RUH İŞBAŞINDA/ Sol entelektüel ‘yabancılaşma’/ 1-2-3
RUH İŞBAŞINDA / Sol entelektüel ‘yabancılaşma’/ 1
Sayın Gürbüz Özaltınlı’nın Taraf gazetesindeki son yazılarından ikisi (‘Sol-sağ ayrımı ne anlatıyor’/ 13. 02. 2013 ve ‘Muhalefete kimlik ararken’/ 23. 02. 2013), yeniden, ‘solu nasıl bilirdiniz’ tartışmalarını kışkırtır nitelikte. Hatırlıyoruz, çok yakın geçmişte, Sayın Halil Berktay (yine Taraf’ta) ‘sosyalizmin/sosyalistliğin’ yok hükmüyle kaydının düşü(rü)lmesi gerektiğine dair –fevkalade ısrarlı- yazılar kaleme almıştı. Özaltınlı ise, andığım yazılarında, Berktay’ın –bile-, ‘sol’u, ‘muhalefet kurucu [türden] bir kimlik’ olarak tanımlayışına, sol kavramını Batı’nın soyutlama düzleminden –sakınca görmeksizin- çekip alarak Türkiye siyasi pratiğine taşıyışına biraz gücenmiş görünmekte. “Kürt demokratları, eleştirel Türk aydınları ve İslamcı demokratlar”ı, Berktay, ‘radikal demokratik eleştiri çizgisi üzerinde yükselecek yeni siyasetin bileşenleri olarak tarif ederken’, “her nedense böyle bir buluşmanın tarihsel ‘sol’ kimliği aşan özgün bir sentezi ifade etmek zorunda olup olmadığını tartışmıyor,” diyerek teessüriyetini dile getirmekte. Nihai vargısı ise şu: “Kanımca ‘ileri demokrasi’ talebi çerçevesinde bir muhalif sese ihtiyaç olduğu ne kadar doğruysa; bunun ‘sol’ kimlikle ilişkilendirilerek inşa edilebileceği önermesi de o kadar sorunludur”.
Türkiye’nin verili sol (ben, ‘sosyalist’ olanını kast ediyorum [1]) siyasi birikim ve edimselliğinin ‘ileri demokrasi’ talebi (ki, bu tabirin AKP söyleminden çekincesizce nakledilişi de manidardır) bağlamındaki inandırıcılığı ve yapıcılığı –geleneğinden ilhamla- elbet sorgulanabilir; sorgulanmalıdır. Ancak, ‘sol’un, (kendini ötekilerinden ayırt ettirici) temel kalkış noktaları hesaba katılmadan -‘tarihsel/olgusal gerçekliği’ne mutlak itibarla- tedavülden kaldırılışı, yersiz ve yararsız bir telaşın ifadesidir kanımca (en azından, ‘ileri demokrasi mücadele hattı’nda tartışmasız yer verilenlerin -bilhassa da, ‘milli iradenin neoliberal zamanlardaki İslami restorasyonu’ anlamında, AKP merkezli siyasetin- o kalkış noktaları üzerinden –eleştirel bir mesafeden- sorgulanması şansını ıskalaması bakımından).
‘Sol gelenek’ten gelen ama kendi geleneğini de ‘geleneğe eleştirel yaklaşım’ı ile kurmaya özenmiş biri olarak, tümden yok saymak yerine, eleştirel duyarlıkla –evrensel/yerel- o geleneğin içinden yürüyüp günümüze ışık tutma çabasının daha anlamlı ve yapıcı olacağı inancını taşıyanlardanım ben. O inançla, son zamanlarda okuduğum bir kitaptan söz etmek niyetindeyim: Ruh İşbaşında/ ‘Yabancılaşmadan Otonomiye’ (2).
Birey Sorunsalı (1999) isimli ilk kitabımda, ‘psikanalitik duyarlıkla’ Marksizm eleştirisi yapmaya soyunduydum. Marks, 1844 Felsefe Elyazmaları’nda, ‘yabancılaşma’ meselesini ele alıyor ve kapitalist üretim ilişkisinin emekçiyi kendisine yabancılaştırıcı hüviyetinden söz ediyordu. Söz konusu üretim ilişkileri içinde, işçinin yarattığı artı-değere el konulmakta ve işçi, ürettiği ile sermayenin kendi karşısındaki sınıf gücünü pekiştirerek emeğine, emeğinin ürettiği nesnel dünyaya ve o dünya üzerinden kendisine yabancılaşmaktaydı.
Aslında, yabancılaşmanın aşılması olarak öngörülen ‘komünizm’ tanımı (yabancılaşma olgusunu da içeriden betimleyerek) günümüz gerçekliğine –dahi- uzanacak fevkalade pırıltılı ipuçları taşımaktaydı: “[Özel mülkiyetin, ya da insanın kendine yabancılaşmasının olumlu şekilde aşılması ve dolayısıyla insani öze insan tarafından ve insan için gerçekten sahip olunması olarak komünizm] …İnsanın toplumsal (yani insani) bir varlık olarak bütünüyle kendisine dönüşü olarak komünizm –bilinçli olarak ve önceki gelişmelerin tüm zenginliklerini kucaklayarak gerçekleştirilecek bir dönüş. Bu komünizm, bütünüyle gelişmiş bir doğalcılık olduğundan hümanizme ve bütünüyle gelişmiş bir hümanizm olduğundan doğalcılığa eşittir. İnsanla doğa ve doğayla insan arasındaki çatışmanın sahici çözümüdür; varoluşla öz, nesneleşmeyle öznel teyit, özgürlükle zorunluluk, bireyle türler arasındaki mücadelenin hakiki çözümüdür. Komünizm tarihin çözüme kavuşmuş muammasıdır ve kendisinin çözüm olduğunu bilir”. (3)
Dikkat buyurunuz; ‘komünizm’, tarihin biriktirdiği bilmeceyi çözerken, kabaca –ve sadece- üretim ilişkilerinin kendisini değil, o ilişkinin, insanın kendi özüne yabancılaşması bağlamındaki izlerini de muhatap almaktadır: “Üretim, yalnızca bir metâ olarak insanı, metâ-insanı, metâ rolünde insanı yaratmakla kalmaz; fiziksel ve manevi bakımdan insanlıktan uzaklaştırılmış bir varlık olarak bu rolü oynamak üzere yaratır onu”. (4)
Genç Marks işe böyle koyulmuştu. Lakin, Kapital’e doğru uzanan epistemolojik kopuşu (Althusser’in tabiriyle, ‘toyluğu’nu üzerinden atışı), onu da, kuramını da, o kuramı kılavuz belleyenleri de, yukarıda anılan temel manivelanın (sınıf çelişkisini tasfiye edici tarzda) oynatılmasına (iktidarın ele geçirilişine) ayarlanmış telaşlı bir siyasi edimselliğe sevk etmişti.
Son kertede, mahut manivelanın -sınıfsız-sömürüsüz-devletsiz radikal demokrasi anlamında komünizm için- ol minvalde oynatılışı elzem olsa da, oraya nasıl varılacaktı? İşte, ‘ideoloji-ideoloji pratik’ ve ‘demokrasi mücadelesi’ ile ilgili sorunlar oradan sökün ediyordu –kanımca. Ben, Birey Sorunsalı’nda, psikanaliz ve açılımlarını anlattıktan sonra, onun, ‘bilinçdışı’ süreçlere uzanan, ‘bastırma karşıtı, özgür çağrışım esaslı, -kendiliksel düzeyde- yaratıcı edimselliğinin’ Marksizmin siyasi pratiği için neleri ilham ettiğini ele alıyor; son tahlilde, yabancılaşma karşısında, ‘yaratıcı siyasal edimi’, o demektir ki, ‘tahakküm ve hiyerarşileri tasfiye’yi –her adımında- kerteriz alan, özgürlükler ve demokrasi hattını mihengi belleyen Marksist siyaset öngörümü dile getirmeye çalışıyordum (Murray Bookchin’i hatırlarsak [Kıtlık Sonrası Anarşizm, 1971] ‘indirgemecilikle yetinmeyecekler için, sınıftan çok hiyerarşi, sömürüden çok tahakküm, salt devletin ortadan kaldırılmasından çok özgürleştirici kurumlar, adaletten çok özgürlük, tanımlanmış mutluluktan çok hazzın önemi’ne itibar eden bir siyasi duyarlıklar öngörüsü).
Şunun altını çizdikten sonra asıl muradım olan yere döneceğim: Evet; AKP siyasetinin; ‘mahalli/otantik/taşralı’ sermaye hareketinin merkezi hegemonyayı ele geçirebilen ve kendi sınıf çıkarları doğrultusunda devleti (askeri-sivil bürokrasiyi) dönüştürebilen, o arada, ‘Türk-Sünni’ değerler çerçevesinde milletini devletleştiren, kendisini hizmet âşıklısı olarak konumlandırdığı ilişkisinde milletine –asla onun fikrine müracaat etmeden- ‘kalkınma’ adı altında sınıf çıkarlarını pazarlayan, hesapsızca doğayı ve çevreyi tarumar eden, mahut pervasızlığı ile ‘ulus-ötesi neoliberal kapitalist ekonomi-politik’le eklemlenebilen ‘alaturka modernleşmeci’… vasıflarının altını çizmekle birlikte, ‘sahici bir sınıf siyaseti’ olduğunu, merkez/sağ siyasetler tarihimiz içindeki göreceli ‘burjuva-demokratik’ eğilimlerini (henüz ortada çekincesizce özgürlükçü, demokratik ve eşitlikçi bir ‘Anayasa’nın olmadığını, şunca yıldır toplumun içeriden barışa hazırlanmadığını unutmadan) teslim edelim; lakin, bu başat kimliksel özellikleri ile kurduğu ‘ileri demokrasi’ söyleminin ne denli inandırıcı, bağlayıcı ve derinlikli olduğu bir yana, oradan bahisle, ‘sol’un (dikkat edelim; bir mefhum olarak ‘sol’un, anıştırdığı temel değerler çerçevesindeki kimliğinin dahi), ileri demokrasi takdiminin arkasındaki AKP’ye muhalefete dair ehliyetsizliğini bu denli iştahla anar olmanın, günümüzde (Ruh İşbaşı’nda ile birlikte kısaca değineceğim) bir tür ‘sol entelektüel yabancılaşma’ örneği olduğu izlenimini de yabana atmayalım.
_______________________________________
1. Andığım iki yazı esas alındığında, Özaltınlı’nın, bize ait, ‘sol’ genelleme içinde yer verip umudu kestiği bir soldan söz ettiği anlaşılmakta. ‘Fransız Devrimi, kapitalizmin gelişimi/sınıf mücadeleleri, adaletli bir dünya için değişim, demokrasi, evrenselcilik, refah arayışı’ solun merkezi nitelikleri ona göre (daha ziyade, ‘sosyal demokrasi’den söz eder gibi olsa da). Hani, oradan yürüsek (‘kapitalizmin sosyalizmle aşılması tasavvuru’ –ki, orada, solun ‘sosyalist’ çizgisine atıfta bulunulmakta), tecrübe ile sabit ki, o yol da bitik. Batı’da da ‘üçüncü yol’lar aranmakta olduğuna göre, beyhude (arayışın kendisi, geleneğe, dönülüp bakılacak kadar –dahi- bir itibar yüklemiyormuşçasına). Kaldı ki, “tarihsel olarak Batı’nın sınıf mücadeleleri içinde kurulmuş, anlamını, içeriğini oradan edinmiş ‘sol-sağ’ kavramlarına başvurmak zorunluluğumuz nereden geliyor?” –mecbur muyuz? Peki, esasta, bizim tarafa döndüğümüzde, o ‘sol’ kefenin içinde ne var? Askeri bürokratik kurucu ideoloji içinden yürüyüp gelmiş, ‘din’e mesafesi ile kendini tanımlayan, ‘milliyetçilik’ ölçü alındığında dahi evrensellik adına sınıfta kalacak olan CHP ya da muadili bir şey. Her ne kadar, tarihsel/olgusal gerçekliği içinde eleştiriye ve ıslaha müstahak olsa da, ‘sol’ diye ünlenildiğinde, ‘Mahir, Hüseyin, Ulaş…’ ya da ‘Mustafa Kemal’in askerleri’ olup mukabele edeceklerin ötesinde bir sol gelenek (dahası, bir ‘sol muhakeme’) de yok mudur, bu memlekette?
Murat Belge, ‘CHP’den ‘sol’ çıkarmak’ (tavşan çıkarmak gibi bir şey) başlıklı yazısını (Taraf, 23. 02. 2013), çıkmayan canda umut vardır, misali, CHP’nin günün birinde sol olmasını beklemek veya gözüne ilişen her soluk yenilik emaresine ‘sol’ vehmetmek itiyadında olanları işaretle şöyle bağlıyordu: “Bunun yararı, tembel sosyalistlerimizin memlekette sosyalizmi var etmek için çalışacak yerde, CHP’nin sosyalist olacağı günü bekleyerek zahmetten kurtulmaları olabilir ancak”. Sanırım daha da kolayı, o beklentiyi de AKP’ye havale ederek tümden zahmetten sıyrılmak.
2. Franco ‘Bifo’ Berardi, çev. Fırat Genç, Metis Y., Ekim 2012.
3. Alıntı, Ruh İşbaşında’nın 32-33. sayfalarından olup köşeli ayraç içindekiler Birey Sorunsalı’ndan (dolayısıyla, 1844 Felsefe Yazıları’nın Murat Belge çevirisinden [V Y., 1986, s. 109]) aktarılmıştır.
4. 1844 Felsefe Yazıları, s. 90.
RUH İŞBAŞINDA/ Sol entelektüel ‘yabancılaşma’/ 2
1948 doğumlu İtalyan Marksist kuramcı Franco Berardi, bir aktivist olarak ‘otonomcu’ gelenek içinde yer alıyor. Özellikle de, sanayi sonrası kapitalizm koşullarında medya ve enformasyon teknolojilerinin önemini vurgulayan çalışmaları ile tanınmış.
Kitabının hemen ‘Giriş’inde, “Bu kitapta tartışmaya açmak niyetinde olduğum ‘ruh’ tabiri tinden farklı bir şeydir. Ruh, biyolojik maddeyi canlı bedene çeviren hayat nefesidir … Spinoza’nın söylediği gibi, ruh, bedenin yapabilecekleridir,” (1) der, Berardi.
Böylelikle, daha ilk adımda, canlandırıcı nefesini ‘hayat’tan tedarik eden bedenin ‘hâlet-i rûhiyyesi’nin merkeze alındığı bir açılımla karşı karşıya olduğumuzu; ‘ruh ve beden’i bir ve aynı şeyin değişik görünümleri olmak suretiyle (yani, birbirinden koparmadan) ‘töz/sellik (‘sonsuz doğa’) içinde mütalaa eden Spinozacı pratik felsefe penceresinden hayata bakacağımızı anımsatır bize.
Bir önceki yazımda, genç Marx’ın yabancılaşmayı nerede tespit ettiğini ve tanımladığını aktarmıştım. Benim Ruh İşbaşında’dan söz etmekteki muradımsa, ‘sol’ kimliği –Marksist anlamda- temellendiren ‘üretim-ilişkisel’ kalkış noktasının (belirleyiciliği hangi kertede ve nasıl, tartışılır) tedavülden kalktığını söylemenin yersiz olduğuna; değişen (kapitalist) üretim-ilişkisel süreçlerin (solun eleştirel ilk kalkış noktası olan) ‘yabancılaşma’ olgusunu ortadan kaldırmadığına; olsa olsa, yaşanışını –daha da vahim boyutta olmak üzere- dönüştürdüğüne; o demektir ki, şu dünya ahvalinde, solun sağdan kendisini ayırt ettirecek bir anlam ve işlevinin kalmadığını söylemenin de yabancılaşmanın bir başka tezahürü (‘sol entelektüel yabancılaşma’) olarak değerlendirilmesi gerektiğine işaret etmek idi. Devam edelim.
Berardi, ‘Modern entelektüel’ başlığı altında, ‘Aydınlanma’ geleneği içindeki entelektüelden söz ediyor: “Aydınlanma düşüncesinde, entelektüel, toplumsal koşullarıyla tanımlanmaz, evrensel bir değerler sisteminin taşıyıcısı kabul edilir. Aydınlanmanın entelektüele atfettiği rol –rasyonelliğin hayata geçirilmesi yoluyla- insan haklarına, eşitliğe ve hukukun üstünlüğüne saygıyı tesis etmesi ve garanti altına almasıdır. (…) Entelektüel, herhangi bir bağdan azade düşüncenin garantörü, evrensel insan rasyonalitesinin ifadesidir. Bu anlamda da demokrasinin garantörüdür.” (2)
Entelektüelin evrensel konumlanışı, sanırım, bize, kendi siyasal coğrafyamızda ‘sol’ entelektüel kimlikten söz ederken, ‘bize özgülük’ten (‘bize mahsus’luktan) bağımsızlaşarak konuşma sorumluluğunu da yükler. Bu, işin, benim kaygımla ilgili boyutu; Berardi, asıl, entelektüelin ‘rasyonalite’ üzerinden (yani, Aydınlanmacı geleneğe yaslanarak) hayata müdahil oluşunun, ‘bilgi’ye haddinden öte -hayatı yapılandırıcı- bir güç vehmedişin örneği olduğuna da işaret edecektir –ki, Feuerbach Üzerine Tezler’in 11.si de ona delalet etmektedir (“Bugüne kadar filozoflar yalnızca dünyayı farklı biçimlerde yorumladı; halbuki mesele onu değiştirmektir”).
O anlaşılmaktadır ki, “Marksist entelektüeller kendilerini sınıfsız bir toplumu ortaya çıkaracak tarihsel sürecin enstrümanı olarak” (3) görmüşler; ‘komünist proje’yi de, doğru/isabetli tespitin (‘kuram’ın/ ‘bilgi’nin) dünyayı değiştirici gücüne havale etmişlerdir: Sınıf hegemonyası ve ücretli emek ilga edilmelidir! Şimdi; ‘sol entelektüel’ kimlik denen şeyi (kendisini ayırt ettirici) bu temel vasfa sınırlar ve tarihsel/olgusal örnekleri içinde sınıfta kaldığını söylersek, yanlış bir şey söylemiş olmayız. Bunu ben de (‘kuyerel’e de verdiğim makalemde) işlemeye çalışmıştım: Sınıfta Kalmamak İçin ‘Psikanalitik Duyarlıkla’ İdeolojik İkmal. Ancak; ‘ideoloji’nin (‘ideoloji pratik’in), ihmal edilmiş o yollara akıtılabilmesi (ya da, o güzergâh boyunca mütalaa edilebilmesi) için, solu sol yapan temel değerlerden hareketle ‘ikmal’i gerçekleştirmek gerektiği gerçeğini de unutmamak şartıyla. (Geçerken hatırlatayım, yine Tezler’de Marx, gerçekliğin, salt ‘somut’ olarak değil, ‘insan faaliyeti’nde –pratikte- somutlanan şey olarak değerlendirilmesinin de ‘materyalizm’e dahil olduğunu [Tezler, I] vurguladıktan sonra, misal, Tezler III’te de, şunları söyleyecektir: “İnsanların hal ve şartlarla terbiyenin mahsulü olduklarını, binaenaleyh değişik insanların değişik hal ve şartlarla değişik terbiyenin mahsulü olduklarını söyleyen materyalist doktrin, hal ve şartları değiştirenin insanlar olduğunu ve bizzat terbiyecinin de terbiye edilmesi gerektiğini unutuyor. (…) Hal ve şartlardaki değişmeyle insan faaliyetindeki değişmenin birbirine uygunluğu ancak inkılâpçı [devrimci] pratik olarak tasavvur olunabilir ve rasyonel bir şekilde anlaşılabilir”. [4])
Evet; Marx, yabancılaşma tespit ve tanımını, ‘endüstriyel kapitalizm’ koşullarında yapmıştı. İşçinin, belli bir mekân ve zamanda üretimde bulunduğu, emeğin tekrara dayalı döngüselliği içinde sömürüldüğü koşullarda. Marx’ın, ürünün değerinin, ‘toplumsal olarak o ürünü üretmek için gerekli emek zamanı’ ile ölçümlenip sabitlenebileceğini öngördüğü zamanlarda. İşçilerin, işyeri komitelerinde, politik örgütlerde ya da sendikalarda sermayeye karşı örgütlenip toplumsallaştıkları zamanlarda.
Sınıf çelişkisinin (dolayısıyla, çatışmanın) daha doğrudan, daha somut yaşandığı koşullarda, yabancılaşmayı tanımlama ve müdahale menzili daha kısa idi –aşikâr. O görünürlüğü içinde ‘devrimci politika’ da daha çelişki odaklı ve anlaşılabilirdi. Lakin, temel çelişki (emek-sermaye ilişkisi) esasta değişmemekle birlikte, üretim süreçleri, emek gücünün istihdamı ve emeğin üretken nitelikleri giderek değişti/dönüştü. Kapitalizm kendi doğasına sadakatle ‘evrimleşti’. Burada, mesele, sosyalistlerin/komünistlerin evrimleşememeleri, kendi sınıfsallıklarına vuran siyasi ve iktisadi kapitalizm dalgalarına, sınıfsal/nesnel duruma içkin olduğu öngörüsü ile yattıkları ‘devrim’ hülyalarında yakalanmaları idi –kanımca (Tezler III’ten çakılmış, ‘sınıf’ta kalınmıştı bir bakıma).
Günümüz post-endüstriyel koşullarında, zorunlu emek zamanı azaldı. Makinelerce ikame edilen (ki, zihinsel emeğin simülasyon örnekleridir bu makineler) ya da sendikasız, vahim derecede düşük ücretlerle çalışan dünyanın ücra köşelerindeki işçi yığınlarınca üstlenilen sınai işlerin önemli bir kısmı (birinci dünya ülkelerinde) ortadan kalktı. Gelişen teknoloji ile serbest kalan (açığa çıkan diyelim –kimyasal bir tepkime gibi) emek gücünün bir bölümü, yaşanan politik kırılmalarla da birlikte memnuniyetsizce kayıplı koşullarını kabullendi (“[y]edek sanayi ordusu küreselleşmeyle birlikte muazzam biçimde büyür, bu da ortak bir siyasal gücün yaratılmasını son derece zor bir hâle sokar. Diğer bir deyişle, kolektif muhayyilenin infilakı, müşterek bir muhayyel evrenin biçimlenmesini neredeyse imkânsız kılar” [5]), bir bölümü ise, ‘siber uzama ve zamana’ savruldu. (6) Kapitalist dünyadan söz ediyorsak eğer, İkinci Büyük Savaş sonrası gelişen ‘sosyal demokrasiler’ ve ‘sosyal devlet’le birlikte ‘klasik liberal demokratik’ koşullar da aşıldı –gözden düştü. İnsanın, kendi, öteki ve nesneler dünyası ile ilişkisinin, bütünlük ve derinlik duygusunun yittiği, varoluşsallığın ‘hipergerçeklik’ katında tarumar olduğu ‘neoliberal’ günlere geldik dayandık.
İşte, bu (neoliberal küresel/mahalli) ahvalde, ‘sol’un, ‘sağ’ın belirleyiciliği ve kuşatıcılığında hükümsüz ve münasebetsiz olduğunu söylemek, sol gelenekten geliniyorsa eğer, yaşanmakta olan ‘yabancılaşma’nın günümüzdeki ‘sol entelektüel’ karşılığı olsa gerek.
Devam edelim…
__________________________________________________
1. Ruh İşbaşında/ ‘Yabancılaşmadan Otonomiye’/ Franco ‘Bifo’ Berardi, çev. Fırat Genç, s. 20.
2. A. g. y., s. 25.
3. A. g. y., s. 26.
4. Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu [F. Engels], ‘Feuerbach Hakkında Tezler’ [1845, Karl Marx], çev. C. Karakaya, Sosyal Y. Bu arada, 1844 Elyazmaları’nın da, ancak, 1957’de (Werke, Dietz Verlag, Berlin) yayımlanmış olduğunu hatırlatalım.
5. Ruh İşbaşında/ s. 66. Ya da, “[s]ermayenin yersiz yurtsuzlaşması, işçilerin kendi topluluklarını kurmaları için gereken zamandan çok daha çabuk gerçekleşti” (a. g. y., s. 82).
6. Bilişsel/iletişsel ağın zihinsel emek gücünü tümzamanlı olarak kuşatışına değinen Berardi şöyle söyler: “Bilişsel emek âleminde neler oluyor? Nasıl oluyor da bu yeni tür işçi, emeği hayatının en ilgi çekici parçası addediyor, işgünlerinin uzamasına karşı çıkmadığı gibi, kendi iradesiyle uzamasını dahi tercih edebiliyor?” (a. g. y., s. 77).
“Gündelik hayatta erosun yitip gitmesinin bir sonucu, kişinin arzusunu, ötekini rekabetin kuralları uyarınca –yani bir tecrübe, haz ve zenginleşme olarak değil de tehlike, yoksullaşma ve sınırlanma olarak- algılamaya alışmış bireylere narsisistik takviye temin eden yegâne yer olarak işe yatırmasıdır” (a. g. y., s. 77-78).
“İş karşısında yeni bir memnuniyet hasıl oldu, çünkü ekonomik olarak hayatta kalmak giderek daha zor bir hal alıyor, gündelik hayat giderek yalnızlaşıyor. Metropoliten hayat o denli üzücü bir halde ki, onu para karşılığı satmaktan asla yüksünmüyoruz” (a. g. y., s. 80).
“Komuta işlevi bundan böyle fabrikada konumlanan hiyerarşik bir dayatma değil, emek zamanın her parçasına sızan, her kademeye yayılmış yersiz yurtsuz bir işlevdir. Ağ iletişiminin hiyerarşik olmayan karakteri tüm bir toplumsal emek döngüsünde hâkim hale gelir. (…) üretim eylemi üzerinde doğrudan ve iradi bir komuta güden bir önceki dönemin formel hiyerarşileri biçiminde olmasa da yeni ve gelişmekte olan bir bağımlılığın üzerini gizleyen ideolojik bir kurgudur” (a. g. y., s. 84).
“Endüstri işçileri, sürekli olarak performe ettikleri üretim edimi karşılığında ücret alabilmek için günlerinin sekiz saatini belirli bir yerde gerçirmek zorundaydılar. Üretimin hareketliliği işçileri zamanda ve mekânda hareketsiz kılan montaj hattıyla mümkün olmuştu. Enformasyon işçileri ise siber uzayda sürekli hareket halindedirler. (…) Cep telefonları sermayenin rüyasını gerçek kılıyor; üretim döngüsünün ihtiyaç duyduğu anda her bir zaman atomunu massediyor. İşçiler bu şekilde tüm günlerini sermayeye sunuyorlar, ancak sadece zamanlarının hücreselleştirildiği anlar için ücret alıyorlar” (a. g. y., s. 85).
RUH İŞBAŞINDA/ Sol entelektüel ‘yabancılaşma’/ 3
Franco Berardi, ‘mutsuzluk fabrikası’ adını verdiği (neoliberal zamanlarda kurulmuş -son tahlilde insanlar/insanlık için mutsuzluk üreten) fabrikanın işleyişini şöyle ele almaya başlar: “1970’lerde, sayısal [digital] olarak kontrol edilen araçların ve esnek otomasyon sistemlerinin devreye girmesiyle giderek daha çok sayıda operatif işlev makinelere devredildi. Ancak 1980’lerin esas belirleyici dönüşümü iş süreçlerinin sistematik olarak bilgisayarlaştırılmasıydı”. (1)
Burada önemli olan, işlenen bilginin, nesne ve üretim süreci ile üretenin ilişkisinin doğrudanlığını eksilterek üretim sürecine yerleşmesidir (ki, giderek, kişinin, kendisi, öteki ve dünya ile ilişkisini, alımlayış, tahayyül ve tasavvur raddesinde bozacak; bedeni ihtiyacı olan hayat nefesinden yoksun bırakacaktır): “Peki, enformasyon nedir? Enformasyon bir nesneye ya da olaya gönderme yapan göstergelerin transferinden ibaret değildir. Enformasyon nesneye ya da olaya aşılanmış olan [onu içeriden dönüştüren, diyelim] biçimin yaratılmasıdır”. (2)
Kibirle büyümsenen/kutsanan ‘teknolojik’ bir gelişme olarak addedilse de, zamanın ruhunu derinden çözündüren bir haldir bu hal: Üretim sürecinin nesnel koşullarını, işçinin süreçteki konumunu (istihdam koşulları ve üretimden kaynaklanan karşı-sınıfsal politik duruşunu), işlevini, üretimin zamansallığı ve uzamsallığını dönüştürdüğü gibi, sıradan insanın hayatla kurduğu münasebeti de içeriden değiştirmektedir. (3)
Meselemize dönersek; ‘komünizm’ ülkümüz, tüm tahakkümlerin ve tahakküm hiyerarşilerinin tasfiyesi ise, günümüz solunun (ve sol entelektüelinin) tahakküm ve hiyerarşilerin hangi raddede yaşanmakta olduğunu da ‘gör(ebil)mesi gerekmektedir: “Böylece tahakküm, bedensel, mekanik ve politik disiplin alanından mantıksal-psikolojik ya da mantıksal-biyojenik otomatizmlerin alanına kayar. Kapitalist küreselleşme, esasen, üretici toplumun geneline yayılmış ve buralarda bağlantılanmış bu tekno-dilsel otomatizmler tarafından desteklenir; böylece kapitalist değerlendirme, bilinçli faaliyetten ve insanın politik eyleminden giderek bağımsız hale gelir”. Sorunun halli, ‘sağ’ı mutlaklaştırmak değil; solun geleneği içinden günün otomatik portakalını kavrayacak ve dönüştürecek aklı/duyarlılığı tedarik etmektedir, velhasıl.
Berardi, çalışmasının önemli bir bölümünü, hayat nefesinden yoksun kalan ‘ruhsuz beden’i tasvire hasretmiş. Endüstriyel kapitalizmin kurduğu yabancılaşma zeminine ‘nevroz’la (dürtüsel istemlerin bastırılmışlığı/insanın kıstırılmışlığı ile) yerleşen Uygarlığın Hoşnutsuzluğu (Sigmund Freud), onun siyasi düzlemdeki ‘sol muhalif’ karşılığı ise, Marx’ın (doğrudan, ‘sınıf’ temelli) önermesi iken; bugün, bütün bu yukarıda yaşanılagelen süreç itibarıyla, artık, basitçe nevrozlar değil, ‘panik ve depresyon’lardan geçerek çözülmeye/dağılmaya doğru gerileyen varoluşsallıklardır, tekilliklerimizi belirleyen; ve dolayısıyla, mukabil siyasi cevabımız da ona göre olmalıdır.
Yabancılaşma kavramı üç şekilde anlaşılabilir, der, Berardi: “1. spesifik bir psikopatolojik kategori olarak; 2. kendiliğin acılı biçimde bölünmesi olarak; 3. öteki ile, dolayısıyla da kendisi ile mutlu bir ilişki sürdürme kapasitesinden yoksun, sempati gösteremeyen bir mekanizmanın distonik hisleriyle, ötekinin bedeninin erişilemez olması durumuyla bağlantılı bir ıstırap ve hüsran hissi olarak”. Ve, şunun altını çizer: “Sanayi sonrası dönemde (…) şeyleşmeden ziyade gerçeklikten çıkma (de-realizzazione [derealizasyon]) halinden bahsetmemiz gerekir”. ‘Kendiliğin şeyleşmesi’nin ötesinde, “[g]ayrimaddi emeğin alanının tipik sıkıntısının fenomenolojisini tasvir eden [yukarıdaki] üçüncü anlamda (…) bir gerçeklikten çıkma haline tanık oluruz: şeye dokunmanın, bir bedenin sahibi olmanın, elle tutulur fiziksel bir varlık olarak ötekinin mevcudiyetinden keyif almanın toplumsal, dilsel, psişik, duygusal imkânsızlığı”. (4)
Ötesi; bedenin ortadan kalkışı (5), sanal ve ‘frijid’ yaşantıların sahte dünyasında avunma arayışları (‘yeni muhayyel boyut bastırma değil, simülasyon/simülakranın baştan çıkarıcı sonsuzluğudur’), mahremiyetin ihlali ve değersizleşmesi, herkese her ân her yerde ulaşılabilirlik, dağılma/bütünlük yitimi öncesi panik duygusu, narsisistik kayba dayalı öfkeler, depresyon, ara çıkışlar olmak üzre özyıkımsal madde kullanımları, şiddete eğilim (stadlarda ve sokaklarda yaşanan şiddetten, dinsel köktencilik, etnik kimlikçilik ve milliyetçiliklere), ötekini reddedicilik –ya da, konformizm.
Evet; ‘mikro-elektronik’ teknolojiler bambaşka bir dünya kurdu, “[s]ermaye yersiz-yurtsuzlaşma kapasitesini ele geçirdi, üretimi tüm dünyaya yaydı, işçi örgütlenmelerinin zamanlaması ise kapitalist küreselleşmenin zamanı karşısında yerel ve yavaş kaldı”; insan, kendisi, öteki ve doğal çevresi ile ilişkisinde sahicilik duygusunu, yaratıcı yetkinliğini yitirdi –öyleyse?
Karşı siyasal duruş için, Freud’dan ve Marx’tan kalkan Berardi, Michel Foucault, Gilles Deleuze, Felix Guattari ve Jean Baudrillard’a uzanan bir yelpaze içinde dolaşır. Bu yazının çerçevesi hep birlikte o yelpaze içinde dolaşmamıza müsait değil. Ama şu kadarını söyleyeyim; bütün bu yelpaze, küresel kapitalist hegemonya karşısındaki ‘sol entelektüel’ varoluşsallığın arayış, yoklayış ve tartışmalarının mahsulü –unutmayalım.
Sonlara doğru şöyle söylüyor Berardi: “Komünizm, yeni bir bütünlük ilkesinden ziyade kapitalist hâkimiyetten özerkliğin olası biçimlerinden biri olacak”. (6)
Freud’un kadim dostu Fliess, bir mektubunda, psikanalizin bittiğini anlamanın mümkün olup olmadığını sorar, dostuna. Freud’sa, analizanın (analizde olan kişinin), analizin bitmeyecek bir süreç olduğunu anladığı noktada psikanalizin amacına ulaşmış olacağını ifade eder. Bizim için, komünizm de öyle. Hemen bitimden sonra şunları yazmışım (yine kitap boşluğuna): ‘Komünizm, nihai yaşama düsturu, bir üst yaşama değeri değil, kapitalist hegemonya karşısında varoluşsal özerkliği kurma yönelimi olmalıdır. Donup kalmayan, akıp giden… ve hayatın zaten o olduğunu kabullenen bir yaşam algısı’.
__________________________________________________________
1. Ruh İşbaşında/ s. 89.
2. A. g. y., s. 89.
3. Bunu, her birimiz, cep telefonları (hele hele o ‘akıllı’, ziyade bitirim olanları), internet üzerinden dünya ile iletişimimizi kuran her türden araç-gereç, görüntü ve ses aktarımları (‘skype’a bi çıksan!’), vb. ile evriltildiğimiz ‘sanal âlemde’ yaşayıp durmaktayız (kimse artık, sorarak, yaşanmışlıktan kalkarak yol-iz bulmamakta, bir küçük ekrana göz süzüp derininden gelen metalik sese kulak vererek hayat içinde yol almaktadır).
Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon (1982) isimli çalışmasında, bu, hayatımıza yön veren, hayatımızı kendi gerçeklik katında kuran işleyişi ele alır. İşleyişin esas vasfı, bizi, ‘töz/sellik’ten koparmasıdır (hani, o hayat nefesinden). Giderek, kendi tözselliğini kendi hipergerçekliği içinde kuran şeydir, simülakr –ya da, simülasyon işleyişi. Kopyanın kopyalığından hiperkopyalığa uzanır. Andığım çalışmayı okurken, Baudrillard’dan feyz ile şu notu düşmüşüm kitap kenarına (televizyon, vb. ile kurulan haberdarlığımıza dair): ‘Haber (televizyon haberciliği), kendi kurduğu hipergerçekliği içinde sahnelenen bir oyundur. ‘Gerçek yargısı’ dediğimiz şey de, o oyunun bize söylediğidir. Toplumsallaşmanın yolu da, kendi ussal edimimizle yürüdüğümüz yol değil, hipergerçeklik oyununda görünmektir’.
Cem Yılmaz, zamanın ruh(suzluğ)u içinde yol alan mizah damarına söz konusu dünyayı da akıtmıştı son gösterisinde (‘E, siz, bu cep telefonları, internetler yokken n’apıyordunuz?’lar, yol tarifi verdiği direksiyondaki kocasını ‘navigator’ hanımından kıskanan hanımlar, vs. Muhteşemdi!).
Tekrar Berardi’ye dönersek, misal, şöyle diyor (‘otomatik portakal’ dünyamıza dair): “Teknik, dilsel, mali, ilişkisel, fiziksel ve davranışsal otomatizmler internette bir araya gelirler ve neticede çokluğun hareketi bilinçten ve alternatiften yoksun bir harekete, bir sürüye dönüşür. İnternet ekonomisinin gelişimi organizmaların genelleştirilmiş uyumlulaşma sürecini harekete geçirmiştir. (…) Uyumlulaşma aygıtları kolektif organizmanın içine girerler ve aynı bireysel organizmaların bilişsel faaliyetinde tecessüm ederler. İnternet, zihnin sömürgeleştirilmesi ve bilişsel faaliyetin otomatizme boyun eğdirilmesi süreçlerini harekete geçirir” (a. g. y., s. 164, 165).
4. A. g. y., s. 100.
5. “Ten tene temas tehlike ve elektrik yüklüydü, o yüzden ya katı ve donmuş bir hal aldı ya da patolojik düzeyde hiper bir hale dönüştü (a. g. y., s. 104). (…) İşe yaramaz hale gelen bedenimiz isteksizce oyun sahasının kenarında dikiliyor; onu eğlendirmek, hoş tutmak için vücut bakımı ve cinsellik üzerinden işleyen ticari ağlara sığınıyoruz. Yalnız kalan ruhun bedenle bir bağı yoktur artık, onu yönlendiren otomatizmlerin bakımına bırakmıştır kendini” (a. g. y., s. 167).
6. . A. g. y., s.192-93.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | Leave a Comment
No Responses Yet to “RUH İŞBAŞINDA/ Sol entelektüel ‘yabancılaşma’/ 1-2-3”