Ernst Bloch ve Felsefesine Çoklu Bakış: Umudun Mahremleştirilmesi

12Nis24

Bu yazı, Birikim dergisinin Ekim 2023 tarihli 414. sayısında yayımlanmıştır.

‘Freud, Bloch, Baker ve umut ilkesi’ başlıklı yazıma,[1] —47. Ulus Baker Okumaları’ndaki ‘Bilinçdışı, ignoramus ve yaratma edimi’ başlıklı sunumuma atıfla— Baker’in Freud’un bilinçdışı anlayışına mukabilen önerdiği ‘ignoramus’un özellikle de ‘yaratma edimi’ adına bize ne söylediğine; nihayetinde, Spinoza felsefesini, eleştirel katkı ve sorgulamadan muaf tutarak —bilhassa da, Deleuzcü ‘arzu politikaları’na yaslanıp— tutkuyla sahiplenmenin ‘sol melankolik’ kaçışın bir emaresi olma ihtimaline dair değinimi hatırlatarak başlamıştım. Psikanalizin bilinçdışı kavrayışını müstehzi bir dille tanımlayıp karşısına, “hayatın tüm alanlarında aktif bir uyaran ve üretici güçlerin artışı”nı temsille “arzu üretim merkezi” gibi çalışıp “neşeli bir hayat vaat eden” ignoramusu çıkarıyordu Baker. Psikanalizin “kaderciliği”nin ve “karanlık ve ölümcül (Thanatos) bilinçdışı”sının benimsenme tehlikesini kurucu bir ilke olarak “kötü fikirlerden etkilenmek kötülüktür”le göğüslemek gerektiğini, zira, “kötülük hakkında düşünme[nin], onu bir kader olarak yeniden üretmek [olduğunu]” hatırlatıyor; maruz kaldığı gerçekliğe yenik düşerek intihar eden Walter Benjamin’in bile sarıldığı “umut ilkesi”ne karşılık Freud’un sahiplendiği “gerçeklik ilkesi”nin ne denli umut kırıcı olduğunu anıyordu, Baker. Yazımda, kaçınılmaz olarak, “umut ilkesi” müellif ve mucidi Ernst Bloch’a gitmiş; Freud’un “kaderci, karanlık ve ölümcül” bilinçdışısına ve psikanalizine nereden/nasıl baktığını anlamaya çalışmıştım. Anladığım; Bloch’un (Jung melaneti ile kıyaslanırsa hele) Freud’un psikanalizi ile bir zoru yoktu. ‘İtki’, itkisellik-eksiklik ilişkisi, itkiselliğe ‘amaç’ tasavvuru ile itkinin dürtüsel nitelik (‘arzu’ kıvamı) kazanışı, arzu-istek farkı, libidinal dürtüsellik ve ölüm güdüsü (ve karşılıkları), ben-ben ideali-üstben, haz ilkesi-gerçeklik ilkesi, bastırma, dirençler, bilinçdışı (bastırılmış olana rasyonel bir ışık tutan Freud), sürçmeler, nevrozlar, rüya, serbest çağrışım, vs.’yi güzel güzel anlatırken Freud’la arasında bir husumet hissedilmiyordu (ve ama Jung: faşistçe köpüren psikanalist, Freud’un “modern bireyin yakın tarihe uzanan bastırılışlarıyla” kurulmuş bilinçdışısının karşısına “beşyüzbin yıllık kuyu”yu koyan mistik!). Yeri geldiğinde, bilvesile (nerede kalmıştık, ne demiştik) dipnotlarda buluşuruz ama şimdi, âlem —ilgili kitapta— Bloch’a ve özellikle de “umut ilkesi”ne dair ne söylemiş, ona bir bakalım.

Evet; kitabın adı, Umudun Mahremleştirilmesi. Koca kitap çevirilmiş ama kitabın İngilizce özgün adı künyede yok (dilerim bakar körlüğüme denk gelmiştir). Peki; Umudun Mahremleştirilmesi ile ne kast edilmiştir acaba? Sözlük şöyle diyor “mahrem” için: “Başkalarından saklanan, başkaları tarafından görülmesi, bilinmesi, duyulması istenmeyen, gizli.”[2] Kendisiyle nikâh düşmeyen, dolayısıyla, kadının kaçınmadığı erkek akraba da mahrem. Kimselerin bilmediği sırlarımızı paylaştığımız kişi de: sırdaş. Bloch’un umudu; hayata tutulan, hayata doğru açılması, paylaşılması, büyümesi istenen şeyse, ‘mahremleştirilmesi’ niye, nasıl bir şey acaba, diye düşündüm önce. Kendi çabamla, kitabın özgün adının, The Privatization of Hope: Ernst Bloch and the Future of Utopia olduğunu öğrendim daha sonra. Demek, “mahremleştirilme(si)”, ‘privatization’ karşılığı kullanılmış. ‘Privatization’, iktisadi kullanımıyla ‘özelleştirme’ diye bildiğimiz şey ya da toplumsal bağlamda, bireyin kişisel kaygılar dünyasına çekilme eğilimini ifade ediyor. Özgün adı da tuhaf geldi bana; ‘umut’un temellük edilişini (mülkleştirilişini, bireylik alanda özelleştirimini) mi okuyacağız kitapta yoksa umudunu kamusal alandan çeken ve kişisel kaygı olarak yaşayan bireyin serüvenini mi? İki nokta  üst üsteden sonrası biraz daha açıklık getirir gibi: Verili gerçeklik umudun ‘privatization’ı ise, Ernst Bloch’un —umut üzerine kurulu— ütopyasının geleceği ne ola —demeye gelmekte, herhalde. Ama her halükârda, umudun “mahremleştirilmesi” üzerine konuşulmamakta kitapta. Gerek Türkçe, gerekse İngilizce (özgün) içeriğiyle kitap üst adın altındakini (ya da karşısındakini) tartışıyor olmalı: (Mevcut ahvalde) ‘Ernst Bloch ve Ütopyanın Geleceği’.  

Kitap adını geçersek; derleyenleri, Slavoj Zizek ve Peter Thompson. Zizek, malmumuz; Thompson’sa, “Sheffield Üniversitesi’nde Alman tarihi, düşüncesi ve politikası konularında bağımsız profesör olup Ernst Bloch Çalışmaları Merkezi’nin de başında” imiş. 2005’te Alman solunun krizi üzerine bir kitabı (The Crisis of the German Left) yayımlanan Thompson, Ernst Bloch üzerine de çok sayıda makale yayımlamış. Zizek, bir ‘önsöz’ (‘Bloch’un Henüz-Var-Olmayana Dair Ontolojisi’), Peter Thompson’sa ‘giriş’ (‘Umudun Mahremleştirilmesi ve Olumsuzlamanın Krizi’) yazısıyla katkıda bulunup (on üç makale üzerinden) derlemişler Umudun Mahremleştirilmesi/ ‘Ernst Bloch ve Ütopyanın Geleceği’ini.[3] Şimdi, bütün bu müellifler, Bloch’un kendisine, felsefesine ve felsefi söylemine ilişkin ne söylemişler, gözden geçirelim.

Öncelikle şu; çalışmaya katkıda bulunan hemen tüm yazarlar, Bloch’un daha ziyade deneme üslubuyla yazdığı (20. yüzyılın ilk yıllarından 1977’ye uzanan, disiplinler arasında mekik dokuyarak on yedi cilde yayılan) metinlerin anlaşılma zorluğundan dem vuruyor. Misal, Johan Siebers, “Alman dilinin ve onun klasik metinlerinin tüm potansiyelini kullanıp geliştiren, dolayısıyla zor ve zaman zaman eziyet veren bir yazı üslûbuyla  yazması, anadili Almanca olanlar için bile düşüncesinin alımlanmasını daha da güçleştirdi,” diyor. Hal böyle olunca, yaklaşık 1600 sayfa tutan Umut İlkesi’ni bize armağan eden sevgili Tanıl Bora’nın emeğine, sabrına, maharetine saygı ve minnet duygumuzu paylaşmak boynumuzun borcu olmalı. Siebers, bir dipnotla da kanaatini destekliyor ve Bloch’un “parlak ama fazlasıyla anadile özgü kalacak bir Almanca kullan[dığına]”, hatta, alamet-i farikası olan Henüz-Var-Olmayan’a atıfla, dilin semantik imkânlarını aşıp bazen dilbilgisi kurallarını da hiçe saymak suretiyle “henüz var olmayan bir Almanca”yla metinlerini kurduğuna, bunun da çeviriyi alabildiğine zorlaştırdığına işaret ediyor[4]. Wayne Hudson’sa, “Anglosakson aklıselimi ve Bloch’un Almanca metinlerinin esrarengiz yapısı, Bloch’tan nasıl bir anlam çıkarılacağını bilmemizi zorlaştırıyor,” diye dert yanmakta. David Miller ise, Bloch’un üslubunun “tehditkâr, mat ve şişirilmiş retorik”ten mürekkep olduğunu ifade edenlerden (Vincent Geoghegen), Bloch’u okumanın “tam anlamıyla bir okuma işkencesi” olduğunu teslim edenlerden (Ronald Aronson) dem vurmuş. Nezaketi elden bırakmak istemeyenlerden Stephen Bronner, Bloch’un, “serbest akışlı, dışavurumcu” üslubundan söz etmiş. Daha zarif yaklaşanlar, misal Adorno, Bloch’un metinlerini bir “alegorici tavrı”yla kurduğunu söylemiş; diğer bazıları, Umut İlkesi’ni hem poetik, hem de eleştirel felsefi bir eser olarak kabullenmiş. Olay mahalline döndüğünde Miller da, Umut İlkesi’nin modernite eleştirisinde anakronik bir alegoriye yaslanışını anlamlı bulmuş: “Alegorinin varlığını sürdürmesi, modernitenin iddialarına bir tür edebi ve felsefi sitem işlevi görür”[5]. Marksist poetikaya en yakın duran kitap olduğunu da (“şimdilik” kaydıyla) teslim etmiş.

Zizek, Walter Benjamin’in Pasajlar’ında Fransız tarihçi André Monglond’dan yaptığı alıntı ile başlamış ‘Önsöz’ yazısına. Monglond, “Geçmiş kendi imgelerini edebi metinlere bırakmaktadır: Işığa duyarlı bir fotoğraf klişesine ışığın bastığı imgelere benzeyen imgelerini.” Oradaki o imgeleri görünür kılacak olan gelecekteki film banyosu maddeleridir. Benjamin’in, “geçmişin başarısız girişimlerinin geriye dönük kurtarılması olarak devrimci bir eylem mefhumu”nda olduğu üzere, Bloch’taki “Mesih” kavramı da öylesi bir anlayışa dayanır. Benjamin’in atfettiği gibi: “Gelişimiz bekleniyordu yeryüzünde. Bizden önceki her kuşak gibi bize de cılız bir Mesihçi kudret bahşedildi; geçmişin üzerinde hak iddia ettiği bir kudret.” Zizek, Bloch’un “henüz-var-olmayan”a[6] dair ontolojisiyle topa girdiği yerin, tam da, o, yarım kalmış, “ontolojik açıdan henüz tamamıyla kurulmamış olup kendi geleceğine içkin şekilde işaret eden” ve geriye dönük yapılandırmaya açık gerçeklik eşiği olduğunu söyleyecektir. Ve benzer şekilde, “Fransız Devrimi’nde olduğu gibi, hakiki Marksist tarih yazımının görevi [de] olayları gerçekten oldukları şekilde betimlemek” ya da eşlik eden ideolojik yanılsamaları ortaya koymak değildir. Edimselliği ve sonuçları itibarıyla hangi potansiyellerin ihanete uğradığını (“ütopyacı-özgürleştirici potansiyeller”) açığa çıkarmaktır, Marksist tarih yazımının görevi. Örneğin, “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” belgisiyle ifade bulan potansiyelin piyasacı-faydacı-benci evrene tahvil oluşu teşrih edilmelidir. (“Yeri gelmişken,” der Zizek, “Ekim Devrimi’nde bu uçurum daha geniş değil midir?”) İşte, müteakipi proleter devrimin görevi, bu ihmal edilmiş ama ayak direyen, devrimci hafızaya musallat olan hayaletleri rehinden kurtarmak olmalıdır. Bloch’un önerdiği de odur.

Bloch’un, metnimde —kendi tezim dahilinde— ele aldığım Henüz-Bilincine-Varılmamış-Olan’ (kitapta daha çok, “Henüz [Var] Olmayan” olarak anılmış) felsefi tavrı, hem Marksizm, hem de dini/mistik bağlamda değerlendirilmiş. Örneğin, Thompson, tüm kesinlikleri ve dogmaları eline aldığı felsefe çekiciyle parçalamaya soyunan Nietzsche’ye nazaran, onun, “sınırları aşma ama aynı zamanda yaratma kararlılığına sahip orak çekiçli bir filozof olup” çıktığının, Marx’ın Kapital’ini tepeden tırnağa hatmedip gereği yapılsa bile eksik kalacak olana işaret ettiğinin, sosyalizme/komünizme doğru iktisadi-politik yol alışın ötesinde “insan-merkezli yaşam kuvvetinin sıcak akıntısını o nesnel eğilimin ve analizin soğuk akıntısına zerk etme” niyetinde olduğunun altını çiziyor. Hatta şunu da eklemiş: “Bloch’un, o zamanlar geliştirdiği şekliyle, Marksizmle derdi, bu yaklaşımın insani yabancılaşmayı söz konusu yabancılaşmanın ekonomik belirleyicilerine indirgeme biçimiyle ilgiliydi.”[7]  Thompson içerideki yazısında (‘Din, Ütopya ve Olumsallık Metafiziği’) ise, Bloch’un Marksist ütopyacı ruhla kurduğu temasa (Bloch’tan yaptığı bir alıntıyla) yer vermiş: “Demek ki Marksizmin ütopya olmadığı söylenemez, aksine o, samimi, somut olarak dolayımlı ve süreçsel olarak açık bir ütopyadır.” Demek, bizzat Marksizm de, “henüz var olmayan[a dair], açık bir eleştiri ve çözümleme sistemi”dir, Bloch’a göre. Öte yandan, “ütopyayı inşa edecek olan bizzat tarihsel oluş sürecidir, yoksa varlığın gelecekteki durumu değil”dir, Bloch için. Öyleyse, “ütopyayı somut kılan nokta tam da onun var olmayışıdır, varlık olarak henüz-[var]-olmamışlığıdır.” Caitriona Ni Dhuill de, eldeki “kötücül mevcut” dünyaya yönelik eleştiri, farklı ve daha iyi bir dünyaya (“Marksist özgürlük alanı”) yönelik kolektif arzu ile Bloch’un ütopyası arasındaki örtüşüme işaret eder.[8][9]

Thompson, ütopyaya yolculuğun (ya da, ne diyelim, ütopik temayülün) kendisinin, “henüz var olmayana dair bir ontoloji yaratmaya girişmiş bir materyalizm olduğunu vurguluyor.” Catherine Moir, Bloch’un, “bilincin yalnızca geçmişe doğru hatırlamayla değil, ayrıca geleceğe doğru beklentili öngörüyle de ilgili olduğu düşüncesini ortaya atar[ken]” bu bilinç kategorisini Henüz-[Var]-Olmayan-Bilinç olarak tanımladığını söylüyor. (Ben, “Henüz-Var-Olmayanın-Bilinci” demeyi uygun bulurum.) Ni Dhuill, Blochçu ütopyanın, değişim imkânlarının formülasyonu bağlamında gerçekdışı ya da fantastik olmadığını, “[h]ayal edilebilir alternatif gelecekler[in] şimdinin eleştiri ufkunu temin et[tiğini]” hatırlatıyor. Bloch’un kendisi de altını çizmiştir; “[h]er engel, engel olarak hissedildiğinde, aynı zamanda aşılmıştır. Zira, sırf o engelin karşısına çıkıp dikelmek bile, onun ötesine geçen ve bunu da ham halde içeren bir hareketi önceden varsayar.”[10][11]

Bloch’un ütopyacılığının dinle/ruhani olanla ilişkilendirilmesine gelirsek: Thompson, Bloch’un ütopyacı dürtüsünün, “yaşanmış ânın karanlığına karşı bir ışık duygusu olarak dinde muhafaza edil[diğinin]” altını çiziyor. Bloch’a göre, din, “kaba bir yanlış bilinç veya yanılsama biçiminden daha fazlasını temsil etmeli”dir. Lakin, onun için muteber olan dini saik ve Mesihçi inanç devrimci coşkuya akacak yerde kilise ve örgütlü dinlerce gasp edilip şeyleştirilmiştir. Ancak, Thompson, yakınında olan Benjamin, Scholem, Brecht ve Eisler’in, Bloch’ta, “dinî bir dünya anlayışına dönüşen transendentalist bir öğe” gördüklerini teslim ediyor. Wayne Hudson, ütopyaların itibarsızlaştırıldığı ve istismar edildiği koşullarda, Bloch’un ütopya anlayışının ihya edici olmakla birlikte yakın olduğu ütopyacıların “binyıl ütopyacıları” (bilhassa Thomas Münzer) olduğunu; “kısmen gnostik kısmen de Kitab-ı Mukaddes esintili, eskatolojik bir yönelimle ve doğanın gelecekteki mümkün bir dönüşümüne radikal bir açıklıkla flört halinde” ütopyalarını kurduğunu vurguluyor. David Miller’sa, Bloch’un ütopyalarının, Thomas More’un Ütopya’sındaki eleştirel yaklaşımın ötesine geçen, “daha iyi bir yaşamın basitçe keşfedilmektense onun için mücadele edilmesi gerektiğini” işaret eden ütopyalar olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyuyor.[12][13][14]

Bloch’un ussal/rasyonel olanla ilişkisi de kaçınılmaz olarak yazarların ilgi alanına girmiş. Hudson, Bloch’un, “insanın öznel deneyiminin dünyadan-haberdar yapı”sını ciddiye alışına (gayri ciddi bulanlara karşılık) dikkat çekiyor. Onunki, daha karmaşık bir rasyonalite ile çalışan “post-rasyonalizm”dir. Homojenleştirilmiş aklın rasyonalitesinin irrasyonel olanın anlaşılmasını engellediği anlayışına sahiptir Bloch. İrrasyonel olan pozitiftir ve bertaraf edilmek değil, içerdiği zenginliğe rasyonelleştirme stratejileri ile erişilmek gerekir. Akıl ve hayal gücü arasındaki münasebet görülmeli, “hem doğadaki hem de sanat eserlerindeki gerçek nesnel olanağın ön-görünüşünü kapsayan üretken nesnel hayalgücü” savunulmalıdır. (Mesihçi umudun seküler karşılığı da sırf politik pratik düzeyde değil, —daha da önemlisi— sanat eserindedir.)  Thompson daha da açık konuşuyor. “Bloch,” diyor, “rasyonalizmi, insan varoluşundaki tortuyu veya fazlalığı [umut duygusunu, hayal gücünü, inancı, imanı, miti, gündüz düşlerini, ruhu, dini, irrasyonel ve transendental olanı, vb.] açıklamadaki apaçık yetersizliği yüzünden yerden yere vuran bir rasyonalistti.”[15][16]

Bloch’u ve felsefi yönelimini “müzik”le ilişkilendiren Ruth Levitas’ın yazısı da (‘Şarkı Söylemek Pınarı Varlığa Çağırır: Bloch, Müzik ve Ütopya’) dikkatimizi çekiyor. “Müzi[ğin] hem formunda hem de içeriğinde derinlemesine ütopyacı” olduğu (Frederic Jameson), “henüz-[var]-olmayan” bir şeyi açıkladığı ya da nesnel olarak belirlenmemiş bir şeyi yankıladığı (Hudson) kabul edilirse, Bloch’un müziğe yüklediği özel gücü ve rolü takdir etmek de kaçınılmazdır: “Bu anlamda müzikte, gerçekleşmekte olan etkenin gerçekleşmesinin… bir ön-görünüşü; yeni bir göğün, yeni bir yerin, geleceği öngören vaadi bulunur.” J. Miller Jones’sa, müziğin, mekâna tâbi olmamaklığıyla en ütopik ve Heimat’ı (Bloch, ‘yurt, ev’karşılığı kullanmıştır) ifadeye en uygun vasat olduğunu vurgulamış. Ve Bloch’tan alıntılamış: “Müzik ister sürüklesin ister inşa etsin, ötelere geçme cesaretinin en yüksek sanatıdır.” Evet; müzik, Bloch için, en ütopyacı kültürel form olduğu gibi, “ayrıca onun iddiasına göre müzik eşsiz şekilde, daha iyi bir dünyayı nakletme ve sonuca vardırma yeterliğine sahiptir.” Kavramsal ve sözel olmayan yapısıyla insan ruhuyla doğrudan temas kurabilmesi, onun, “sözle anlatılabilir olmayanı açıklama yeteneğinin temelini oluşturur.” Bloch, Mesihçiliği de müziğin ütopik dünyasına yerleştirir; Beethoven’in müziği, örneğin, binyılcıdır ona göre. Ve “Taşan iç yaşamın, büyük atılımın ve en dolaysız, nihai gizilliğin sezilişinin müzikal, metafiziksel ve etik alandan başka bir yerde ifadesini bulamayacağı vakit pek yakındır,” diye de vaaz eder. En kalbi olanını da oğlu Jan Robert Bloch’tan alalım: “Bloch’u bilen herkes trompetle verilen işaretin ondaki anlamını bilir. Her şey bu işaretteydi. Başka hiçbir şey onu daha çok tahrik etmemişti.”[17][18][19]

Üst başlığın “Umudun Mahremleştirilmesi” olarak seçildiği kitapta, alamet-i farikası “umut ilkesi” olan adamın da mahremine girilmiş. Heidelberg’de Max Weber’in özel çevresine ve Pazar Buluşmaları’na katılan Bloch’u, Marianne Weber, “devasa bir özgüvenle genç bir adam… taze bir Yahudi filozof”, “kendini alenen yeni bir Mesih’in habercisi olarak görüp böyle tanınmak isteyen” biri olarak tanımlıyor. Levitas, “dostların en acayibi, çok zeki… fakat aşırı kaba tavırlarıyla çok ısrarcı ve küstah, ayrıca kesinlikle… biraz kaçık” olarak tasvir eden Weberler’den hareketle —asimile olmuş Yahudi— Mesihçi Bloch’un aileyi epeyce bezdirmiş olacağı kanaatini paylaşıyor bizimle.[20]

Eksik kalmasın; Rainer E. Zimmermann da, Yunancada, ‘ou’nun, mutlak bir olumsuzlama öneki olduğunu; ‘topos’a önek olduğunda da, imkânsız bir yere işaret ettiğini hatırlatarak, Bloch’un ‘ütopya’sını, sadece göreli bir olumsuzlama rengi taşıyan ‘me’ ile metopya olarak karşılamanın daha uygun olacağını söylüyor: “henüz olmayan fakat olabilecek (çünkü mümkün) bir şeyi restmetmek” üzere.[21]

Ni Dhuill, yazısını bitirirken, Bloch’un demokrasi çağrısını Umut İlkesi’nin o çok bilinen sonuyla paylaşır. Çalışan, yaratan ve verili olanla yetinmeyen insandır tarihin kökü, Bloch için. İşte, o insan, “kendini kavrayıp da kendisine ait olanı dışlaştırmadan ve yabancılaştırmadan gerçek demokrasi içinde temellendirdiğinde, herkesin kendi içine çocukken doğan ve henüz kimsenin gitmediği bir şey meydana gelecektir dünyada: Yurt.”[22] Bloch’un kitabının sonunu bu cümle ile bağlamış olması ilginç. Freud’un ‘Tekinsiz’indeki (‘Uncanny’) ‘tekinsiz’e dair vurgusuna yakın bir şeyler hissettim; dışarlıklı (tuhaf, yabancı) gibi görünse de bize ait olan (bastırılmış olandan doğru ses veren) şeyi.[23] O, bize ait olanı, çocukluğumuzdan bildiğimiz ama hiç ziyaret etmediğimiz ‘iç yurdu’ —yabana atmadan, yabancılamadan— gerçek demokrasi içinde (çalışan, verili olanla yetinmeyen yaratıcı özneler olarak) temellendirmeye —hayat(ımız)a çağırmıyor mu bizi Bloch? Kendi elimizle sömürgeleştirdiğimiz iç yurtlarımızı özgürleştirmeye? Eğer öyleyse —ve önceki yazıma dönersek—, “gece” ve “gündüz” düşlerine ilişkin tartışmamızı nereye bağlayabiliriz peki?

Zizek’in sunuş niteliğindeki önsöz yazısından söz etmiştim. Marksist tarih yazımının görevinin geçmişi olgusal gerçekliğiyle nakletmek değil, o olgusallık içinde ihanete uğrayan gizilgüçleri açığa çıkarmak olduğunun altını çizmişti, Zizek, Fransız Devrimi’nden hareketle. Peki; gün ışığına çıkmaktan alıkonarak ihanete maruz bırakılan “ütopyacı-özgürleştirici potansiyel”, bastırılmış olan değil midir? Öyleyse?[24]


[1] Birikim, Temmuz-Ağustos 2023, sayı 410-411.

[2] Misalli Büyük Türkçe Sözlük,İlhan Ayverdi, Kubbealtı Y., s. 1907.

[3] Çağatay Özyürek-Mustafa Yalçınkaya çevirisi olan kitabın künyesinden kaynak kitabın Duke Üniversitesi’nin 2013 yayımı olduğunu öğreniyoruz (Ayrıntı Y., kendisi için tarih berlirtmemiş).

[4] Agy., s. 85, 89.

[5] Agy., s. 38, 249, 250, 255, 265.

[6] Önceki yazımda, Bloch’un, ‘gündüz düşleri’ ile Freud’un ‘gece düşleri’ arasında mahsus bir ayrım gözettiğini anlatmaya çalışmıştım. Gece düşünde arzu doyurumu gizli ve eskiye dairken, gündüz düşlerinde tasarlayarak ya da hayal kurmak suretiyle arzu doyurumu gerçekleştirilmektedir. Freud, gündüz düşlerini (düşlemleri) gece düşleri ile içsel bir bağıntı içinde değerlendirir, tüm düşleri ‘bastırılmış’ olanın bir ifadesi olarak alırken, Bloch, gündüz düşlerini, ‘umut ilkesi’ni yerleştireceği bir vasat olarak değerlendirecek; Freud, ‘gerçeklik ilkesi-bastırma-bilinçdışı’ hattında düşleri mütalaa ederken, o, gündüz düşlerine, “bilinçli olan ve bilinçli kalan ‘daha iyi yaşam’ isteğini yerleştirecektir. ‘Ütopya’nın yerleşeceği yer de orasıdır. Bütün bunlar, “Henüz-Bilincine-Varılmamış-Olan”ın ontolojik karşılığıdır da (kitapta, “henüz-var-olmayan” denen şeyin). Freud’un gece düşlerinde yansıyan “Artık-Bilincinde-Olunmayan”ken, HBVO, yaklaşmakta olan bir şeyin bilinç tarzıyla yüklüdür, Bloch’a göre.

[7] Gerek Birey Sorunsalı/ ‘Psikanaliz ve Eleştirel Bir Bakışla Marksizm’, Papirüs Y., 1999; gerekse, Birey Sorunsalından Solun Melankolisine’ Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı, Pinhan Y., 2021’de benim de dertlerimdendi.

[8] Agy., s. 30, 18, 35, 120, 123, 199.

[9] Kuşkusuz, Bloch ya da onun şahsında müellifler farklı bir şeye işaret ediyor. Ancak, tam da bu noktada, Tanıl Bora’nın Demirel kitabından (İletişim Y., 2023) Demirel’in Doğu-Batı karşılaştırması yaparken söyledikleri hatırıma geliyor. Şöyle diyor: “Batı, sebepten neticeye gider. Yani sebepleri alır, tahlil eder, terkip eder, neticeyi oradan çıkarır. Doğu, neticeyi farz eder, ona sebep arar” (agy, s. 35). Ve ama şunu da söylemiş: “Bir şey istemek, onu bulunca daha iyisini talep etmek arzusu ve hevesi her türlü gelişmenin temel şartı”dır (agy., s. 49). Demirel’in, “amacın soyut saflığının içine kapanmadan, onu gerçekleştirmenin yolunu aramanın; amacın tekâmülünü deneye, deneyime emanet etmenin; deneyden, deneyimden amacın kendisini-gerçekleştirmesini ummanın” altını (felsefi bir duyarlıkla) çizdiğini de görüyoruz. Bora, şu çıkarsamayı yapıyor, Demirel’e ilişkin: “Bu tutumun siyasi çıktısı, ‘azami programa’ kısılmadan hep yapılabilir olanı araması olacak. Yanı sıra, [orası önemli] teorisizmle malûl gördüğü sol düşünüşü, sadece hayalciliğe değil, yapamamaya, neredeyse içkin bir iktidarsızlığa bitiştirecek” (agy., 52). Ne diyelim; ‘umut ilkesi’nin geleceğini tartarken muarızların aynasında nasıl görülegeldiğimizi de hatırlayalım.

[10] Agy., s. 109, 177-178, 187.

[11] Yazarlar içinde aykırı çıkışlı tek örnek olan Henk De Berg ise, liberal demokrasi ve tüketim kültürünü savunduğu yazısında, Bloch’un bu kabil umut yükleyişlerini (Nietzsche’nin, “insanın gerçekten yapması gereken dans eden bir yıldız doğurmaktır”ı yollu) retoriğin gözlere çektiği bir perde ve “aşırı felsefe yapma biçimi” olarak tanımlıyor. Nietzsche’nin “aynı şekilde boş olan öteki tavsiyeleri” gibi: “İnsanın ‘en yüksek umudunun tohumunu ekme’ ya da ‘özleminin okunu kendisinin ötesine atma’ mevcburiyeti” (s. 339, 340), vs. Henk De Berg, ayrıca, Heidegger’in Hitler’e meftun olduğu dönemde, bizleri ‘umut ilkesi’ne çağıran Bloch’un, “bizi saadete götüren; aşkı, güveni ve devrimci hayranlığı ilham eden gerçek önderlerden biri olarak Stalin’e” muhabbet gösterdiğini de hatırlatıyor. “Bloch’un körlüğü 1936-37 göstermelik Moskova duruşmalarını sadık bir biçimde savunuşunda zirvesine ulaşmıştır,” diye de ekliyor. Dahası, insanı umuda çağırır, hayaller kurdururken, insanın sınırlılığını; her şeye gücünün yetmediği gibi her şeyi bilemeyeceği gerçeğini de ıskalamıştır Bloch. Öte yandan; Bloch, “insanın yıkıcı etkilerinin neredeyse bile isteye yadsınmasını ima etmekte”, ütopyaların antropolojik temeli olarak yorumladığı hayaller/gündüz düşlerinin “genellikle şiddet dolu ve cinsel açıdan saldırgan” mahiyetini de görmezden gelmektedir (s. 332). Teokrasilerin, faşist diktatörlüklerin de aynı antropolojik temele oturduğu unutulmamalıdır (s. 335). Benim içinse, söz konusu antropolojik temelin yüksüzce anlaşılabilmesi için Freud’a bakılmasında yarar vardır, demek uygun düşer. Misal, Uygarlığın Huzursuzluğu’na.

[12] Agy., s. 33, 108, 33, 108-109, 42, 254.

[13] Bloch’un ütopyasının, dinden ilhamla ama yanlış bilinç ve yanılsamalardan arındırılarak karanlığa tutulmuş bir ışık olduğunu her ne kadar teslim ediyor olsak da, şu dini/mistik havayı umursamamak mümkün mü? ‘Daha iyi bir yaşam’ için, yaşamı karanlıklaştıran güçlere karşı verilecek (sınıfsal/siyasi) mücadele neden dini olandan ilham (ya da takviye) almak durumunda? Hele hele, sınıf mücadelesinin yeniklik duygusunun (‘sol melankoli’nin) hâkim olduğu ahvalde —günümüzde— mistik olana bu müstesna itibar dikkate değer değil midir? Demokrasi, özgürlükeşitlik (‘daha iyi bir yaşam’) mücadelesine taşınmaksızın mistifiye edilmiş ‘conatus’, kendi deyimimle ’conatusçu romantizm’ de benzer bir ruh iklimini yansıtmıyor mu? Geçenlerde okuduğum, Fidan Terzioğlu’nun İnsanı İnsan Yapan Nedir?/ ‘Yapay Zekâ Filmlerine Tasavvuf Gözüyle Bakmak’ın da (Metis Y., 2023) bende aynı kaygıyı uyandırdığını paylaşmak isterim. Öteki ile ilişkimin salimliği ve selameti, sahihliği, neden, ötekide, ‘Bir’in sonsuz zenginliğinin yansımasını kabulleniş (‘Tevhid’ yönelimi) ile teminat altına alınmış olsun? Sonsuzluğu içindeki Doğa demek olan Spinoza’nın Tanrısı’nın gücünün tek tek varoluşsal kiplerdeki yansıması olan conatussal güce dünyevilik katmadan yüklenenler de benzer bir kapıya çıkarmaz mı bizi?

[14] Thomas Nail, ‘Titus Lucretius Carus’ başlıklı yazısında (Natüralizm/ ‘ya da Yitirirken Doğayı Hatırlamak’, Ed. Eylem Canaslan-Cemal Bâli Akal, Dost Y., 2021, s. 22-48, çev. Nalan Kurunç) Lucretius’u (M. Ö. 1. yy.) Batı felsefesine “içkin kinetik materyalizm”i getiren kişi olarak anarken ilginç şeyler söylüyor ve Lucretius’taki —kanımca, az önce andığım “conatusçu romantizm”e de pabuç bıraktırmayacak— farklı bir içsellik boyutundan söz ediyor. Lucretius,  M. Ö. 5. yy. Yunanistanı’nın Leukippos, Demokritos ve Epikuros’undan Marx’a ve günümüze uzanan ve Louis Althusser’in —zamanında— “materyalizmin yeraltı akıntısı” diye andığı akıntıya dahildir. Lakin, Lucretius’un, “statik bir ilk neden olmaksızın her zaman devinim vardır” çizgisinde, statik veya ezeli köken fikrini reddeden Leukippos, Demokritos ve Epikuros’un “atomculuk”unun da ötesine geçişi ilginçtir: “Lucretius atom sözcüğünü kullanmaz ve onun ayrık olduğunu asla söylemez”. Atomları ayrıklığıyla ontolojik olarak birincil görmek yerine, maddenin hareketini ve akışını birincil görür. Ne “dışsal aşkın dirimsel bir neden”, ne de “içkin dirimsel bir güç”e atıfta bulunur, Lucretius. Dolayısıyla, “harekete dirimsel bir çaba veya conatus biçiminde içkin bir itici güç” atfeden Spinoza’nın materyalizminden de ayrışır. Nail, Lucretius’un, hiçbir yerde doğayı bir “güç” olarak anmadığına, conatus ve güç kavramlarına ihtiyaç duymadığına ısrarla işaret ederken onun adına şu çıkarsamayı yapıyor: “İçkin bir materyalizm aşkın bir Tanrı’nın salt yokluğundan daha fazlasını gerektirir. Aşkın bir Tanrı’nın yokluğu temel bir önkoşuldur, ancak yeterli değildir.” Spinoza felsefesinde ‘aşkın bir Tanrı’ yoktur (sonsuz Doğa’nın kendisi, causa sui olandır o); ama yeterli midir? Bilhassa da, Spinozaperver ruh dünyasına baktığımda, şüpheliyim. Ve, Bloch bahsimiz dolayısıyla pek can alıcı şu çıkarsama: “İçkinlik yalnızca (var) olana içkin olabilir ve gelecek (var) olmadığından, içkinliğin ontolojik konumu, (var) olanın ötesine uzanan bir gelecek aşkınlığını yeniden devreye sokmaksızın gelecek hakkında spekülatif bir iddiada bulunamaz. Bu nokta, içkin materyalizmin gerçek vertigosudur. (…) Onu diğer ontolojilerden farklı kılan şey budur, sadece kendisine (olana ve olmuş olana) içkindir ve ne olacağı konusunda tamamen agnostik kalmalıdır.” 

[15] Agy., s. 49, 50, 261, 110.

[16] Peki ama, psikanalizin hikmeti de orada değil midir; irrasyonel olanın içinden geçerek (yaratıcı edimle) salim ve yaşama dönük bir bilinç (rasyonalite) kurmak? Louis Althusser de, “bilincin önceliğini yalnız bilgide değil, bilincin kendisinin içinde de redde[den]” Freud’un materyalizminden (“varlığı kendisi hakkında[ki] bilinciyle değerlendirmeme” yordamını seçen Freud’dan) söz ederken aynı şeye işaret etmemekte midir? (Psikanaliz Üzerine Yazılar/ ‘Freud ve Lacan’, İthaki Y., 2008.) İlgili bir değiniz için, bkz. ‘Bir Ulus Baker Okuması/ Freud’un psikanalizi, Spinoza’nın felsefesi ve ‘yaratma edimi” başlıklı yazım (Birikim, sayı 395, Mart 2022).

[17] Agy., s. 267, 268, 270, 275, 279, 280.

[18] Bloch’un sözsüz müziğin gizillik ve gücünün altını çizişi (tabii, onun o gizillik ve gücü nereye doğru yol aldırdığı bir yana bırakılacak olursa), Nietzsche’nin sözsüz müziğe yüklediklerini anımsattı bana: “Şiirin kendi değil, şiirin uyandırdığı duygudur müziği doğuran.” Şiir, bizi, belli idealara yönlendirecek duygunun içeriğini verirken, müzik o duyguyu yaşatır. (Bkz. Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı, s. 209-212). Levitas, yazısının sonlarına doğru, Daniel Barenboim ve Edward Said’e uzanır; onlar da Bloch’un sözsüz müziğe yüklediği anlama iştirak eder: “Müzik… kelimelerde müşkül hatta yasaklı olanı ifade etmeyi mümkün kılan… soyut harmoni dilidir” (s. 294-295). Yine onlara atıfla, Levitas, orkestrada çalmanın “refleksiyon ve anlayışı takviye eden bir varoluşsal süreç”; o anlamda, düşsel ve dönüştürücü olduğuna işaret eder: “Müzik sayesinde değişik bir toplum kalıbı; ütopya ile uygulanabilirliğin el ele vereceği, kendimizi özgürce ifade etmemize ve birbirimizin meşguliyetlerini işitmemize izin veren bir toplum hayal etmek mümkündür” (s. 295-296). Levitas’ın bu tespitine en ziyade yakışan caz olmalıdır; çalışın diyalojik söz alışlarla örüldüğü, çalanların belli bir ritm hattına kulak verirken özerkliklerini ve özgür arayışlarını sahiplendikleri, doğaçlamalarla girdikleri patikalardan tekrar ortak cümleye bağlanabildikleri bir müzik türü olarak caz. (Bu mevzuda —Ünsal Oskay’ın caza bakışına dair— bir polemik için, bkz. Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı, s. 187-188.)

[19] Sözle anlatılabilir olmayanı açıklama yeteneğinin temelini oluşturan, ütopik dünyasına Mesihçiliği içeren, —binyılcı Beethoven’in müziği misali— taşan iç yaşamı, büyük atılımı ve dolaysızca nihai gizilliği sezindiren Bloch’un müzik yönelim ve yatırımı, o uhrevi rayihasıyla, bana hem Walter Benjamin’in estetik anlayışını, hem de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiir-rüya-müzik hassasiyetini hatırlattı. 1916 tarihli ‘Kendi Başına Dil ve İnsan Dili Üzerine’ başlıklı yazısında, “İnsanın tinsel yaşamının her dışa vurumu bir dil olarak kavranabilir” diyen; Tanrı’nın insanı kendi suretinde yarattığını, insana nefesini üflerken hem yaşam, hem tin, hem de dili üflediğini, Baudleare çevirisinde çevirinin yabancı dilde sürgüne yollanmış ‘saf’ dili kendi dilinde yeniden yazmak olduğunu vurgulayan; ‘Alman Romantizminde Sanat Eleştirisi Kavramı’nda (1919) şiiri, ‘tüm düşüncelerin iç ışığı olan’ Mutlak’ın kişisel kırılımlarının (dolayımsal doğasının) şair tarafından yazıya dökülmesi olarak tanımlayan; tarih ile dinin kesiştiği yerde konumlanan gizemci ve Mesihçi karakteriyle Walter Benjamin’i hatırlattı (bkz. ‘Yazarlığa, yazma edimine ve yazınsallığa yatırımıyla Walter Benjamin: Dil felsefesi ve sanat eleştirisi kavramı’, Halûk Sunat, Birikim, sayı 365, Eylül 2019). Ya da, kendinde esas olanın şiir olduğunu, etrafa oradan genişlediğini söyleyen; şiirini musiki ve rüyaya tahvil etmeyi murat eden Tanpınar’ı. Şiirini, kozmozla insanın birleştiği (ya da Tanrı’dan kopuşun yaşandığı) yere dair görülen (hakiki rüyanın tesadüf ve tuhaflıklarıyla alakası olmayan) rüyaya, ölümle ebediyetin el ele verdiği “Müslüman Şark’ın ezeli birlik rüyası”na; kâinatın hududundaki sükûnette kendini bulan, yaratılış nizamının peşine düşmüş musikiye taşımaya ahdetmiş Tanpınar’ı ya da. (Ayrıca, bkz. Boşluğa Açılan Kapı/ ‘Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yapıtlarına Psikanalitik Duyarlıklı Bir Bakış’, Halûk Sunat, Bağlam Y., 2004, s. 231-247 ve ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Yaratıcı Tavır içinde ‘Tanpınar’ın yazınsal metni, müzik ve ‘psikanalitik duyarlıklı bakış”, Halûk Sunat, Notabene Y., 2019.)

[20] Ayg., s. 288. Tabii, Bloch’un eserlerini, özellikle 1945 (yani, Avrupa Yahudilerinin Shoah’taki kırımı) sonrası derin bir keder, varoluşsal tehdit ve dehşet zemininde kaleme aldığını da unutmayalım der, Levitas. Dostu Walter Benjamin’in ölümü gibi kişisel kayıpların ötesinde, asıl, bir halkın ve kültürünün yitiminin dile dökülemez kaybıyla da yaralıdır Bloch.  

[21] Agy., s. 300. Kitapta Umut İlkesi bağlamında ‘psikanaliz’e de atıflarda bulunulmuş. ‘Freud, Bloch, Baker ve umut ilkesi’ yazımda bilhassa ele almış olduğum için o bahse girmiyorum.

[22] Agy., s. 201. Umut İlkesi,cilt 2, s. 811.

[23] Bloch, ‘yurt’ karşılığı heimat’ı kullanmış. ‘Heimat’, ‘ev’ gibi de karşılanabilir. Almancada tekinsizin karşılığı unheimlich’tir (İngilizcede, ‘uncanny’ ya da ‘unhomely’). ‘Heimisch’se, ‘mahalli, yerli, evsel’ [‘local, native, domestic’] olandır.

[24] ‘Henüz-Var-Olmayan’ın önden teneffüsü (tahayyülü) için de, eskinin tık nefesi (bastırılmış olan) içinden yol almak gerekmez mi? Ayrıca, bkz., Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı, ‘Sol Melankoli Bahsi’.



No Responses Yet to “Ernst Bloch ve Felsefesine Çoklu Bakış: Umudun Mahremleştirilmesi”

  1. Yorum Yapın

Yorum bırakın