Freud, Bloch, Baker ve ‘umut ilkesi’

12Nis24

Bu yazı, Birikim dergisinin Haziran-Temmuz 2023 tarihli 410-411. sayılarında yayımlanmıştır.

47. ‘Ulus Baker Okumaları’ buluşmamızda[1], “Bilinçdışı, ignoramus ve yaratma edimi” başlığı altında bir sunum gerçekleştirmiş, Freud’un psikanalizinin ‘bilinçdışı’sı ile Baker’in mukabilen önerdiği ‘ignoramus’unu karşılaştırarak bu farklı bakışların bizi ‘yaratma edimi’ bağlamında nereye taşıdığına değinmiş, nihayetinde de, Spinoza felsefesini, eleştirel katkı ve sorgulamadan muafiyetle, bilhassa da Deleuzcü ‘arzu politika’larına yaslanıp tutkuyla sahiplenmenin sol melankolik kaçışın bir emaresi olma ihtimaline değinmiştim.

Toparlamam gerekirse, o buluşmada, Ulus Baker’in, Freud’un “abartılı bir keşfi” olarak değerlendirdiği (hatta, “Freud’dan önce bir bilinçdışı var mıydı?” diye de takıldığı[2]) bilinçdışının, —kendi ifadesine atıfla— “peçe arkasında keşfedilmeyi bekleyen, açıklanamayan, bilinmeyen” değil, yaşamdan (bireyin bilinçli tasarruf alanından) eksiltilenin (“bastırılmış” olanın[3]) ve ama dinamik hüviyetiyle bilince çıkmaya (güne/gerçekliğe katılmaya) müsait (daha doğrusu, çırpınan) ruhsal malzemenin ‘topografik/yerbetimsel’ karşılığı olduğunu; “neşeli bir hayat hilafına, kendi karanlığında bekleşenlerin bulunduğu kötülük kumkuması” bir şey değil, anılan devingenliğiyle yerinde duramayan, “bilinçöncesi”ne[4] yükselişiyle “tekinsizlik” hissine bürünüp bilince seslenebilen, imgesel gerçekliğiyle rüyalara ve yaratma edimine su taşıyan (“estetik-politik poetika”nın yakıtı olan), türlü sürçme ve sakareylemle gündelik hayatın psikopatolojisinde, belirti biçimlenişi ya da uzlaşılarında (“symptom formation-symptom compromise’ —ki, bunlar da, olumsuz/negatif yaratmalardır) uç verenlerin bulunduğu bir yer olduğunu anlatmaya çalışmıştım.[5][6][7]

Baker’se, Freud’un “orada-hazır-bekleyen, açıklanamayan, bilinemeyen, başarısızlık ve eksiklik mümessili” bilinçdışısına karşılık, “hayatın tüm alanlarında aktif bir uyaran ve üretici güçlerin artışı”nı temsille “arzu üretim merkezi” gibi çalışıp “neşeli bir hayat vaat eden” ignoramusu önermekte[8] ve bilinçdışını, bir ‘arzu ya da güç üretim merkezi’ olarak kabullenmek yerine, arzu yüküyle birlikte “kendi kayboluşunu özleyen, yerle bir olmayı özleyen, toprağın altına girmeyi özleyen ve faaliyet derecesini sıfıra indirmeye yönelik” çabanın sindiği, bir tür kötülük, kadercilik sokağı olarak sahiplenen “psikanalizin tehlikeleri”ne işaret etmekteydi. Psikanalizin “kaderciliği”nin ve “karanlık ve ölümcül (Thanatos) bilinçdışı”sının benimsenmesi tehlikesine karşılık kurucu bir ilke olarak “kötü fikirlerden etkilenmek kötülüktür”le çıkmak gerekecekti; zira, “kötülük hakkında düşünmek, onu bir kader olarak yeniden üretmek”ti.[9]

Ben, yazımın bu aşamasında, Baker’in, “Başkalarının, özellikle Nazilere teslim edileceği düşüncesiyle birkaç gün sonra intihar edecek birinin [Walter Benjamin’dir kastedilen[10]] bir Prinzip Hoffnung, Umut İlkesigördüğü yerde o [yani, Freud] başka bir ilkeyi, Realitaetprinzip’i, gerçeklik ilkesini görmeye başlayacaktı. İşte orada, Eros’un karşısına Thanatos, ölüm güdüsü dediği şey dikilecekti” diyerek atıfta bulunduğu Umut İlkesi’nin yazarı Ernst Bloch’un, Freud’un “kaderci, karanlık ve ölümcül” bilinçdışısına ve psikanalizine nereden/nasıl baktığından dem vurmak istiyorum.

BLOCH ve PSİKANALİZ

Umut İlkesi’nde,[11] Bloch’un psikanalizle ilk temas noktası, sanırım, ‘Nedir, Tepi Halinde Olup Biten?’ başlığı altındadır. “Bizi itekleyen nedir?” diye sorarak başlar söze. Derinde, aşağılarda bedene bürünülen yerde olan şeydir o: “İnsanın yaşamak için değil yaşadığı ‘için’ yaşadığını söylediğimizde, kastedilen, içimizdeki bu itkidir. Kimse bu tazyik edişi, durumu seçmiş değildir, bizim oluşumuzdan beri ve biz olmaklığımızla, bizimle beraberdir o da. Dolayısıyla Oluş halimiz, boştur, bu nedenle de haristir, gayretkeştir, bu nedenle huzursuzdur.”[12] Ve sonra, ‘Çıplak Tepi ve Arzu, Doyurulmamış’ başlığı altında, itkinin/tepinin “hedef”inden söz eder: “Bu hedefli itilim, yöneldiği şeye göre ayrışır, şu veya bu ‘güdü’ olur, tek tek adlandırılabilir.” İtkisel yönelimin bir “eksik”ten kaynaklandığını teslim eder —psikanalize bir vehim olarak yüklenenin hilafına[13]: “Güdü daima, tepideki ve özlemedeki bir boşluğu, bir yetersizliği, eksik olanı, dışsal bir şeyle doldurmayı arar. O değişik bir şey, her şeyden önce ekmek olarak veya karı olarak veya iktidar vesaire olarak, işte hedefli itilimi birçok güdüye böler.” Böylelikle, itki, yöneldiği nesnede doyumlandırılmış, talebi karşılanmış olur.[14] Bloch, itkisel olandan (“içimizdeki itki”den) —giderek— dürtüsel olana doğru tanımını genişletecektir de: “Hayvanın hedefiyle ilişkisi, o esnadaki nefsânî [bedenden kaynaklanan] isteğinin türüne göredir, insan ise tasavvurunda tamamlar bu ilişkiyi” (itkisel olana bir amaç tasavvur eder yani). İnsan sadece canı çeken değil, arzulayandır asıl: “Bu ikincisi [arzulamak], canı çekmekten, nefsânî istekten ileri bir şeydir, daha renklidir. Çünkü ‘arzulamak’, içinde nefsânî isteğin de renklendiği bir tasavvura bağlanmıştır. Nefsânî istek, canı çekmek, kuşkusuz canın çektiği Bir Şeyin tasavvur edilişinden daha eskidir.” Bu arada, Bloch, kıymetli bir müdahale ile arzu ile “istek” arasındaki ayrıma da değinecektir. Tasavvurla açılan arzu bir özlemdir, edilgendir; “her türlü isteme ise bir yapmak istemedir”.[15] Mesela, der, yarın havanın güzel olmasını arzulayabilirim; fakat isteyemem.Havanın gidişatını belirleyecek bir gücüm yoktur (elden ne gelir); eğer bir şeyi istiyorsam, istediğim şeye (amacıma) doğru yol almam, yoluma çıkacak güçlüklerle baş etmem gerekir.

Bloch, bu ‘nefsânî’ olanın insanda bir şeye tâbi olduğuna da işaret edecektir: “Ama güdüleri taşıyan, sezen ve bunları tatmin ederek hoşnutsuzluk duygularını tahliye eden, kendi içinde bütün bir tekil varlı[k].” Psikanalizin “ben”idir sözünü ettiği. Hatta, bazen, “nevrotik”lerde olduğu üzere, der, bu başına buyruk hareket etmeyi yol bilen güdülerin esir aldığı, bir yabancı gibi onun karşısına dikildiği şeydir de ben. Ve benin, güdüsel olanla ilişkisi (güdünün tasarrufu), kişinin —başkalarından farklılığını temsil eden— resmini kuracaktır: “Aynı devrin ve sınıfın insanlarında bile bir aslî zemberek görülmez, diyelim ki iç saat mekanizmalarını psikanaliz olarak söküp parçaladığınızda.”[16]

Bloch, daha sonra, psikanalizin ‘dürtü kuramı’ faslında dillendirdiği “libidinal” ve karşıtı dürtüsellikten söz edecektir. Soruyla açar: “Halihazırdaki hissedişimizin ve gayretimizin esas zembereği nedir?” Bilindiği üzere, diyecektir, Freud cinsel güdüyü birinci ve en kuvvetli güdü sayar. “Buna göre hayatı libido idare eder, zaman ve içerik yönünden aslolan odur.” Anne memesine yönlendiren, meme ile ilişkiyi olduğu gibi doyum için yönelinen nesnelerle ilişkiyi de bir tür cinsel haz yaşantısına dönüştüren libidinal dürtüselliğimizdir. Ancak, Freud, geç döneminde libidinal haz yaşantısı karşısına ikinci bir haz vesilesini, “ölüm” güdüsünü de koymuştur —çok hücrelilerin kaçınılmaz ölümüne doğru yol veren dürtü. Ama hayatın içinde edimsel karşılıkları da var: “Tahrip arzusunun insanın kendi bedenine karşı dışavurumu, nefsini terbiye etmekten, muhtelif asketik eğilimlerden alınan zevkte görülmekteydi. Yabancı bedenlere ve nesnelere karşı ise ölüm güdüsü gaddarlık olarak, bu sefer başkalarını darp eden, inkâr edilmez bir yok etme sarhoşluğu olarak dışavurmaktaydı.”[17] Ekleyecektir Bloch; her halükârda insanı hareket ettiren çekirdek cinselliktir ama ikisinin iç içe geçtiğini (geçebildiğini) aşk cinayetlerinde görürüz biz.[18]

Freud’un dürtü kuramına kendi lisanıyla değindikten sonra, Bloch, “Ben güdüleri”, “Üst-Ben” ve “Ben-İdeali”nden bahseder. Cinsel kuvvetlerin karşısında Ben’in güdüleri vardır; o güdüsü sayesinde, ben, cinsel güdüleri evetler ya da hayırlar/sansürler. Böylelikle ruhsal hayatımız bu karşıt güçler üzerinden bir bütünlük kazanır. Bloch, “ben güdüsü”nden ben ideali ve üstbene geçişin kuramsal öyküsünden söz etmese de,[19] nihayetinde, dürtüsel “haz ilkesi”nin (koşulsuz haz arayışının) “gerçeklik ilkesi” ile karşılaşması ve benin (dolayısıyla, ’ben ideali-üstben’in) nezaretinde yaşanan “bastırma”dır gelmek istediği. “[B]elirli ruhsal taleplerin sadece bilinçten değil, geçerlilik ve edimsellik kazanmanın başka türlerinden de dışlanma[sıdır]” bastırma. İşte, analizde benin karşısına dikilen de bu bastırılarak bertaraf edilmiş olandır. Analizin ödeviyse, “Ben’in bastırılanla meşguliyeti karşısında dışa vurduğu dirençleri kaldırmaktır. Ben, güdüleri doyurarak hazsızlık duygularının tasfiyesini sağlar fakat bunu kendi tarzında yerine getirir, yani sansürleyerek, ahlakîleştirerek ve özellikle erişilebilir olanı, ‘gerçekliği’ gözeterek.” Peki, “ahlakîleştirme”nin kaynağı nedir? Bloch, Freud’a göre, bunun, “burjuva muhitinin alışkanlıklarına uyum sağlamış olan, Ben güdüsünün [‘üstben’ diye anlayalım] edinilmiş çizgisi” olduğu ve nihayetinde “burjuva-bireysel insan[ın]” libidinan akışının “Freud’un kendi burjuva muhitini tanımladığı şekliyle ‘gerçekliğe’ (meta dünyası ve onun ideolojisi) çarparak diyonizik enerjisini tüket[tiği]” tespitini paylaşacaktır bizimle.[20] Hasılı, dış dünyanın haklarını savunan benle, “vicdanın ve suçluluk duygusunun kaynağı” olan üstben elbirliğiyle libidinal olanı yolundan çevirmiştir.[21] Peki, bu manzara karşısında psikanalizin tutumu nedir? “Freud burada [id’e] bastırılana, bilinç-dışına rasyonel bir ışık tutmak istemektedir gerçi, aldatıcı, aynı zamanda nevrotikleştirici kokuyu dağıtmak istemektedir. Fakat bunun ardından gelen, özel libidonun ve psikoanalitik[22] isin-pusun eksik olmadığı bir kültürün ‘huzursuzlukları’ içinde bir gündür sadece.”[23]

Buraya dek, Umut İlkesi yazarı Bloch’un, Freud’un psikanalizinin sunduklarına ilişkin (Baker’inkine denk düşen) bir husumetinin olmadığını görüyoruz. İtirazı nereye ve ne eklemek ister, ilerleyen satırlarda ve ‘Değerlendirme’ faslında ele alacağım. Ancak, buraya dek paylaştıkları ve daha sonra değinecekleri bağlamında Jung’a ilişkin söyledikleri yenilir yutulur gibi değildir. Devam edelim; “Sexus ve Sex’un arzuları burjuva insanlarınca, Freud’un bulguladığı gibi [yani, onun da “muhit”e mal ettiği üzere], suskunluk, riya ve yalandan oluşan kalın bir kozayla sarmalanır,” der, Bloch. Koza, muhtelif yollarla delinmeye çalışılacaktır; yani, bastırılmış olanın id’de açtığı bilinçdışı mutlak bir mezar suskunluğu içinde değildir: “Salt unutulmuş ama kaybolmamış cinsel duyu/heyecan her kılığa girerek işlemeyi sürdürür; Freud libido dikenini gündelik hayatın psikopatolojilerinde açığa çıkarmaya çalışmıştı, tesadüfî, anlamsız gibi görünen dil sürçmelerine, el sürçmelerine, yapacağını-söyleyeceğini şaşırmalara bakarak.” Dolayısıyla, “nevrotik semptomların bilinç-dışı önkoşulları bilince çıkarılabilecek olursa, nevrotik kişi[nin] sağaltılabilece[ği]”ni ileri sürmüştür, Freud. Bunun için de (anneye yönelik olan dahil) kültür içre tüm kutsallıkların karşıya alınması, kutsallıklara karşı bilinçdışı kazı için serbest çağrışım ve rüyaların bilinçdışına uzanan yoluna[24] çıkılması; bilinçöncesinden bilinçdışına itilmiş olduğu halde bilinçöncesinin kıyılarına (gerek gündelik hayatın psikopatolojisinde, gerekse rüyanın bastırılana kazandırdığı kılık değişikliğiyle [“rüya işlemi ve görünen rüya içeriği”]) vuran ruhsal malzemenin bilince kazandırılması gerekmektedir. İşte, tam da burada, Freud’un bilinçdışısının (Baker’in söylediklerinin hilafına) “umut ilkesi” lehine (Jung’tan farklı olarak) nasıl değerlendirildiğini görüyoruz: “Nitekim bilinçli hale geliş de, bu Bilinç-dışı için salt olmuş olanı bilinir kılar. Bu demektir ki, Freudcu Bilinç-dışında yeni hiçbir şey yoktur, olamaz [italikle vurgunun Bloch’a ait olduğunu belirteyim].” Dikkat: “C. G. Jung, psikoanalitik faşist, libidoyu ve onun bilinçdışı içeriklerini tümüyle kadim tarihe indirgediğinde bu daha aşikâr hale geldi. Ona göre Bilinç-dışında sadece tarihsel kökene ait kadim anımsamalar veya kadim fanteziler ikamet ediyordur, yanlış bir tanımla ‘arketip’ler denir bunlara da; bütün arzu imgeleri de o geceye, eski devirlere dayanıyordur. Hatta Jung’un gözünde o gece öyle rengârenktir ki, bilinç soluklaşır yanında; ışığı aşağılayışıyla, küçültür bilinci.”[25]

Schopenhauer’den Nietzsche’ye “gitgide keskinleşen kapitalist çizgi”ye “güç arzusu” ile yerleştirdiği Adler’i de aradan çıkardıktan sonra, Bloch Jung’a dönecektir yine. Güç güdüsü yerine “sarhoşluk/mestlik güdüsü” koyup “faşistçe köpüren psikoanalist”tir o. Libido ayrışmamış arkaik bir kök birimidir onda; mistikleştirilmiştir (“Jung’un gayrışahsî,[26] pandemonik libidosu”). Dolayısıyla, bilinçdışında olan libido, —Freud’daki gibi bir tavır alışla— güncel bilinçte eritilemez. Freud’un bilinçdışısı “modern bireyin yakın tarihe uzanan bastırılışlarıyla” kurulmuşken, “Jung’un bilinç-dışı ise tamamıyla geneldir, ilksel zamana ait ve kolektiftir, ‘birkaç bin yıllık uygarlığın altındaki beşyüzbin yıllık kuyu’ olarak satar kendini”.

Jung’a göre nevroz, “özellikle modern, fazla uygarlaşmış ve fazla bilinçli insanın nevrozu, daha ziyade insanların bilinçdışı büyüyenden, ‘ilksel sezgisel düşünüş’ten fazla uzaklaşmasından kaynaklanır”. Jung’un sadece “faşistleştirilmiş dionisos”la değil, Bergson’un “Elan vital”iyle de temas kuran (ve onunkini aşan) “romantik-gerici sapmalar”ının altını çizer, Bloch. Kişilik de (ki sadece bir maskedir o), “çok daha derin, büyüsel-kolektif gibi, ırk gibi çok eski tabakalardan gelir”. Jung’un psikosentez teklifi, hayatın kadim güçlerine geri dönme doğrultusundadır; “bugünden kaçarak, gelecekten nefret ederek, kadim zamanları arayarak, etimolojik anlamda ‘din’in aynısı ol[arak]”. Saf akıl değil, “cadı avı” muteberdir onun için. Freud’da bilinçdışı, ondan kendini kurtarmak yönünde hatırlatılırken, Jung’da, “tamamen onun içine dalınıp gidilsin diyedir”. Peşinden, —Abrakadabra misali, “dikkatlice koparıldığında sırlar âleminin şifa yılanına dönüş[en]”— görünmez dinozor kuyruğu sürükleyen atavist sırlarla dolu bir çuvaldır Jung’un bilinçdışı niyetine andığı bilinçaltısı[27]. “[L]iberal aydınlanmacılık peşindeki Freud (…) bastırılanı bilinçli kılmak ister[ken], Gerici [“faşist-mitleştirici Jung”] ise bilinçli olanı bastırılana geri bağlamak, evet, onu bilinç-dışının gittikçe daha derinlerine tıkmak” ister.[28]

GECE ve GÜNDÜZ DÜŞLERİ ve UMUT İLKESİNE YOL ALIŞ

Ulus Baker’in, benim “conatussal romantizm” diye andığım menzile yol alışının ana duraklarından bir diğerinin “rüya”ya bakışı[29] (ve dolayısıyla, “sanatsal üretkenlik”ten beklentisi) olduğunu hatırlarsak, Bloch’un —Freud’un psikanalizi ile münasebeti dahilinde— rüyayı nasıl ele aldığını gözden geçirmemizde de yarar var. Ignoramus bir arzu üretim merkezi olmak hasebiyle sanatsal üretkenliğin de merkezi olmalıydı Baker’e göre. O anlayışla, oradan neşet eden rüya ya da kurulan “gündüz düşü” de geldikleri gibi ifade edilişleriyle “happening” tarzında “özgürleştirici bir yaratım” olmalıydı. Bloch’un Umut İlkesi’ne dönelim öyleyse.

İlkin, ‘Gündüz Düşlerinin Gece Düşlerinden Temel Farkı’na değinir, Bloch. Gece düşünde arzu doyurumu gizli ve eskiye dairken, gündüz düşlerinde (fantezilerinde) hayalleme, önceden tasarlama ile arzu doyurumu yaşanır. Gece düşlerinden söz ederken, Bloch, düşün öncelikle uyku halini koruyucu niteliğini anar ama ısrarla altını çizer: “Fakat sadece bununla kalmaz; Freud’dan beri kabul ediliyor ki (ve bu onun kalıcı bir katkısıdır), düş salt uykunun korunması veya esrar âlemi değil, —gerek motoruyla, gerek içeriğiyle— arzunun doyurulmasıdır aynı zamanda. Düş, rahatsızlıkları, ancak onların talepkâr dikenlerini sökerek [rüya işleminden söz etmektedir, Bloch] kendi içine işletebilir.” Gündüz gözüyle, üstbene içerilmiş gerçeklik ilkesi uyarınca sansür uygulayan ben, uyku ortamında “deyim yerindeyse sarhoş bir halde”, kılık değiştirmiş (halüsinatif değişikliğe uğramış) arzuların rüyaya işlemesine göz yummuş olur, böylelikle. (Baker’in kabullenmek istemediği “şekil değiştirme, maskeli ve sembolik olma”dan dem vurmaktadır Bloch.) Ama mesela, çocuk düşleri düşsel kılık değiştirmeden muaftır; zira sansürleyici beni yeterli değildir çocukların. “Peşinden boşalmanın geldiği çok şehvetli gece düşleri de, kayda değer bir şekil değişikliğine uğramadan, dolaysız bir yol izler” ve fizyolojik yolunu tamamlar. Rüyanın psikanalitik yorumu ise, kılık değişikliğinden arındırarak görüneni (manifest rüya malzemesini) arzu doyumunun kökenine doğru izlemek, Kral Yolu’nu takip etmektir (yorum, “orucun” ya da “maskeli balo” oyununun bozulmasıdır, der, Bloch). Bastırılmış olanın (o anlamda bilinçdışının) hikmetine bizi uyandıran, analizde yorumun analizan[30] tarafından “direnç”le karşılanır olmasıdır da: “Uyananda, analitik düş yorumuna karşı bir direnç oluşur, nevrotiğin nevrozlarının belirtilerinin yorumlanmasına —daha güçlü bir biçimde— tepki göstermesi gibi; yeniden güç kazanan Gündüz-Beni’nin, öteki yüzünün açığa çıkarılmasına direnmesidir bu.” (Bilmem, bilinçdışının mahiyeti ve işleyişine dair yeterli bilgiyi vermekte midir?)[31][32]

Ve şimdi, geldiğimiz bu noktada, —Freud’un yaklaşımından farklılaşarak“— Bloch, gündüz düşlerini gece düşlerinden nasıl ayırt ediyor, “umut ilkesi”ni nereye yerleştiriyor, onu anlamaya çalışalım. Bloch, gündüz düşlerinin hemen hiçbir şekilde müstakil bir hal olarak ele alınmadığını vurgulayacaktır öncelikle. Freud da öyle yapmıştır; “gündüz düşleri gece düşlerinin çekirdeği ve numuneleri”dir, demiş; “[g]erçeklik had bilmeyi veya sabrı ihtar ettikçe daha da dolgun biçimde serpilen, haris, megalomanyak, erotik arzuların tasavvur edilen tatminleri” olarak andığı gündüz düşlerinin uyku koşullarında gece düşlerine evrildiğini ifade etmiştir. İşte tam da burada, Bloch, Freud’la yollarını ayırmak isteyecek (ve sanırım, Baker’in de temas kurduğu nokta burasıdır), Freud’un “tüm düşleri sadece bastırılmış olana giden yollar olarak” tanımasını —gündüz düşleri adına— uygunsuz addedecektir. Benin, gerçeklik ilkesini haz ilkesi doğrultusunda “hayal” hattında (ya da, fantezi, düşlem) aşındırdığı (bu demektir ki, muhayyilede bastırmayı aşındırma denemesine tâbi kıldığı) fevkalade insana mahsus bir hal olan gündüz düşlerine (ki, “yaratma edimi”nde yaşanan da odur) daha farklı bir anlam yüklemektir muradı. Peki, itiraz gerçekçesi nedir? Şuradan ne çıkaracaksak: “[G]erçekliği sadece burjuva toplumunun ve onun mevcut dünyasının gerçekliği olarak tanıyan psikoanaliz, elbette, gündüz düşlerini kesinkes gece düşlerinin ilk basamağı olarak tanımlayacaktır.” Sanırım, Bloch, ‘gerçeklik diye burjuva dünyasından ötesini tanımayanın hayali de gece düşüne malzeme olanla sınırlıdır’, demek istiyor (Marksist damarıyla). Bense, psikanalitik anlayışın (ya da Freud’un), gerçekliği, —bastırma-bilinçdışı münasebeti dahilinde— libidinal olana tanıdığı doyum imkânları ne ise onun üzerinden tanı(mla)dığı kanaatindeyim.[33] Dolayısıyla, az önce belirttiğim gibi, Bloch’un, gündüz düşlerini (gece düşlerinin bastırma/gerçeklik ilkesi ile ilişkisinin gündüz beni nezaretinde yaşanan örneği olmak üzere) şu bağlamda anışına itiraz etmem de söz konusu olamaz: Gündüz düşlerinin özgül değerlendirmesi, “[u]yanıkken görülen düşlerin rahat, gevşek, ham, uçucu, dolaşık ve felcedici tarzından, sanatın sorumlu, keskin eylemlilikle meseleye müdahil olan biçimlendirici tarzına dek uzanır.” Böylelikle, diyecektir Bloch, gecenin alışıldık düşünden farklı olarak gündüz düşü elimizin altındadır ve “lâzım geldiğinde can bulabilir ve pekâlâ vakî olan avâre ve kendi kendisinin sinirlerini almış hal yerine, yorulmaz bir itkiyle dolabilir —imgelediğine erişebilsin diye”.[34]

Bloch’un, gündüz düşlerini farklı bir yere koyarken kendi “umut ilkesi”ne zemin hazırladığını göreceğiz; gerçeklik ilkesi/bastırma-bilinçdışı işleyişi yerine “iyi”ye azmetmeyi, azmettirmeyi esas aldığını: “Gündüz düşlerinin taşıyıcısı, bilinçli olan ve bilinçli kalan ‘daha iyi yaşam’ isteğidir —değişik derecelerde bir istek olsa da bu—, gündüz düşlerinin kahramanı da daima insanın kendi yetişkin kişiliğidir.” Ahlaki benin (yani, üstbenin) sansürüne kulak asmayan, hatta, “gündüz düşünün Ben’in[e]… ütopikleştirici takviye”de bulunan yetişkin tavrıdır bu; sanatın tutunduğu ütopya da böyle bir şeydir. Freud’unsa gündüz düşünü sanatın ilk basamağı olarak aldığını, lakin hemen ardından “süblimasyon” açıklamasıyla meseleyi sulandırdığını ifade edecektir, Bloch. Halbuki, yaşama dair (libidinal) olanı yüceltme (Bora’nın tabiriyle “uçundurma”) marifetiyle yolundan alıkoyma değil, yaşama ilişkin ütopyaya yoğunlaşma işidir gündüz düşü ve sanatsal edim. Uzaklara açılan pencere, uzaklara tutulan ışıktır o: “Sanatın ilk basamağı olarak gündüz düşü bilhassa aşikâr biçimde dünyanın iyileştirilmesine meyleder, sapasağlam-gerçek karakteri budur.” Dünyanın kötülüğünün farkında, bir başka dünya düşünü gündüz gözüyle gören, “tamamen nesnelliğe uygun biçimde” devrimci bir ilgidir.[35]

“Gelmekte olanın gizilliğine”, “âhiren henüz bilinmeyen bir nihâî durumun içeriklerine” tevdi edilmiş; gece düşü gibi imgelerini geriye dönük değil, geleceğe doğru kuran; gece düşü gibi içeriği saklı ve yerinden oynamış değil, “kıssa ve masal kurucu, öngörücü” hüviyette, “daha iyisini bilmek ve istemek” üzerine kurulu ve ileriye doğru hedef gözeten gündüz düşlerini, Bloch, “Henüz-Bilincine-Varılmamış-Olan” diye bir yere yerleştirir —‘bilinç-bilinçöncesi-bilinçdışı’ topografyasından farklı olarak. “Bilinçli olanın sesinin uzaklaştığı eşiğin altında, bilincine varılmayanın şafağının söktüğü eşiğin üstünde” ve “görece bilinçdışı”dır orası. Freudcu açıdan bakıldığında sanki ‘bilinçöncesi’nden söz eder gibidir ama öyle olmadığını açıklamaya çalışacaktır Bloch. Evet, “[r]uhsal yaşamın bilinçle örtüşmediğini anlamak büyük bir keşifti”(!), bilinçdışı olan taş gibi bilinçdışı kalmayıp —bilinçli olmaya yetenekli— bilinçle bilinçdışı arasına da yükselebilen bir şeydi ama nihayetinde, “[b]ilincin diplerine doğru batmış bir şey olarak anlaşılmış”tı “psişik Bilinçdışı”. Her ne kadar Jung’un dipsiz kuyusundan farklı, yaşamla devingen ilişkisi içinde kabullenmiş olsa da Freud’un bilinçdışı-bilinçöncesi açıklamasını, gündüz düşlerini farklı bir yere yerleştirmek ister Bloch. Bastırma şemasına uymayan, bastırılmış olup da bilince yürüyen değil aydınlatılması gerekenin olduğu yere. Yeni ile yüklü, bilince tâbi değil ona “âmir olan” bir müstakbel  bilincin yerleştiği, “Yeni’nin psişik doğum yeri”ne.[36]

Olsa olsa, nevrotik belirtilerle bilince yansıyan “Artık-Bilincinde-Olunmayan”dan öte, yaklaşmakta olan bir şeyin bilinç tarzıyla yüklüdür “Henüz-Bilincine-Varılmamış-Olan”;

bodrumun isli kokusu değil teneffüs edilen sabah havasıdır o, Bloch’a göre. “Ana kavramı bastırma olan” psikanalizin taze havayı teneffüs etmeye müsait olmayışının nedenini, psikanalizin “çağını doldurmuş bir sınıfta [burjuva maddi koşullarında]” doğmuş olmaklığına yorar. Bilimin/biliminsanının bilim nesnesiyle ilişkisini hegemonik kültür üzerinden tartmanın tuhaflığını bir yana koyarsak[37], Bloch’un ‘Henüz-Bilincine-Varılmamış-Olan’a tanıdığı itibarın Marksizme yatırımından kaynaklandığını fark ederiz: “Her şeyden önce artık esas itibarıyla Olmuş-Bulunanla değil Yükselip-Gelmekte-Olanın eğilimiyle bağlantılı bir bilme kavramını Marksizm dünyaya getirmiş, böylece ilk defa olarak geleceği teorik-pratik açıdan ellerinin arasında almıştır.” Olacak Olan’da yatanı, eskinin içindeki derinliği ve oradan yükselip gelmekte olanı keşfetmeye müsait olan Marksizmdir. İlham denen şeyin suretinde bile olsa üretken bir seziş demek olan Marksizm: Boğuk ve isli olmayan, uyanık haliyle öğrenme neşesi taşıyan, kuvvetli, sıhhatli, kendi kendinin bilincinde. Soyut-ütopik düşçülükten, soyut-ütopik sosyalizmin hamlığından uzak, öngörücü “Somut-Ütopik”; Marksizmin gücü ve hakikati. Bloch için Marksist ilham, “işlenip çıkarılmamış bir şeyler içeren arketiplere de ütopya tedarikçiliği yapma” umudunu içerecek denli güçlüdür. Büyük gündüz fantezilerine kaynaklık eden hazineyi içeren, “Umulmuş-Sezilmiş Olan”a dayanan, “İleri ve Yukarı [hareketiyle] hiçbir zaman zaten Bilinen ve Olmuş Olan içinde çözülüp dağıtılama[yacak]”, tüketilemeyecek bir gizilliktir Marksist somut ütopya. Arkaik-arketipal olanın bile o somut ütopya ile “umut ilkesi”ne hizmete koşulabileceğini ilham eder bize Marksizm. Böylelikle, “ütopik etki gerek kadim gerek tarihsel açıdan taze arketiplerin içine daldığında, arketiplerce kapsül içine alınmış umudu kurtarmaya ehil bir işlev dönüşümü vuku bul[acaktır].” Evet; Olmuş Olanın dibe çökmüş imgelerine tutunup Olmamış Olanın ifadelerine taşıyan umudun çıpasıdır “geleceğe ehil” Marksizm.[38][39]

Bloch, geleceğe ehil Marksizmin umut çıpasını attığı yerde “umut ilkesi”ni böyle kuruyor. ‘Değerlendirme’ başlığı altında kulaklarını yeniden çınlatacağımız “romantik contusçular”ve “arzu politikası” müelliflerinden farklı bir şekilde, umudu, Marksizmin teorik-pratik yordamına bağlıyor ama. Kendisini ötekilerden ayıran damarı daha iyi anlayabilmek için —“geleceğin felsefesi” olarak adlandırdığı Marksist felsefe refakatinde— Ludwig Feuerbach üzerine yazdıklarına bakalım şimdi de.

BLOCH, FEUERBACH, UMUT İLKESİ ve MARKSİZM

Bloch, Feuerbach irdelemesini Marx’ın Feuerbach Üzerine Onbir Tez’inden hareketle gerçekleştiriyor. Marx’ın, Brüksel’de, muhtemelen Alman İdeolojisi’nin (1845-46) ön çalışmaları sırasında bir taslak olarak yazdığı, Engels’in Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu”na (1888) —içeriğinde değişiklik yapmadan— eklediği tezlerdir bunlar. Tezler, “saf düşünceden duyusal görüşe, tinden —doğayı temel alarak— insana dönmeye çağır[an]”, Hegel’e yönelik “hümanist olduğu kadar natüralist reddiye”ye dayanan (ana düşünce olarak “insan”, tin yerinde “Doğa”) Feuerbach’a yöneliktir. Engels, Ludwig Feuerbach’ta, elli yıl geriye dönüp baktığında, Marx’la birlikte nasıl ânında Feuerbachçı olup heyecanla sahiplendiklerini hatırlar (ki bu etkilenişin izlerini Marx’ın Kutsal Aile’sinde [1844-45] görmek mümkündür). İşte “11 Tez”, böyle bir Feuerbach’tan Marksist doğrultuda —ayağını “proletarya konumu”na basan esastan/somut hümanist— kopuşun karşılığı olarak değerlendirilmelidir.

Feuerbach’ın, Hıristiyanlığın Özü’nde (1841) dile getirdiği,“toplumsal faaliyette bulunan, birbirleriyle ve doğayla gerçek ilişkiler içindeki insanlar”a dayalı, dolayısıyla, salt mekanik olan materyalizmden tarihsel olanına geçişin ara uğrağını kuran “antropolojik materyalizm”i kıymetli olsa da, Marx, Tezler’in 1.’siyle, o vakte kadarki “bütün materyalizmle birlikte Feuerbach’ınkinin de içinde kasılı kaldığı” gözlemlenebilir somut nesneye dayalı maddeciliğe “insan faaliyeti/eylemi”nin maddiliğini katacak; böylelikle, söz konusu maddiliği —kendi başına sahici duyusal faaliyeti/eylemi tanımayan— idealizmin elinden alıp Feuerbach’ınkinin karşısına da üretken eylemliliği/emeği ile nesnelliğini kuran, fikri kitlesel eylemliliğinde maddileştiren, “devrimci, pratik-eleştirel eylemin” insanını koyacaktır. Öte yandan, Feuerbach’ın “antropolojik din eleştirisi”nin, aşkınlık alanını arzu fantezisinden üreten bir eleştiri olduğu da ayırt edilmelidir. Feuerbach’a göre, gerçek dünyanın “iyi olma hali”nin —arzu temelinde— “tahayyül edilen” doğaüstü dünyaya yansıtılması (insanın kendine yabancılaşmasıdır bu) kendi kaynağında tanımlanıp aşılmalı, “gökyüzü insanlara geri ver[ilmelidir].” İşte tam da bu noktaya, Marx, “sınıfsal-tarihsel” kimliğiyle insanı ekleyecektir: “Fakat insanın özü tekil bireyde mündemiç bir soyutluk değildir. Kendi gerçekliğinde o, toplumsal ilişkilerin bir birleşimidir”. Dolayısıyla, yabancılaşma da, toplumsal/reel ilişkiler bağlamında aşılmak durumundadır. “Din eleştirisi, sahiden radikal olacaksa, yani Marx’ın tanımıyla: şeyler radix’ten, ‘kökünden’ kavranacaksa, gökyüzünün temelinde yatan ilişkilerin, onların sefaletinin, çelişkilerinin ve bu çelişkilerin yanlış, hayalî çözümünün eleştirisine yönelmelidir.” Dahası, Feuerbach’ta tarih de yoktur: “Feuerbach’ta, materyalist olduğu noktada tarihten bahis yoktur, tarihi göz önüne aldığında ise materyalist olmaktan çıkar.” Toparlarsak; sınıfsal-tarihsel maddeci bakıştan yoksun; “kardeş yüreği” ve “ruh acısı” üzerine kurulu, kiliseye bağlı olmayan hür dindarlığın “pektoral teolojisi”dir Feuerbach’ınki. Göksel tanrıdan koparılmış “kendinde erdemler”e (erdemliliğe) bağlanılmış bir umuttur: “Tanrı’nın merhametinin yerini Sevginin merhameti alır, Sevgi her şeye kadirdir, Sevgi mucizeler yaratır, dualara kulak verir…” Dünyayı kendisinden hareketle —bütünsel olarak— açıklayan ve yine kendisinden hareketle değiştirilebileceği fikrini esas alan “diyalektik materyalizm”den uzaktır söz konusu teoloji. Öte yandan, Feuerbach’ın vaazı, “teori-pratik ilişkisi”nin tartımına da çağırır bizi. “Nitekim 2. Tez şunu bildirir: İnsan düşüncesine maddî hakikatin tekabül edip etmediği sorusu, teoriye ait bir soru değil pratik bir sorudur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini, gücünü ve bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır.” Ötesi “salt skolastik bir meseledir”. İşte, böyle bir temellendirmeden yoksun, “aşk/sevgi sosyalizminin, kapitalizmde çıkarı olan Filantropi’nin timsal gözyaşlarına gayet iyi uy[an]” Feuerbach’ın “pektoral teoloji ve praksisi” sınıf mücadelesinde her türlü gevşekliğe de müsaittir haliyle. Şöyle yazar Marx ve Engels: “Kötü gerçekliğe, nefrete karşı sevginin krallığı vaaz ediliyordu işte…” Fakat tutunulmaya çalışılan bu sevgi, —Marx-Engels yol ayrımından bakıldığında— 1800 yıldır işe koyulamamış, ne krallığını kurabilmiş, ne de toplumsal ilişkileri değiştirebilmiştir. “Nefrete galebe çalamayan bu sevginin, toplumsal reformlar için gerekli enerjik eylem kuvvetini de sağlayamayacağ açıkça çık[mıştır] ortaya.” Her ne kadar, Schopenhauer’den Nietzsche’ye ve onun izleyicilerine uzanan “Alman musibet hattı”nda değil, Hegel’den Marx’a uzanan “Alman selâmet hattı”nda yer alsa da, Feuerbach’ın pektoral praxis’i, tehlikeli bir uçukluk ve belki de, “komünizme karşı nefret”in savaş silahıdır da. Nihayetinde, kıssadan hisse 11. Tez’dedir: “Filozoflar dünyayı sadece farklı yorumladılar, oysa mesele onu değiştirmektir.” Bloch, Tez’in felsefi titizlikle değerlendirilmesi, pragmatizmle karıştırılıp suistimal edilmemesi gerektiğini hatırlatır. İnkâr edilen, “Hakikat”in sözcüsü kesilen, “dünyayı yalnızca antikaca yorumlayan ‘özerk-tefekkürcü felsefe” iken, dünyayı devrimci değişime taşıyan felsefedir öne çıkarılan. Umut, Marksizmin bütünlüklü teori-pratiğindedir.[40][41]

DEĞERLENDİRME

Ulus Baker’in, Freud’un bilinçdışı kavrayışına —ya da kabulüne— itirazıyla birlikte önerdiği “ignoramus” kavramını hatırlamaya çalıştık öncelikle. Yazımın asıl amacı, —girişte de belirttiğim üzere— Spinoza felsefesini eleştirel katkı ve sorgulamadan muafiyetle —kendisinin de herhalde uygun görmeyeceği tarzda tutkusallıkla ve kutsayarak; bilhassa da, Deleuzcü arzu politikalarına yaslanmak suretiyle— sahiplenişin “sol melankolik” kaçışın bir emaresi olma ihtimaline bir kez daha dönüp bakmaktı. O kaygıyla, arzu politikalarına yaslanan müelliflerin psikanalizi aradan çıkarırken yanlarına çektikleri Ernst Bloch’un—“kaderci, karanlık ve ölümcül”, tüm kötümserliğiyle Eros’un karşısına Thanatos’u dikmekten uzak durmayan— psikanalizi nasıl ele aldığını, umut ilkesini nereye yerleştirdiğini anlamaya çalıştım.

Bloch’un, Freud’un “dürtü kuramı” bağlamında söylediklerine itirazı yok. Kendiliğinden (“nefsani”) itkisellikle yaşadığımızı, itkisel/güdüsel yönelimin ardında bir eksik ve doyuma yönelik amaç olduğunu, —nesnel dünya içre deneyimlerle, giderek— kendiliğinden yönelimin doyumsal tahayyül ve tasavvura bağlanmak suretiyle arzulaştığını, istemenin —arzuyu kuvveden fiile çıkarmaya talip olmak suretiyle— edilgen arzulayıştan öte olduğunu söylüyordu —o da. Eros-Thanatos (dürtü karşıtlığı/diyalektiği), ben, ben güdüsü-üstben, haz ilkesi/gerçeklik ilkesi de öyle. Freud’un doğrudan adını koymadan “uygarlık” diye andığı “burjuva” verili —toplumsal— gerçekliğinin (meta dünyası ve ideolojisinin) duvarına çarpıp “burjuva-bireysel libidinal akış kırılması” olarak dönen şeyden (‘bastırma/bilinçdışı’ndan) söz ediyordu sonra. İd’e bastırılana Freud’un tuttuğu rasyonel ışıktan, bilinçdışına ışık tutulan kişinin gösterdiği “direnç”ten, bastırılanın nevrotik yansımalarından, “kültürün huzursuzluğu”ndan dem vuruyordu. “Aynı devrin ve sınıfın insanlarında bile bir aslî zemberek görülmez” vurgusuyla, devre ve sınıfa teşmil edilecek bir zemberek değil, benin güdüsel olanla ilişkisinin kurduğu öznel tarihselliği işaret ediyordu —kanımca. Dahası; “Freud bunun [siyasal/toplumsal olanın] ‘kişisel’ ve ‘biricik’ olduğunda o kadar ısrarlıdır ki (onu Jung ile bozuşmaya iten nedenlerden biri buydu), her şeyi psişik aygıtın üzerine kazımayı sürdürmekte[ydi]” diyen Baker’in Jung’unu, o, “faşistçe köpüren psikoanalist”, “romantik-gerici sapma”nın adamı, bilinci bilinçdışı kuyusuna tıkmak isteyen “faşist-mitleştirici”, vs. olarak (bilhassa ve hiddetle) anmaktaydı.[42]

Bloch’un Freud’dan ayrılışının hassas noktasıysa, “gündüz düşleri”ni gece düşlerinden ayırması ve “umut ilkesi”ni onlara yüklemesiydi. Gündüz düşlerini, —yine bastırma süreçleriyle bağlantısı içinde— gece düşlerinin bir ön örneği olarak alan Freud’dan ayrılıyor ve onu, —gerçeklik diye sadece burjuva toplumunu ve onun mevcut dünyasını tanımak suretiyle— umutlu tahayyülün yükleneceği müstakil gündüz düşüne uzak düşmüşlüğüyle anıyordu. Üstbenin sansürüne kulak asmayan, Marksist daha iyi bir yaşam ütopyasının (tahayyülünün) işlendiği ve sanatsal yaratma ediminin tutunduğu şeydi gündüz düşü. Yüceltme avunusu da değil; hayattan ne istiyorsa onun muhayyiledeki karşılığı. Bense, verili gerçeklikle çatışmasını sorunsallaştıran bireyin bastırılmış olana (siyasal ya da estetik) hayal hanesinde yer açması olarak görürüm umudun yüklendiği gündüz düşünü. Yabancılaşmanın ifadesi olan o kendinde bilinci (‘kendinde sınıf’) kendisi için bilince (‘kendisi için sınıf’) ya da sanatçı bireyin başının hoş olmadığı şeyi muhayyilesinde dönüştürmeye el verecek gücün kaynağıdır bastırılmış olan.[43] Fakat burada benim için asıl önemli olan husus, —kaynağını şurada ya da burada görsün— Bloch’un, daha iyi bir gelecek hayalini (ya da umut ilkesini) Marksist bir yol ve yordama (praksise) bağlamış olmasıdır. Baker’in, “bilinçdışına yönelen felsefi bir kategori olarak iş görmeye” çağırdığı, “bilinçdışı bir üretim tarzı olarak” kabul edilmesini önerdiği, “yeni değerlerin, yeni deneylerin ve yeni arzuların üretilmesini uyaracak”, “kendi kendini etkinleştirmesi beklenen aktif bir güç” olarak takdim ettiği “ignoramus”tan farklı bir şeydir, Bloch’un umut ilkesiyle yüklenmiş gündüz düşü. Benim, “sol melankoli” bağlamında[44] altını çizmek istediğim de odur; Bloch, gündüz düşlerini Marksist praksis içinde mütalaa ederken, Deleuze kaynaklı “arzu politikaları” erbabının, “arzu”yu, amaç ve nesnesinden münezzeh bir yola revan kılmaklığıdır. Ve o nedenle, Spinoza felsefesini o minvalde tasarruf edenlere, atıfta bulundukları Bloch’un paylaştığı Marksist “Pektoral Feuerbach teolojisi” eleştirisini hatırlatmakta yarar vardır.[45] Ya da, Bloch’un, —Aristophanes’in Kuşlar oyunundaki kuşların gökyüzünde kurdukları şehre atıfla— gerçekçilikten uzak, fantezilere kapılmayı ifade eden “bulutlardaki kuş yuvası” tabirini.

Öyleyse; komünist demokrasi ufkunu kerteriz alıp yola düşmedikçe Eros’un Thanatos’a galebe çaldığı menzile yürüyemeyeceğimizi hatırlatacağız Freud’a[46]; arzu fetişizmi ile sevinç kesilmek değil, tek tek insanların doğadan kaynaklanan güçlerini devrettikleri öznenin —üstün gücü kullananın— halk olduğu siyasal düzen için demokrasi mücadelesine çağıracağız conatusçu romantikleri[47] ve —aklın/nedenlerin yeterli bilgisine hürmetle pratik arasına giren bilinçdışı süreçleri unutmadan— bastırdıklarımızla/bastıran güçlerle yüzleştikçe, bastırılmış bilinçdışının esaretinden kurtuldukça zenginleştireceğiz Bloch’un Marksist tahayyülünü.[48]


[1] Youtube’da da kayıtlı olan bu oturum 15 Aralık 2022’de gerçekleştirilmiştir. Sunum öncesi, verimli bir tartışma ortamının zemini olması niyetiyle Birikim dergisinin Mart 2022 tarihli 395. sayısında —sunumun kaynaklanacağı— ‘Bir Ulus Baker Okuması/ Freud’un psikanalizi, Spinoza’nın felsefesi ve ‘yaratma edimi” başlıklı bir yazı yayımladığımı da hatırlatmak isterim.

[2] Orhan Koçak, ‘Ulus Baker Yazısının Peşinden’ başlıklı yazısında (12 Temmuz 2007, Birikim Güncel), Baker’in söylemine ilişkin şunu vurguluyor: “Hınçları değilse bile kızgınlıkları vardır yazarın; bunlar kimi zaman sadece cümle kuruluşunun, başlatılmış (ve artık geri alınamayacak olan) sözel jestin ürettiği meydan okuyuşlar olsa bile bazı belirgin kızgınlıkların tekrarlandığı görülür. Hedefleri ve hedef tahtaları vardır. Orada süregiden ama titreşimleri şuraya da ulaşan bir savaşın (polemos!) artçı ve bazen de öncü muharebelerini veriyordur. Freud’a ve genel olarak psikanalitik düşünüşe husumet beslediğini göreceğiz.”

[3] ‘Bilinçdışı’nın (‘unconscious’), doyumlandırılma arayışındaki dürtünün ‘temsilci düşünce’si (‘temsilci fikir/idea’) üzerinden bastırılmak (fikrin işaret ettiği nesne yatırımından alıkonmak) suretiyle (‘repression’) oluştuğunu hatırlayalım. (Dolayısıyla, bilinçdışının oluşumu, ‘dinamik-topografik-ekonomik’ boyutları dahilinde ‘metapsikolojik’ bir edimselliktir.) Bilinçdışının bu konumu ve işleyişiyle psikanalizin bilim nesnesi olduğunu ve ama bilinçdışı derken (bastırılmış olanın dışında) —bir zarf ya da nitem olmak suretiyle— bilinçli olmama halinin (‘unconsciousness’) kastediliyor olabileceğini de hatırlayalım. 

[4] ‘Bilinçöncesi’ (‘preconscious’), bilinç ve bilinçdışı ile birlikte ‘birinci yerbetimsel/topografik ruhsal aygıt bölümlemesi’nin (‘bilinç-bilinçöncesi-bilinçdışı’) bir parçasıdır. Uygun koşullarda bilinçdışı ruhsal malzemenin bilince yükselme yatkınlığı kazandığı yerdir. Spinoza/ ‘Yöntem, Tanrı, Demokrasi’ (Dost Y., 2021) isimli değerli çalışmasında Eylem Canaslan, “[A]klın zihnin sağaltımı için doğrudan üzerinde çalıştığı birincil malzeme, upuygun-olmayan idelerin kendisidir. Akıl-arzu, tutku-arzuyu ancak bu şekilde kontrol altına alabilir,” der. Bu ise, “tutkuların bastırılması, inkârı veya hor görülmesiyle değil, Freudcu ilkenin bir prototipi üzerinden, bu tutkulara yol açan gerçek nedenleri[n] anla[şılmasıyla]” sağlanacaktır. Yani, tutkulara dair (‘nedenlerin yeterli bilgisi’ üzerinden) açık ve seçik ideler oluşturulacak; bu sayede, ‘tutku-duygular’, —faili biz olduğumuz— ‘eylem-duygular’ haline dönüşecek; yükselen anlama yetisi, kendinden hoşnutluk, erdem ve metanetle donanmak suretiyle Spinoza’nın “kutluluk” düzeyine, dolayısıyla, “en temelinde” akıl ve ruh sağlığına erişilecektir. Canaslan, aklın ve ruhun selameti açısından takip edilmesi gereken bu yolda (upuygun olmayan idelerden olanlarına —‘birinci türde [imgelerle kurulu] bilgi’den ‘ikinci türde bilgi’ye [ussallıkla kurulu olana] yolculukta, —Etika’nın II. Bölüm 40. Önerme, Not 1’ine atıfla— “imgelemin akla yardımcı kısmı”nın (“seçik imgelem”in: “zihnin bir şeyin imgesini diğerlerinden ayırabilme ve bu şeyin kendi özelliklerini başka imgelerle karıştırmadan ayrık olarak temsil etme gücü”) önemli bir rol oynadığını da söyleyecek, hatta, duygu teorisinden hareketle “duygular sosyoloji”ni geliştiren Ulus Baker’in Spinoza’daki bu “seçik imgelem” kavramını yeterince dikkate almamış olmasını şaşırtıcı bulduğunu da bir dipnotla ekleyecektir (agy., s. 172-173). İşte, tam bu noktada, kitabı okurken, Canaslan’ın, psikanalizin “bilinçöncesi”ne atıfta bulunmuş olabileceğine dair bir not almışım (ki, o da, “psikiyatri alanından Spinoza felsefesi üzerinde bir inceleme için” benim ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakış’la Spinoza ve Felsefesi [Bağlam Y., 2014] çalışmama göndermede bulunmuş). 

[5] Hatırlarsak; ruhsal aygıtın ‘ikinci yerbetimsel/topografik bölümleme’si (‘yapısal kuram’ın da karşılığı olmak üzere) ’id, ben (ego), üstben (superego)’ tarzında olup id, içgüdüsel (itkisel [‘instinctual’]) enerjilerle yüklü filogenetik bir veriydi. Doğal olarak id’den herhangi bir fikre bağlı olmaksızın yükselen doyum talebi ise (içgüdüsel talep) doyum nesnesi ile bağlantısını (temsilci) fikir üzerinden kurmaktaydı (içgüdü/‘instinct’in böylelikle dürtü/‘drive’ niteliği kazandığını hatırlayalım). ‘Nesne ilişkileri’ bağlamında (bu demektir ki, ‘tarihsel-toplumsal maddi koşullar’ dahilinde) hem —bilinçli olmayan işleyişiyle— iç dünyanın taleplerinin, hem de —bilinçli işleyişiyle— dış dünya gerçekliğinin ayırdına varmak suretiyle gelişen ben ise, ‘haz ilkesi’ni ‘gerçeklik ilkesi’ne tâbi kılan üstben uyarınca (yaşanan ‘çatışma’/‘conflict’ münasebetiyle) bastırma (‘repression’) işlemini gerçekleştiren ruhsal merci idi.

[6] Buraya dek ruhsal aygıt ve işleyişine dair söylenenler Freud’un abartılı bir keşfi gibi gelebilir; lakin, çoğu Spinoza sevdalısı farkında olmasa da, özellikle de ‘dürtü kuramsal’ bağlamda anılanları Freud’dan 250 yıl önce ‘keşfeden’ Spinoza olmuştur. Şöyle der: “İstek [cupiditas], bilinçli itkidir [appetitus].” Yani, istek, içgüdünün bir temsilci fikre bağlanmış (bilinci kurulmuş —“neyi arzuluyorum”) halidir. Freud’un, Dürtüler ve Uğradıkları Değişiklikler’de(1915), “Şimdi, zihinsel [‘mental’/ruhsal] yaşama biyolojik bakış açısından yaklaşacak olursak; dürtü, zihinsel olanla bedensel olanın sınırında bir yerde yer almaktadır” tespitiyle, Spinoza’nın (Etika’da), “anlığın kararlarının itkilerin kendilerinden başka bir şey olmadığı” ifadesi tümüyle örtüşür. Ya da, Spinoza’nın, bedensel olanla anlıksal olanın ilişkisinin itkisellik üzerinden kuruluşuna dair şu söyledikleri: “[A]nlığın kararı, itki ve bedenin belirlenimi doğada eşzamanlıdır; ya da daha doğrusu bir ve aynı şeydir ki, düşünme yüklemi altında görüldüğünde ve onun tarafından anlatıldığında ‘karar’ (‘decretum’), uzam yüklemi altında görüldüğünde ve devim ve dinginlik yasalarından çıkarsandığında ‘belirlenim’ (‘determinato’) olarak adlandırılır.” İşte; Freud’un psikanalizinin zihinsel olanla bedensel olan arasında kurduğu münasebet, tam da, Spinoza’nın Descartes’tan epistemolojik kopuşu gerçekleştirdiği eşiğe yerleşecektir. Lakin —tartışmamız açısından kıymetli—, Spinoza’da, dürtü-bastırma-bilinçdışı kavrayışı (Freud’un abartılı keşfi!) eksiktir —ki, ‘nedenlerin yeterli bilgisi’nin eksikliği de (Canaslan’ın işaret ettiği “karışık ve bulanık imgeler” ve “seçik imgeler” ayırımı da) psikanalizin söz konusu katkısı üzerinden değerlendirilmelidir. Kuşkusuz, verili kendilik bağlamında tutkulara ram oluşun, bastırma-bilinçdışı münasebeti dahilinde bir de “tarihsellik” (‘nesne ilişkileri tarihselliği’) boyutu vardır ki, Spinoza felsefesinde o da yoktur.

[7] Anılan başlıklar için, Freud’un 23 ciltlik külliyatına yayılmış olmakla birlikte, Rüyaların Yorumu (1900), Gündelik Hayatın Psikopatolojisi (1901), Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkileri (1905) ve Bilinçdışı (1915)’na bakılabilir.

[8] Az önce andığım yazısında Koçak, Baker’in Freud’a ve psikanalitik düşünceye husumetini vurguladıktan sonra, bilinçdışı karşısındaki önerisine ilişkin de şunları söylüyor: “İnsan’ı, ‘insan oluşu’ kökensel bir eksiklikle, muhtaçlıkla (hilflosigkeit) tanımlayan Freud’un süreğen bir kayıp olarak bilinçdışı kavramına karşı, kısmen Gaston Bachelard’dan kısmen de Gilles Deleuze’den (ki o da Spinoza ve Bergson’dan) devralınmış daha şen, daha gürbüz bir ‘bilinçdışı’ anlayışını seferber eder.”

[9] Çift tırnağa aldığım atıfların, Ulus Baker’in Aşındırma Denemeleri (‘Ignoramus=Bilmiyoruz. Bilinçdışının Bir Eleştirisine Doğru’, Birikim Y., 2000) ve Kanaatlerden İmajlara/ ‘Duygular Sosyolojisine Doğru’ya (‘Ignoramus: Psikanalizin Bilmediği’, Birikim Y., 2010) ilişkin olduğunu belirtmeliyim. Baker’in esas aldığım değinilerini değerlendirirken, Koçak’ın, Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sindeki sanat ve salonun esteti M. Swann’la Baker arasında kurduğu özdeşliği de hatırladım: ‘Sosyal teori alanında Swann’ın muadili biri olsaydı, —ki, o kişi, Baker’in başka yazılara baktığı gibi Baker’in yazılarına bakıp geçecektir— Swann’ın tanımlayıcı özelliklerini bulurdu Baker’in yazılarında,’ gibi bir şey. Peşi sıra gelenle açıklık kazanıyor: “Gezinen, gezinmeye çıkmış bir zihnin zorunlu yüksüzlüğü —Baker’e pek sevimli gelmediği anlaşılan bazı lûgatçelere göre ‘bağlanma eksikliği’ veya ‘duygusal yatırımların yüzer gezer niteliği’ olarak da betimlenebilecek bir yüksüzlük.” M. Swann tam da öyle bir adamdır.

[10] “Sol melankoli’ etrafında Walter Benjamin’i anlamak’ başlıklı yazımın (Birikim, Mayıs 2019, sayı 361), ‘Değerlendirme/Yorum’ başlığı altında Bejamin’in kendilik kuruluşuna dair (bu dipnota uyarlarsam) şu satırlara yer vermiştim: “Benjamin’in kişisel kurucu ‘ideal’inin mahiyeti ve o ideal nezaretinde kendiliğinin kuruluş sürecinin kırılgan bir ‘narsisistik’ yüklülük taşıdığı açıktır; narsisistik duyarlık, gereksinim ve yönelimlerini (depresif ve melankolik ruhsal gerilemelerini [‘regression’]) de öyle anlamak ve anlamlandırmak icap eder: ‘Ödipal/ fallik’ düzeyli yatırım ve hesaplaşmaları göze alamayışıyla, ‘yazma/yazarlık’ tutku ve çabasında ifadesini bulan ‘narsisistik’ kaygılarıyla, hayatla ilişkisinde korunma ve kollanma ihtiyaçları ile tanınması gereken bir adamdır Benjamin. Girişte söz verdiğim halde ‘yer’ veremediğim Mektuplaşmalar da Benjamin’in şahsi hikâyesine dair yaptığım tespitlerin doğruluğuna delalet eder kanımca. Yükselen faşizmden kaçıp Fransa’ya sığınan bir yazarın, onca yoksunluk, tehlike ve tehdide karşın, yazdıklarının muhafazası* ile birlikte yazması gerektiğine inandıklarını yazma çabasındaki yakıcı (ya da, ‘ölümcül’) ısrarını, herkesin akıl sır erdiremediği ‘Avrupa’dan —yazma dünyası ve dilinden— ayrıl(a)mama ‘inadı’nı da başka türlü anlamak mümkün değildir. Ve, elbet, varoluşsallığına anlam veren (kendisini kendi yapan) şeye el konulacağını hissettiği ânda yaşamını kendi elleriyle elden çıkarışını da.” [*/ Kadim dostu Scholem, onun ‘Kudüs Arşivi’dir. Büyük bir titizlikle yazdıklarını ona gönderir, ‘şefkatli’ korumasına teslim eder. Yorumumuz açısından da kıymetli; Scholem, Benjamin’in neredeyse çocukluktan dostudur. Entelektüel gelecekleri parlak iki ergendirler karşılaştıklarında. Scholem, Yahudi teolojisi, mistiği ve Kabala’ya yönelir; dünya çapında bir uzman olur. (Major Trends in Jewish Mysticism’i, ölümü üzerine, dostuna ithaf eder.) Mektuplaşmalar’dan (Walter Benjamin-Gershom G. Scholem/ Mektuplaşmalar, 1932-1940, çev. Saliha Yeniyol, Kolektif Kitap, 2018), serinkanlı —himayeye yatkın— bir duruşu olduğu izlenimini ediniriz (mektupları günyüzüne çıkaran da odur). Benjamin’in komünizm ilgisini, ‘materyalist’ eğilimlerini ve Frankfurt Okulu’na yatırımını pek sıcak karşılamaz. ’Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’ndeki “beyler”dir (s. 216) oradaki kalem erbabı; “tarikattir” orası (s. 318)].

[11] Çev. Tanıl Bora, cilt 1, İletişim Y., 2020.

[12] Agy., s. 69. Bloch’un, filogenetik bir veri olan id’deki içgüdüsel enerji (Freud) ya da conatus/varkalımsaç çaba (Spinoza) eşdeğerlisi bir şeyden söz ettiği açıktır. Eylem Canaslan şöyle diyor: “İnsanın özü her şeyden önce bir güç birimidir, Tanrı’nın gücünün parçasıdır. (…) İnsanın özü… öncelikle conatus’tur. İnsani conatus sadece zihinle ilgisi bakımından ‘irade’, sadece bedenle ilgisi bakımından ‘itki’ olarak adlandırılabilir (Spinoza/…, s. 173)”

[13] Deleuze ve Guattari (‘arzu politikaları’ müellifleri), psikanalizi, arzuyu, hep “Ne anlama geliyor?” sorusuyla karşılamakla eleştirirler. Psikanalizin, şu ya da bu nesnenin arzulanışını, bir eksikliğin (mahrumiyetin)/ihtiyacın temsili (göstergesi) olarak değerlendirmesini ve dolayısıyla, arzuyu —kaçınılmaz— nesnesi bağlamında mütalaa edişini. Psikanaliz, arzu ile ilişkisini “negatif bir imge” üzerinden kurmakla maluldür. (Bu yazıda ‘arzu politikaları’na atıfla söylenenler için, bkz. ‘İdeolojik-politik amaç ve nesnesinden muaf bir sol arzu ya da Bir Başka Devrim, Halûk Sunat, Birikim dergisi, Eylül 2021, sayı 389.)

[14] İtkisellik ve doyumla ilgili şunları söyler, Bloch: “İtki belki bir süre dindirilebilir; ilk seferinde, her iştah da doyurulur. Doymuş için, en kayıtsız kalacağı şey bir parça ekmektir; meraklı için, henüz yeni okunmuş gazeteden daha eskimiş bir şey bulunmaz. Ama peşinden her şey yeniden ayağa kalkar,  açlıkla beraber, asla soğutulmamış arzular başlar yine” (agy., s. 224).

[15] Agy., s. 70-72.

[16] Agy., s. 75. Bloch’un bu vurgusu, “aynı devrin” ya da “sınıf”ın insanı olsalar da, bireylerin “öznelliğini” (biricikliğini) göz ardı etmemiz gerektiğini hatırlatır bana. Bu ise, nesnel dünya ile münasebeti (ve bir ömür, “nesne ilişkileri” tarihselliği) ihmal edilmeksizin, bireyi, “öznellik” olarak muhatap alan psikanalizin konumunu hatırlatmalıdır.

[17] Agy., s. 75-76.

[18] Daha ileride, zıt duygusal içerik taşıyan duyuların haz dolu birlikteliğinden söz ederken şunu söyler: “Nefretin boşalımını sağlayan intikamın tadı güzeldir, neredeyse sevginin boşalımını sağlayan bir parça şehvet kadar” (agy., s. 101).

[19] Freud, Dürtüler ve Uğradıkları Değişiklikler ‘(Instincts and Their Vicissitudes’, 1915, Standard Edition, c. 14) isimli çalışmasında, beni cinsel dürtülerin baskınlığından koruyan ikinci bir dürtüden söz eder: “ben dürtüsü=kendini koruma dürtüsü” (‘instinct of self-preservation’). Cinsellikten ayrı ve ona karşıt işleyen dürtüsel bir güç. “… —aşk ve nefret— herhangi özgün bir ortak varoluştan yükselmediler, değişik kaynaklardan ortaya çıktılar” (agy., s. 138). Ancak, Haz İlkesinin Ötesinde’de (‘Beyond The Pleasure Principle’, 1920, S. E., 18), cinsel dürtüyü haz ilkesine bağlarken ben dürtülerini gerçeklik ilkesi ile bağlantılandıracaktır: “Bu ilke [gerçeklik ilkesi] doyumun ertelenmesini, hoşnutsuzluğun ödünlenmesini, doyumun uzun ve dolaylı yollara itilmesini sağlar” (agy., s. 10). Böylelikle, ‘ben güdüsü’ ‘üstben’ kavramıyla karşılanacak, dürtü kuramı da, iki karşıt dürtü (yaşam dürtüsü/Eros ve ölüm dürtüsü/Thanatos) üzerine kurulacaktır.

[20] Burjuva muhitinden edinilen “terbiye” dahilinde (‘gerçeklik ilkesi’ne itibarla) ‘haz ilkesi’nin egemenliğinden kaçınmanın bir yolu da dürtüsel doyum talebinin özgün amacından muhitin kabulü dahilinde bir tasarrufa kaydırılmasıdır: ‘süblimasyon’ (Bora, bunu, “yüceltme” yerine “uçundurma” ile karşılamış). Daha sonra paylaşacak Bloch; hayır işlerine, yakınların/komşuların esenliğine ya da sanatsal edime, kabaca insanlığa hasredilen cinsel güdüdür bu (“libidinal/cinsel” olanın “yaşam” dürtüsü olduğunu unutmadan!).

[21] Bloch’un andığı “burjuva muhiti terbiyesi”nin uygarlığa/kültüre dönük maliyetini, Freud, Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’nda (‘Civilization and It’s Discontents’, 1930 [1929], S. E., c. 21) irdeleyecektir.

[22] Bora, nedense, “psikanaliz”i tercih etmiyor; “psikoanaliz” diyor.

[23] Freud’un derdi, bir hekim olarak, yolundan saptırılan dürtüselliğin yol açtığı “nevroz”u sağaltmaktır (sağaltımın dolaylı yoldan —yapısal dönüşümle— sağlandığını bilelim). Ama tabii, üstben (öncesinde, “ideal ben”) olarak içselleştirilmiş gerçeklik ilkesinin o “birey”de esnetilebilir sınırları dahilinde işler psikanalitik çalışma. Bastırılanın ne kadarı yüceltmelere, ne kadarı muhitin telkin ettiği gerçeklik değerlerini yıkıp yeniden yaratma mücadelesine (‘estetik-politik poetika’ya) akıtalabilecektir, onun da şahsın hikâyesine tâbi olduğu unutulmadan. (Paragraftaki alıntılar, Umut İlkesi-1, s. 76-79’dandır.)  Yaratma edimi ve yüceltme ilişkisi için, bkz. “Yaratıcı’ sanatsal edim’ ve ‘yüceltme’nin psikanalitik bağlamda sorgulanışı’, ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Yaratıcı Tavır, Halûk Sunat, Notabene Y., 2019, s. 199-221.

[24] Rüyalar, psikanalizin, bilinçdışına uzanan via regia’sıdır (“Kral Yolu”).

[25] Paragraftaki alıntılar, Umut İlkesi-1, s. 79-82’dendir.

[26] Bütün kitap boyunca bu (vb.) terkip “gayrı” ile kurulmuştur. Kanımca doğrusu, “gayri” olmalıdır: “gayri şahsi” (şahsi olmayan —gayri meşru, gayri ahlaki, gayri ihtiyari… gibi). “Gayrı”ya örnekse: “Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı” (derde çareden ‘başka’ ne ararsan bulunur, anlamında).

[27] Aralarındaki farklılıktan dolayı, doğrusu, Jung’un bilinçte olmayanı anışını “bilinçaltı” (‘subconscious’) olarak adlandırmaktır. Bu arada, Bloch’un —bütün bu söylediklerine karşın— Freud’la Jung’u ortaklaştırdığı “ekonomik-toplumsal koşullara ait bir değişken olarak tartışılma[yan]” bilinç-dışı tespitini ‘Değerlendirme’ başlığı altında ele almam uygun olur.

[28] Son iki paragraftaki alıntılar, agy., s. 84-91’dendir.

[29] Baker, Freud’un izahına atıfla, “Neden rüya bilinçdışı içeriklerin rüya düşünceleri adı verilen simgeleştirilme süreci içinde çarpıtılması olarak anlaşılmak zorunda olsun?” diye soruyor ve rüyaların doğrudan, “toplumsal siyasal dünyanın düzeneklerinin içine dahil edilme[leri]” gerektiğini vurguluyordu. Halbuki, Freud —hatırlayalım—, rüyanın, uyku koşullarında hafifleyen sansür işleyişinden istifade ile bilinçdışına bastırılmış malzemenin (rüyanın ‘gizli/latent’ içeriği), bilinçöncesine yükselmesi ve orada ‘yoğunlaştırma, yer değiştirme ve —konusal, zamansal— tersine çevrilme’ işlemleriyle (imgeselleştirme, ‘rüya işlemi’ [‘dream work’]) görünürlük kazanmasının (rüyanın ‘görünen/manifest’ içeriği) karşılığı olduğunu söylüyordu bize. Yani, Bloch’un da vurguladığı üzere, atavist sırlarla dolu çuvalın ağzının açılışı değil, “yeni olmayan” ve fakat bastırılmış olanın imgesel görünürlük kazanmasıdır rüya (bizi bastırılmış olana taşıdığı için “Kral Yolu”dur bir nevi). Hatırlayalım; Freud’un “tekinsiz”i ele alışı da aynı anlayışa dayanır.  Almanca karşılığıyla unheimlich tekinsiz olan—, bastırılmışı yankılayandır.

[30] Analizan (Fr. ‘analysant’, İng. ‘analysand’), burada, analizde olan kişi anlamındadır. Lacan’ın altını çizişiyle, analizde olan kişi, çözümlemeyi üstlenen, çözümlemenin asli faili olandır.

[31] Şu da not edilmeli; arzu doyurumu, —sınav düşlerinden çığlıkla uyanılanlarına dek— korku düşleri için de geçerlidir; nihayetinde arzu arzudur ve rüya yaşantısı arzu ile sansür arasındaki gerilimin yansımasıdır. Şunu not eder, Bloch: “Freud, korku ile arzuyu salt katı zıtlıklar olarak ele almamakla bu müşkülâta neredeyse iradesi dışında diyalektik bir tarzda yaklaşır” (agy., s. 111). Daha ileride bir yerde de şu: “Bizzat Freud, zıt güdü duygularının sadece geçişli değil içiçe olduğuna işaret eder, öyle ki, ‘korku ve arzu bilinçdışında örtüşürler’” (agy., s. 114). (Bu gayri iradi “diyalektik” yaklaşımın, Freud’da, bilhassa ‘dürtü kuramı’ için geçerli olduğunu da ben hatırlatmış olayım.) Nihai olarak şu tespiti paylaşır Bloch, bizimle: “Ve uyku tutturmayan kâbuslar için olduğu kadar pınarın altında uzanan çayır ve onun sembolleri için de aynısı geçerlidir: her düş arzunun doyurulmasıdır” (agy., s. 115).

[32] Bu paragraftaki alıntılar için, bkz. agy., s. 106-115.

[33] Sözgelimi, Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları da o anlayış üzerine kurmuştur uygarlıkla hesaplaşmasını: haz ve gerçeklik ilkesinin çatışmasının belirlediği uygarlık (adı burjuva olabilir ya da sosyalist).

[34] Bu paragraftaki alıntılar için, bkz., agy., s. 116-117.

[35] Bu paragraftaki alıntılar için, bkz., agy., s. 120-126.

[36] Bu paragraftaki alıntılar için, bkz., agy., s. 130-151.

[37] Biliminsanının bilim nesnesi ile ilişkisi bağlamında, bkz., ‘Louis Althusser’in Felsefi Yordamı ve Psikanalizin Konumu’ (‘Birey Sorunsalından Solun Melankolisine’ Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı, Halûk Sunat, Pinhan Y., 2021içinde, s. 13-22). Ayrıca, bkz. ‘Felsefi Bakış ve Zamanın Ruhu İçinde Konumlanış’ (Freud’un Psikanalizi/ ‘Kuram, Uygulama, Kültürel Açılımlar’, Halûk Sunat, Pinhan Y., 2020 içinde, s. 183-192). 

[38] Paragraftaki alıntıları için bkz., s. 164-207.

[39] Marksist somut, geleceğe ehil ütopya, “[ö]ngörücü tasavvurun etkisi, umudun sahası” içinde (Umut İlkesi-1’in daha başlarında —‘Önsöz’de) anılmıştır: “umut yalnızca duyu olarak, korkunun karşıtı olarak değil (…), daha esasa dair bir önemle, bilişsel mâhiyette istikamet tayin edici bir edim olarak anılacaktır” (agy., s. 30). Az daha ileride: “Ancak önceden resmini çizmek özgür ve düşünülmüş bir tasarıma inkilâp ederse, işte o zaman esas ütopyaların, yani planlanmış veya taslağı çizilmiş ütopyaların alanına girilmiş olur “ (agy., s. 32). “Somut ütopyanın pratiği”dir bu, sosyalizm ufkuna bakıştır: “Umut imgelerinde illüzyon-olmayan, reel-mümkün olan her şey, Marx’a götürür ve dünyanın sosyalistçe değiştirilmesine hizmet eder —her zamanki gibi duruma göre çeşitlenerek, koşullara uygun ayarlamayla” (agy., s. 36).

[40] Paragraftaki alıntılar için, bkz., agy., s. 313-408.

[41] “Tezler”le ilgli bir değerlendirme  ve Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’na değini için, bkz. ‘Birey Sorunsalından Solun Melankolisine’ Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı içinde ‘Yabancılaşmadan Komünizme Marksizmin Yol Hikâyesi’ başlığı.

[42] Daha önce bir dipnotta değinmiştim; Bloch, aralarındaki onca ayrıma karşın, Jung’la Freud’un bilincin dışı ile ilgili yaklaşımlarını bir noktada ortaklaştırıyordu; “ekonomik-toplumsal koşullara ait bir değişken olarak” tartışmıyorlardı bilinçdışını. Arkaik derinliğiyle Jung’un bilinçaltısını, Freud’un bir ömür nesnel dünya ile ilişki (’nesne ilişkileri’ tarihselliği) dahilinde kurulmuş (ve devingen) bilinçdışısını toplumsal olanla aynı mesafeye yerleştirmek Bloch’un kendisi için de tutarsızlıktır. Bireyin “ruhsal gerçeklik”i ile toplumsal olanın etkileşimini (epistemolojik olanın ötesinde), misal, Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’nda da görmek mümkündür halbuki.

[43] Yazının kendine mahsus çerçevesini aşmamak üzere şunları söyleyerek kapatmak isterim: Cinsel (‘sexual’) dürtü derken bildiğimiz cinsel edim/ilişkiye sınırlı bir şeyden söz etmiyoruz (şunu da söylemek caiz; psikanaliz o harcıâlem cinselliğin bittiği yerde başlar). Anne memesi ile ilişkiden cinsel birleşme ile yaşanan ilişkiye değin her türlü doyumsal yatırımımız cinsel dürtü=yaşam dürtüsü=libidinal dürtü kapsamındadır. Bloch’un da, anlaşılır kılmak üzere ifade ettiği gibi, “bir boşluğu, bir yetersizliği, eksik olanı, dışsal bir şeyle doldurmayı arar” bir güdü. Menzilinde karı da vardır, ekmek de, iktidar da. Güdü, ya özgün (doğrudan cinsel) arayışıyla cinsel nesnesinde doyumlandırılacak yahut bastırılacak, olmadı, ya özgün amacından arındırılıp o güdüsel enerjiye muhtaç hayat içre (toplumsallaştırılabilir) düşünsel/kılgısal edimlere tahvil edilecek (‘yüceltme’) ya da —bastırılanla-bastıranın bir uzlaşısı/biçimlenişi olmak suretiyle— (‘symptom compromise/formation’) bir nevrotik belirtiye tahvil olacaktır. Sözü şuraya getirmek istiyorum; Bloch’un sahiplendiği gündüz düşü, bastırılmış olanın çekim gücü azaldıkça, bastırılmış olan bilince kazandırıldıkça, bilinç bastırılmış olanın yarattığı maluliyetten sıyrılıp özgürleştiği oranda ‘Marksist tahayyül’ salim bir zemin ve hayat bulacak; hatta, —bastırmaya yenik düşmeden— yüceltmelerle kazanılmış yetilere de tutunarak müessir bir tahayyül olacaktır. Ötesi, kendi saçını toplayamayanın komşuda gelin başı yapmaya soyunmasıdır ancak.   

[44] “Sol melankoli” değerlendirmem için, bkz. ‘Birey Sorunsalından Solun Melankolisine’ Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı içinde ‘Sol Melankoli Bahsi’, s. 213-253.

[45] Spinoza-Deleuze-Guattari/ ‘arzu politikaları’ eleştirisi bağlamında, bkz. (az önce andığım) ‘İdeolojik-politik amaç ve nesnesinden muaf bir sol arzu ya da Bir Başka Devrim’ başlıklı yazım. “Sürekli sevinç[te] olmak, sevince dönüşmek, sevinçten ibaret olmak ya da sevinçte kalmak”ın conatussal romantizminin eleştirisi olarak, bkz. ‘Spinoza ile sevinç kesilmek’, Halûk Sunat, Birikim dergisi, Eylül 2017, sayı 341.

[46] Freud’un özgünlüğü, insanı, romantik bir yüceltme ile yüklemeden (kurucu gerçekliği ile) kabullenmesi ya da veri almasıdır. Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’nda da, hayatı, Eros’la Thanatos’un arasındaki savaşın eseri olarak anar. Söz konusu savaşın herhangi bir uygarlık içindeki seyrinin anlaşılması, bu iki güdünün çıplak (bedensel/biyolojik) güçler olarak değil, “nesne ilişkileri” (kuşkusuz, kişinin kendiyle de ilişkisi) bağlamındaki serüvenlerinin anlaşılmasıyla mümkündür. Hasılı, mesele, insan türünün, birlikte yaşamın huzurunu bozan saldırganlık ve özyıkım güçleri ile nasıl ve ne oranda baş edebileceğidir.  ‘Uygarlık’ (aslında geniş manasında ‘kültür’) üzerine aldığı sözü şöyle nihayetlendirecektir, Freud: “Artık diğer ‘semavi güç’ün, ebedi Eros’un, kendisi gibi ölümsüz olan rakibiyle giriştiği kavgada kendi üstünlüğünü göstereceğini umabiliriz. Ama zaferi ve sonucu kim önceden kestirebilir ki?” (Uygarlığın Huzursuzluğu,çev. Haluk Barışcan, Metis Y., 1999). Anılan temelde bir okuma için, bkz. Byung-Chul Han’ın Eros’un Istırabı (Metis Y., 2019), Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü (İnka Y., 2021) ve Palyatif Toplum/ ‘Günümüzde Acı’(Metis Y., 2022) çalışmaları.

[47] “Conatusçu romantikler” derken, bir başına conatus güzellemelerinin vaatkârlığına sığınanları kast ediyorum. “Romantikler” diyorum, sözgelimi, Cemal Bâli Akal’ın, Varolma Direnci ve Özerklik/ ‘Bir Hak Kuramı İçin Spinoza’yla’da (Dost Y., 2004) andığı üzere, soyut bir akla (‘akl-ı selim’e, Akal’ın tabiriyle “makul [elverişli, uygun] akla’) davetin ötesinde, varoluşsal özerkliğe uzanacak yolların hayatın içinden nasıl geçirilebileceğine akıl yoran bir Spinoza’dan; insanların farklılıklarını tanıyan, seçkinciliğe zaaf göstermeyen, soyut yüceltilmiş insan kavramına yüz vermeyen, herhangi bir aşkın değerliliğe itibar etmeyen, bedensel/düşünsel özerklikler üzerinden örülmüş —iç etkileşmeleri öylece kurulmuş— bütünlüğe uzanan yolların tasavvuruna ve yolculuğuna talip bir Spinozacılıktan ayırmak üzere. Ya da, misal, Spinoza’nın metafiziğinin bir praksis (aktivite felsefesi) olduğunun altını çizen, Etika’nın davet ettiği (conatus uyarlı) ussal yolculuğun, ancak —ve olabildiğince— özgürlükçü siyasi edim içinde gerçekleşebileceğine (maddileşebileceğine) işaret eden, metafizik olanla siyasi edimsel olanı devingen işbirliğine çağıran Etienne Balibar’ın (Spinoza ve Siyaset, 1985) hassasiyetine işaret etmek üzere. Yahut, devletin hükümran olmadığı, daha doğrusu devletin olmadığı, yatay varoluşsal özerklikler toplumuna/toplamına yolumuzu çıkarmak umuduyla. Teolojik-Politik İnceleme ile Politik İnceleme arasındaki yolu “demokrasi kuramı” değil, “demokratikleşme kuramı” anlayışıyla kat etmek üzere.

[48] Bilvesile; Spinoza ve ondan el alan felsefi açılımlarla temas kurarken yararlanabileceğimiz Marksist bir mercek olarak, bkz. ‘Marx’tan Spinoza’ya Spinoza’dan Marx’a’ Güncel Müdahaleler (Dost Y., 2017). Örneğin; Albiac, özneyi ve ereği değersizleştiren bir çözümleme ile devrimci politikayı inşa etmenin imkânsızlığına değiniyor (bkz. s. 304); Casarino, Marx’ı anlamadan Spinoza’yı anlamanın mümkün olmadığını savunuyor (bana kalırsa, psikanalizi bilmeden Spinoza’yı [‘ruh-beden’ bütünlüğü bağlamında] anlamak da —bkz. s. 306); Read, “Spinoza’nın arzu kavrayışında, arzu her zaman ilişkiseldir, her zaman duygular ve tarihle [!] çerçevelenmiştir (…) Bir şeyi upuygun kavramak, ortaklaşa düşünmek, anlayan diğer insanlarla birlikte aynı düşüncelere sahip olmak demektir” (çev. Eylem Canaslan, s. 93, 94) diyor ve ekliyor (ve ‘bireysel’ olanla toplumsal/kolektif olan arasındaki münasebete işaret ediyor): “Bu birey-ötesi kuruluş, hem bireyliği hem de kolektifliği belirler.” Devlet çeşitli kurumsal işleyişleriyle bireye, birey —arzu, çaba ve mücadalesiyle— kurumsallıklara etki eder. Asmus’sa Spinozacılığın “Akhilleus topuğu”nu açığa çıkarıyor: “Spinoza insanı tarihten çekip koparmaktadır; ‘tarihsel sürecin dışında ele alınan soyut bir insandır’ onunki” (çev. Emine Ayhan, s. 127). Onun için tarih bir olgular hazinesi, zihinsel bir gıdadır. Thomas ise, “toplumsal bütünlük yahut insan toplumu, Natura’nın gerçek anlamda sınırsız ve ebedî olan bütünlüğünün sınırlı bir alt kümesi, yani tek töz içindeki sonlu bir tarzlılığıdır”ı (çev. Emine Ayhan, s. 226) hatırlatmakla birikte, Althusser’in, bir toplumsal bütünlüğün beşeri pratiklerin toplamı ve o itibarla tarihsel olarak özgül bir oluşum olduğunu ihmal etmeme kaydı düştüğünü de hatırlatıyor. Yovel ise, Spinoza’da kurtuluşun kişisel olduğu görüşündedir. Nihayetinde ‘üçüncü türden bilgi’ye dayanan, zihinsel/bilişsel seküler bir kurtuluştur onunki. Marx’ta ise kolektif ve tarihseldir. Spinoza’nın kurtuluş önerisi ‘yarı-kurtuluş’ olmak üzere ‘çokluk’a, Marx’ınki ise, ’proletarya’ biçimindeki evrensel/tarihsel çokluğa yöneliktir. Spinoza’nın aksine Marx, ütopyacı ve teleolojik yönelimlidir (öyle olunca da, ‘bilimsel zorunluluk’ dediği şey “seküler bir mesiyanizm”le örtüşür —bkz. s. 288-289). 



No Responses Yet to “Freud, Bloch, Baker ve ‘umut ilkesi’”

  1. Yorum Yapın

Yorum bırakın