Yaratma edimine ve yazınsal metne ‘psikanalitik duyarlıklı bakış’

12Nis24

Bu söyleşi, Aynur Kulak ve Halûk Sunat arasında yazılı olarak gerçekleştirilmiş ve Birikim dergisinin Ağustos 2023 tarihli 412. sayısında yayımlanmıştır.

1/ Kitaplarınızı değerlendirdiğimizde, insanın “yaratıcı edim”ine ilgi duyduğunuzu ve psikiyatri/psikanaliz eğitiminizin ışığında, romanları ve öyküleriyle yazarları odağınıza aldığınızı görüyoruz. Kuşkusuz psikiyatri/psikoloji disiplinleriyle edebiyatın ortaklığı hepimizin malumu; dolayısıyla, sizin de mesleğinizle birlikte edebiyatla yol alışınız anlaşılabilir. Bu birlikteliği, birlikte yol alışı bir de sizden dinleyebilir miyiz?

Ben 1974 yılında Tıp Fakültesi’ne (Cerrahpaşa Tıp Fakültesi) girdim. Yarım asır falan olmuş herhalde! İlkokulda fevkalade çalışkan ve başarılı bir öğrenci olarak “temayüz ettiğim” (bu lafları edebildiğime göre yaşımın adamı olmuşum demek!) ve kaçınılmaz (genel kabul o yöndeydi) “doktorluk” kaderi karakterime nakşedildiği için tıp yolunda yürüdüm. Tabii, zamanında ‘insan’a dair duyarlık, özveri, fedakârlık (özgecilik) falan diye takdim ve takdir edilmişse de, hekimliğin toplum/kültür katındaki albenisi ile tahkim edilmiş “narsisistik” bir yolculuk olduğu açık. Ama alttan alta yürüyen bir “ders dışı” okuma ilgim de vardı benim. Ta, ilkokul döneminde (o zaman Büyükçekmece’de otururduk ve Büyükçekmece, İstanbul’un taşrası —bir nahiye— idi) annem-babam İstanbul’a gidip döndüklerinde bana (herhalde yanlış hatırlamıyorum) “Özyürek Yayınları” hikâye kitaplarından getirirlerdi —sarıya çalan yapraklarının kokusunu, kitabın sayfaları arasına gömülmüş küçük kızıyla amblemini, elime aldığımda verdikleri sevinci hiç unutmam. Hâlâ da kitapların somut kimlikleri (kapakları, sayfaları, elimin altında benimle birlikte oluşları) çok kıymetlidir benim için (kitaplığım yarım asırlık kitaplarla dolu!). Nasıl diyelim; tıp fakültesine (tıp dünyasına) katıldıktan sonra o alttan akan ilgi (o dip akıntısı) daha bir yüzeye çıktı ve tıpla, edebiyat-felsefe-siyaset birbirleriyle harmanlanmak üzere en uygun yatağı psikiyatride ama asıl psikanalizde buldu bende. İyi bir hekim de olmak istiyordum, “devrimci”ydim de; hasılı, dünyayı anlamak, yorumlamak, dünya ahvali ile iç içe geçmiş insanlık hallerini bilmek istiyordum… öyleyse edebiyat, siyasetbilimi, felsefe, Eric Fromm’lar, Wilhelm Reich’lar falan filan. (Tabii, işte, ne kadar oluyorsa —“gökyüzü gibi hiçbir yere gitmeyen çocukluk”!) Ama sonra, İstanbul Tıp Fakültesi’nde psikiyatri uzmanlık eğitimim sırasında psikiyatrinin de —tıbba mensubiyeti muhafaza kaygısıyla olmalı— öyle, organik organik aktığını fark edip kendimi psikanalize attıydım: allahtan kendimi atacağım (eğitim analizi verme yeterliliğini Almanya’da edinmiş) bir analist ve sediri (‘cauch’, divan) vardı —yedi yıl yattım, anlattım: gidip gelmesi yedi yıl süren yol neyin nesidir, demeyin, Proust binlerce sayfa nasıl/neyi anlattı? Hasılı; gerek psikanaliz, gerekse estetik-poetik ve politik açıdan, insanı insan yapan “yaratma edimi” ise; yani, mevcutla yetinmeyen, hem verili kendi gerçekliği, hem de genel geçer gerçeklikle çatışmayı göze alıp kendini ve hayatı yeniden kurmaya sıvanmaksa insanı insan kılan, andığınız mecralarda dolana dolana yol almak (“psikanalitik duyarlık”la sanatta, siyasette ya da felsefede yaratıcı çabayı yoklamak) kaçınılmazdı benim için. Tabii, siz sormuş olduğunuz için söylüyorum; yoksa, felsefe, siyasetbilimi, edebiyata dair söz sahibi muhterem bir kişilik gibi konuşuyor olmayayım; kendi hâlinde, kendine kadar benimki.

2/ Bu söyleşimizde odağımız, “Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla” kurduğunuz Romanları Yaşamak (NotaBene Y., 2018)ve Yaratıcı Tavır (NotaBene Y., 2019) olsun istiyorum. Az önce de, “insanı insan yapan” dediniz —yaratma edimine dair. Diğer canlılarda da yaşamı sürdürme çabası içinde bir yaratma/üretme edimi varsa, aradaki fark nedir?

Evet; diğer canlıların da yaşamda kalma, varkalım çabası içinde neler neler yaptıklarını biliyoruz. Günebakan bitkisinin güneşi kollayıp boynunu uzatmasından tutun da, binbir maharetle hayat kuran karıncalara, ötekini üremeye ayartmak için cilveleşenlerine dek insan dışı canlılarda da “manidar” davranışlar var elbet. Ancak, Marx’ın da 1844 Felsefe Yazıları’nda altını çizdiği üzere, insana türsel bir varlık olarak vasfını kazandıran onun “bilinçli yaşam etkinliği”dir. Doğa ve öteki ile ilişkisinde kendini, kendiliksel/tinsel bütünlüğünü kuran, —o bağlamda— yaşamı kendisi için amaç kılandır, insan. Yine Marx’ın belirttiği gibi, hayvan —sadece kendisi ve yavrusuna dair gereklilikler içinde— dolaysız fiziksel gereksinimlerinin itkisiyle tek yanlı üretirken; insanın üretimi gereksinimlerinin ötesinde ve evrenseldir. Hayvanın üretimi doğrudan bedenine aitken, insan, ürettiği ile özgürce karşı karşıya gelendir. Hayvan türsel aidiyeti içinde üretirken, insan, her türün ölçülerini gözeterek (dolayısıyla, der, Marx, “güzelliğin yasalarına uygun”) üretebilendir. Marx, buradan, sermaye-emek çatışması bağlamında, ürettiği nesneden koparılırken doğa ile bütünlüklü yaşantısından da koparılan; doğaya, bedensel/tinsel olarak kendine ve öteki ile ilişkisinde muhatabına yabancılaşan işçinin maruz kaldığı “yabancılaşmış emek süreci”ne bağlayacaktır sözünü. Ayrıntısına girmeyeyim (‘Birey Sorunsalından Solun Melankolisine’ Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı, Pinhan Y., 2021 kitabımda var); Marx, bilinçli yaşam etkinliğiyle üreten insanın (sermaye-emek çelişkisi içinde) düştüğü yabancılaşmadan söz ederken, yabancılaşmış işçinin (emekçinin) ruhundaki kırılmayı, maddi üretim koşulları üzerinden ve “bilinç” katında açıklar. Yabancılaşmanın aşılıp kendiliksel bütünlüğün yeniden kuruluşu (özgürleşme ve kurtuluş olarak “komünizm”) anılan sınıf çelişkisinin giderilmesiyle eşzamanlı gerçekleşecektir ki, bu bize, Marksizmde “bilinçdışı” kavrayışının eksikliğini hatırlatır. Belki daha sonra konuşuruz; mesela bizim kedimiz Kırpış’ın da az çok bir belleği, yaşadıklarını saymaca koşullarda tekrar etme, hatta oyun kurma becerisi var; ama benim için gerçek yaratıcı edimin kaynağı olan “bilinçdışı” sadece insanda var. Zygmunt Bauman’ın (Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup’ta) Claude Lévi-Strauss’a atıfla vurguladığı üzere, ‘gerçekleşebilecek’ lakin ‘gerçekleşmemesi gereken’e merkezlenen kültürün mucidi olan insanda. Ya da, Freud’un tanımladığı gibi, “hazzı”, kendi icadı olan “gerçeklik” ilkesi ile koşula bağlayan insanda.

3/ ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Yaratıcı Tavır kitabınızda sorduğunuz bir soru ile devam edelim. “Yalnızca kurmaca metin değil; hayatımız ne kadar açık?” diye soruyorsunuz. Açıklık, dürüstlük, objektif olabilme, hayatı yaşama biçimimiz kadar esere doğrudan yansıyan değerler de oldukları için, sorduğunuz soru kanımca çok önemli. Bazı eserlerin bir okur olarak beni heyecanlandırması, kalbimi çarptırması, eserin “açıklık” ilkesine uygunluğunu düşündürür bana. Bu “açıklık”, “açık olma” üzerine biraz konuşabilir miyiz?

Tam olarak nerede söylemiş olduğumu hatırlamıyorum o sözü; önünü, arkasını, bağlamını bilmeden yanıt vermek yerine, sorunuzun, “psikanalitik duyarlıklı” estetik-poetik bakışım çerçevesinde bana neler çağrıştırdığından bahsedeyim müsaadenizle. “Yaratma” dediğimiz şeyin ardında içten gelen, samimi bir ihtiyaç olduğunu kabul ediyorsak, yazarın, bilincinin kıyılarına vurmuş olanı —kurmacasına yansıtmak yerine— ketlemesini, kendinden ve bizden saklamaya çalışmasını, “dürüstlük” (ahlak) değil, yaratma ediminin doğası adına sorgulamamız gerektiğini söylemeliyiz öncelikle. Yaratma ediminin kalbinde yatan (sözünü ettiğim psikanalitik duyarlıklı bakışla), verili kendi gerçekliğiyle başı hoş olmayan yazar (ya da yazmaya soyunmuş) kişinin yaşadığı hoşnutsuzluğu sorunsallaştırma eğilimi, dolayısıyla, verili gerçekliğini kuran öznel hakikatine doğru yol alışı, yüzleşmesi ve küstürülmüş iç seslerine kurmacasında (muhayyilede) görünürlük kazandırma çabasıysa, andığınız “açıklık”, asıl, estetik-poetik sorgulamanın yol göstericisi —ya da, ölçütü— olmalıdır, ki, bizi yazınsal metne doğru şu sorulara çağıracaktır: Yazar, genel geçer beklentileri esas alarak mı, yoksa, varoluşunu sorunsallaştırmak —o anlamda, “meselesi olmak”— kaygısıyla mı yazmaktadır: ne denli içe bakışlı, içtenlikli ve inandırıcıdır; okuruna (ve metne) el koyarak mı, yoksa, okur katında yeniden yaratılmaya müsait bir “açıklık”la mı yazmaktadır: metni ne denli çoksesli, ne denli çokkatmanlıdır. Benzer sorgulayışı, Mihail Bahtin ya da Umberto Eco’da da bulduğum için mutluyum. Mesela, Eco, Açık Yapıt isimli çalışmasında, açıklığı, hem sanatçının yaratma süreci ve yarattığında kendine doğru yol alışı, hem de, eserini okur çevre için ne denli farklı açılardan alımlanmaya/yorumlanmaya açık tuttuğu duyarlılığı ile değerlendirir. Ama şu da var; kendine açıklık, kendi iç seslerine —metne doğru— kapıyı açık tutmakla yetinmek (geleni, geldiğince metne havale etmek) olmadığı gibi; yolu metne düşenin uçsuz bucaksız alımlayışına/yorumlayışına meydan verecek (özgünlükten yoksun) bir açıklık da değildir. Hadi Eco’ya gidelim; şöyle diyor anılan çalışmasında: “Öyleyse bir sanat yapıtı, biricikliği çerçevesinde, dengeli bir organik bütün olarak tamam ve kapalı; aynı zamanda da özgünlüğünü zedelemeden pek çok farklı biçimde algılanıp yorumlanmaya elverişli olmasıyla açık yapıdadır. Böylece bir yapıtın her algılanışı onun hem bir yorumu hem de bir performansıdır, çünkü yapıt her algılanışında yepyeni bir perspektife kavuşur”. Bense, yazarın/metnin tarafında, “açık uçluluk” adına (iki ayrı uçta) iki (estetik-poetik) düzey olduğunu vurgulamıştım (Yaratıcı Tavır’da): “Birincisi, yazarın, hayatla ilişkisinden kendi içine ve oradan yazınsal metne doğru geçirdiği yolu olabildiğince önkoşulsuz/savunusuz/dirençsiz kurması, iç seslerini ayrıştırıp birbirine tutabilmesi (her sesin ötekinin görünürlüğüne katkıda bulunması) —bu düzey, okurun alımlayış zenginliğine de kapıyı aralayacaktır. Diğeri de; ‘açık’lığın mutlaklaştırılması, söz konusu yolun alabildiğine belirsiz/nirengisiz/dayanaksız kurulmasıdır. Bu ise, yolu yol olmaktan çıkaracak; okurun metni alımlayış kapısını boşluğa açacaktır.” (Bu ikinci uca ilişkin, Romanları Yaşamak’ta, ‘New York Üçlemesi’ne iki ayrı bakış/ postmodern olumlayış ve yaratıcı edimsellik açısından sorgulayış: I-IV’, ‘Meraki okura oynanmış küçük yazınsal oyunlar üstüne’ ve ‘Murakami ve destursuz roman atı’ yazılarıma bakılabilir.) Belki, söylediklerimi, psikanaliz ortamında olanla somutlamak uygun düşecek: Psikanalizdeki kişinin/‘analizan’ın (esasında kendini çözümleyenin kendisi olduğu anlamında) hiçbir üst değere itibar etmeden, mümkün mertebe serbest çağrışımlarına kendini bırakması (açık tutması), kendi bastırılmış iç seslerini kendisi için işitilir kılması esastır. Ancak, başının hoş olmadığı, sorunsallaştırdığı kendiliğini (kurucu hakikatine doğru) alt sesleriyle işitilir kılmak kadar, kulağının işittikleri içinden yeni bir varoluşsallığa doğru yol alışı (iç seslerine yeni bir organik/kendiliksel bütünlük ve işleyiş kazandırışı) da psikanalize dahildir. İşte, analist de, o özgün (kendinden hareketle yeni bir kendilik metnine doğru) yol alışın eşlikçisi, okurudur. (‘Açık uçluluk’ ve iki estetik-poetik düzey vurgumun felsefi-politik yansımaları için de, Birikim dergisinde yayımlanan şu yazılarıma bakılabilir: ‘Spinoza ile sevinç kesilmek’ [Eylül 2017], ‘İdeolojik-politik amaç ve nesnesinden muaf bir sol arzu ya da Bir Başka Devrim’ [Eylül 2021], ‘Bir Ulus Baker Okuması: Freud’un psikanalizi, Spinoza’nın felsefesi ve ‘yaratma edimi” [Mart 2022], vb.)

4/ Türk yazını erken cumhuriyet döneminden bugüne —çağdaş edebiyatta— nasıl bir ilerleme kaydetti sizce? Memleketin aydın manzarası, okuma, yazınsal metin üretme, yazınsal eleştiri ve inceleme bağlamında soruyorum. Mesela, Bahtin, Eco, Eagleton ya da Bataille gibi dünya literatürüne isimlerini yazdırmış eleştirmenler çıktı mı bizden? Gerçek eleştirinin olmadığı yaygın kabul görmüşken, iyi eleştirileri ve eleştirmenlerimizi görmezden geliyor olabilir miyiz?

“Türk” yazınının erken cumhuriyet döneminden bugüne nasıl bir ilerleme kaydettiğine dair dökümü hemen şuracıkta çırpıştırmak yer mazeretinden öte benim için yen sorunu da. Ancak, kendi anadilini doğru düzgün konuşamayan, yazılanı yeterince anlayamayan, kendi diline özensiz olduğu gibi yaşadığı memleketteki başkaca dillere saygısız —hatta yer yer linççi duygularla yüklü de olan— “Türk” toplumunun —eğer varsa— “gerçek yazınsal eleştiri” talebinin ya da yokluğundan yakınışının samimiyetini tartmak da müşkül benim için. “Keyfilik”le “keyfiyet” arasındaki farkı bilmeden köşelere kurulmuş yazarların, keyfine göre düzeltme imi (şu “şapka” diye andığımız şey) kullananların, —vazgeçtik— yüklemle özneyi denkleştiremeden cümle kuranların genel kabul gördüğü bir memleket burası. Öyle bir kültürel vasat ki, misal, dergiye bir yazı gönderiyorsunuz, dergi elinize geldiğinde görüyorsunuz ki, başlık, yazının içeriğiyle bağdaşmayacak tarzda değiştirilmiş. Hatta, bazen, uygunca bir anlam çıkarılamayacak kadar sözdizimi bozulmuş! Mesela, “Yazsonu ve romansal yaratıcı tavır” başlığıyla gönderdiğiniz yazı dergiyi elinize aldığınızda size “Adalet Ağaoğlu’nun Yazsonu ve romansal yaratıcı tavır” diye baksa ya da başlıkta bilinçdışı işleyişi ima etmek üzere bilhassa “dip akıntıları” dediğiniz şey “dip akımları” diye karşınıza çıksa ne hissedersiniz? Ya da, sizin “dahil” dediğiniz her yerde, üşenmeyip, onları “dâhil” yapan, yalnızca siz değil, dergiye gönderilmiş tüm yazılar ve yazarlar için aynı mesaiyi hasreden irade hakkında ne düşünürsünüz? (Bir vakit, Varlık dergisine, “Dil Arızaları” diye bir yazı yazmıştım, bilhassa internet ortamında rastladıklarıma dair —kimseye değmiş midir, bilmiyorum.) Bahtin, Eco, Eagleton, vs. geçtik; hasbelkader yazdıklarınıza kim hangi yapıcı ilgiyi göstermektedir? Benim, Hayal, Hakikat, Yaratı/ ‘Adalet Ağaoğlu ve Roman Dünyasına Psikanalitik Duyarlıklı Bir Bakış’, Bağlam Y., 2001) ve Boşluğa Açılan Kapı/ ‘Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yapıtlarına Psikanalitik Duyarlıklı Bir Bakış’, Bağlam Y., 2004) çalışmalarım üzerine, bırakınız yazınsal eleştiri dünyasını, —yazınsal eleştiri/inceleme türünde psikanalitik duyarlıkla örülü özgün bir bakışı/yordamı ifade ettikleri halde— psikanaliz çevresinden dahi tek kelime işitmemişliğimi paylaşmak isterim sizinle (İlk kitabım Birey Sorunsalı/ ‘Psikanaliz ve Eleştirel Bir Bakışla Marksizm’ de[Papirüs Y., 1999], ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Spinoza ve Felsefesi de [Bağlam Y., 2004] dahildir aynı ilgisizliğe). Sorunuzu belki şöyle sormak da mümkün: Kendi içinden çıkanları görmeyen, işitmeyen, maddi-manevi teveccühü esirgeyenler kalabalığında yazınsal eleştirinin hükmü ve hikmeti ne ola? Bir de şu: Gerçek/nitelikli eleştiri/cilik, —kitap, dergi, vb. takibiyle tahkim ve takviye edilecek tahsil-terbiye anlamında— belli bir birikime, zamana ve hayatı idame ettirmeye dönük imkânlara muhtaçsa, —günümüz koşullarında memleketimizde— bunları kim tedarik edecektir o eleştirici denip terazilere vurulacak muhterem kişiye? Söyleşinin samimiyetine sığınarak hadi şunu da ekleyeyim; dergilere yazdığı (tümü de uzunca bir zaman ve yoğun emekle oluşturulmuş) yazılarından tek kuruş telif alamamışsa, tezekten çatılmış terazinin dirhemine dair ne söylemesi beklenir o eleştirmen-yazarın? 

5/ ‘Roman ne için yazılır?’ sorusu üzerinden “yaratıcı özne”ye ilişkin psikanalitik duyarlıkla yazdıklarınız çok dikkat çekici. Yazar, başkalarına görünmek için değil, kendisi için yazar, diyorsunuz. Yazan/yaratan öznenin önemi ve belirleyiciliği tamam, anlaşılır —öyle olmasa yaratma ihtiyacından söz etmek abes olurdu herhalde—, ancak, okur tarafına dönersek, okur romanda kendini nasıl bulur, “Bir roman okudum hayatım değişti!” noktasına nasıl gelinir? Eğer öyleyse ya da öyle olduğunda, okur nesnel bakışını yitirmiş midir sizce?

‘Romanın ne —ya da, kim— için yazıldığı’nı, yaratıcı özne olarak yazarın yapıtla ilişkisindeki konumunun ne olduğunu sorgulamaya çağıran ihsasınızın karşılığı sanırım önceki yanıtlarımda önemli ölçüde açıklık kazandı. Umberto Eco’dan ilhamla ya da doğrudan alıntıyla paylaştıklarım da belli bir açıklık kazandırmış olmalı bu sorudaki değininize. Okurun bir romanda kendini nasıl bulacağı ise, —yine söylediklerimden çıkarsanacağı üzere— iç yolculuğuna misafir olduğu yazarın estetik-poetik marifeti kadar, kendini kendi iç yolculuğuna açma kabiliyet ve hevesine de tâbidir. “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti,” Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanının ilk cümlesi. Peki, diyelim o kitap bir romansa, bir roman (tam da on ikiden vurarak!) okuyanın hayatını bütünüyle değiştirebilir mi? Şimdi; bir romanın okurunda o raddede değişiklik yaratabilir olması için (okur tarafına bakıyor isek eğer), okurun, o romana, kendi içinde yolculuğa çıkarabilecek kadar nüfuz etmiş olması gerekir (bunun en temel şartı ise, okuduğunu anlayabilme ehliyetinin kusursuz olmasıdır —mümkün olsa buraya bir gülücük kondurmak isterdim.“Orhan Pamuk da kim ya, adamın yazdığı anlaşılmıyor bir kere; kaç kez niyetlendim bıraktım!”ın ötesine geçmiş olmak yani!). Hadi, diyelim, okuma-okuduğunu anlama engellisi değiliz, nüfuz da ettik romana, tek bir roman o müstesna buluşmada o tesirle (o raddede) dokunabilir mi hayatımıza? Yaratıcı Tavır kitabımda da yer vermiştim (‘Kahraman romancının kahramanı’ yazımda); Pamuk, 2005’te (biz lince soyunsak da) “Barış Ödülü”nü alırken yaptığı konuşmada, “Roman sanatı, sır gibi saklamak istediğimiz utançlarımızı başkalarıyla paylaşabilmenin bizi özgürleştirebileceğini bana öğretti,” diyordu (“… öğretti bana” —bir gülücükle!) Yazarın, romanda kurduğu sesler/roman kişileri üzerinden ne yaşadığına dair de şunu: “Roman sanatının tarihi, kendimizi bir başkasının yerine koyup, hayal gücümüzle kendimizi değiştirmenin, özgürleşmenin tarihi olarak da yazılabilir.” Pamuk’un şu kurduğu iki cümle bile, bize, ilk elden, romanın —öncelikle— kim için yazıldığını son derece samimi (yaratıcı yazara yakışır) bir tarzda ortaya koyuyor. Yazar yazdıkça değişir, dönüşür (ya da, hac yolundaki karınca misali, o yolda yürür de yürür). Okursa, eğer ânlık bir zehaba kapılmamışsa, döne döne okur, değişir, dönüşür ve belki, bir gün, o talihli roman dolmakta olan bardağın son damlası oluverir. Diyeceğim bu. Hadi yine psikanalize uğrayalım: Analistin tek bir yorumuyla analizde olan kişinin değişebildiğine dair şehir efsaneleri vardır. Orada da öyle; hikmeti kendinden menkul, bir ânda analizanın hayatını değiştiren tek bir yorum yoktur; değişmeye dönük iç hazırlığının kıvama geldiği noktada sıçrama ânları vardır sadece. Şu: Birden, âniden, gizemli bir müdahale ile (tümden!) değişecek hayata talip olmak beyhudedir —böylesi bir talep, olsa olsa, değişmeye direncin dolaylı ifadesidir.

6/ ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Romanları Yaşamak kitabınızda yazarlar, eserleri ve eserlerin birbirleri ile karşılaştırılmaları üzerinden panoramik bir görüş alanı yaratıyorsunuz. Halid Ziya’nın Mai ve Siyahı, Marquez’in Benim Hüzünlü Orospularımı, Colettein Caniko’su, Tanpınar’ın Huzurundan Paul Auster’ın New York Üçlemesi’ne… uzanan geniş bir yelpaze. Bu panoramik bakış edebiyatta —dünya ölçeğinde— modernizme geçişten postmodernizme alınan yolun, gidilen mesafenin ne olduğunu da gösteriyor bizlere.  Kitabın önsöz kısmında Uygun bir mesafeden romanlara bakmak: Romanları yaşamak” diyorsunuz, kitapta okuyacaklarımıza bizi hazırlarken. Fakat bir cümleniz var ki, bu cümleyi edebiyatta yaratma süreci adına çok önemli buldum ve ilkin bu cümle üzerinden konuşmak isterim Romanları Yaşamak hakkında: Yaratıcı yazarlığın da şartı tektir: Geriye dönüp bak; ama takılma!”

Öncelikle, ‘romanları yaşamak’la ne kastettiğimi açıklamak isterim ama oraya gelmeden neden ‘psikanalitik’ değil de ‘psikanalitik duyarlıklı bakış’, ona bir değineyim. Daha çok yapılan, bakılan yerde kuramsal kimliği ile psikanalizin bir bilgi olarak sunduklarını bulgulamaktır. Benim izlediğim (ya da önerdiğim estetik-poetik) yordamsa, psikanaliz süreçlerinden edinilmiş duyarlıkla yazınsal metne bakmaktır. Peki ama hangi psikanaliz? Yaşama dair uygun ya da doğru bilginin tedrisatı olmayan, —kendi hikâyesi (ve özgür çağrışımları) dahilinde kendi ve kendindeki ötekiyle ilişkisi bağlamında— kendi iç seslerine kulak veren, ketlenme ve çatışmalarıyla yüzleşerek kendini arayışa çıkan, özgürlüğünü arayışının nihayetsizliğinde yaşayan analizanın yaratıcı ediminin karşılığı olan psikanaliz. Söz konusu arayışın metnini kuran analizanın edimsel gerçekliği demek olan psikanaliz. Ve esinini oradan (yaratıcı edimin serencamından) tedarik eden duyarlık. Analistse, yansız ve yüksüz bir konumda, analizanın kurduğu metne halden anlayıcılık (‘empati’) ve hakikatlilikle eşik eden; anlatıcının anlatısı ve kendinde yankılanışıyla uygun mesafeyi gözeterek ve ama yaşayarak ve bilgelikle dinleyendir. ‘Psikanalitik duyarlıkla’ romanlara bakmaksa, romanlarda kalarak ya da romanlarla yaşamak değil, uygun mesafeden (analistin konumu gibi bir konumdan) bakarak “romanları yaşamak”, yaratıcı/yazınsal (estetik-poetik) gerçekliğiyle metni dinleyip hakikatini teslim etmektir. İşte, o duyarlıkla yazınsal metne bakış, metinde, estetik açıdan, verili varoluşsal gerçekliğini sorunsallaştıran “yaratıcı yazar özne”yi, yazarın çatışma bileşenlerini ayrıştırma ve metne taşıma ehliyetini, kendi maddi tarihselliği içindeki duraklara (takılma noktalarına) geçici gerileme yeterliliğini, ne denli içe bakışlı, içten ve inandırıcı olduğunu, bastırılmış bilindışı malzemeye bilinçöncesi-bilinç katında görünürlük/alımlanabilirlik kazandırma kabiliyetini (imge işçiliğini), imgelemsel düzeyde (muhayyilesinde) nesne ilişkilerini/hayatı dönüştürme yatkınlığını, o arayışları doğrultusunda metnini ne denli “açık bir yapıt” olarak kurduğunu tartar. Bir vakit, yazınsal metin değerlendirmelerimi topladığım (ki, daha sonra, sizin andığınız kitaplarıma doğru genişledi) İmgenin Tılsımlı Rüzgârı/ ‘Yazınsal Metne Psikanalitik Duyarlıklı Bakış’ (Yirmidört Y., 2006) kitabımın arka kapağına şunu yazmıştım: “Yazınsal bir metni, diyelim, Halid Ziya’nın Mai ve Siyah’ını, başarma, ünlenme, yazarlık sevdası hakkında bir roman olarak okumak, makul bir okuma olabilir. Aynı romanı, ‘narsisistik yapı’nın görünümlerine ilişkin bir roman olarak okumaksa, doğrudan psikanalitik tavra uygun düşer. Halbuki, ‘psikanalitik duyarlıklı bakış’, söz konusu metne, narsisistik ‘çatışma’ların, ‘imge(lem)sel’ düzlemde ne denli ayrıştırıp görünür kılınabildiği, çokseslilik ve çokkatmanlılık içinde ne denli ‘sorunsallaştırılabildiği’, dolayısıyla, ne ölçüde ve nasıl, yaratma düzlemine taşınabildiği merakı ile yaklaşır.” Oradan sorunuza gelirsek; o sözüm, Romanları Yaşamak’ta yer verdiğim ‘Boşluğa Açılan Kapı’dan Kör Ayna’lara’ yazısının sonunda geçiyor. Az önce andım; yaratıcı yazar öznenin bir meziyetinin de, kendi maddi tarihselliğinin geçmiş duraklarına gerileyebilme, onu yaratma edimine yönlendiren verili varoluşsal gerçekliğini o gerileme noktalarından düşürdüğü ışıkla dönüştürme yeterliliği olduğunu söylemiştim. Oral/depresif, narsisistik yaralanmalara yatkın yapısal kuruluşuyla, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, ‘regresyon’a girebilen ama o ikinci boyuta oradan ışık düşürme ehliyeti olmayan (orada kalakalan, muhafazkâr) bir yazar olduğunu ifade etmek üzere kurmuştum o cümleyi: “Geriye dönüp bak” (burası Tanpınar’da var); “ama, takılma!” (ki, takılıp kalmış, orada dönenmektedir; o anlamda estetiği, “boşluğa açılan kapı”dır).

7/ Sizinle konuşmak istediğim bir konu da şu: Yazınsal metnin çoksesliliği, çokkatmanlılığı ile yazarın narsisistik yapısı arasındaki ilinti nedir? Özellikle de dünya edebiyatının bazı eserlerini yazarın narsisistik yapı ve çatışmalarının dışında düşünemeyiz herhalde. Ya da, şöyle sorayım; yazarın narsisistik yapısını gözetmeden yazınsal metne psikanalitik tavırla yaklaşmak mümkün müdür?

Bu soruyu yanıtlayabilmek için önce “narsisizm” kavramına açıklık getirmek gerekir. Birey Sorunsalı, Freud’un Psikanalizi/ ‘Kuram, Uygulama, Kültürel Açılımlar’ (Pinhan Y., 2020) ve Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı kitaplarımda bu vb. soruların yanıtlarını bulabilirsiniz elbet ama kısaca ve ortalama okuru düşünürek cevaba zemin hazırlayalım. Freud narsisizm terimini (“narzissismus”) ilkin 1910 yılında eşcinseller için kullanıyor. Kendilerini kendilerinin cinsel nesnesi olarak seçenleri, libidinal (cinsel) dürtülerini kendilerine yatırımlandıranları, bir başkasını seviyor görünseler de esasta (imgesel olarak) kendilerini sevenleri (kendilerini, kendilerinin aşk nesnesi olarak seçenleri) tanımlamış oluyor. Freud, Narsisizm  Üzerine: Bir Giriş (1914) metninde de aslında farklı bir şey söylemiyor; narsisistik evrenin, “oto-erotik” evre ile “nesne” yöneliminin belirleyici ve bütünlüklü olduğu evre arasında bir ruhsal gelişim evresi olduğunu; nesne yatırımından tümden vazgeçildiği psikozlarda libidinal yatırımın kişinin kendine çekildiğini (‘ikincil narsisizm’ olarak anabiliriz) ve orada da kalmayıp oto-erotik (ben/liksel bütünlüğün/narsisistik bütünlüğün olmadığı) aşamaya gerilendiğini ve ama psikozlar dışında, benin (‘ego’nun) libidonun deposu (narsisizm) olup nesne ve bene libidinal yatırımın devingen bir dengelenim içinde olduğunu ifade ediyor. Şöyle toparlamış olalım; demek, insan yavrusu, önce kendisini sonra nesneyi sevmeyi deneyimliyor (ve o nedenle, kendini sevmeyenin, kendisiyle başı hoş olmayanın başkasına da hayrı olmuyor; önce can sonra canan oluyor). Ama şu da var; bunlar tespih taneleri gibi dizili yaşanmıyor, iç içe geçerek yaşanıyor; insan yavrusu, kendi dışındaki nesneyi sezinleyip fark ederken/fark ettikçe kendini ayrıştırıp kendiliğini kuruyor. O anlamda, sizin sorunuz açısından  bizim için kıymetli olan, Freud’un, 1916-17 dönemi çalışmalarında dile getirdiği “birincil (‘primary’) narsisizm” ve “ben/lik ideali”nin kuruluşu sürecidir: Freud’un ‘kuş yumurtasi içindeki yavru’ya benzettiği, —ana karnında (‘intrauterinal’) âlâsı yaşanmış olanın bir benzeri olmak üzere— doğum sonrası ilk iki ay içinde yaşanan (Margaret S. Mahler’in, ‘koşulsuz-tümgüçlü’ [‘omnipotent’]-otistik-varsanısal’=‘mutlak birincil narsisistik’ diye andığı) evre’ ve oradan kendine (kendiliğine) doğru çözünüp yapılanma; cennetsi yanılsamalı bütünlükten, kendi olmaya (özgül narsisizmini kurmaya) yönelme. Yitirilmiş bebeksi narsisizmin bir “ideal” nezaretinde yeniden elde edilmesi. Vazgeçmek zorunda kaldığı yitik cennetini (narsisizmini) ayrıştığı nesneye yansıtıp onu yüceleştirerek (‘idealize ederek’, onda kendini yapılandıracağı ideali ölçü alarak= yüceleştirdiğinde kurduğu ideal ile özdeşim kurup onu içine alarak) özerkleşme yoluna çıkmak. İdealin yansıdığı aynada (fark edilmekte olan nesne=annenin anneliğinde) kendi(liği)ni inşa etme. Yanılsamalı tümgüçlü bütünlük algısından nesneler dünyasına açılmak suretiyle bireyleşip özerkleşme. İşte, bu yolu/yolculuğu belirleyen, ‘ideal’in (nesne olarak annenin), ‘psikolojik doğum’una nezaret ettiği yavruyla ilişkisinde uyandırdığı düşkırıklıkları (yoksunluklar) ile ödüllendiriciliği arasında kurduğu denge ve o ilişkinin mevcut ideali daha gelişkin ideallerle (ve temsil eden nesnelerle) özdeşime taşımaya ne denli müsait olduğudur. Ödüllendiricilik mutlaksa ya da idealin takdir ve kabulü yeterli yüreklendiricilikten yoksunsa, anılan evreye takılma, uygun koşullardaysa gerileme (‘regression’) yaşanacaktır. Bu söyleşide andığım “yaratıcı yazar özne”, uygun özdeşimlerle büyümüş, çatışmalarıyla (imgeleminde) hesaplaşabilecek cesaret ve yetkinliği kazanmış, dolayısıyla, narsisistik evreye (de) imgeleminde gerileyebilen ve ama orada kalmayıp oradan getirdikleriyle varoluşsal muhayyel gerçekliğini (estetik katta) yeniden kurabilme ehliyetinde olan kişidir. Sorunuza dönersek, şunca malumatla şunu ifade etmek istiyorum: Ruhsal gelişim sürecinde “narsisizm”, kendimize yatırımımız ve kendilik kuruluşumuzda doğal/dinamik bir evre; herkes için geçerli. Estetik-poetik açıdan bizim mihengimiz, yazarın, gündelik hayatı (verili gerçekliği) içinde, kendiyle ve hayatla karşılaşmalarında yaşadığı çatışmalardan kendi kurucu hakikatine doğru nasıl/hangi poetik ve ama (andığım göstergeleri dahilinde) estetik yolculuğa çıktığıdır.

8/ Madem söz oraya geldi, bir önceki soruda Tanpınar romancılığına ilişkin söylediklerinizle az önce paylaştığınız malumatı nasıl buluşturursunuz?

Boşluğa Açılan Kapı’da (477 sayfa boyunca) o buluşmayı sağlamaya çalıştım. Hem o çalışmada, hem de Hayal, Hakikat, Yaratı’da, yazarların bilinçdışı süreçlerine, yapısallıklarını koşullayan verilere dayanarak, ‘yapısallık-yaratma kaygısı-yaratma edimi/yaratı’ arasındaki ilişkileri çözümlemeye; oradan da, “psikanalitik duyarlıklı bakış”la yazınsal metne “estetik-poetik” sorgulama katından hangi soruları yöneltebileceğimizi bulgulamaya çalıştım. Sorunuza, andığım, ‘Boşluğa Açılan Kapı’dan Kör Ayna’lara’ başlıklı yazımla cevap vereyim. O yazıda, Nurdan Gürbilek’in Kör Ayna, Kayıp Şark/ Edebiyat ve Endişe kitabındaki Tanpınar’la hemhal olmaktaydım. Gürbilek, yazınsal nitelikli anlatımlar için geçerli olan, ‘edebiyata yön veren’, ’iyi anlatma, etki altında kalmama, gülünç ve küçük duruma düşmeme, kendini boşuna ele vermeme, başkalarının hakkımızda iyi şeyler düşünmesi’ gibi kaygılardan söz ediyordu. Bense, bu söyleşinin başından beri andığım estetik-poetik (“yaratıcı”) tavrı esas alarak, anılan endişeyi, edebiyata yön veren değil, —estetik-poetik düzeyde yüzleşmenin göze alınamaması durumunda— yazara ve metnine pusulasını şaşırtacak bir hal olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Gürbilek haklı olarak, andığı endişelerin, ‘ulusal-kültürel endişeler’le de iç içe geçtiğini (Batı ile ilişki ve etkileşme); yazınsal olana, toplumsal/kültürel meseleleri değil, söz konusu meselelerin nasıl olup da yazarın içsel endişesi haline dönüştüğünü anlamak üzere bakmak gerektiğini söylüyordu. Bence, bu, yazınsal metne estetik-poetik bakış bağlamında çok kıymetli bir yol ayrımı; özellikle de —zamanında— sol estetiği kuşatma altına almış “toplumcu gerçekçilik”i daha iyi anlamak adına (ayrıca, bkz. Yaratıcı Tavır’da, ‘Yazınsal metne psikanalitik duyarlıklı bakış ve Fethi Naci eleştirisinin eleştirisi’). Hayal, Hakikat, Yaratı’da bir yerde şunun altını çizmiştim: “… bütün bu söylediklerimin, sanat yapıtının (yaratının), dışsal olanın bilgisine (o bilgi üzerinden yeniden ‘yansıtılması’na) yaslanmakla yetinemeyeceğini; hayatın ideolojik öngörüler (ya da önkabuller) üzerinden keyfi bir kurgusu olmadığını (böylesi bir keyfiyet bilinç ve tercihler düzeyinde işler!); bir tez ileri sürmediğini, kendisinin (kendiliğinden/kendinde) bir tez olduğunu ifade ettiğinin de farkındayım.” Yani, kendine/bireyliğine yaslanarak yazdığında toplumsallaşan yazar. Gürbilek, çalışmasında, Tanpınar ve Yahya Kemal’in “mazi”ye yönelimlerindeki farklılığa da işaret ediyordu: Yahya Kemal’in ‘yüksek ve gür, muzaffer ve mağrur, coşkun ve cihangir’ sesinin yanında, Tanpınar’ın öksüz, mahzun, yaslı sesi. Sizin sorunuza belki burada biraz daha yaklaşabiliriz. Tanpınar ve Yahya Kemal, aslında, ortak yapısal özelliklere sahiptir; az önce andığım ölçüler dahilinde oral/narsisistik derinliği güçlü yapılar. Fakat, ortak yapısallıklarının tezahürü (görüngüsel gerçekliği, hayat bulmuşluğu) farklıdır —tam da Gürbilek’in iki sese dair söylediklerinde olduğu üzere (hatta, Tanpınar Yahya Kemal kitabında, üstadını kendi sesine yerleştirmeye de çalışmıştır); aynı ruhsal/yapısal kuruluşun değişik yüzleri. Dışa doğru, dünyevi, coşumcu, hazcı konuşan bir Yahya Kemal ve içine doğru, içini kanırtarak konuşan Tanpınar. Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın ‘Bursa’da Zaman’ şiirini ele alırken, oradaki havayla Yahya Kemal’in tarihe bakışının “destanî”liği arasındaki farka değinir. Ben de sözünü ettiğim yazımda, Kaplan’ın tespitine atıfla şunu söylemiştim: “Evet; benim de kanaatim odur ki, Yahya Kemal Bursa’ya ilişkin bir şiir yazacak olsa, Tanpınar’ın ‘ilahi’ uykusunun içine Türk akıncılarının atlarını sürüverecek gibidir.” Aynı madalyonun iki yüzü: depresif/melankolik ve manik! “Şiir benimle bitmiştir beyler!” diye gürleyen hocasına karşılık, “Bende esas olan şiirdir, oradan etrafa genişlerim” dediği halde, yalvar yakar bir yolunu bulup gittiği Avrupa’ya dahi sürüklediği —toplam otuz yedi şiirden mürekkep— şiir bavulunu Şiirler kitabına tahvil etmek için hocasının ölümünü bekleyen Tanpınar! Dümenini, ‘tanrısal gerçeklik ve güzellikle buluşacağı, kozmosla insanın birleşme noktasına’, ‘çıktığı derinliklere’ kırmış şairin, rüya halini temsil eden, tam susma örneği (musikiye indirgenmiş) şiir dünyası. Demek; estetik-poetik takdirde, yazar öznenin yapısallığından ziyade, şahsi malzemesini andığım ölçüler dahilinde nasıl tasarruf ettiğidir belirleyici olan. Öyle baktığımızda, Tanpınar şiirinin kapılarının hayata değil, boşluğa açıldığını; yaratma adına kaçınılmaz olan gerilemenin mutlaklaştırıldığını; dönüşsüz gerilemenin yaratıcı muhayyel (imgelemsel) edim düzeyinde bir ‘direnç’ olarak yaşandığını görürüz.

Sorunuz bağlamında bakışımızı Tanpınar’ın şiir dünyasından hikâye ve romanlarına çevirirsek orada da benzer tıkanmaları fark ederiz. Mesela Tanpınar romancılığının öne çıkan örneği Huzur’da, yazarından önemli izler taşıyan erkek roman kahramanı Mümtaz’ın iç sesine, o sesin kırılımlarına, diğer roman karakterlerindeki yankılanışına yol alınamamış (yani roman çoksesliliğe evrilememiş); kadın-erkek ilişkisi bağlamında diğer baş karakter Nuran’la yaşananlar fevkalade Mümtaziyen (tek boyutlu) hatta yürümüş; yazarın ülküsel vurguları, dünyagörüşsel yönelimleri, açık ya da örtük ‘biz’ söylemi olası çoksesli yaratıcı söylemi kuşatma altına almış; yazımda da belirttiğim üzere, “romanın tek aykırı sesi Suad, yapıcı ve zenginleştirici bir ‘öteki’ ses olmak yerine giderek meczuplaştırılmış, romanın kendisi de tefrikalaşmaya yüz tutmuştur.” Benim Boşluğa Açılan Kapı’da ‘ırmak roman’ bütünlüğü içinde Tanpınar romancılığına bakmama el verdiğini düşündüğüm Sahnenin Dışındakiler’se, herhangi bir derinlik kazanmadan, iç tutarsızlıklarıyla, vaat edilip sonradan unutulan ayrıntıları ve (metnimde kullandığım tabirle) daha “oturaklı” tefrika havasıyla en özensiz Tanpınar romanı diye anılabilir herhalde. Mahur Beste de benzer maluliyeti temsil eder. Şahsında romana muhteşem bir başlangıç kazandırılan Behçet Bey bir süre sonra bir kenara konmuş, oradan uzaklaşan yazarı bambaşka hikâyelere savrulmuştur. İşte, bu savrulma da, yazarın, kendi içinde ayrıştırıp tanıyacağı, yaratma edimi içinde (estetik düzlemde) hemhal olacağı yapısallığının ‘direnç’ tarzında üretimine yansıyan tezahürü olmalıdır. Hatta, Tanpınar, —zaafının farkına vararak— öksüz-yetim bıraktığı Behçet Bey’in serzenişlerini kahramanının ağzına bir mektup olarak kondurmuş; daha önce kurmacada yeri olmayan (dolayısıyla, sonradan ve ihtiyaç üzere olay mahalline taşınan) ’yazar kişi’nin mektubu vasıtasıyla da hem okura hem de muhtemel incelemeciye mazeret beyanında bulunmuştur. En başa dönecek olursak; gerek şiirlerinin “hâlet-i rûhiyye”si, gerekse romanlarına ilişkin burada altını çizdiğim birkaç şey, Tanpınar’ın (sizin sorunuza da somut bir örnek olmak üzere) narsisistik maluliyetinin (tamamlanmamışlık, olmamışlık…) metinlerindeki karşılığı olarak alınmalıdır. Yaratıcı Tavır kitabımda, “Yaratıcı sanatsal edim’ ve ‘yüceltme’nin psikanalitik bağlamda sorgulanışı’ diye bir yazım var. J. Chasseguet -Smirgel’in Ben İdeali’nin ‘Ben ideali ve yaratıcı süreçte yüceltme’ başlıklı bölümünü merkeze alan ve ‘yaratıcı nitelikli sanatsal edim’le ‘yüceltme’ arasındaki ilişkiyi irdeleyen bir yazı. Smirgel’in, yüceltme yeterliliği ile ‘sahici, gelişkin, yetkin’ sanatçı kimliğini örtüştürerek yaratma edimine getirdiği açıklamaya karşılık, ben, yüceltme yeterliliğini, —burada da andığım— yaratma ediminin cevherini kuran ya da yakıtını hazırlayan ‘bastırma, bilinçdışı, çatışma, yüzleşme, vs.’ ile birlikte ele alma ihtiyacımı dile getiriyordum o yazıda. Lakin, Smirgel de, kendi kitabında, sahici olmayan bir yapıt imalinin arkasında sanatçının yeterli derinlikten ve o derinliği aktarmadaki yetersizliğinden dem vururken buradaki bize de sesleniyor gibidir. Konuştuğumuz maluliyetin maliyetini şöyle ifade eder, Smirgel: “[Yaratıcının kendi dürtülerine uyguladığı bastırma ve karşı yatırım koşullarında] yaratıcı, çoğu zaman duyguların ve bağlandıkları yoğun ve çeşitli temsillerin serbestçe fışkırmasına karşı koyan iç engellerin etrafından dolaşmaya çalışacak ve bunu, tumturaklı adını verdiğimiz, aşırı yüklü ifadeler ve aşırı metafor kullanımının yardımıyla yapacaktır.” Ve ekler, “Tumturaklılık birincil süreçlerin [bilinçdışından bilinçöncesine doğru ağan söylemin] zenginliğiyle karıştırılmamalıdır. Tersine, biçim sadeliğe zarar verdiği zaman, aslında söz konusu olan gerçek bir yoksulluktur.” Size kimi hatırlattı?

9/ “Açıklık, dürüstlük, nesnellik, hayatı yaşama biçimimiz…” derken, yazarın gerçek hayattaki duruşu ile yapıtı arasındaki ilişkinin etik, estetik boyutu nedir sizce, nasıl olmalıdır; gerek yazarın gerekse bizim tutumuza dair ne söyleyebilirsiniz?

Sorunuz hatırıma gündelik, gerçek hayatlarındaki yakışıksızlıklar üzerinden yazar kimliği ve edimleri sorgulanan, yargılanan, hatta, yayınevleriyle ilişkileri kesilen, varsa aldıkları ödülleri iptal edilen yazarları hatırlattı bana. Okur, gerçek hayatındaki yakışıksızlıklara tanıklığıyla bir yazarla gönül bağını muhafaza etmekte zorlanabilir; kişisel olarak yazarın metnini alımlayışta/yaşayışta gündelik hayat tanıklığı zedeleyici olabilir; hatta, yazarına ve metinlerine veda da edebilir. Ancak, buraya dek yaratma edimine dair söylediklerimden açıktır ki, gündelik hayatında yakışıksız ya da uygunsuz bulduğumuz edimlerinden kalkarak yazarın yazar kimliğini ve yaratısını yaptırıma maruz bırakmak, gerçek hayattaki fiilin failiyle verili gerçekliğinden metnine doğru soyunmuş yaratıcı yazar özneyi bir tutmak anlamına gelir ki, bu da, yaratma süreci ile ilişkilenmemizin (estetik-poetik bakışımızın) sorunlu olduğunu söyler bize —ya da, bana. Hele hele yayınevleri ya da ödülcü makamların okurla yazar ve metni arasına girme iradesi yakışıksızlığın daniskasıdır kanımca. İmkânımız varsa, o yakışıksız fiilin (bir çatışmanın, yerli yerine oturmamış bir dürtüselliğin karşılığıysa madem) yaratma sürecinde izlerine rastlayıp rastlamadığımızı (yazarın iç yolculuğunda kendisi için de görünür olup olmadığını, estetik düzleme aktarılıp aktarılmadığını, o demektir ki yazarın içe bakış ehliyetini, içtenliğini) sorgulayabiliriz ancak. Sevgili Tanpınar’ımıza getiriyim lafı (allah taksiratımızı affetsin!); mesela benim Boşluğa Açılan Kapı’da (‘Eşlikçi Metinler’ içinde) bir ‘Erotika’ başlığı var. Tanpınar’ın dostlarına yazdığı mektuplardan bahisle cinselliği yaşayışını ve kadın dünyasıyla ilişkisini anlamaya çalışıyorum (‘lolitacılık’ dahil: “Lolita’cılığı ayıplamayı benden bekleme. İçim gidiyor vallahi. Ne var ki yaş geçtikçe insanda haysiyet fikri artıyor,” diye sesleniyor bir dostuna yazdığı mektupta ve devam ediyor). Ya da, yine aynı yerde ‘Irkçılık bahsi’ (“ben âri ırkdanım”ı ihmal etmeyip “güzel gözleriyle yamyam dişlerini unutturan” Baldwin’i anan, Quartier Latin’den, “Müdhiş zenci modası var. Bu pezevenkleri biz harem ağası ederdik. Avrupa fahrî damat yapmış”la dem vuran, Yahudileri “beşeriyetin bir derdi” olarak tanımlayan, Erzurum’da Müslüman mezarlığıyla Ermenilerinkini kıyaslayıp —Ermenilerin ölülerini yemiş olamayacaklarından bahisle— görece küçük Ermeni mezarlığından yakın geçmişteki Müslüman ekseriyetini kanıtlayan belediye reisinin Erzurum mizahına bayılan…bir Tanpınar). Şimdi, Tanpınar’ın eserlerini gerçek hayattaki duruşu ya da dostlarına açtığı hayat anlayışıyla yargılamaya hakkımız var mıdır? Eh, açıklamaya çalıştım; yoktur. Ama bilinç düzeyinde paylaştıklarının yaratma ediminde bir karşılığı var mıdır, diye sormak, —estetik-poetik yolculuğunu tartmak adına— herhalde haktır. Sözgelimi, ‘lolitacılık’sa mesele, Lolita’yı yazan Vladimir Nabokov’la Tanpınar’ın yazar duruşu arasındaki farkın ıskalanmaması elzemdir herhalde. Tam da bu noktada, az önceki Orhan Pamuk alıntımızın hatırlanması da: “Roman sanatı, sır gibi saklamak istediğimiz utançlarımızı başkalarıyla paylaşabilmenin bizi özgürleştirebileceğini bana öğretti.” Freud da bir yerde, narsisistik yaralarımızla yüzleşmenin, sırlarımızı paylaşmanın mekânı ve erbabı olarak eseri ve yaratıcısını; dolayısıyla, metne ve yazarına tanıdığımız ayrıcalı değeri (estetik düzeyde ahlaki muafiyeti) anmaz mı? Dilerim, “etik-estetik” münasebetine dair aydınlatıcı olmuştur söylediklerim.

10/ Uzun bir pandemi dönemi ve ardından sıcak savaş, ekonominin gidişatı, yenilenen dünya… Dünyayı nasıl bir dönem bekliyor sizce ve asıl merak edip konuşmak istediğim mevzu edebiyatın tüm bu olup bitenlerle nasıl bir yapıya bürüneceği. Nasıl metinler okuruz sizce varlığını sert dalgalarla hissettiren bu yeni dönemle ilgili?

Yenilenen değil, bildik minvalde (dolayısıyla, adındaki “liberal”likten de eser taşımayan), kapitalizmin küreselleşmiş “neo-liberal” hâkim zihniyet dünyasında yaşıyoruz. ‘Virüs dürtmesi ya da kâbuslardan uyanmak’ başlıklı (Birikim, Mayıs 2020) yazımda, “Demek, HIV, Ebola, Batı Nil Virüsü, SARS, vbg. Covid-19 da durduk yerde hayatımıza musallat olmuş değil. O da, sınırsız kâr güdüsünü küreselleştirip doğanın —insandan öte— kendi dengesi içinde süregiden hayatına açgözlülük ve azgınlıkla çomak sokarak talan eden kapitalizmin (Tanrı değil, neoliberal küreselliğin) mahsus misafiri olsa gerek,” demiştim. Isıtılıp ısıtılıp (türlü bahanelerle) halkların yaşam alanlarına sürülen savaşlar, insanları hayatlarından bezdiren (eşitsizliği büyüterek zenginleri zenginlikleriyle semirten) iktisadi koşullar, yoksulluk, yoksunluk, yerinden yurdundan olma (mülteci sorunu), iklim kriziyle birlikte ve her anlamda yanıp kül olan, geleceğini yitirmiş (“ekolojik yıkım”) bir dünya ve insanlık. “Jean Baudrillard’ın işaret ettiği, gerçeklikten kopmuş, hikmeti tümüyle kendinden menkul ‘hipergerçeklik’ evrenini kendine mesken tutmuş, dahası, sanal penceresinden hep o ’başkalarının’ olan acıya bakmayı (Susan Sontag) huy edinmiş insana doğanın indirdiği bir sille: ‘Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir,” diye de anmıştım Covid-19 sillesini. Demek, “modern sonrası” hayatın sularında (ya da kıyamete doğru), sislerin arasında, akıntıya karşı sallayacağımız kürekler de “post-truth, post-trust” tarzında boşa çıkmışken (Foucault’nun “biyopolitik” bakışının bile karşılamadığı, Byung-Chul Han’ın işaret ettiği “digital bilinçdışı”na mahkûm, “digital tahakküm” ve “neoliberal psikopolitika”nın mağdurları ve “post-human” âleme akmışken bizler) sormaktasınız sorunuzu, “nasıl metinler okuruz” bu sert dalgalara maruz kalırken —diyerek. Üçüncü sorunuza verdiğim yanıt (dahası, tüm bu söyleşi boyunca işaret etmeye çalıştığım “yaratıcı edimsel” tavrın eseri olacak yazınsal metin arayışı), bu sorunuzun da yanıtı olmalıdır, derim ben. “Foucaultcu biyopolitik otoriter/disiplinci kapitalist moderniteye tâbi oluştan, ‘ne hali varsa görsün’cü neoliberal politikalarla kamusundan, kamusal dayanışma, inisiyatif ve iradesinden, toplumsal politik talepleri ve örgütlülüğünden yoksunlaşmaya uzanan trajik insan[nın] hikâyesinin” kendi içindeki yankılanışına kulak verebilen, kendi varoluşsal hikâyesini insanlığın tragedyası ile buluşturup yazınsallaştırabilen yazarları okuyabilelim isterim. “Postmodern” rüzgâra kapılmış bahtının savruluşundan ekmek yemeye teşne yazarları değil. Az önce sislerin arasında boşa salladığı kürekleriyle sandalı bocalayan ahir zaman insanından söz ederken Adalet Ağaoğlu’nun Hayır… romanı geldi hatırıma; Balkan Naci İslimyeli’nin kayığıyla sisler arasında kayıp gideni resmettiği Kasım 1987 tarihli ilk basımdaki kapağıyla birlik(te). Zaman zaman “birlikte” yerine “birlik” diye cümlesini tamamlayan Ağaoğlu’nu ve yakınlarda yitirdiğimiz dostumuz Balkan Naci Bey’i hatırlayıp saygıyla analım öyleyse. “HER DURUMDA ÖZGÜR KİMLİĞİMİZİ KORUYABİLMEK ANCAK EDİMLE SÖYLENEBİLECEK ŞU TEK VE SON SÖZE BAĞLI: H A Y I R…” diyen Aysel Dereli’yi hatırlayalım, geleceğin romanları adına.

11/ Psikanaliz ve edebiyat üzerine yeni çalışmalarınız var mı, bunu da sormak isterim.

Psikanaliz üzerine yeni bir çalışmam yok; olacağı da yok. Olduğu kadarıyla, —daha önce andığım— Spinoza ve Felsefesi, Freud’un Psikanalizi, Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı kitaplarımda psikanalizin mürüvvetini sahiplenmeye çalıştım. Yanlış hatırlamıyorsam, Mînâ Urgan, okumak istediği tüm kitapları okuyabilecek kadar zamanı bulamayıp dünyadan göç etme ihtimaline hayıflanırdı. Yaşlandıkça Mînâ Hanım’ın telaşına kapılıyor insan. Edebiyat üzerine yazmak (belli bir bakış açısına bağlı kalarak yazıyorsanız), büyük dikkat, sorumluluk, emek ve asıl zaman isteyen (demiştim; mahallemizde maddi-manevi karşılığı da olmayan) bir iş. Hele hele, bir romana dair bağlayıcı estetik kanaatlerin “has roman” ya da değil ölçütüyle beyan edildiği zamanlarla kıyaslarsak. Bende çok özel yankılanmaları olan romanlar, filmler üzerine yazmak isterdim ama çok geniş yelpazede ne kadar çok okunacak kitap, seyredilecek film var! Eh bunun, yürümesi, yüzmesi, dostlarla muhabbeti, atılacak şarap yorgunlukları, seyredilecek Kloppları, Guardiolaları, Alcarazları… da var! İstanbul’dan ayrıldıktan sonra sekiz-dokuz yıldır Antalya’da yaşıyorum. Burada edindiğim bir Kürt dostum, “Hocam Mehmed Uzun okudunuz mu?” diye sorduğunda, kitaplığımızdaki Mehmed Uzun’ları henüz daha okumamış ve ama Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi’ni okuyan ve üstüne üstlük Birikim dergisinde ‘Türklük Sözleşmesi ve Türklüğün dip akıntıları’nı yazmış olan ben çok mahcup olmuştum. Proust okumamışlığı öncelikli eksiklik kabul edip bir çırpıda okumuşken modern roman dilini Kürtçede kurmak için bir ömür tüketmiş bu toprakların insanını okumamış olmak! Hemen hemen tüm romanlarını, denemelerini ve söyleşilerini okuduğum Uzun’u bir kez de yazarak anlamak isterim.[1]


[1] Birikim dergisinin Eylül 2022 tarihli 401. sayısında “tuhaf ve tekinsiz” dosyasına yer verildi. Bu dipnotla (dosyaya da bir katkı olması niyetiyle), ‘psikanalitik duyarlıklı bakış’ın ‘estetik-poetik’ açılımını kurarken söylediklerimle Tanıl Bora ile söyleşisinde Behçet Çelik’in tekinsizle yaratma edimi arasında kurduğu ilişkinin örtüşümünü anmak istedim. Zira, ’yaratma edimi’ni söz konusu duyarlıkla ele alışımın bir yaratıcı özne deneyimi bağlamında sağlaması olmak bakımından kıymetliydi benim için. Ayrıca, Tanıl Bora’nın daha ilk sorusuyla benzer bir hassasiyete söyleşinin kapısını aralaması da: “Gerçekten, roman kahramanlarının ana mesaisi kendilerini dinlemek, ruhlarının kuyularına ip sarkıtmak. Ama orada dünyasız bir ‘kendilik’ buluyor değiller, zaten dünyasız bir benlik/kendilik olamayacağını, dahası insanın  kendi diplerinde dünyanın dertleriyle yüzleşebileceğini gösteriyorsun.” Verili gerçeklikle yüzleşmesinin/çatışmasının uyandırdığı tekinsizliğin peşine düşüp kendi iç dünyasındaki karşılıklarına roman kahramanlarında —ve hikâyelerinde— görünürlük kazandıran yaratıcı yazarı işaret ediyor Bora. Hatta, “psikanaliz teorisiyle haşır neşir olanların” çoğunun bu türden bir “tekinsiz avını” meslek edinmişliklerini de anıyor (tabii, avcılığın, tekinsizin kendisine değil, o tekinsiz havada kuytularda saklanana yönelik olduğunu da ben hatırlatmış olayım). Çelik de cevabında —Bora’nın araladığı kapıdan geçerek— kendi yazar tecrübesini açıyor bize. “Dış dünyanın (olayların) kişinin kendisiyle karşılaşmasına, kendisine maruz kalmasına, kendisiyle çatışmasına neden olduğu anlar”ın kendisini yaratma edimine taşıdığını vurguluyor: “Dış dünyadaki tekinsizlik alanlarından iç dünyadaki tekinsizlik alanlarına uzaklardan, çapraşık, farklı düzlemlere çarpıp kırılarak yansıyan, soluk bir ışık tutma çabası.” Dipnotumu kapatmadan önce, yaratma ediminin, failleri (Barış Bıçakçı, Behçet Çelik, Ayhan Geçgin) tarafından tartışmaya açıldığı Kurbağalara İnanıyorum/ ‘Edebiyat Üzerine Yazışmalar’(İletişim Y., 2016) kitabını da hatırlatmak isterim. Ayrıca, Michael Haneke’nin Saklı (Caché, 2005) filmini, andığım estetik-poetik yaklaşımımla ele aldığım (dolayısıyla, tekinsizi, —kaçınılmaz— Freud’un ‘The Uncanny’sini [1919] de irdelediğim) yazılarımı da: Saklı: Psikanalitik Duyarlıkla Tekinsize Bakmak (Varlık, Aralık 2017), Saklı: Psikanalitik Duyarlıkla Tekinsizi Okumak (Varlık, Ocak 2018), Saklı: Psikanalizin Dolayımında Tekinsiz ve Yaratma İlişkisi (Varlık, Şubat 2018), Ruhsal Örselenme, Yetimlerin Kardeşliği ve ‘Saklı’ (Varlık, Mart 2018).



No Responses Yet to “Yaratma edimine ve yazınsal metne ‘psikanalitik duyarlıklı bakış’”

  1. Yorum Yapın

Yorum bırakın