‘Allah gönlünüze göre versin,’ diyerek), 1515’te yapılmış olsa da sonradan konulmuş çinileri ile dikkati çekecek olan ‘Cezeri Kasım Paşa Camii’ni (söylenen yerde Kâbeli çini yerine Kâbeli halı bularak), bir aradaki küçük camileri (birinin şerefesiz ve altıgen minaresine şaşarak); Hürrem’in zoru, Kanuni’nin emri ile en büyük oğul Mustafa’nın öldürülüşündeki fiili katkısı karşılığı paşalığa terfi eden muhterem şahıs adına yapılmış (Sinan’ın öteki eserlerine göre daha toramanca) ‘Zal Mahmut Paşa Camii’ni, Mehteran-ı Eyüp Sultan’ı, Eyüp Belediyesi oyuncak işliğini geride bırakıyor. Yolunun üstünde isimsiz-sahipsiz bir külliyecik. Sorsana nedir o? Soruyor. Ne bilen var, ne bilmek isteyen. Yaşadığı mekândaki tarihi kalıta duyarsız, lakin, Türklük iddiasında fevkalade azimli halkın hissiyatına tercüman zatın hat çalışmasından bir örneğe takılıyor gözü: “Türkiye Türktür, Türk kalacak!” -Börteçine imzası ile külliyeciğe komşu evin cephesine işlenmiş. Afferim tosunum, diye iç geçirirken gezgin/ci baba, hemen bitişiğindeki duyuru: “3.5 milyon YTL satılık çöp”. Üç yüz bir kere Allah müstahakınızı versin -e mi?
Gezgin/ci baba, tosunları, çöpçüleri, hat, tezhip ve ebru sanatlarıyla iştigal eden tümü de türbanlı ve örtülü hanımları ve işliklerini geride bırakıp yolunun üstündeki ilk külliye türbe olan ‘Sokollu Mehmet Paşa Türbesi’ni ziyaret ederek türbeler diyarı ‘Eyüp Sultan’a ve camiine geliyor. Eyüb-ül Ensari, Hazreti Muhammet’in arkadaşı ve sancaktarı. 674-78 kuşatmasında ölüyor ve oraya gömülüyor. Mezarını, kendi kuşatması sırasında Sultan Mehmet (Fatih) buluyor; bulduğunu, bir türbe ve cami ile taçlandırıyor. Kuşkusuz Türk’ün tarihi efsanesiz olamıyor, dolayısıyla, Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin’in uykuya dalması, rüya marifetiyle Eyüb-ül Ensari’nin gömülü olduğu yerin malum olması gerekiyor –öyle de oluyor. Dahası, Akşemseddin’in işaret ettiği yer kazıldığında, cesedin bozulmadan tarihe mal olmuş olduğu da görülüyor.
18. yy’daki büyük depremle ziyade hasar görüp 19. yy başında onarılan Eyüp Camii, özgün niteliklerini yitirmişmiş –baba da bakıyor; evet, özgün bir şey yok görünürde. Lakin, ziyaretçi ahalinin kalabalığı, kalabalığın Eyüp Sultan Hazretleri’nin kabulüne sunduğu taleplerdeki kabarıklık ve ısrar, camiye değilse de türbe kısmına benzerlerinden farklı özellikler kazandırıyor. Dudaklarında dualarıyla yüzlerine el sürüp geri geri çekilen teyzelerin yamacından geçiyor gezgin/ci. Merhuma sırt dönmeme hürmetkârlığının sıradan paşalardan bile esirgenmediğini hatırlıyor; hatırladığını, çocukluğunda, Yusuf Baba’nın oradan geçerken takındığı efendilikle yan yana koyup ziyaretgâhın öte ucundan elinde pabuçları, çıkıyor.
Uhreviyyatla yorgun ve bungun, hayata, çarşıya dönen baba, ‘Hello!’larla karşılanıyor. Hürmetkâr inananların hemen türbe dışında yüzlerini hayata dönüp –mütebessim- hatıra fotoğrafı çekinmelerindeki yaşama hevesi ve çocuksu hava ile donanmış buluyor çarşıyı: ‘40 hadis 50 krş, Kur’anı Kerim’lerde % 60 indirim, gül kokulu tespihler (20 YTL’den 8’e), İslâmi Büyük Rüya Tabirleri Ansiklopedisi’ … hayata hayat katan; sivilceye, sedefe, ritm bozuklukları ve tansiyona, taşa, saraya, uykusuzluğa, dalgınlığa, strese, saç dökülmesine, egzemaya, selülite, bel-basen-karın yağlanmalarına (yosun kremi ve yağı), diş temizliğine (misvaközlü macun), şekere, cilt kuruluğuna, romatizmaya, siyatiğe, basura, alt ıslatmalarına, cinsel iştah azalmalarına (üçlü padişah macunu terkibi)… çeşit çeşit ‘fenni’ mahsul.
Ölüm dışında hemen her şeye çareyi tedarik etmiş tezgâhlardan oyuncakçılara yanaşıyor gezgin/ci baba. Öyle ya, Eyüp demek oyuncakçı demek. Çocukluğunda, Rumcadan kırma diliyle yalan yanlış Arapça dualar okuma telaşındaki babaannesinin eteğinin dibinde üflemeye çalıştığı kırmızı, mavi, yaldız boyalı oyuncak düdüklü testileri, küçük avuç içlerinde sopasını ovuştura ovuştura tapırdattığı davulcukları, türlü türlü güler yüzlü dümbelekleri anımsıyor –var mı hâlâ onlardan? Yok. Devran dönmüş ve onların yerini, plastikten, göbekleri telefon tuşlu bebekler, çeşit çeşit tabanca ve tüfekler, gösterişli yarış arabaları almış.
Hayatın, en çocuksu ve saf olanından en kutsalına, bütün insani haleleri tiftilmiş. Eyüp çarşısının ortasında yine de bir Osmanlı-Türk mutfağı kalmış. Osmanlı-Türk mutfağında soluklanıyor baba. O ne? ‘Olmasa mektubun/ Yazdıkların olmasa/ Kim inanırdı senle/ Ayrıldığımıza…’ Bir Rum meyhanesinde, yitip giden genç bir ömrün anısına göz yaşı döken sevgilisini ve kardeşini anımsıyor. İçinde uç veren o sızı. Komşu masadaki hanımın orman kebabından saç teli çıkıyor. Kadın garsonu çağırıyor. İtirazsız geri götürüyor garson. Dünya dönüyor. Kim ne derse desin, hayat devam ediyor.
Mayıs, 2006
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Gezgin/ci Baba' Yazıları | Leave a Comment
No Responses Yet to “‘Eyüp Tarafları’”