“Dünyayı Düzeltmek” terbiyesine Adnan Adıvar’dan düşen izler
Birikim dergisinin Haziran-Temmuz, 374-375. sayısında yayımlanmıştır.
“A. Adnan Adıvar/ Dünyayı Düzeltmek”1, Tuncay Birkan’ın derleyip yayıma hazırladığı kitaplardan oluşacak “İzler” dizisinin ilk örneği. Kitabın tanıtım nitelikli giriş yazısında, Birkan, yüz yılını devirmeye az kalmış Cumhuriyet’in mirasını yeterince tanımıyor olmaklığımızdan; siyasal, ekonomik, ideolojik, kültürel, düşünsel, vb. açılımlarıyla birçok metin üretilmişse de o birikime erişimin sorunlu oluşundan bahisle neden böyle bir diziyi hazırlama ihtiyacı duyduklarını açıklıyor. Üç beş meraklısından öte kimselerin haberdar olmadığı, kıyıda-köşede, kuytuda kalmış metinleri gün ışığına çıkarmaya azmetmiş —kendi ifadesiyle— “arkeolojik” bir çalışma belki; ama, öyle, “ölmüşlere merhamet” gösterisi (ya da, herhalde rahmet temennisi) olmadığını; “miras” diye andıkları şeyi sorunsallaştırmak gibi bir niyetle yola koyulduklarını da vurguluyor, Birkan. “Günümüz dünyasını anlama ve değiştirme çabamızda geçmişin bugün bize hâlâ kullanabileceğimiz birçok gizli imkân ve perspektif verdiğini[n], silikleşse de yok olmamış, peşine düşmeye değer izler bıraktığını[n], yani o kadar geçmiş olmayabileceği[nin]”nin altını çizerek.
Sanırım, Birkan, söz konusu metinleri ve arkasındaki müellifin yazma kaygısını, geniş “sunum” yazılarıyla (ya da, zaman zaman yazılara düştüğü “dipnot”larla) sorunsallaştırmayı düşünüyor; bu kitaptaki, “Faziletin Kuvveti: Adnan Adıvar İçin Bir Düşünsel Portre Denemesi” başlıklı metninde olduğu üzere. Doğrusu, ben, Adnan Adıvar’ın şahsında tanık olduğum neredeyse üç çeyrek yüzyıl öteden gelen sesin, mukayese edilemeyecek zarafet ve niteliği ile, bugünün karanlığı dahil Cumhuriyet’in serencamını sorgulamaya/sorunsallaştırmaya yetip de arttığı kanaatindeyim. Ama —bazı alt başlıklar dahilinde— Birkan, Adıvar’ın mirasını bizimle nasıl buluşturmuş ona bir bakalım öncelikle.
KISA YAŞAM ÖYKÜSÜ
Adnan Adıvar kişiliği hangi zeminde boy atmış diye yokladığımızda Birkan’ın “portre denemesi”ni, şunları ayrıştırmak mümkün: “İlmiye sınıfı”na mensup bir ailenin çocuğu (doğum, 1882). Tıp okuyor ama bir yandan da yazmaya hevesli (ilk yazısı, Tarik gazetesi, 1900). Hüseyin Cahit Yalçın ve özellikle Tevfik Fikret etkileri var. İstibdat bunalımı ile yurtdışına (tıp eğitimini gözeterek Almanya’ya) kaçıp Meşrutiyet’in ilanı ile yurda dönüyor. Halide Edip Hanım’la evliliği 1917.2 İttihat Terakki Fırkası’na yakınlığı olmuşsa da hiç üye olmamaklığına bir mim koymalı (bana sanki entelektüel, demokrat, kendine yeten ve insancı yapısı etkili olmuş gibi geliyor). Her ne kadar “Wilson Prensipleri Cemiyeti” üyelerinden olmak hasebiyle “manda” talepli mektuba imza koyanlardan olsa da, eğilimin Sivas Kongresi’nde reddi sonrası, eşi ile birlikte “Anadolu Hareketi”ne katılıyor (öncesinde “Meclis-i Mebusan” üyesi olduğu halde). Çıktığı yolda yüklenen kıymet oradan da belli ki, “Birinci Meclis”te “İkinci Başkan” konumunu üstleniyor. Savaş sonrası birçok kritik durumda Mustafa Kemal’e destek olsa da, “teşhis ettiği tek adamlık eğilimlerine karşı” Meclis’te muhaliflerin yanında yer alması herhalde kişiliği (ve “siyasi etik” anlayışı) adına —peşinen— çok şey söylüyor olmalı bize. Hatta, Cumhuriyet’in ilanı sonrası görüş ayrılıklarını sırtlanarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yöneticilerinden biri olması da aynı kapıya çıkartıyor olmalı bizi. Ama ne oluyor; “tek adamlık” alıp başını yürümek üzere “Şeyh Said İsyanı” lütfundan istifadeyle temel hak ve hürriyetleri iki yıl boyunca askıya alınca (“Takrir-i Sükûn”) parti (7 tam 1/2 aylık ömrüyle) 1925’te kapatılıyor (ne kadar tanıdık!). 1926’da, günümüzdeki mükerrer örneklerin mayası olmak üzere —bana kalırsa bir tertip olan— “İzmir Suikastı”3 bahanesiyle yargılananlar arasında o da var (bereket, o sırada yurtdışına atabilmiş kendisini ve gıyaben yargılananlar arasında). Eşiyle bir süre Fransa’da, daha sonra İngiltere’de yaşayan Adnan Adıvar 1939’da dönüyor memleketine.
Yurda dönüşü sonrası yaşadığı bunalımı, “bilim tarihi” ve “bilim felsefesi” çalışmalarını sürdürerek aştığı anlaşılıyor. Bertrand Russel’ın Felsefe Meseleleri çevirisi (1936), ilkin Fransızcası (1939) sonra Türkçesi (1943) yayımlanan Osmanlı Türklerinde İlim, 1944’te yayımlanan Tarih Boyunca İlim ve Din ve İslam Ansiklopedisi çalışmaları, çeşitli dergilere yazdığı makaleler o dönemin ürünleri. Siyasi (etik) duruşunun gösterenlerinden bir diğeri de, çok partili hayata geçildiğinde, “Demokrat Parti”den ama “müstakil” (bağımsız) bir aday olarak seçimlere katılması ve Meclis’e girerek gerçekten “müstakil” (‘demokrat’ diye alalım) bir çabanın içinde olması (Birkan, bu tutumu, “meclise ‘dünyalık’ kaygılarla ‘kapağı atan’ birçok yazarın tersine” diye tanımlıyor ve bana Tanpınar üzerine yaptığım incelemeyi hatırlatıyor4). 1950’de faal siyaseti bırakan Adıvar, 1955’teki vefatına dek, Akşam, Vatan ve Cumhuriyet gazetelerinde dokuz yüz kadar yazıyı kaleme alıyor.
ETİK TAVRI
Dünyayı Düzeltmek’te, Birkan, Adıvar’ın yazılarının (çok güzel bir ifadeyle, muradın, “gayri şahsi bir edayla değil, yazan kişiye özgü bir üslupla dile getirildiği tür” olarak tanımladığı “deneme” nitelikli olanlardan) 100’ünü bir araya getirmiş. Bilim tarihi, tarih yöntemselliği, hukuk devleti ve demokrasi, hümanizm tartışmaları, dil ve kültür meseleleri var o yazılarda. Adıvar’dan hareketle günümüzü sorunsallaştırmada en ziyade yol göstereni, onun “etik” duruşu, tavrı olmalı ve Birkan da yazılara geçmeden önce Adıvar’ın etiğini, onun kendi ile münasebeti/varoluşsallığı içinde paylaşıyor bizimle. Hakkında söz alan herkesin, duraksamasız, onda andıkları şey, “celadet” (şuurlu cesaret gösteren, kararlı bir kişilik) sahibi olmaklığı ve “fikir namusu”. Benim de zamanında adı verilmiş olan amfide ders gördüğüm Tevfik Remzi Kazancıgil, “Bu narin, nahif, çelebi insanda şaşırtıcı bir manevi celadet vardı,” demeden geçememiş. Vâ-Nû da öyle; Fikret’ten esinle, hak bildiği yolda yalnızlığı da göze alarak yürümeyi bilen, doğru bulmadığını herkesin önünde açıkça dile getirebilen celadetli kişiliğini anıyor o da. Günümüzde giderek tedavülden kalkan “yaptığı işe titizlenme”nin de şahsi alametlerinden olduğunu anlıyoruz; Haldun Taner, “gerçek ilim adamlarına has o olgun ve titiz ölçülülüğü”nden dem vuruyor. Siyasi muarızları olan Yakup Kadri ve Falih Rıfkı Bey’ler bile onun ahlaki meziyetleri karşısında hürmet hislerini saklayamıyorlar. Siyaseten yakın olduğu arkadaşları karşısında da bağımsızlığını, düşünce ve ifade özgürlüğünü muhafaza etmesini bilen kişiliğini, “yağışsız bir çölün suya susadığı gibi, bu toprağın hasret çektiği karakter vasfı” diyerek anıyorlar. Kendisinden sonra İslam Ansiklopedisi’nin başına geçen Cavit Baysun, Adıvarlar’a aile üyesi kadar yakın olan Vedat Günyol da ısrar ve hürmetle o vasıflarıyla anıyorlar Adnan Adıvar’ı. Erdemlilik (o “fazilet” diyor), güçlü ama haksız olanın karşısında hakkı savunma cesaretiyle ifadesini bulan “ahlaki kudret”tir Adıvar’a göre. Ve muhtemelen mayası Aşiyan’da karılmıştır. Tevfik Fikret’in evi başta olmak üzere bir-iki muhit dışında kendisini “fikir gurbeti”nde hisseden Adıvar, “[Oralardan] çıkar çıkmaz kendimizi bir düşman muhite düşmüş esirler gibi hissederdik. Gün olurdu bu manevi esaret ağırlığına tahammül etmek güçleşir, fikir gurbeti o kadar bastırırdı ki hapse girmeyi veya menfaya [sürgüne] gitmeyi arzuladığım olurdu”yla ifade ediyor istibdat günlerindeki hissiyatını.
HAKİKATLİLİK, BİLİMSELLİK, İNSANCILIK, EŞİTLİK ve ÖZGÜRLÜK
Adnan Adıvar’ın varoluşsallığının —Birkan’ın da ayrı bir başlık altında değerlendirdiği— kurucu diğer nitelikleri, “bilimsellik” ve “insancılık” (hümanizm) olmalı. Eleştirel açıklık, dürüstlük ve cesareti yaşamının tayin edici etik değeri bilen birinin, “hakikat”e dönük samimiyeti, dolayısıyla bilimsel yol ve yolculuğa itibarı kendiliğinden anlaşılabilir bir hal olsa gerek. Hakikat arayışının, hakikate dönük sorumluluk ve duyarlılığının, Adıvar’ın bilimle münasebetini insancı kıldığını (kuru bilimsellikten, “pozitivizm”den uzak tuttuğunu) da söylüyor Birkan5. “Hakikat Peşinde” başlıklı yazısında —ki, kitabına da o adı vermiş— (hakikatle münasebetin tenezzül, hakikatle sınanmanın ikbal koşusunda mânia [engel] raddesinde mütalaa edildiği “post-truth” zamanlardan bakınca epey ilginç duran hassasiyetiyle) şöyle diyor, Adıvar: “[Hakikat yolcusu] hakikati kendi gözüyle ne tarafta görüyorsa o tarafa teveccüh edebilecek kadar fikir istiklaline ve teşebbüs kudretine, ‘hak bellediği yola yalnız gitmekten ürkmeyecek kadar cesarete’ sahip olmalıdır”. Ve günümüzde neredeyse bir yaşama zaafı (maluliyet) teşhis edilecek şeye işaret ediyor: “Hakikati bir maksat uğruna, menfaat kastıyla kullanmak, insanlığı maymunluğa doğru bir adım geriye itmek demektir”. Tövbe! deyip hakikate yan çizebilecek “muharrir”in (yazarın) kulağını peşinen çekmeyi de ihmal etmiyor: “[Muharrir hakikati söyleme peşinde değilse] ya hükümetlerin yahut efkâr-ı umumiyenin [kamuoyunun] dalkavuğu mevkisine düşmez mi?” (muharrir şahsiyetliliği ya da maymunsu dalkavukluğa düşmeme adına bir ihtar ya da ikaz niyetine söylenen şeyin neredeyse bir yaşama pusulası hüviyeti kazandığı ahir zamanlardaki yankılanışıyla o da fevkalade ilginç!). Evet; hakikate duyarlılığını “hakikatlilik” mertebesinde yaşayarak kuruyor “insancı” tavrını Adıvar; hakikat arayışı, bütünüyle “ilmi” alana hasredilmemeli, “içtimai” (toplumsal) gerçekliği kavrayışta da yol gösterici olmalıdır.6 Hakikatle muhabbetinin kuru bilimsellikle, salt maddi olanla alakalı olmadığının; söz konusu muhabbetin Adıvar’ı bilhassa da “hümanistik” kabule taşıyışında kıymetli olduğunun altını çizmek elzem: “İlmi, sanatı ve edebiyatı hürriyetten mahrum etmemek ve hümanism’in esasına yalnız ruhtan sıyrılmış bir madde koyacak yerde müspet ilimlerin ve tekniğin yanına insanın iç hayatını da koymak yolu yeni ve sağlam bir hümanism yolu gibi görünüyor”. Şurası da önemli (Spinozacı hasletlerine halel gelmeyecekse): “İnsanın hayat ve faaliyetinde hâkim olan şeyin sadece zekâ, sadece akıl olmadığını ve bu arada bir de his denilen bir büyük mahiyet olduğunu unutmamak gerekir”. Adıvar’ın insancılığını kuran hakikatliliği (o anlamda bilim, dil, tarih, sanatla hemhal oluşunun faziletliliği), murat edilmiş hakikat adına pozitivist aydınlanmacılığı istismara azmetmiş Cumhuriyet’e ilişkin şu incelikli dokundurmasına da yansımıştır elbet: “Son 25 senedir pozitivist bir açıdan müspet ilimlere ve tekniğe ehemmiyet verilmiş olmakla beraber dil ve tarih asla ihmal edilmemiş ve hatta onlara öyle şiddetli bir alakayla sarılınmıştı ki dilin de, tarihin de bu fazla muhabbettin kolları arasında boğulmasına ramak kalmıştı”.7
Eleştirel açıklık, dürüstlük ve cesaretin, bilimsel, bireysel/toplumsal hakikat duyarlılığı ile buluştuğu Adnan Adıvar’ın siyaset katında ilkesel olarak “eşitlik” ve “özgürlük” (“müsavat” ve “hürriyet”) mihverinde yol alıp siyasette de insancı bir özeni muhafaza edişi anlaşılırdır herhalde. Bakınız, ne varsa saymış: “Hürriyet” diyor, “içtimai hayatın, anane, itikat, aile, siyaset, din, zanaat otoritesinin insanın vicdanı etrafında çektiği zincirlerden kurtulmak manasına gelir”. İster kendisini dinsiz solcu varsaysın, ister dindar sağcı; temel insan hak ve özgürlüklerinin, demokratik ilkelerin kutsiyetini tanımama hâlini “irtica” olarak değerlendiriyor. Ancak, özgürlüklerin yanına, toplumsal/maddi derinliği olan bir eşitliği de koymak suretiyle tuzu kuru “liberal”in ötesinden konuştuğunu anlıyoruz Adıvar’ın; “Adam Smith ekonomisine pek benzeyen ferdiyetçi-hürriyetçi bir sisteme tek ekonomik sistem gibi yapışmak isteyenler, hürriyeti, müsavat kaydından kurtarılmış bir düzene sokmak için tıpkı 19. asır müellifleri gibi çabalayanlar insana biraz şu mağara yâranı [kafadarları] gibi gelmiyor mu?” diye sorgulayan bir kattan. Ve savaş tehdidinin boşa çıkarılabilmesinin (barışın), milletlerin “sulh terbiyesi” ile birlikte toplumsal eşitlik kaygısını gözetmeleri suretiyle mümkün olduğunu da ifade ediyor: “[H]arp,” tehdidi diyor, “dünyanın hammaddeleri hakkaniyet ve müsavat üzere milletler arasında taksim edildiği gün belki ortadan kalkacaktır”.8
HUKUK ve DEMOKRASİ ANLAYIŞI
Son olarak, Adıvar’ın andığımız meziyetlerinin “hukuk ve demokrasi” başlığı altında toplanan yazılarına nasıl yansıdığının birkaç somut örneğini —bugünkü karşılıklarını akılda tutarak— gözden geçirelim ve bilvesile günümüzü sorunsallaştıralım.
Adıvar, “Demokrasinin cemalini [yüzünü], yani eski tabirle didar-ı hürriyeti [hürriyetin güzel yüzünü] görmek için peşine takılıp iki seneden beri dere tepe düz gittikten sonra masalda olduğu gibi şöyle bir arkamıza bakınca bir çuvaldız boyu gitmişiz demek insafsızlık olur” diyerek başlıyor, 6 Şubat 1948’de yayımlanan “Polis Salahiyet [yetki] Kanunu” yazısına. Demek, demokrasi yüzü görmenin eşiği 1946’dır9 ve geçmişe de, demokrasi adına yürünen/yürünecek yola da oradan bakılmalıdır. Eşiğin berisine baktığında, “vekâletlerden, matbuat müdüriyetinden, hatta polis müdüriyetinden gazetelere telefonla” müdahale edilişini, “ne dehşetli hatıralar” diye anıyor, Adıvar (ilahi Adıvar!). Tek partili rejime son veren Meclis’in ilk yasa değişikliği (“kanun tadili”) “Matbuat [basın] Kanunu”na dair; artık basına öyle şahsi, keyfi müdahalede bulunulamayacak, o “işi yaparsa mahkeme yapacak”tır. Ancak, öyle bir madde vardır ki, “ona göre kasten bile olmasa heyecan verecek (yani memleketin hürriyetini ezelden beri boğan eski tabirle tadhiş-i ezhanı mucip olacak [zihinleri bulandıracak]) havadis veren gazete” kanuni cezaya çarptırılabilecektir. Her ne kadar, ilgili yasayı kullanmak üzere tetikte olanlar öyle bir teşebbüste bulunmamışlarsa da, diyor Adıvar, bu, hükümetin gösterdiği müsamahakârlıktandır; yani, basın özgürlüğünü koruyan yasal düzenlemelere değil, lütfa dayalıdır: “[Y]ani kanuni bir hak değil bir atıfet. İşte hakiki demokraside yeri olmayan bir prensip, bu atıfet prensibidir”. Yani, bugün bizim de aradığımız “hukuk devleti”nin şartlarını yokluyor Adıvar. Çok hoş; basın özgürlüğüne konan “yasal” engellerden bahisle, “anti-demokratik kanunlar” diye bir ad uydurmuşluğumuza da atıfta bulunarak ekliyor: “Esasen demokrasiyi prensip tutan bir anayasayla idare olunan memleketlerde anti-demokratik kanunlar nasıl mevcut olabilir? Çünkü anti-demokratik demek anayasaya muhalif demektir. Anayasayı hükümden ıskat [geçersiz/hükümsüz kılmak], cürümlerin [suçların] en büyüğü olmak lazım gelmez mi?” (hukuka itibarsızlığın ‘prensipleştiği’, güçler ayrılığının ilgası ile birlikte anayasasızlığın hüküm sürdüğü siyasi coğrafyamızdan bakınca pek naif!).
Adıvar, “her nasılsa bir kolayı bulunarak” meclisten geçirilmiş kanun örneklerinden birinin, kişi masuniyet ve özgürlüğünü zedeleyen, “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu” olduğunu söylüyor (lütfen hassasiyete dikkat ediniz): “Bu kanunun bir maddesi mucibince [gereğince] en büyük mülkiye amirine bir ferdi hiçbir mahkeme kararı olmadan istediği kadar tevkif etmek yahut suya sabuna dokunmaz sandıkları bir tabirle, nezaret altına [göz altına] almak salahiyeti verilmiştir” (hakikaten dehşet verici, deyip, tebessümü ihmal etmiyoruz). Adıvar, anılan yasa ile ilgili komisyon müzakerelerinde yasa lehinde olmak üzere 17. yy. Avrupa’sından örnekler verenler olduğunu anımsatarak, —zarafetle— hem az önce andığımız eşiğin öncesine hem de bizim buralara seslenmiş oluyor: “Zaten XVII. asra kadar gidilecek olduktan sonra kanun aramaya ne lüzum var? O vakitler, bizde çok yakın zamanlara kadar olduğu gibi, hükümeti elinde tutan şahsın [vba] dudakları arasından çıkan her cümle bir kanun maddesi değil miydi?” Ve bakın hele: “Yoksa ‘zabıta-i mânia’ yapacağız, bazen muhayyel [hayali] suçlara mâni olacağız diye birtakım günahsız insanları kanun haricinde sırf şüphe üzerine tevkif etmek hakkını bir demokrasi meclisi hiç kimseye veremez” (tekrar ediyorum, yıl 1948, tam 72 yıl öncesi ve dava dosyası bile hazırlanmadan yıllarca tutuksuz [tutsak] yargılananlara, adil yargılanma talebiyle ölüm orucuna yatıp aramızdan ayrılanlara tanıklığımızla okuyoruz bütün bunları).
Hemen hemen üç ay sonraki yazısında (“Kanun, Memur”) ise, Adıvar, yasa önünde eşitlik ilkesine titizlenecektir. Meclis komisyonunda “Seçim Kanunu”na ilişkin yeni düzenlemeler müzakere edilmekte, seçimin doğruluğu ve selameti adına seçim sürecinde memurlar tarafında işlenecek suçlar tartışılmaktadır. O vesileyle, Adıvar, sözü demokrasinin temel ilkelerine getirir: “Eski Yunan’da demokrasinin dört unsuru vardı: şahsi hürriyet, söz hürriyeti, kanun önünde müsavat ve insaniyet”. Güncel tartışmalar münasebetiyle bu ilkelerden “yasa önünde herkesin eşitliği” (isonomia10, diye de anmaktadır) üzerinde durur. Vurgulamak istediği, gücünü devletten alanın (memurun) yasa önündeki konumu ile yurttaşınkinin —hukuk devleti ve demokrasi adına— eşit olma zaruretidir. Bir memurun görevi içinde işlediği suçun ayrı bir yargılamaya tâbi tutulması, ancak ve ancak “polis devlet denilen ve pek eski bir devlet mefhumundan bakiye kalmış bir iz”in karşılığıdır (Tanzimat sonrası çıkarılan “Memurin Muhakemat Kanunu” işte o izin eseridir). Der ki, hukuk devletinde yaşanıyorsa, “suç her vakit suçtur, suçlu her yerde suçludur”. Büyük memur, küçük memur, her kimse; ister yurttaşa ister kamuya yönelik suç işlemiş olsun; “kapısında milli bayrağın dalgalandığı bir dairenin” mensubu olmakla ayrı bir yargılamaya tâbi olma ayrıcalığını haiz değildir (bayrakla tedarik edilen muafiyetler baki kalmak üzere, pandemi koşullarında yapılan infaz yasa düzenlemesi ile “yasa önünde eşitlik” ilkesine aykırı bir şekilde, siyasetçinin, yazarın, düşünürün, gazetecinin içeride tutulduğu; cana kıyanların, cinsel şiddet uygulayanların, gaspçıların, hırsızların salındığı bir yerden kulak veriyor olmak Adıvar’ın hassasiyetlerine, ayrıca ilginç11).
“Sansür ve Envaı” (türleri) başlıklı Ekim 1951 tarihli yazısında ise, matbuatta —bizde— “yılan hikâyesi”ne dönmüş sansür mevzusunu ele alacaktır, Adıvar. İnsan bugün okurken yılanın ya da hikâyenin ne denli kadim, ne denli kavi olduğuna bir kez daha kanaat getiriyor. Muhtemelen en bize mahsus olanı, “hükümet tarafından kanun şeklinde vazedilmemiş bazı şekilleri” olmalı. Açıktan açığa hükümet müdahalesi pek olmadığına, gazetelerin sık sık dava edilmediğine bakılırsa, “matbuata temas eden bir-iki ceza maddesi de kaldırılacak olursa matbuatta tenkidin serbest olmadığını iddia etmek [neredeyse] mümkün [bile] değildir” diyerek girizgâhını kurar Adıvar. Devam eder; lakin öyle mevzular vardır ki, kanunda karşılığı olmasa da onların “dokunulmazlık”ları vardır: “Mesela dış politikaya dair yazı yazanlarımızın başı üzerinde göze görünmez bir Demokles kılıcı vardır. Hükümetin tuttuğu politikaya mugayir [aykırı] değil hatta politikanın tatbik tarzına dair tenkit veya muhalefeti ifade eden bir yazı bazı kere vatana hıyanet [vba] gibi bile telakki olunabilir.” Hatta, meclis toplantıda değilken dış siyasete dair tartışmaların yapılması ve kararların alınmasını “saygıyla tenkit eden yazılar da dış siyasete muhalefet ve o siyasette ayrılık yoluna girilmiş olmakla tefsir olunur [yorumlanır]” —işte, sansür orada başlar. Değil matbuattan, meclis kürsüsünden dahi kıskanılan mevzulardır bunlar. Ve dahi hassasiyet öyle tesis edildiğinde, “bu kabilden hemen her mesele istenilirse uzaktan, hatta pek uzaktan gayet nazik olan vatan müdafaası mevzusuna [şu bildik “beka” meselesine] temas ettirilerek kanunların bir maddesine yakıştırılabilir” ve “koca bir devlet dairesi adeta ‘dokunulmazlık’ durumu kazanabilir”.
Adıvar, tüm mahkeme safahatı tamamlanıp karar kesinleşmiş olsa da karara ilişkin eleştirel değerlendirme yapmaktan kaçınmayı da, basının, “adliyenin dokunulmazlığı” hassasiyetiyle kendi kendisine uyguladığı bir sansür türü olarak değerlendirir. Lakin, sansür değilse de “yargı bağımsızlığı” adına bugün nerede olduğumuzu hatırlatan (o kadarı olmaz elbet, yollu) şu satırlar daha da kıymetli: “Vakıa bir muhakemenin cereyanı sırasında adli tahkikatı güçleştirecek, hâkimlerin zihinlerini karıştıracak, hükümleri üzerine tesir edecek yazıları hoş görmek ileri demokrasilerde bile caiz görülmemiş olduğunu ve bizim de kanunlarımızla bu cihetin men edilmiş bulunduğunu biliriz” (buradaki “bile”nin, ifadenin koşulsuz özgür kılındığı “ileri demokrasi”lerde dahi gözetilmesi gereken bir sınıra işaret ettiğini anlıyor olmamız, bizde, burada, mahkemelere açıkça en üst siyasi irade tarafından talimat verilişini ya da mahkemelerin “uygunsuz” kararlarının tanınmayışını kendi “ileri demokrasi”miz içinde anlamamızı kolaylaştırmıyor elbet).
11 Aralık 1951 tarihli “İnsan Hakları ve Yıldönümleri” başlıklı yazısını ise, Adıvar, bayramlardan, kutlamalardan başlatıyor. Osmanlı saltanatı zamanında iki yıldönümü vardır; padişahın doğum ve cülus (tahta çıkma) yıldönümleri. O günlerde memleket şenlik havasına bürünür, yılda altı kez dağıtılan memur maaşlarından biri yıldönümü kutlamasına denk getirilir. Ahali, o şenlikli günlerde “padişaha hulus çakmak [dalkavukluk etmek] için yer yer [ekseriya büyük memur takımı ve servet sahipleri tarafından] yapılan donanmaların etrafını dolaşır”, gazete muhabirleri de semt semt gezip “ölçüsü verilen paraya göre büyüyüp küçülen fıkralarla [güncel gazete yazılarıyla] bu donanmaları ertesi gün gazetelerine yazarlar”. Bizim “devlet”le münasebetimizin nerelerden yol aldığına işaret etmesi bakımından, Adıvar’ın, evlerin donanmasında “cebir” unsuru olmasa da “evini donatmamış diye jurnal edilmek korkusunun gizli ve müessir bir cebir unsuru” olduğunun altını çizmesi kıymetli. Meşrutiyet’in ilanı ile kaldırılmasa da tavsayan şenliklerden, “milli ve umumi ve hakikaten samimi”, “milletin kalbinde yer tut[an]” Cumhuriyet bayramları üzerinden, Adıvar, evrensel niteliği ile bayram ettiği “İnsan Hakları Beyannamesi”nin 1948’deki imzasının üçüncü yıldönümüne getirir sözü. İktidarla ilişkileri bağlamında kutlanmalarındaki içtenliği —az ya da çok— sorgulamaktan imtina etmediği şenlikler ve bayramlardan sonra, Adıvar’ın, “insan hakkı”nı tanıyan bildirgenin imza günü yıldönümünü bilhassa ve büyük bir iştahla sahiplenip insanlık adına bayram etmesi çok kıymetli ve anlamlı.
Adıvar’ın hassasiyetlerinin nerelerde yoğunlaştığı kadar bugünün dertlerinin nerelere uzandığına ışık tutması bakımından kıymetli yazılarından bir diğeri de “Üniversite Muhtariyeti” (özerkliği) başlıklı olanı (8 Ocak 1955). On beş yıldır içinde değilse de pek yakınında olduğu üniversitelerimizi, Sully Prudhomme’un “Kırık Vazo unvanlı manzumesi”nin sonundaki “Dokunmayın çatlaktır” dizesi ile hatırlayan Adıvar, vaziyetin “ilmi” bakımdan çatlağın da ötesinde “yarık manzarasını almak tehlikesi” raddesinde olduğunu ifade ederek, sözü, “üniversitenin ilmî muhtariyeti”ne getiriyor ve o özerkliğin ilk kez Halk Partisi iktidarında ilga edildiğini hatırlatıyor. Ankara Üniversitesi’nde bazı dersler “bütçe kanunu müzakeresi” sırasında (bütçe vermeyerek) kaldırılmışsa da, “ilganın sebebi, sadece o dersleri okutan hocaların üniversiteden uzaklaştırılması[dır]”. Adıvar, “gayet uslu ve edepli” bir tarzda “bütçe encümeni kararıyla ders ilga”sını eleştirmişse de, “özerklik gibi acayip bir kelimeyle ifade edilen üniversite muhtariyeti” ihlaline kendisinden başka itiraz eden olmamıştır. Üstelik üniversiteden de bireysel ya da kurumsal bir itiraz (“efkâr-ı umumiye muvacehesinde [kamuoyu karşısında] yazıyla protesto”) yükselmemiştir. Muhakkak, Adıvar, “ilga”yı üniversitelerin akçeli özerkliği bağlamında ele almış ve o vesileyle bilimsel özerkliğin hayati önemine işaret etmişse de meselenin bam teli onun değinmekten kaçındığı bir başka yerdedir.12
“Siyasette ahlak yahut siyaset ahlakı gibi terkiplerin ifade ettiği mevzular”a dair fikrini serdettiği “Siyaset ve Ahlak” başlıklı (21 Ocak 1950 tarihli) yazısında, mevzunun, —kalemin ve sözün serbest ya da bağlı olduğu her yerde— her zaman çok su kaldırdığını ve kaldıracağını; siyaset, erbabı tarafından kendine mahsus bir bakış ve hayat anlayışıyla örüldüğüne göre karşılıklı ithamların sonunun gelmeyeceği kanaatini teslim etse de, Adıvar, siyasette ahlakın mihenginin “hürriyet, müsavat, içtimai adelet” kabulü, “tahammül ve müsamaha” olması gerektiğini ifade edecektir. “Gaye, kullanılan vasıtaları muhik [meşru] kılar,” diyerek Voltaire’in ahlakı geri plana iten düsturuna değil, Aldoux Huxley’nin, “fena vasıtaların hiçbir vakit iyi neticeler veremeyeceği” tezine bağlanmak evladır —lakin, bilgelikle de ekler: “fakat bu hükmün de tamamen doğru olduğunu iddia etmek nasıl mümkün olacaktır bilmiyorum”. Adıvar’ın yazısından sonra yetmiş yılını devirip gelmiş ve fena vasıtaların her türlü haddin fevkinde tasarruf edildiği Cumhuriyet’imizde, şu sözlerini, —seçimlerin kendisi bir temenni iken— müstakbel bir seçim temennisi olarak paylaşmamız mümkün müdür peki: “Emniyet ve nizam içinde geçecek meşru bir seçim mücadelesinde fikirlerin çarpışmasıyla [“müsademe-i efkâr”] dağılacak bulutların arasından bu aziz millet üzerine yıldırımlar inecek yerde parlak güneşler doğacağına [“bârika-i hakikat”] inanmak en büyük zevkimizdir”.
Hasılı; Birkan’ın, çalışmasıyla, A. Adnan Adıvar’ın —dünya hâli, hukuk, demokrasi, etik, edebiyat, tarih felsefesi, dil, kültür, tıp, ilim ve ahlak, hümanizm gibi— çok değişik başlıklar altında yazdıklarını günışığına çıkararak, insancı, adil, eleştirel duyarlılığı yüksek, özgürlük ve eşitlik arayışında samimi ve iştahlı, vicdanlı ve tutarlı bir “liberal” cumhuriyet aydınını yakından tanımamızı, dönemin olgusal gerçekliğini Adıvar’ın gözünden takip ederken bugünü sorunsallaştıracak bir bakış açısına yerleşmemizi sağladığını söyleyebilirim. “Dünyayı düzeltmek” kaygımıza önemli bir katkı.13
1 Can Y., Mart 2020.
2 Adıvar soyadının bana öncelikle Halide Edip’i hatırlatagelmiş olduğunu da ayrımsıyorum bu arada.
3 “İzmir Suikastı”, gerçekten de, Şeyh Said İsyanı, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabülü ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasının arkasından gelişiyle bir “tertip” olduğu kanatini uyandırır. Suikast girişimi 14 Haziran 1926’da öğrenilmiş, ancak dört gün sonra “resmi bir tebliğ” ile halka duyurulmuştur. Niyetin açığa çıkarılışı, teşebbüs sonrası tetikçileri Yunanistan’a kaçıracak olan tekne sahibi Giritli Şevki’nin niyeti İzmir Valisi Kâzım Dirik’e ihbarı (bir başka rivayete göre de, teşebbüse niyetlenenlerin birbirinden endişlenmeleri sonucu niyetlerini ihbarı) ile olmuş; acilen kurulan İstiklal Mahkemeleri [İzmir Masası!] marifetiyle, kapatılan (o da ilginç bir kapatmadır) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Meclis’te kalan üyeleri, Meclis içinde ya da dışındaki İttihatçılar, Mustafa Kemal’in kendisine muhalif addettiği “Milli Mücadele” arkadaşları tasfiye edilmiş; böylelikle, hem Mustafa Kemal’in gücü, hem de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın tek partili cumhuriyeti perçinlenmiştir.
4 Andığım Boşluğa Açılan Kapı/ ‘Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yapıtlarına Psikanalitik Duyarlıklı Bir Bakış’ (Bağlam Y., 2004) adlı çalışmamda (daha önce Hayal, Hakikat, Yaratı/ ‘Adalet Ağaoğlu ve Roman Dünyasına Psikanalitik Duyarlıklı Bir Bakış, Bağlam Y., 2001, 2010’da da olduğu üzere), yazarın kendiliksel kuruluşu ile yazınsal yönelim ve yapıtı arasındaki kesişimleri “yaratıcı tavır” bağlamında (estetik-poetik bakışımın ölçülerini kurmak üzere) değerlendiriyorum. İşte o kitapta, ‘Tanpınar’ın Ruh Hâli ya da Hâlet-i Rûhiyyesi’ bölümünün bir alt başlığı olan ‘Eşlikçi Metinler’de, ‘Mebusluk yolları’ diye bir kesit var. 1943’ün başında, koşulduğu “hocalık arabası”ndan usanan ve arabadan kurtarılıp Ankara’ya mebus olarak göçürülmeyi (başbaşa verecek Cevat Bey ve “Kutsi”den doğru) umut eden Tanpınar’ın subaşı adamlarından Cevat Dursunoğlu’na (2 Haziran 1942’deki) seslenişi ile başayan hikâyenin anlatıldığı bir kesittir o. Kitabımda söz konusu izlek dahilinde işlediklerimle birlikte okuduğumuzda, birazdan daha yakından tanıyacağımız Adnan Adıvar’ın o duruşunu Tanpınar’dan hangi farklılıkla kurduğunu daha içeriden anlama şansı da bulabiliriz kanımca.
5 Söz konusu “kuruluk” ve bir kurucu Cumhuriyet değeri olarak “pozitivist aydınlanmacılık” için, bkz. Türk’e Tapmak/ ‘Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm’/ Onur Atalay, İletişim Y., 2018 ve ayrıca, bkz. “İnanç katına taşınıp kutsanmış ideolojiler ve Türk’e Tapmak” başlıklı yazım, Birikim, Aralık 2018, sayı 356.
6 İçtimai gerçekliği kavrayışta (ya da hakikat arayışında) 1915 Ermeni Soykırımı ve Cumhuriyet’in (kurucu!) Kürt kırımlarına dair belirleyici bir duyarlık bekleyemiyoruz elbet Adıvar’dan.
7 “Pozitivist” açıdan “müspet” bilimlerle olduğu kadar dil ve tarihle muhabbeti de dikkati çeken Cumhuriyet aydınlanmacılığına dair az önce alıntıladığım yazımdan (“İnanç katına taşınıp kutsanmış ideolojiler ve Türk’e Tapmak” ve dolayısıyla ilgili kaynaktan) şu kesiti aktarayım: “Bu bahiste [dinle münasebet] son sözü Ata’ya vermek muvafıktır kanımca: ‘Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fennin haricinde mürşit aramak, gaflettir, cehalettir, dalâlettir’. ‘Dalâlet’e düşmemek üzere, bilimin ‘mitolojik’ kurgusal bir hüviyet kazanıp ‘Türk Tarih Tezi’ne ve ‘Güneş Dil Teorisi’ne nasıl hizmet ettiğine; sözde bilimsellikle ‘Türk milliyetçiliği’nin nasıl kutsandığına; Cumhuriyet’in ilk on yılında ‘sivil din’ mertebesinde olan Türk milliyetçiliğinin daha sonra ‘siyasal din’ mertebesine nasıl eriştiğine […] tanıklık ediyoruz.”
8 Adıvar’ın dünya barışı (umudu) adına (adalet ve eşitlik ilkesine duyarlıkla) düştüğü ölçü, naif de olsa, “liberal”in ötesinde bir nüveye delalet etmiyor mu?
9 7 Ocak 1946, “Demokrat Parti”nin kuruluşu. Cumhuriyet’te çok partili hayat bundan önce “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” (TCF, 1924-25) ve “Serbest Cumhuriyet Fırkası” (SCF, 1930) ile başlamış lakin bu partilerin ömürleri çok kısa olmuştur.
10 “Bu kavramla (“isonomia”) ilgili en yeni ve ufuk açıcı tartışmayı Kojin Karatani’nin İzonomi ve Felsefenin Kökenleri (çev. N. Bingöl, Metis Y., İstanbul, 2018) adlı kitabında bulmak mümkün” diyor Tuncay Birkan (s. 40, dipnot 1). Onun yanı sıra, ben, Etienne Balibar’ın, Eşitliközgürlük/ ‘Siyasal Denemeler 1989-2009’ (çev. Oylum Bülbül, Metis Y., 2016) kitabından da okurun yararlanabileceğini düşünüyorum. Birçok denemesinde kavramı ele alıyor, Balibar. “Arendt Teoremi” dediği şeyden hareketle (ve “hakkı olma hakkı”nı [the right to have rights] ulus-devlet eleştirisi ile ilişkilendirirken) “insan-yurttaş” münasebeti bağlamında değiniyor isonomia’ya (misal). Şöyle diyor: “Isonomia, Latince ‘çeviriler’den (aequum ius et aequa libertas) geçen bir dizinin kökeninde günümüzün ‘eşitlik özgürlük’ kavramını yakalar. Arendt isonomia’ya bir ‘rejim’ değil, yurttaşlığı kuran bir ilke ya da kural olarak sahip çıkar” (s. 225). Bu ilkeyi, Herodotos, Tarih metninde (Otanes’in ağzından), “Ne yönetmek ne de yönetilmek istiyorum” diye aktarmıştır: “Oute arkhein arkhesthai ethelô” (s. 178). Lafı uzatmadan bir başka Balibar alıntısı ile kapatayım: “Böylece kendimizi isonomia kavramına başvurmanın yarattığı sorunların eşiğinde buluyoruz. Isonomia’nın ilk anlamı şudur: bireylerin kamusal alanda eşit koşullarda (isegoria, parresia) birbirlerine hak tanımasını sağlayan kurum. Bu hakların ilki diğer hakları talep etmeyi ve meşrulaştırmayı sağlayan, dolayısıyla da ‘hakkı olma hakkı’nın somut antropolojik kılığı olan ifade hakkıdır” (s. 231).
11 “Bayrakla muafiyet tedarik etme” ülkemizde yaygın ve derin bir gelenektir. Şehir içinde yaşamlarını zorlaştıran engellerin giderilmesine yönelik taleplerini dile getirmek üzere bir araya gelmiş “engelliler”in tekerlekli sandalyelerine bayrak iliştirmeyi ihmal etmeme özenine tanıklık bana en çarpıcı gelenidir. Sanırım, bayrak, kimlerden olduğumuz kadar, kimlerden olmadığımızı da baştan ifade etmenin nişanesi olmalı; “Türklük Sözleşmesi”ne sadakatin (devletin kurucu idealinin etrafında toplanmış kalabalıktan olmanın), “sözleşme” dışı (“yasa önünde eşitsiz”) olanlara bulaşmış olmamanın.
12 Burada böylece geçiştirilenin, giderek derinleşecek olan kadim “milli mutabakat”ın marifeti olduğunu; 1948’de, Ankara Üniversitesi/ DTCF öğretim üyeleri Behice Boran, Pertev Naili Boratav ve Niyazi Berkes’in, “Milli Şef” ve partisi CHP’nin, daha önce mahkûm ettikleri ırkçı-Turancı çevrenin ve DP’nin “kızıl tehlike”ye karşı yürüttükleri “milli seferberlik” hareketiyle üniversiteden uzaklaştırıldıklarını; bütün bunların, İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı kapitalizmine eklemlenme, ABD’nin yörüngesine katılma ve “anti-sovyetik/anti-komünist” blokta yer alma siyasi/sınıfsal yönelimi ile alakalı olduğunu hatırla(t)makta fayda var. Adıvar’ın yazısında andığı şahsi itirazı (hukuki hüviyetiyle) takdire değerdir elbet (bkz. TBMM, Tutanak Dergisi, 1948c: 753); teslim edelim ama gölgede kalanı da ihmal etmeyelim. Bilvesile, insan, bugünün (“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” saadet asrının) penceresinden üç çeyrek yüz yıl geriye, alt ucu üç öğretim üyesini üniversiteden uzaklaştırılabilmek adına “milli cephe” mensuplarının harcadığı yüklü mesaiye baktığında (hatta, bir ara, “kızıl” hocalardan arınmak için fakülteyi lağvedip yeniden kurmayı bile düşünmüşlerdir!) bugünkü demokrasimizin (‘hukuk bagajı”ndan tümden kurtulduktan sonra) nasıl da kuş gibi hafifleyip daha da “ileri” demokrasi için kanat çırpar hâle geldiğini idrak ediveriyor.
13 Yazımı bitirdikten sonra, “Birikim Haftalık”ta, Barış Özkul’un, “Adnan Adıvar-Dünyayı Düzeltmek” başlıklı yazısına (5 Mayıs 2020) rastladım. Özkul, Yahya Kemal’in Adıvar’a ilişkin değerlendirmelerini de paylaşmış. Geçerken belirtmiş olayım; Tanpınar üzerine yaptığım çalışmada (az önce andım), onun kendilik kuruluşuna ilişkin izleri Yahya Kemal’e yatırımı bağlamında da yoklamaya çalışmış, o vesileyle, Yahya Kemal’in de nasıl bir “karakter” sahibi olduğunu (az-çok) kestirebilme şansı bulmuştum (bkz. a. g. y., I. Bölüm, ‘Eşlikçi Metinler/ Yahya Kemal’e bir bakış’). İşte; Özkul’un aktardıklarında, bir yandan “o” Yahya Kemal’i bir kez daha görürken, yazılarından ve yakın çevresinin (ortak bir paydada buluşan) tanıklığından çıkarsadığım Adnan Adıvar gerçeğinin sağlamasını yapma olanağı da buldum ben.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | Leave a Comment
No Responses Yet to ““Dünyayı Düzeltmek” terbiyesine Adnan Adıvar’dan düşen izler”