Slavoj Zizek ve kıyamet günleri komünizmi
Birikim dergisinin Ocak-Şubat 2022 sayısında yayımlanmıştır.
Slavoj Zizek’in son kitabı, “liberal/kapitalist demokrasiler” ve “popülizmler” marifetiyle gelip dayandığımız kıyamet eşiğindeki ideolojik müdahalelerinden oluşuyor. Adını Söylemeye Cesaret Eden Bir Sol adıyla Türkçeleştirilmiş kitabının (‘A Left that Dares to Speak Its Name’, 2020)1 alt başlığı ’34 Zamansız Müdahale’ (’34 Untimely Interventions’). Önce şu soru: ’Giriş’ faslı, ‘Komünist Bakış Açısıyla’ başlıklandırılmış; otuz dört yazı da, —küresel ısınma, dijital tahakküm, mülteci meselesi, vb. bağlamında— dünyanın hal ve gidişinin komünist bir müdahaleyi kaçınılmaz kıldığı tezi üzerine kurulmuşken; Zizek, kendini adlı adınca takdim etme cüretkârlığına davet ettiği ‘sol’un ilham alması gereken müdahalelerini neden ‘zamansız’ nitemi ile anmayı uygun bulmuştur? İlerleyelim; hem sorunun çengeline asılalım, hem de yazarın teklifinin bize doğru hangi pencereleri açtığını yoklamaya çalışalım.
Evet; ‘komünist bakış açısı’nın lüzumuna işaret ederken, Zizek, “Aydınlanma karşıtı çılgınlığın işaretleri”ni anarak başlıyor söze ve devam ediyor. Bir yanda, büyücülüğü teşvik ettiğini düşündükleri Harry Potter kitaplarını —Facebook’ta paylaştıkları— törenle ateşe veren Katolik rahipler (Hıristiyan Avrupa); diğer yanda, kök hücre, tüp bebek, güdümlü füze dahil tüm teknolojik açılımları Tanrı Vişnu’ya, Tanrı Brahma’ya bağlarken —Newton ya da Einstein’ın katkıları da dahil olmak üzere— kuramsal fiziği tümden yanlışlamaya soyunan Hindu Hindistan varsa ve söz konusu çılgınlık böylesi bir yelpazede zamanın ruhunu örmekteyse; “gezegene daha fazla zarar vermeyi azaltmak için, sürdürülebilir bir gıda üretimi sağlamak” ve daha sağlıklı bir beslenme biçimine geçilmesi kaçınılmazsa; küresel ısınmayla küresel bir yıkıma doğru dolu dizgin gidilmekte, mülteci meselesi insani bir mesele olarak giderek derinleşmekte ve bütün bu ruhsal, zihinsel, davranışsal savrulma dijital hükümranlığa tâbiiyetle yaşanmaktaysa… ve bütün bunlar, küresel kapitalizmin bizi sürüklediği uçurumun ön işaretleriyse, “bir zamanlar ‘komünizm’ diye adlandırdığımız” şeyin “küresel failliği”ne tutunmak kaçınılmaz değil midir, diye, seslenmekte bize Zizek.
Peki, nasıl bir iradeyle gerçekleştirilecektir söz konusu faillik? Zizek, öncelikle, kişinin kendi kaderini seçebileceği yollu radikal bir tutuma ihtiyacımız olduğunu vurguluyor. Ama, kaderimizi seçebilmek, geleceğimizi değiştirebilmek için, geçmişimizi, —anlamak değil— “geçmişin hâkim tasavvurunda içerilenden farklı bir geleceğe açılan bir şekilde yeniden yorumlamamız” gerekir, diye de ekliyor. Teklif, bir zamanlar komünizm diye andığımız şeyin failliğine tutunmaksa, demek, farklı bir geleceğe doğru yol alabilmek için geçmişteki komünist tahayyül ve tasavvurlarımızı değiştirmemiz gerekecektir. En azından ben öyle anlıyorum ve metni bu sorunsallaştırma mihverinde takip ederken rastladığım ilk iz, Zizek’in, —Jürgen Habermas’ın liberal solun devlet filozofu olarak tanınması örneği üzerinden— “otantik siyasal boyut”u yitirme korkusunu terk etme zaruretine dair vurgusu oluyor. Habermas’ın, misal, kişilerin etnik kökenlerine atıftan ziyade, özgürleştirici değerler üzerinden kurulacak anayasal yurtseverlik fikrini sahiplenişi, —her ne kadar devlet filozofu olarak değersizleştirilse de— doğru siyaseti, mutlak olarak devlete ve aygıtlarına ve dahi parlamenter siyasete uzaklık olarak mütalaa edip “muhalefetçilik tuzağı”na düşenlerin siyasi tutumundan daha olumludur, Zizek’e göre. Zira, “en kirli iş, kirli bir işi bir başkasına bırakmak ve böylece iş yapıldıktan sonra bu başkasını ilkesiz oportünizmle suçlamaktır.” Öyleyse, mesele, “devlete mesafe” bağnazlığını bir yana bırakıp “başka bir devlet için savaşmada elini kirletmekten korkmayan” bir siyaset felsefesine itibar etmek ve her koşulda adlı adınca ortada olabilmektir: “Bugün ihtiyacımız olan, utangaç biçimde özünü birkaç kültürel incir yaprağıyla örten bir Sol değil, adını söylemeye cesaret eden bir Sol’dur. Ve bu ad, komünizmdir”.
EKOLOJİK YIKIM, MÜLTECİ SORUNU, DİGİTAL KIYAMET ve ADLI ADINCA KOMÜNİST TAVIR
Göçmenler ve göçmenlerin sınırlardan içeriye girmesini engellemeye yönelik duvarlarla küresel ısınmanın iç içe geçen sorunlar olduğunun altını çizen Zizek, çoğu kez, ekolojik yıkım (“ekolojik apokalips”) ve mülteci sorununu (“mülteci apokalipsi”) birlikte değerlendiriyor (“ekolojik apokalips ve mülteci apokalipsi, uygun bir biçimde ‘iklim apartheidı’ diye adlandırılan şeyle giderek daha çok örtüşüyor”). Zira, kuraklıklar, seller, fırtınalar ve sonuçlarıyla baş etmek zorunda kalan dünyanın en yoksul insanları açlık ve göç arasında bir seçime zorlanmakta; aşırı yoksulluk ve insan hakları hakkında BM Özel Raportörü Philip Alston’ın da vurguladığı üzere, “yoksulluk içindeki insanlar küresel emisyonun yalnızca küçük bir kısmından sorumlu olsalar da iklim değişikliğinin yükünü sırtlan[mak] ve kendilerini korumak için en az imkâna sahip”2 olmak suretiyle ‘iklimsel bir ayrımcılığa’ maruz kalmaktadır.
İncir yaprağını kaldırmak üzere müdahil olan Zizek, eğer diyor, iklimsel sorunlar ‘kıyamet’ raddesinde yaşanmaktaysa ve biz, radikal sol olarak radikal bir değişimden söz edeceksek, eski proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmama tehdidini yeni bir apokaliptik tehdit üzerinden tanımlamak durumundayız ki, bu da, “ekoloji” meselesidir. En karamsar olanların beklediğinden de hızla artan bir küresel ısınmayla karşı karşıya isek, kimi yorumcular II. Dünya Savaşı’yla bir benzerlik kurmakta ve benzer bir küresel seferberlik kaçınılmaz görünüyorsa, radikal sol politikanın iklimsel değişiklikler ve sonuçlarına yönelik tavrı da —radikal komünist önlemlerle birlikte— “acil bir durum” ve “olağanüstü hal” takdirine dayanmalıdır. Bugün revaçta olansa, eylemde bulunmadan vicdan rahatlatmaya dayalı Avrupa Yeşili ılımlılıktır: “Yeşil yüzlü kapitalizm”. Sadece “Yeşiller ve aşırı solun koalisyonu sayesinde ortaya çıkabilecek o çok ihtiyaç duyulan radikalleşmenin ise hâlâ çok uzağındayız”dır.3 Kendisini bıraktığı kazanda suyun ısısını aşamalı olarak yükselten, tehlikeyi görmezden gelerek kendisini yavaş yavaş ölümüne kaynatan kurbağalarızdır.
‘Akla (İhanete) Umutsuz Bir Çağrı’ başlıklı yazısında, Zizek, gezegen üzerindeki konumumuz ve diğer canlılardan farklılığımızla, doğanın bizim için “sosyo-tarihsel” bir kategori olduğuna değinir. Toplumsal-tarihsel bir düzlemde doğa ile etkileşim halinde olan bizler tarafından, doğa, kendisine dönük anlayışımızı şekillendiren tarihsel koşullar tarafından kategorize edilmiştir. İşte, o minvalde, gezegenimiz, artık, üretken etkinliğimizin aşılamaz kaynağı değil; “sehven yok edebileceğimiz ya da dönüştürerek yaşanmaz kılabileceğimiz bir sonlu (bambaşka) nesne olarak ortaya çık[mıştır]”. Doğa ile toplumsal-tarihsel etkileşimimizin doğasal yaşamın dengesini etkileyecek güce eriştiği noktada, doğa bize sınırlarımızı hatırlatır konumdadır artık. Bir vakit, üzerindeki tasarruf gücümüz marjinalken doğaya hükmetme ve onu sömürme tahayyülüne abanan bizler, artık, —bir paradoks gibi görünse de— şunu kabul etmek zorundayızdır: “[D]oğanın yeniden üretimi ne kadar insan etkinliğine dayanırsa o kadar kontrolümüzün dışına çık[maktadır].”4 Komünist Manifesto’da altı çizildiği üzere, katı olan her şey buharlaşmakta, kutsal olan her şey sıradanlaşmakta, doğa da elimizden çıkmaktadır.
Doğayla münasebetimiz dahilinde Zizek, Marx’ın tahayyül dahi edemeyeceği raddede, etnik ve cinsel kimliklerin buharlaştığına, kimliksel katılıkların çözüldüğüne de işaret edecektir: “[Ö]yle ki kapitalizm standart normatif heteroseksüelliğin yerine, kararsız değişken kimliklerin ve/ya yönelimlerin çokluğunu koyma eğilimi göster[mektedir].” Andığı katılıkların çözülmesini kapitalizme bağlayışı kadar olumsuzlayıcı bir dille anışının tuhaflığını bir yana koyarsak, Zizek, asıl, kendi doğamıza müdahalede de sınırları zorlayan bilim ve teknolojinin pervasızlığından dem vuracaktır. Kapitalist bilim ve teknoloji, doğayla ilişkimizi, anlama ve yeniden üretme değil, “bizi şaşırtacak yeni yaşam formları üretme” haddine taşımıştır; muradımız “sadece doğaya (olduğu şekliyle) hükmetmek değil ama bizi de içeren yeni, büyük, yalın doğadan daha güçlü bir şey üretmektir” artık. İnsan beyninden daha güçlü (yapay zekâya sahip) beyinler, genetik açıdan manipüle edilen organizmalar, vb… yapay olarak yaratılmış doğa ve olası canavarlıkları anlamında “ikinci doğa”dır söz konusu olan. Tedirginliğini şöyle dile getirir Zizek: “Nanoteknolojik deneylerin öngörülemeyen sonuçlarının neler olabileceği hayal edilebilir mi: Kansere benzeyen bir şekilde kontrolden çıkan, kendini yeniden üreten yeni yaşam formları.” Nükleer felaketten küresel ısınmaya, oradan biyogenetik manipülasyonlara ve doğaya müdahale yetkinliğine yaslanan uygarlığımız şu aşamada, Freud’un, “uygarlığın hoşnutsuzluğu”5 tespitine yeni bir yorum katmakta, hoşnutsuzluk kültürden doğaya kayarak doğanın sonu hazırlanmaktadır: “feci bir doğrultuda patlayabilecek kırılgan bir” işleyiş.6
Biyogenetik manipülasyonların yarattığı teessüriyet ve endişenin ötesinde, ekolojik yıkım hal ve gidişinin encamını sorgular, Zizek; peki, ne olacaktır? Pek de ümitli değildir: “Muhtemelen hiçbir şey. Bizi uyandırması ve hakiki bir olağanüstü hal ilan etmeye hazırlaması için,” … “daha büyük olmayan [bir] felakete [“umarım,” diye de vurgulamıştır] ihtiyacımız vardır”. Ve herhalde (komünist ön alıcılıktan yana da ümitsiz olmalı), komünizm ancak öylesi bir felaketin dayatmasıyla sahneye çıkacaktır: “Elbette basit parlamenter bir seçim süreciyle değil ama apokaliptik bir tehdidin bizi olağanüstü hale zorlamasıyla”.7 Demek, ümidimiz, apokaliptik tehdidin zorlayacağı komünist “olağanüstü hal”e havale edilmiştir.
Zizek’in andığı incir yapraklarını mülteci meselesinde nasıl kaldırdığını anlamak içinse ‘Soyons Réalistes, Demandons l’Impossible’ (“gerçekçi ol, imkânsızı iste”) başlıklı yazısına bakalım. Zizek sözü Fransa’daki “Sarı Yelekliler” hareketi ile başlatıyor. Toplu taşımanın olmadığı metropol dışında yaşayan ve çalışanların —yüklenen yeni vergisiyle— benzine ve mazota yapılan zammı protestolarının giderek “Frexit” (Fransa’nın AB’den çıkması), düşük vergiler, daha yüksek emekli maaşı gibi taleplere doğru genişlemesiyle gelişen geniş tabanlı bir harekettir, Sarı Yelekliler çıkışı. Alain Badiou’nun da vurguladığı, “hareket eden (kargaşaya neden olan) her şey kızıl değildir” uyarınca, sıradan insanların kapitalist elitlere karşı acıları ve talepleriyle çıkıştığı bir tür sol popülizm olmakla birlikte, hareket, mevcut hegemonyanın yapısında açtığı yarıktan kıyasıya yararlanmayı öğrenmelidir, Zizek’e göre. Ancak, —mülteci meselesinde de değineceği üzere— Zizek, protestocuların gerçekten ne istediklerini bilmediklerini; başka bir toplum tasavvurunda karşılanabilecek taleplerini, onları karşılaması mümkün olmayan sisteme yönelttiklerini; dolayısıyla, talepleriyle sistemin içinde kaldıklarını ifade edecektir. Öyleyse, protestocular koşullu olarak destekteklenmeli; örneğimizde asıl hedefin ucuz benzin değil, ekolojik sebeplerle petrole bağımlılığımız dahil tüm yaşam tarzımızı (paradigmalarımızı) değiştirmek olduğu (aynı şeyin düşük vergiler, daha iyi sağlık hizmeti ve eğitim için de geçerliliği) hatırlatılmalıdır.
İşte, tam o noktada, “büyük etik-siyasal sorunumuz” dediği mülteci sorununa geçecektir, Zizek. Sarı Yelekliler münasebetiyle söyledikleri mülteci sorunu için de geçerlidir. “Mülteci akışıyla nasıl başa çıkacağız?”dır, soru. Cevabı şudur: “İçeri girmek isteyen herkese öylece sınırları açmak ve bu açıklığı genelleştirilmiş suçluluğumuza (‘sömürgecilik, bedelini sonsuza dek ödemek zorunda olduğumuz büyük suçumuzdur’) dayandırmak çözüm değildir. Böyle bir tutum, göçmenler ve yerel işçi sınıfı arasındaki çatışmayı körükleyen iktidarın işine yarayacak; açık sınır savunucularıyla popülist göçmen karşıtları arasındaki çelişki, göçmenliğe yol açan uluslararası iktisadi sistemi değiştirme ihtiyacına dönük farkındalığı ketleyecektir. Sorunun çözümünü ‘göçmenliğe yol açan iktisadi sistemi değiştirme’ menziline taşıyan Zizek, az önce andığı suçluluk duygusuyla soruna yaklaşan sol liberallerin duvarları tümden kaldırma ve kapıları göçmenlere açma tavrının ‘köktenci’ göçmenler tarafından hor görülmeyle karşılanacağını da hatırlatır: “Burada hiçbir minnettarlık bulunmaz; ne kadar verirsek, o kadar yeterince vermediğimiz için suçlanırırz.” İlginç (şeddeli) vurgularla muhtemel horgörüyü işler, Zizek. Açıkça göçmen karşıtı Macaristan ya da Polonya değil, İsveç gibi soruna duyarlıkla yaklaşan ülkelerdir göçmenlerin yakınmalarını üstüne çeken. Bu türden duyarlı ülkelerin göçmenlerden beklediği uyum çabası, “düpedüz Avrupa kültür emperyalizmi diye reddedilir”. Tepkisi şudur Zizek’in: “Peki Müslüman ülkelerin Hıristiyan azınlık için yeni Hıristiyan kiliseleri nerede?”(!) Dahası; her ayrıntı köktenci göçmenler tarafından ikiyüzlülükle değerlendirilecektir de: Egemen kültür kızların provakatif şekilde giydirilmesine müsaade etmekte, şeriat hükümlerini kendi hukuk sistemine hâlâ dahil etmemektedir, vs. Halbuki, Haçlıları dillerine dolayanlar Avrupa’nın büyük kısmının Müslüman işgali(!) altında olmasını normalmiş gibi anmaktadır. Zira, bütün bu tavırların altında yatan öncül, —diğerleriyle karşılaştırılamayacak ağırlıktaki— “sömürgeciliğe dair bir tür radikal günahtır”. Dikkati çeken, Zizek’in bütün bu değerlendirmeleri “biz Avrupa(lılar)” kipi altında yapıyor olmasıdır. O radikal günah (“biz”) Avrupa’nın öz varlığına atfedilmekte, borç(umuz) asla ödenememekte; hatta, fark edilen —zayıflık, özsaygı ve özgüven eksikliğinin göstergesi— suçluluk köktenci göçmenler tarafından hor görülmeyi pekiştirmektedir. Öyleyse, der, Zizek, “Avrupa’daki bizler, başkalarının saygısını ancak sınırlar koymayı öğrenerek, suçluluk ve zayıflık konumundan değil, bir güç konumundan başkalarına tam olarak yardım etmeyi öğrenerek yeniden kazanacağız”. Zizek için meselenin hassas noktası, “başkalarının saygısı”nı kazanacak bir “güç konumu”ndan (sınırlar koymayı bilen efendi konumundan herhalde) yardım elini uzatmayı bilmektir.8–9
Toplumsal sorunların çözümünde hiyerarşik bir yaklaşıma yatkın olduğu izlenimini, Mısır ve Arap Baharı örneğine ilişkin açıklamalarıyla da pekiştirecektir, Zizek (hatta, o örnekte yaşananlar, zamanımızın bir tür semptomudur da). Halk isyanı diktatörü devirmiş, demokrasiye mahal vermek üzere seçimlere gidilmiş, halk değil (seküler zihniyettekiler anılmaktadır) onların örgütlediği protestoları edilgence seyredenler (Müslüman Kardeşler) iktidara gelmiştir. Buradaki tuhaflık (ya da, semptomatik değerde olan şey), “protestoları örgütleyen orta sınıf aydın azınlık ve seçimlerde seçimini belli etmiş köktenci çoğunluk arasındaki uçurum”dan kaynaklanmaktadır. Buradan Zizek’in çıkarsaması, kalabalıklara güvensizliktir; “sıradan insanların zihinlerinde derin bir bilgeliğin olmadığı”dır. Korkusuzca şunu kabul etmek gerekir ki, —Lacan’ın da vurguladığı üzere— kalabalıklar aptal olmasalar da, çoğunluğu güvenilmezdir; en azından, bilgiye susamışlıkları söz konusu değildir. Bilmeme arzuları ağır bastığı için, kendilerinden öğrenilecek otantik bir bilgi olmadığını kabul etmek gerekir. Bu çıkarımını zenginleştirmek üzere (“Bu noktada oldukça açık olmalıyız,” diye hatırlatır), histeriden (kalabalağın gerçekte neye ihtiyacı olduğundan habersiz nümayişinden) “Usta”ya geçmeyi teklif edecektir, Zizek; Fransız protestocuların o çok övülen “lidersiz” ve kaotik kendiliğinden örgütlenmelerinin sınırında kaçınılmaz olarak ihtiyacı duyulan Usta’ya yönelimi. Ve bu Usta, öyle bir usta/lider olmalıdır ki, sanatı, “halkı dinlemek ve ne istediğini, çıkarlarını bir programda formüle etmek”le yetinmek değil; neyi istiyorsa, neyi uygun buluyorsa, onu halkın isteği haline getirmektir. Yaşlı Henry Ford’u örnek verir; seri halinde araba üretirken insanların isteklerini değil, kendi kafasındakini halkın isteği olarak gerçekleştirmiştir. Halka sorsa, arabalarını çekecek daha güçlü bir attan öte isteyecekleri bir şey olmayacaktır. Steve Jobs’ın da söylediği üzere, “[i]nsanlar çoğu zaman, siz onlara istediklerini gösterene kadar ne istediklerini bilmezler”.10 Evet, Zizek’in Usta’lığa rağbeti de o misal; Usta, “[i]nsanların ne istediğini tahmin etmeye çalışmaz; sadece kendi arzusuna riayet eder, dolayısıyla onu takip etmek ya da etmemek insanlara kalmıştır. Başka bir deyişle, gücü tasavvuruna bağlılığından, ondan ödün vermemesinden ileri gelir”.11 Verdiği örneklerle yetinmeyen Zizek, Üç Silahşorlar’ın ünlü sloganını da izahına katar: “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için”. İlk okuma, hepimizin her birimizle ve her birimizin hepimizle dayanışmasına dayanır. Fakat, Zizek’in “bugünün ihtiyaç duyulan siyasi lideri”, o okumanın değil, şunun adamıdır: “Her birey aynı düzeyde değildir; istisnai konumda olan bir kimse —lider— vardır; dolayısıyla herkes bütünü temsil eden, herkes için, herkesin ortak yararı için çalışan bu kişi için çalışmalıdır”(!). Bu ikincisinde, “mitsel-ideolojik hepimiz” (“halkın gerçek çıkarları”nın ne olduğunu biz sıradan insanlardan daha iyi bilen) liderde somutlaşacaktır.12 Sözü yeniden Sarı Yelekliler’e bağlayan Zizek, demek, der, onlara sorulsa (Henry Ford örneğinde olduğu üzere), isteyecekleri, daha güçlü ve ucuz bir at olmak anlamında, daha ucuz benzindir. Tam da ihtiyaçlarının ne olduğunu idrak edemeden (‘histeri’ benzetmesini de öyle kuracaktır, Zizek) ortaya konan nümayiş, “kaotik” lidersizlik, Antonio Negri’nin “çokluk” diye andığı bir güce vehmedilebilir. Zizek’in nihai olarak söyleyeceği şudur: Ya bütün bu nümayiş siyasal bir programa tahvil edilebilmeli (talep, iktisadi-siyasi derin ve farklı bir örgütlenme ve onu işler kılacak bir liderlikle örtüşmeli), ya da, parlamenter siyasal temsilin geçerli olduğu liberal demokratik kapitalist düzenden yana derin bir hoşnutsuzluğun ifadesi olarak alınmalıdır.
İncir yapraklarını atıp adlı adınca komünistliğimizi ortaya koymamız gereken meselelerden bir diğeri de —her ne kadar Zizek adını öyle koymamış olsa da— “digital” hegemonya ya da tahakkümdür. ‘Özgürlüksüzlük, Bizzat Özgürlük Olarak Deneyimlendiğinde’ başlıklı yazısında, günümüzde, insan hakları, demokrasi ve bireysel özgürlüklere ilişkin mirasımızın “faşist” popülizmler tarafından alaşağı edildiği fikrine iki düzeyde tereddütsüz karşı koymamız gerektiğini söyler, Zizek. Birincisi, popülizm gökten zembille inmemiştir; liberal uzlaşının parçalanmasıyla (ve solun uygulanabilir bir seçenek sunmamasıyla) bir lav gibi ortaya çıkmıştır; ikincisi, gerçek tehlike, özgürlüğü açıkça tehdit eden otoriter rejimlerde değil, özgürlüksüzlüğümüzün özgürlükmüş gibi deneyimlendiği yerdedir: Evrensel sağlık hizmetinden yoksun bırakıldığımızda hizmeti nereden satın alacağımızı seçme özgürlüğü, işlerden atıldıkça “bize kendimizi yenileme ve kişiliğimizde saklı duran beklenmedik potansiyelleri keşfetme olanağı” verecek yeni işler arama özgürlüğü, “kendinin girişimcisi olmak” sıfatıyla kenardaki köşedeki birikimlerimizi —eğitim, sağlık, gezi, vs.— neye yatıracağımıza karar verme özgürlüğü, vb. Bu kabil en büyük özgürlüğümüzse web’de gezinme özgürlüğümüzdür. Satın alırken ya da bir şeyler seyretmeyi seçerken özgürüzdür. Yaşamımızın ayrıntıları, alışkanlıklarımız, bize ait ne varsa soyunup ortaya döktüklerimizle “veri toplayan dijital büyük Öteki’nin el koyduğu ‘artı’yı üretiriz”, özgürce. Eylemlerimizi, duygularımızı, neyimiz varsa dijital bulutlara yükleriz. Kendimizi özgür ve yaşamlarımızın gerçek faili gibi hissederken, aslında, istenen yönde “itelenir”, sonuçta, kendi elimizle —özgürce— kendimizi metalaştırırız.
İstenen yönde itelenip kendimizi özgürce metalaştırma imkânı tanımanın ötesinde yaşadığımız çağ “digital polis devleti” çağıdır da. Her türden alışkanlıklarımız, siyasi yönelimlerimiz, ticari kararlarımız, hatta, cinsel edimlerimiz kayıt altındadır. Ve kayda geçmiş tüm bu bilgilerin, şahsımıza açılmış bir dosyada devlet kurumları ya da şirketlerin hizmetine sunulması işten bile değildir: “Bulutlar, benim için PC karşısında oturup özgürce webde dolaşmamı mümkün kılar, her şey orada elimizin altındadır; bununla birlikte, bulutları kontrol edenler özgürlüğümüzün sınırlarını da kontrol ederler”.13 En büyük tehlike, özgürlüksüzlüğün özgürlük hissiyatıyla yaşanmasıdır. Her bireyin görüşlerini popüler kılmak, kendi iradesiyle sanal topluluklar kurmak gibi eşsiz özgürlük deneyimleri, Google ve Facebook gibi veri işleme şirketleri ve devlet kurumlarının istismar alanlarıdır. Daha da ürpertici olan, digital denetimin (takip ve kayda alınışın) ötesinde, dijital tahakkümün “nörologların pet projeleri”ne uzanması, biyogenetiğin son gelişmeleriyle insan beyninin kablolanması; ruhumuz duymadan zihnimizi doğrudan okuyabilen, “esenliğimizi” kendi inisiyatifleri doğrultusunda yönlendirebilen dijital makinelerin kültüre katılma ihtimalidir, Zizek’e göre.
Digital tahakküm karşısında küresel bir fail olarak komünistlerin fiili ne olmalıdır peki? Madem ki, eylemlerimiz ve duygularımız digital bulutlara kaydedilip istismar edilmektedir, öyleyse, “kişisel olan siyasaldır” sloganını yeniden hatırlamamız gerekir. Madem ki, yalnızca özel yaşamımız değil, ulaşımdan sağlığa, elektrikten suya her şeyimiz dijital ağlara havale edilmiştir, öyleyse, “web bizim bugün en önemli ortak alanımızdır ve kontrolü için mücadele de bugünün mücadelesidir. Düşman, özel ve devlet kontrolünde ortak alanlar, şirketler (Google, Facebook) ve devlet güvenlik kurumlarının (NSA) bir birleşimidir”. Snowden ve Assange örneklerini verecektir, Zizek; “yırtıcı bir şekilde” desteklenmelidirler: Her “otantik solcu”, “ihanetin (bir kimsenin ulus-devlete ihanetinin) mümkün olan en büyük suç olduğu iddiasına karşı çıkmalıdır”. Evet; “Wikileaks gerçekten de bir casus örgütüdür; ancak halka hizmet eden, perde arkasında neler döndüğünden halkı haberdar eden bir casus örgütü”. Madem ki, toplumlarımızın hal ve gidişini denetleyip iktidarları ayakta tutan teknik şebekenin temel unsurudur dijital ağ, denetimini ele geçirmek farzdır: “Wikileaks burada yalnızca bir başlangıçtır ve buradaki sloganımız Maocu bir slogan olmalıdır: ‘Yüz Wikileaks çiçek açsın’”.14
KOMÜNİST DUYARLILIĞIN SİYASAL/İDEOLOJİK ZEMİNİ
Zizek, ilk müdahalesinde, 200 yıl sonra Marx’ın yaşayıp yaşamadığını, yaşayan bir ölü olup olmadığını sorguluyor. Küresel kapitalizm sürecinde, —Komünist Manifesto’da altı çizildiği üzere— katı olan her şey o denli kıvamını yitirmiştir ki, Marx sadece haklı çıkmamış, “tamı tamına kendisinin de beklediğinden çok daha haklı” çıkmıştır. Zira, öyle bir ideolojik yanılsama içindeyizdir ki (ısısı giderek yükselen sudaki kurbağayı anımsayalım), katıların tümden cıvıdığı bu çivisi çıkmış dünyada inanmadan verili olana tutunur sürükleniriz; Einstein’ın “Tanrı zar atmaz”ına yerinde bir karşılık vermiş olan Niels Bohr misali. Hani, kapısındaki at nalının şans getirme hurafesine değinen misafirine, bence de öyle, “Ben de inanmam; bana inanmadığında da işe yarar dediklerinden oraya astım,” diye mukabele eden Bohr misali. Zizek, günümüzde ideolojinin işleyiş biçiminin de o olduğunu ifade eder: “Hiç kimse demokrasi ya da adaleti ciddiye almaz, hepimiz yozlaşmış olduklarının farkındayız; ama onları deneyimleriz, yani onlara olan inancımızı sergileriz; çünkü inanmasak da işe yaradıklarını farz ederiz”. Mevcut kültürü ciddiye alıp karşıtlık güden, dolayısıyla tehdit addettiğimiz “barbarlar”ın (zira, “inançlarını ciddiye almaya cüret ed[enlerdir onlar]”) hilafına; gerçekten inanmadan, ciddiye almadan malum kültürün içinde yuvarlanır gideriz. İşte; “[b]u yaşadığımız kinik çağda, Marx için şaşırtıcı hiçbir şey yoktur,” diyor, Zizek. Dolayısıyla, “Marx, hayaleti bizi ziyaret etmeyi sürdüren, yaşayan bir ölüdür.” Üstümüze düşen, “sınıf mücadelesi”ni —“hümanist” haddin ötesinde— evrensel kılmak, Marx’ın kendi zamanından bile daha geçerli olan içgörülerine tutunmak, “özgürleştirici mücadelenin evrenselliği çağrısına odaklan[mak]” ve küresel kapitalizme küresel direnişle karşı koymaktır. Lakin, hatırlatır Zizek; sınıf mücadelesiyle nihai hedefi kimlik siyaseti olan diğer mücadeleler (ırkçılık karşıtlığı, insan hakları, çokkültürlülük, feminizm, vb.) arasındaki ayrımda ısrarlı olmalı, sınıf mücadelesiyle kimlik siyaseti olmayacağı unutulmamalı; karşıt sınıfın yok edilmesi muradıyla çıkılan yolda bir sınıf olarak kendimizin de aynı hareket içinde ortadan kaybolması gerektiği akıldan çıkarılmamalıdır. Kaldı ki, “[f]aşizmin en kısa ve öz tanımı da kimlik siyasetinin sınıf mücadelesi alanına genişletilmesidir”.15
Ufku, —Marx’a dayalı olmak suretiyle— böyle kurulan siyasi/ideolojik mücadele zemininde, Zizek, günün protesto ve isyanlarına da değinir. “Normal” parlamenter demokrasi için otoriter rejimlere karşı; ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, göçmen ve mülteci nefretine karşı; refah devleti için neoliberal devlete karşı; doğayı kirletme, vb. politikaları çerçevesinde şirketlere karşı mücadelelerin birleşiminden oluşan bir güce dayanır bu eylemler. Son tahlilde, kapitalist sistemi sorgular ve kapitalist olmayan toplum fikrini canlı tutmaya çalışırlar. Yalnız, bu noktada, iki tuzaktan uzak durmak gerektiğini hatırlatır Zizek. Liberal parlamenter kapitalizmin ortadan kaldırılmasını esas, diğer tüm mücadeleleri tali addetme ve ‘şimdi diktatörlüğe karşı savaşıyoruz, sosyalist düşlerinizi unutun’ tuzağıdır bu iki tuzak.
Ve, fakat, günün solu “antagonist çatışmacılık”tan uzak durur; zira, kapitalizmle mücadelesini yitirmiş, kapitalizmin küresel hâkimiyetini kabullenmiştir; siyasi tavrını insan haklarına, feminizme, ırkçılık karşıtlığına ve özellikle de çokkültürlülüğe sınırlaması ondandır. Tutkusuzdur. Radikal eylemlerin eşiğine gelmişse dehşete düşer: “Eğer bunu yaparsak dünya nasıl tepki verir? Eylemimiz paniğe yol açar mı?”, vs. Kafeinsiz kahve, yağsız krema, alkolsüz bira, seksiz seks olarak sanal seks gibi “kötülük”lerinden arındırılmış ürünlerin piyasasında “sosyalizmsiz sosyalizm” gibidir dillenen.16
Zizek, kitabı boyunca, sıklıkla, “sol popülizm”e de değinir. Sol popülizmin temel hakikati, “sermaye gerçeğiyle yüzleşmedeki başarısızlığı”dır. Mesela, Syriza, derin kargaşa ve kriz ortamında iktidara gelmiş, kemer sıkma önlemlerini uyguladıktan sonra sahneyi terk etmek zorunda kalmış, “kendi toplumsal tabanını, siyasi bir parti oluşturmak için birleşen sivil toplum gruplarının zengin dokusunu de facto yok etmiş”tir. 2015’te Syntagma Meydanı’nda birlikte şarkı söyleyen bir milyon kişinin coşkusu kemer sıkma önlemlerine tahvil edilmek zorunda kalınmış; geçmiş gösterilerin coşkusu yıldönümlerinde kafelerde yâd edilip cep telefonlarının çalmasıyla herkes sıkıcı işlerine (kemer sıkma işini takip etmek üzere, diyelim) döner olmuştur.17 Zizek, sınıf hakikatinden uzak, —mış gibi yapan liberal/Demokrat siyaset (Clinton) karşısında neden Trump’ı tercih ettiğini de benzer bir duyarlıkla anar. Trump’ın zaferi düzeni bir krize sokmuş; eğer öyle olmasa, bildik riyalarını sürdürecek siyaset çizgisi içinden Demokrat Parti’nin sol kanadının yükselişine yol açılmıştır.18 Küresel kapitalizme karşı mücadele niyetine “ulusal bağımsızlıkçılığa”, güçlü “ulus-devlet” savunusuna yaslanan sollar da sınıfsallık şirazesinden çıkmış popülizm örnekleridir. Doğaları gereği sol popülist olmaktan öte, milliyetçidirler de. Benzer damardan gelen bir başka popülizm örneğini de, iktisadi sisteme içkin sorunları istismarcılık öznelliği içinde mütalaa edenler verir. Laclau’nun değindiği üzere, bunların “[b]askın laytmotifi, toplumun kötülüklerini ekonomik sisteme içkin bir şeyde değil ama daha çok tam aksine, siyasal iktidarı kontrol eden asalak ve spekülatif gruplarca [finansal manipülatörler, aslında kapitalist olmayanlar, vb.] gücün kötüye kullanılmasında” konumlandırmaktır.19 (Daha âlâ örneğini ise sağ popülizm verir; sahte bir düşman —misal, “Yahudi”— icat ve inşa ederek finansal elitlere hizmet eder.)20
Demek, “radikal değişim”in tahayyülünden bile uzak iken “radikal mücadelede ısrar” kaçınılmazdır: “Çünkü küresel çıkmazımız bunu gerektirir: Sadece radikal bir değişim ekolojik felaket beklentisinin, biyogenetik tehditlerin ve yaşamımız üzerindeki dijital kontrolün, vb. üstesinden gelebilmemizi sağlar. Bu imkânsız bir görevdir ancak hiç de boş değildir.” O anlayışla ve temkinli bir duyarlıkla sol popülizmler de “kısa süreli pragmatik bir uzlaşının parçası olarak” düşünülmelidir. “Desteklemeliyiz ancak herhangi bir yanılsama olmadan, nihayetinde başarısız olacağını bilerek ve bu başarısızlık sayesinde yeni bir şeyin ortaya çıkacağını umarak desteklemeliyiz.”21
DEĞERLENDİRME
Hakikatin ve hakikatliliğin itibardan düştüğü, gerçeklikle ilişkinin hurafeler üzerinden kurulduğu; iç içe geçmiş ekolojik yıkım ve mülteci sorununun apokaliptik raddeye vardığı; nanoteknolojik müdahaleler ve biyogenetik manipülasyonlarla giderek kendimize rağmen bir “ikinci doğa”nın inşa edilmekte olduğu ve bütün bunların —özgürlüksüzlüğümüzü özgürlükmüş gibi satan— “büyük Öteki”nin digital hükümranlığı altında yaşandığı dünyamızda, “bir zamanlar komünizm diye adlandırdığımız” şeyin küresel failliğine tutunmaktan başka çaremizin olmadığı gün gibi açık. Lakin, kendi suyunu kendi eliyle ısıta ısıta dayandığı şu kıyamet eşiğinde, ‘komünizm’i kuvveden fiile —üstelik küresel boyutta— çıkarmasını son çare bildiğimiz müstakbel/muhtemel fail de —hali hazırda— kıyamet kazanında fokurdamakta değil midir?
Yazımın girişinde sorduğum soruya dönelim; Zizek, kendini adlı adınca takdim etme cüretkârlığına çağırdığı ‘sol’un ilham alması gereken müdahalelerini neden “untimely” nitemi ile anmayı uygun bulmuştur, diye sormuştum. Nitem, vakitsiz, zamansız, mevsimsiz ve hatta, münasebetsiz, yersiz anlamına kullanılmışsa; otuz dört müdahale, “untimely” diye sunulurken, acaba, bir ümitsizliği yansıtmakta ya da bir ironi midir? Yığınların umursamazlığı (o anlamda, solun yenilgisi) ve tek güdüsü kâr olan kapitalizmin yakıp yıktığı gezegenden başka kaybedecek şeyi kalmamış dünyanın tüm emekçileri adına bir tür treni kaçırmışlık ruh haletini ya da giderayak “tarafımız belli olsun”cu kaygıyı yansıtıyor olabilir mi, “untimely”?
Zizek, şimdiye dek kaderini bildik minvalde akıtmış (kapitalizmle mücadelesini yitirmiş, kapitalizmin küresel hâkimiyetini kabullenmiş) olan bizlere, ‘kişinin kendi kaderini seçebileceği’ radikallikte bir tavır almayı öneriyor ilkin. Öyle ya da böyle, hayal kırıklığıyla yaşadığımız bugüne bizi taşıyan geçmişin komünist tahayyül ve tasavvurlarını değiştirmemiz, “otantik siyasal boyut”u yitirme korkumuzu terketmemiz gerektiğini hatırlatıyor; yapı(landırı)cı bir teklif. Peki ama, “[b]aşka [tür] bir devlet için savaşmada elini kirletmekten korkmayan” bir siyaset felsefesi yanında, sözgelimi, iklimsel yıkım karşısında, komünistlerin, “acil bir durum” ya da “olağanüstü hal” seferberliğinin başını çekmesi nasıl olacak?
“Büyük etik-siyasal sorunumuz” dediği, —iklimsel yıkımla iç içe geçtiğini andığı— mülteci sorunu ile başa çıkmak için, öncelikle, ‘sömürgecilik, bedelini sonsuza dek ödemek zorunda olduğumuz büyük suçumuzdur’ yükünden arınmayı; ne kadar verirlerse o kadar yeterince vermedikleriyle suçlanacakları —hor görülecekleri— için, mültecilere “güç konumu”ndan el uzatmanın uygun olacağını telkin ediyor, Zizek. Biraz fazla “güçlü” bir yerden konuşmuyor mu? Hele hele, yüklediği peşin güvensizlikle andığı —ne istediğini bilememekle malul— kalabalığa karşı; gücünü, sadece kendi arzusunu rehber bilmekle ya da kalabalıklar adına neyin iyi olduğuna ilişkin kararı sadece kendi tasavvur ve tahayyülünden tedarikle tasarruf edecek (“halkın gerçek çıkarları”nın ne olduğunu halktan daha iyi bilen) “Usta”yı da yanına koyarsak bu “güç konumu”nun, “müdahaleler” adına biraz tedirgin edici değil midir?22
Öte yandan; Zizek, “dijital” hegemonyayı ele alırken, insanı —küresel ölçekte— özgürlük sandığı özgürlüksüzlüğüyle tüketime —kendini kendi eliyle özgürce metalaştırmaya— iteleyen etkisinden ve —her türden alışkanlıklarımızı, siyasi yönelimlerimizi, ticari kararlarımızı ve cinsel edimlerimizi kayıt altına alma hüviyetiyle— “polis devleti”ne hizmet etme marifetinden söz etmekle birlikte; hegemonyanın, geniş yığınları “hakikat arayışı”ndan ve siyasi edimsel gerçekliğini kurmaktan uzaklaştıran, hâkim ideolojik yönlendirmeler karşısında edilgenleştirip sanal gerçekliğe mahkûm eden işleyişinden pek dem vurmuyor.23 Hal öyle iken, “nörologların pet projeleri”ne ya da zihnimizi doğrudan okuyup esenliğimizi kendi inisiyatifleri doğrultusunda yönlendirebilecek dijital makinelere yönelişi ise ayrıca dikkati çekmiyor mu? Ulus-devlet, devletin güvenlik kurumları ve şirketler lehine çalışan dijital hegemonyayı kırmak üzere “Yüz Wikileaks çiçek açsın!”ın “bugünün mücadelesi”ndeki kıymetini yadsıyamayacaksa(k) da, “karşı-casusluk”a yönelik heyecanlı ilgisi de o minvalde dikkati çekmemekte midir?
Nihayetinde; Zizek’in, sağ ve sol popülizmler ve liberal kapitalist yönelimler karşısında Marx’ın hayaletine kapıyı aralık bırakmamız ve kulaklarımızı fısıltısına açık tutmamız yollu uyarısıyla birlikte, sınıf çelişkisi ve sınıf mücadelesi mihenginin siyasi edimsel gerçekliği tartımdaki kıymetini hatırlatışı; liberal parlamenter kapitalizmi yıkma hedefi ve sosyalizm ufkunun, —otoriter rejimlere, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, göçmen ve mülteci nefretine, vs. yönelik— diğer mücadeleleri tali ve değersiz addetmeye yol açmaması gerektiğini vurgulayışı bilhassa kıymetli. Ve elbet, “antagonist çatışmacılık”tan uzak durmadan, “sosyalizmsiz sosyalizm”lere ram olmadan, tutkuyu elden bırakmadan.24
Zizek, başlığını “Mutluluk mu? Hayır, Teşekkürler!” diye koyduğu ’31. müdahale’sinde, hakikat ve mutluluğun birlikte yol almadıklarını, hakikatin gündelik yaşamımızın sorunsuz akışını bozarak acı verdiğini vurguladıktan sonra, bizi, —şu kıyamet günleri eşiğinde— tercihimizi kullanmaya çağırır: “Mutlu bir şekilde manipüle mi edilmek isteriz yoksa kendimizi otantik yaratıcılığın risklerine, bu risklerin doğurduğu devamlı anksiyetelere bırakma cesaretini [göstermek mi?].” Son ‘müdahale’sindeyse, mutlu olma şansını yakalamanın yolunun, onu yaşamımızın hedefi olmaktan çıkarmaktan geçebileceğini hatırlatarak mutluluk meselesini sorunsallaştırmaya davet ediyor, bizi, Zizek. “Evet,” diyor, “özgürlüğe ve onura sahip bir insan yaşamı (onu ne kadar ruhanileştirsek de) yalnız mutluluk arayışından ya da içsel potansiyelleri gerçekleştirme çabasından oluşmaz; salt zevkli bir hayatta kalma mücadelesi dışında anlamlı bir Neden bulmalıyız.” Ve ekliyor; “[d]âhi içsel bir yaratıcılığı ifade ederken, havari aşkın bir mesajın taşıyıcısıdır” .
Halden anlayıcılıkla (kabul edilirse, empatik bir yaklaşımla) şu izlenimimle bitirmek isterim: Zizek, kendisininki de dahil, bütün bu yazıp çizmelerimizin; hayata ve devrimci mücadelemize dönük akıl yürütmelerimizin, kaygılarımızın, —esasta özgürlük olmak üzere — sorumluluklarımızı sahiplenmekle kurduğumuz şahsi hikâyemizin bir ifadesi olduğu kanaatini/inancını paylaşıyor bizimle: “Yani, evet, yaşamımıza anlam veren bir hikâyeye ihtiyacımız vardır ancak bu yine de bizim hikâyemiz olarak kalır: Ondan sorumluyuz; hikâyemiz, nihai anlamsızlığın arka planına karşı ortaya çıkar.” Ama şunu da eklemeyi ihmal etmiyor; tamam, sorumluluğumuzu taşıyalım ama beraberinde getireceği acıyı göğüslemeyi de bilelim. Lakin, acılarımızı tutkusallaştırmadan, acılarımıza meftun olmadan (“acılarının, senin etik değerinin ya da otantikliğinin kendinde bir kanıtı olduğunu asla varsayma”).25
1 Çev. Önder Kulak, Ayrıntı Y., 2021.
2 Agy., s. 82, 83.
Tabii, önümüzdeki 12 yıl içerisinde sera gazI emisyonları yüzde 45 oranında azaltılmazsa kıyı şehirlerinin sular altında kalacağı, yiyecek kıtlığının o yönüyle de yaşanacağı gerçeği unutulmamalıdır.
3 Ayg., s. 32.
4 Agy., s. 112.
5 Zizek, Sigmund Freud’un Civilization and It’s Discontents’ine (1930 [1929]) atıfta bulunmaktadır.
6 Agy., s. 88, 89.
7 Agy., s. 95.
8 Zizek, mültecileri Avrupa’ya davet eden Merkel’in, göçmen karşıtı yurtseverlerden daha çok yurtseverlik (yani, güçlülük) örneği verdiğini de anacaktır. Bu paragraftaki alıntılar, agy., s. 152-154’tendir.
9 Sorunu daha farklı bir duyarlıkla ele almanın örneği olarak, bkz. Eşitliközgürlük/ ‘Siyasal Denemeler 1989-2009’, Etienne Balibar, Metis Y., 2016 içinde, bilhassa, ‘Dışlamayan Bir Demokrasi İçin’ bölümü. Bir alıntı: “Sanırım burada, öncelikle, eski bölünme hattının doğu ya da batısında yer alan bütün Avrupa devletlerinde göçmenler ve mültecilere dönük ‘popülist’ söylemin salt sömürgeci geleneklerin devamı ve ‘şarkiyatçı’ stereotiplerin tekrarı değil yabancı düşmanı karşılıklı hislerin de yer değiştirmesi ve mültecilere ‘yansıtılmasının’ ifadesi olduğunu anlamak önemlidir. Mülteciler günah keçisidir; ulus-sonrası siyasal inşanın oligarşik, bürokratik nitelikleri de bunu desteklemekten başka bir şey yapmaz” (agy., s. 268). Ayrıca, bkz. ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla Göç ve Kendilik’ yazım, Birikim dergisi, Ağustos-Eylül 2010, sayı 256-257.
10 Burada örtük olan, “İnsanların çoğu, siz onlara ne istemeleri gerektiğini göstermedikçe ne istediklerini bilmez,” olmalı. Ne istediklerini değil, ne istemeleri gerektiğini göstermek!
11 Alıntılar, agy., s. 154-156.
12 Alıntılar, agy., s. 154-157.
13 Agy., s. 170.
14 Agy., s. 171, 116, 275, 172.
Zizek, Assange’ın uğradığı saldırılara değinirken şunu da hatırlatır: “Bu hikâyede kötü kokan tek şey, Assange’la herhangi bir dayanışmayı, ‘Tecavüzcülere destek yok’ sloganı altında reddeden kimi ana akım feministlerdir” (agy., s. 274). Halk için iktidardakilere karşı casusluk yapan Assange’a gerçekten yardımcı olacak olanın da halk olduğunu vurgular: “Yalnızca bizden gelen baskı ve seferberlik onun bu kötü durumunu hafifletebilir” (agy., s. 277).
15 Alıntılar, agy. s. 16, 17, 18’dendir.
16 Alıntılar, agy., s. 137, 147’dendir.
17 İktisadi sisteme içkin dinamiklerin belirleyiciliği ve sınıfsal mütalaa yöneliminden uzak sol popülist çizgi içinde, Zizek, Podemos ve Die Linke’yi de anar (bkz., agy., s. 69).
18 Trump’ı şeytanileştiren liberal bakış sorunludur; zira, ‘normal liberal demokrat hegemonya’ kendi başarısızlığıyla Trump türü yurtsever bir popülizme alan açmıştır. Trump ve liberal düzen arasındaki savaşımı, ortak küresel kapitalizm içinde süren “kültürel-ideolojik” bir savaşım olarak görmek gerekir. Halbuki, sol demokratlar, küresel kapitalist düzenin kendisini sorgulamaya başlamışlardır. “Bu nedenle,” der, Zizek, “bugün devam eden tek hakiki mücadele, Demokrat Parti içerisinde gerçekleşmektedir (agy., s. 122)”
19 Agy., s. 61, 61-62, 68.
20 Zizek, kitabına yayılmış tespitleri çerçevesinde şunları söyler: Barnie Sanders ve Jeremy Corbyn’in tasarıları yarım yüzyıl öncesinin ılımlı sosyal demokrasi tasavvuru ile örtüşür. Ancak, günümüz koşullarında, eskinin ‘sosyal demokrat refah devleti’nde ısrar neredeyse devrimci bir eylemdir de. Demokrat Parti’nin ‘sol’ kanadı, “çılgın sosyalistler” ‘ithamı’ ile alakasız, ABD’ye sadece otantik Avrupa sosyal demokrasisi tadını kazandırmak ister (Batı özgürlükleri için oluşturacakları tehdit, Willy Brandt ya da Olof Palme’ninkinde fazla değildir). Lakin, şunu da görmek gerekir ki, anılan sol çizginin, somut refah devletine yönelik projelerinin altı biraz boştur; “yalnızca daha fazla belirsiz toplumsal adalet fikri”ne dayalıdır (agy., s. 121). Ama yine de, kendilerini sıradan insanların yanındaymış gibi takdim edip iyilik oyunu oynayan liberal Demokratlardan (radikalleşmenin ve sahiciliğin tetiğini çektikleri için) farklılıkları kıymetlidir. (Zizek, Saritha Prabhu’dan —liberallerin çok zekice sandıkları oyunlarına dair— şöyle alıntılar: “Ve çok zekice olduğunu sandığı, sinsice yöntemlerle yapar bunu Demokrat düzen: Irk, cinsiyet ve cinsellik meselelerinde, marjinal kılınan erkek ya da kadının yanındadır. Çünkü bunlar kendilerinin ve varlıklı bileşenlerinin cebine pek dokunmaz [agy., s. 123]).” Öte yandan, sözgelimi, Sanders’ı, ‘hakiki bir sosyalist devrim’ (üretim araçlarının toplumsallaştırılması, vb.) yerine, sistemi daha etkili kılmak üzere kısmi değişiklikler önermekle yetindiği için küçümseyen “güya radikal solcu”ların tavrı da, insanları arzuladıkları yönde harekete geçirme şansı olmayan iğrenç bir radikalizmdir. (Tabii, yarım yüzyıl öncesinin sosyal demokrasisinin günümüzde savunulmasının totaliter bir tehdit olarak görülebilmesi de, kapitalist ideolojinin kazanımlarının nereye ulaştığına delalet etmesi bakımından ilginçtir.)
21 Alıntılar, agy., s. 72, 73.
22 Zizek, kitabının son yazısında, “Usta”yı, bizleri (sıradan insanları —onların bilgeliğine inanmaktan çok uzak olduğunu “bunu söylemekten korkmuyorum” ibaresiyle anmıştır) ataletimizden çıkaracak, özgürleşmeye zorlayacak bir figür olarak anar: “Ne var ki bir ustanın en yüksek işlevi bizi özgürlüğümüze uyandırmasıdır” (agy., s. 300).
23 O fasıldan olmak üzere bkz. Byung Chul-Han’ın metinleri: Şiddetin Topolojisi (2016), Şeffaflık Toplumu (2017), Psikopolitika/ ‘Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri’ (2019), Metis Y.
24 Mevzu itibarıyla, ayrıca, bkz. ‘İdeolojik-politik amaç ve nesnesinden muaf bir ‘sol’ arzu
ya da Bir Başka Devrim’ başlıklı yazım (Birikim dergisi, Eylül 2021, sayı 389) ve ‘Birey Sorunsalından Solun Melankolisine’ Psikanalizin Marksizmle Yoldaşlığı çalışmam (Pinhan Y., Haziran 2021).
25 Son iki paragraftaki alıntılar, agy., s. 271 ve 295’tendir. Son değini bağlamında, ayrıca, bkz. ‘Spinoza ve Sevinç Kesilmek’, Birikim dergisi, Eylül 2017, sayı 341 ve ‘Hayatın Anlamı, Mutluluk ve Demokrasi’, Varlık dergisi, Ekim 2016 yazılarım.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | 1 Comment
Merhaba, yazınızı, izninizi almadan üniversite yıllarından gelen tanışıklıkla oluşturulmuş, (bazen tartışma ama genellikle kahvehane muhabbetti yapılır ) bir iletişim grubunda paylaştım. sizin için sorun olmaz umarım.
Kayda değer değerlendirmelerinizi ekleyerek haberdar olmamı sağladığınız kitabı okumadım, içeriğine ilişkin değerlendirme yapmam doğru olmaz, yine de ismini sevdim.
Kişisel düşüncem; Zizek, “komünizmin (şimdiye kadar olan) literatürü olmasaydı bile komünist olunmalı” der gibi.
Günceli mitos gibi yaşayıp çözümlemeye çalıştığını düşündüm, serimlemek açısından belki işlevsel ama kalıcı bir ideolojik katkısı olacak mı diye de merak ediyorum.
Fırsatınız olursa, Zizek’i neden önemse(me) liyiz ?
En iyi dileklerimle.