Ölüm(lülük)le Yüzleşmek
Bu yazı, Varlık dergisinin Ocak 2020 sayısında yayımlanmıştır.
Birikim dergisinin Haziran-Temmuz 2019 sayısı, ‘Yaşlılara bir yer var mı?’ başlığı altında kurulan dosyasıyla, artan ortalama yaşam süreleri ile birlikte yaşlı nüfus oranının göreceli yükselişinin toplumsal/iktisadi sonuçlarını, ‘neo-liberal’ kapitalizmin yaşlılara ve yaşlılığa bakışını, gelenekten kopuşla birlikte yaşlıların yaşlılıktaki mağduriyetlerini olduğu kadar, ‘post-truth/trust’, ‘post-human’ yönelişler çerçevesinde —modern sonrası zamanlarda— yaşlanmanın reddedilişini, bir yaşam gerçeği olarak inkârını da ele alıyordu. Bense, bu yazıda, ‘yaşlılık’ meselesiyle ‘ölüm kaygısı’ arasındaki bağlantıya atıfta bulunmakla birlikte, asıl, ölümle baş etme hallerimizi Françoise Dastur’un Ölümle Yüzleşmek1 isimli metni aracılığı ile sorgulayıp2 düşünce/ifade (‘felsefe yapma’) özgürlüğünü sahiplendiği onurlu yaşamıyla ölümü hiçe sayan Sokrates’in savunmasına3 değinmek istiyorum.
Yaşam dediğimiz şey; ana karnına düştüğümüz ân ile başlayıp son nefesimizi verdiğimiz âna dek süregiden bir canlılık/eylemlilik hâlidir4. Yaşı müsait olanlar bilecek; bir vakitler, yeni bir canlının ana karnında filizlenmeye başladığı dışsal belirtilerle (âdetin kesilmesi, anne karnının belirginleşmesi, giderek çocuk kalp seslerinin dinlenmesi ile) anlaşılırdı. Günümüzdeyse, ekrandaki görüntü ile o ânın ilk izlerine tanık olunmakta; görüntü, kaydıyla aile albümüne katılmakta5. İşte, Dastur, öyle ya da böyle —uyandırdığı değişimlerle— dışarıdan tanık olunan hayatın filizlenişine ölüm üzerinden ne biçildiğini (‘ölümlülük’ bilincinin nasıl tasarruf edildiğini) irdelemek üzere söz alırken öncelikle şunun altını çizer: “Doğum ve ölüm, varoluşun bu iki sınır hattı, dünyada sadece başkalarının başına gelen olaylardır, doğan ve ölenin ve dolayısıyla bunlar üzerinde hiçbir kontrolü olmayanların değil”.6 Nasıl bir hayata doğmakta olduğumuzu bilmediğimiz gibi, ölürken, ölümün kendisinin de —aktarılabilir— bilincini kurmamız mümkün değildir. Epikür’ün de vurguladığı üzere, ölüm bir ‘hiç’tir; ‘biz varken ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise biz yokuz’dur. Başkalarının ölümüne tanıklığımızsa ölümlülüğümüzün tanıklığıdır sadece; doğrudan dahlimiz olmayan hayatın sonluluğu bilinci ile insanlığa dahil oluşumuz, ölüm karşısında yaşadığımız endişe ile insanlığımızın farkına varışımızdır. Peki; tanıklığın işaret ettiği (yaşamsal) kaybı ödünlemek (telafi etmek) için neler yaparız ve bunlar ne anlama gelir?
Eh, madem ölümlülük kaçınılmaz, hayat fani; o zaman, ölümden sonra ‘ruhun ölümsüzlüğü’ne sığınsak mesela; cenaze törenindeki tanıklığımızla tescil olunan ölümü sonrası müteveffayı —ruhlar âleminde— ‘sonsuz/ebedi yaşam’ına uğurlasak —olmaz mı? Kuşkusuz, ‘ruhlar âlemi’, dünyevi (‘seküler’) duyarlıkla kulak verildiğinde tekinsiz çağrışımlara yol açıyor; lakin, Aydınlanma’nın, insanı ‘ampirik özne’ kipselliğinde muhatap alışı ile modern sonrasının insanı bedeninde nesneleştiren (şahsi hikâyelere itibarsız) tavrı arasına çizeceğimiz hat, biraz da ölüm sonrasını hesaptan, şimdiyi sonranın öncesi olarak tahayyül, tasavvur ve tasarruf etme ehliyetinden düşürme durağından geçmiyor mu?
Hans Jonas, örneğin —Dastur’un aktarımı—, modern teknolojinin, insan türü için daha iyi ve yaşanabilir bir hayat değil, tehdide dönüştüğününün; ama, tehdidin —atom çağı, vs.— fiziksel bir tehdit olmanın da ötesinde, “insanın insanlığının imhası ve ahlaki ölümünü de ima etmekte”7 olduğunun altını çizer. İnsan, tekniğin öznesi değil, nesnesi olup çıkmıştır. Bilimin ve teknolojinin yegâne söz sahibi olduğu âlemde, ölüm, yaşamın kendiliğinden içerdiği kaçınılmaz bir hakikatin kendisi değil, bedende zuhur eden onarılabilir, denetlenebilir ya da ertelenebilir bir —organik— arızanın karşılığı olarak kabul görür olmuştur. Yaşlanma ve hastalıkların ortadan kaldırılacağını, beyinsel yeteneklerin olağanüstü donanımları ile makinelere aktarılabileceğini müjdeleyen gelecekçi (‘fütürist’) bilimsel-teknolojik heves ve heyecanlar da (ölümlülüğü bedende öldürmeye niyetli “trans-hümanist devrim” ya da “post-insan miti”), yaşlılık görünümlerini ortadan kaldırmaya yönelik estetik müdahaleler de aynı kaygıdan (ölüm[lülüğ]ün hakikati ile yüzleşme kaygısından) beslenir (yahut, o kaygıları yansıtır).
Bilimsel gelişmelere sığınarak ölümü tedavülden kaldırma hevesinin epeyce yol aldığı günümüzde, ölümle yaşam eşiğinde yaşanan ‘spor’ (vb.) etkinlikleri de dikkati çekicidir. Bu bir çelişki mi? Hayır. Ölüme meydan okumanın, ölümlülüğü denetlemenin/tasarruf etmenin, kaçınılmaz yazgıyı hükümsüz kılmanın (yadsımanın); dahası, sıra dışı edimsellikle başkalarının gözünde ölümsüzleşmenin (‘şanım yürüsüncülüğün’) bir açılımı olmalıdır tehlikeli sporlar. Belki de, doğrudan ‘ilişki’ katında sahihlik/hakikilik değerini yitirmiş hayatın başkalarının gözünde gerçeklik (seyirlik değer) kazanmasının bir yoludur —ki, yukarıda andığım üzere, kaçınılmaz sonun öncesini nasıl tasavvur ve tasarruf ettiğimizi anlamaya da çağırır bizi.8 Dastur, benzer bir bakış açısıyla ‘intihar’ yönelimine de değinir: “… gerekçesi ne olursa olsun intihar, kendi kendini öldürmek değil belki de ölümü atlatma, ondan yakayı sıyırma çabası olarak düşünülebilir. İntiharı seçen kişi yine aynı jestle ölümlülüğünü reddetmiş, ölümün ona sebepsizce yaklaşmasını ve alınyazısı olmasını istememiştir”.9 Dastur, daha çok, ‘ölümü zımnen iradeye bağlama’ arzusunun altını çizer intihar eğiliminde. Bense, —yaşarlığımızın, ‘öteki ile ilişki’ katında ‘insan yaşamı’ olarak inşa edildiğini kabulleniyorsak— intihar eğiliminin de ‘ilişki/sizlik’ katında (hiçe sayan, yoksayan dünyayı kendi üzerinden reddediş —yıkıcı öfkenin kendine yüklenişi— olarak) değerlendirilmesi gerektiğine inananlardanım.10 Öte yandan; ‘yas’ın, kaybın içe sindirilerek yaşandığı ve o içe sinenle yeniden hayata dönülen bir süreç değil, yitirilene yatırımın el çabukluğu ile —mümkünse, psikolog desteği eksik edilmeden— aradan çıkarılma ‘mesai’sine dönüşmesi de, ölümün tekinsizliğini savuşturmanın (beyhude) bir çabası olduğu kadar, ilişkilerdeki yalınkatlığın, sığlığın, samimiyetsizliğin de bir göstereni olmalıdır (“Merhumun izleri çabucak silinmeli, ölüm bir şekilde ‘halledilmeli’dir”11). Kaldı ki, sevdiklerinin elini tutarak, her zamanki yatağında, yerinde, yurdunda değil de, hortumları, bip bipleriyle bilumum cihazın refakatinde çıkılan son yolculuk da aynı anlayışın yakışanı değil midir?
Bilincini kurarak deneyimleyemesek de tanıklığımızla kaçınılmazlığı aşikâr ölüm karşısında, ‘ampirik benlik’in ötesinde, “asla ölmeyen ve bu bakımdan ruhun ölümsüzlüğüne olan inancın kaynağında yatan” benliği sahiplenenler de var elbet (Phaidon diyaloğunda ruhun ölümsüzlüğünü savunan Platon’dan12, Etika’sında, gerçek bilgeliğin ölümü değil yaşamı düşünmek olduğunu, bedensel ölüme karşın evrensel akla katılan ruhun ölümsüzlüğünü savunan Spinoza’ya13, oradan, —doğmayan ve ölmeyen— ‘aşkın özne’ye sahip çıkan Kant’a ve Husserl’e). Felsefecinin hassasiyetini gündelik olana taşırsak, çocuk yapmak —o anlamda, bir eser vermek—, kendini (kendine yüklediği değerlerle) geleceğe aktarmanın, bedensel ölüm sonrası evrensele katılmanın bir yolu olarak anılabileceği gibi, geçmişten güne uzanan birikmiş deneyimlerin yeniden işlenerek geleceğe aktarılması da aynı kapıya çıkar.14
Hasılı; ölüm bir hakikatse (“İnsan kendine yalan söylemek için takdir edilesi bir çaba göstermiş olsa da tüm aldatıcı perdelerin yırtıldığı o an mutlaka gelir ve insan ölümlü varoluşuna razı gelmeye çağırılır.”15), ölüme kayıtsız kalmayı murat etmek de, “öte dünya” kurguları da, insan yaşamının sonsuz kılınacağına dair “tekno-bilimsel fanteziler” de boştur. ‘İnsan’ olarak varoluşumuzun ölüm(lülüğümüz) üzerinden (ona doğru yürürken yaşadıklarımızla) tanımlandığını (o menzile teveccühle doğduğumuzu) unutmadan sükûnet ve yaşama sevinci ile hikâyemizin içinde kalabilmektir aslolan. Dastur’un şu dediklerine tümüyle katılıyorum: “Kendi ölümüyle olan ilişkisi, insanı sırf canlı bir varlıktan, yani sadece evrensel yaşamın tikel bir parçası olmaktan ayırır. Ölümle bu ilişki ona bir hikâye verir ve varoluşunu bir programın hesaplanabilir işleyişinden ayrıştırır”.16 Ol hakikati kabullenerek bedenlerimizde ikamet etmek, ölümü insana musallat olmuş bir kusur değil, bir imkân olarak kabullenmek: “Ölümlü olmak, ölümsüzlük yanılsamalarına dur demektir, bedenlerimizde ikamet ederek toprak üzerinde hakikatle yaşamak demektir. Dolayısıyla ölümlü olmak sadece ölümle yüzleşmek ve onun gözlerinin içine bakabilmek değil, ölebilmek ve böylelikle ölümü insana yapışmış bir kusur yerine bir imkân olarak görebilmektir. Ancak bu sayede insana malum olur ki ölüm endişesi hiçbir biçimde yaşama sevinciyle uyumsuz değildir”.17
Şimdi, muhtelif veçheleriyle ‘Ölümle Yüzleşmek’ten ayrılalım ve hayatı ölüm kaygısına mahkûm ederek değil, içselleştirilmiş ‘etik’ kaygılarla sorunsallaştıran Sokrates örneğini inceleyelim.
Sokrates’in Savunması
Savunma’nın yazarı Platon’un tanıklık ettiği duruşma M. Ö. 400’lerde gerçekleşmiştir. 431’de başlayan Atina-Sparta savaşı Atina’nın yenilgisi ile sonuçlanmış, 404’te demokrasi rafa kaldırılmış, Sparta güdümündeki baskıcı ‘Otuzlar’ yönetimi ele geçirmiş, Otuzlar sonrası yönetimi devralan demokratlar da Sokrates ve çevresine düşmanlığı sürdürmüştür. Çeviriyi yapan Samih Rifat, hazırladığı önsözde, Sokrates’in ölümünden beş-altı yıl sonra kaleme alınan ‘Savunma’nın, “felsefenin doğum belgesi” olarak tanımlandığının altını çizer.
Sokrates, savunmasına, kendisine yönelik eski ve yaygın karalamalara/suçlamalara karşılık vererek başlar. Aristophanes’in komedyasında da görüleceği üzere, Sokrates, yerleşik dini kabullerin ötesinde, yerin altı ve gökyüzünde neler olup bittiğini araştırmakta, bilhassa o mesaisi dahilinde gençleri de dinden imandan çıkarmaktadır. Sokrates, suçlamanın üstesinden gelmek için ilk adımda tanrıların tanıklığına başvuracaktır (savunmanın —bana kalırsa— kırılgan yanıdır bu). Atinalıların da güvenini kazandığını söylediği dostu Khairephon Delphoi’ye gitmiş, dünyada Sokrates’ten daha bilgesi olup olmadığını sormuş, Pythia da (tapınaktaki, tanrı sözünü nakleden bilici kadın) olmadığını söylemiştir. Böylelikle, Sokrates, mahkeme heyetine (beş yüz yargıçtır heyeti oluşturan), hem ‘eski’ tanrılarla münasebetini (onlara itibarını), hem de tanrılar katında bilge kabul edilişini ifade etme olanağı bulacak; tanrıların takdiri yanı sıra, bilgeliğini, —bilmediğini bilmeye yanaşmayan sahte bilgelerden görece farklılığı ile— bilmediğini (bilgeliğinin bir hiç olduğunu) bilmek meziyetine dayandıracaktır.18 Sokrates’in ‘yeni karalama/suçlama’ dediği de eskisinden pek farklı değildir; kentin eski tanrılarına inanmamakta, kendine mahsus yönelimleri ile gençleri de kötü yola sürüklemektedir.
Sokrates, savunmasında, idari mevkilere itibarsızlığı ve kendi işlerinin bile takipçisi olmamaklığı sonucu yaşadığı büyük yoksulluğu, “tanrının hizmetinde” oluşunun bir kanıtı olarak sunar. (Hatta, daha sonra, ceza değil ödüle değer olduğunu; kendisi gibi yoksul ve halka öğütler vermek için bol zamana ihtiyacı olan birisi için en uygun ödülün Prytaneion’da güzelce doyurulmak olacağını da söylecektir mahkeme heyetine.) Üstelik, —bilici kadının da nakil ve teyit ettiği üzere— bilgeliği tanrılar katında teslim edilmişse, bilgeliğini icra ederken nasıl tanrıları reddediyor olacaktır? Veciz ifadesiyle şöyledir savı: “Katırların, kısraklarla eşeklerin çocuğu olduğuna inanıp, ne at ne de eşeklerin varlığına inanmamak kadar saçma olurdu bu”.19 Sokrates, gençleri kötü yola sevk ederek onlara kötülük yaptığı iddiasını ise, ‘kötülüğe kimse iyilikle mukabele etmeyecekse, dostluk beklediğim insanlara neden kötülük yapmış olayım ki’ gibi bir savunma ile boşa çıkarmayı deneyecek; kendisini suçlayan Meletos’a seslenerek, nihayetinde kötülük yapmış olsa bile isteyerek yapmış olamayacağını ve istemsizce gerçekleşmiş kötülüğün cezalandırılmayı değil, uyarılmayı/bilgilendirilmeyi hak ettiğini, Meletos’unsa öyle bir şeye cesaret etmektense mahkemeye koşturduğunu vurgulayacaktır. Üstelik, kimsenin öğretmeni olmamakla birlikte, konuşurken kendisini dinleme arzusu duyan genç ya da yaşlı kimseye mani olmadığının da altını çizer Sokrates; yaptığı şey aleni ve herkesin katılımına açıktır: “Ve herhangi biri, benden özel olarak, aynı anda başkalarının da duymadığı bir şey duyduğunu ya da öğrendiğini savlarsa, bilin ki yalan söylüyordur”20. Dolayısıyla, dinleyenlerden kimisinin sonradan iyi ya da kötü insan olması onun sorumluluğunda değildir.
Az önce vurguladığım üzere, Sokrates, felsefe yapma ve başkalarını sınamayı, ‘tanrının kendisini çağırıp buyurduğu’ bir görev olarak kabul ederken, görevden kaçmanın asıl suç ve tanrılara inanmamak olacağını söyler. “[B]üyük ve görkemli ama büyüklüğü nedeniyle rahvanlaşmış, bu nedenle de sokulup dürtülmeye gereksinim duyan bir ata” at sineğinin musallat olması gibi görür tanrısal görevini —“her yerde, her an yanınıza konmuş bulacağınız atsineğiyim ben”21 der. Öyle ki, kendisine tanrılardan ve diamonlardan gönderilen bir işaretle tayin edildiği (“ben çocukken başladı; bir tür sesti bu”22 —ve o nedenle, kendisine hüküm giydirilmesinin —kendisinde— tanrıyı incitecekleri korkusuna yol açan), Devlet işlerinde yer almasına zinhar müsaade etmeyen, kendisinden ziyade kent halkının iyiliği için üstlendiği kutsal bir görevdir felsefe yapmak onun için. Dolayısıyla, görevini tümden terk etme sözü ile ölüm cezasından bağışlanacak olsa dahi kabullenemeyeceğini ifade edecek, “sizin söylediğinizi yapmaktansa tanrının buyruğuna uymayı yeğlerim ve içimde tek bir yaşam soluğu kaldığı sürece, elimden geldiği sürece felsefe yapmaktan, sizi doğru yola sokmaya çalışmaktan ve öğüt vermekten vazgeçmemi beklemeyin benden” diyecektir. Ömrü olduğunca, genç-yaşlı, herkesi, ‘beden gücü ve bildik zenginlik’ yerine ‘ruh zenginliği’ni kazanmaya çağıracak; “her türlü iyiliğin [kişiler kadar devlet için de] erdemden doğduğunu” tebliğ edecektir. Şöyle söyler: “[B]eni aklayın ya da aklamayın, kesin olarak bilin ki, kesinlikle başka bir şey yapmayacağım ben, bin kez ölecek olsam bile”.23 Onurlu insanın, seçtiği doğrular adına hayatını tasarruf etmesi gerektiğini, o doğrular adına yaşarken “ölme ya da yaşama olasıklarının hesabını tutması”nın onurlu bir insan için söz konusu olamayacağını belirtir.24 Üstelik, değerli insan olmakla övünenlerin yargıçlar önünde olmadık küçüklükler sergileyerek af dilemeleri (“sanki onlara ölüm cezası vermeniz korkunç bir yıkımmış, vermezseniz de bütünüyle ölümsüz olacaklarmış gibi”25) kentin de onurunu lekeleyicidir.
Sonuçta Sokrates’e karşı oy kullananların sayısı otuz fazla çıkacak; ömürboyu hapis, ödeyemeyeceği denli yüksek para cezasına çarptırılmak (hiç parası olmadığına göre ilki ile aynı şeydir), sürgüne gönderilmek (“araştırmasız bir yaşamın yaşamaya değmediğini” savunduğuna, sürgünde de tanrının sözünü dinlemeyip dilini tutması mümkün olmadığına göre) ceza seçenekleri Sokrates için uygunsuz kaçacaktır. Nihayetinde, mahkeme heyetinin duymaktan hoşlanacağı şeyler söylememiş, ağlayıp sızlanmamış; ölümü, felsefe yapmadan yaşanacak hayata tercih etmiştir. Kaldı ki savunması sırasında ölümü de felsefesinin terazisine vurmuştur: “Kimbilir, belki de insan için en büyük iyiliklerden biridir ölüm; ama kötülüklerin en büyüğü olduğu kesinmiş gibi herkes korkuyor ondan. İnsanın, bilmediği bir şeyi bildiğini sanması, kınanması gereken bir bilgisizlik değil mi sizce?” İnsanların çoğundan ayrılmaktadır; “Hades’te neler olup bittiğini yeterince bilmiyorum ama bildiğimi de sanmıyorum.” Öyleyse? İnsan kötülük olduğunu bildiği şeyden korkmalı, iyilik olup olmadığını bilmediği şeydense ne korkmalı, ne de kaçmalıdır. “Ne var ki (…) ölümden kurtulmak değildir belki de asıl zor olan; kötülükten kaçınmak çok daha zordur; çünkü ölümden hızlı koşar kötülük.” Ölümün iyi bir şey olduğunu düşündürecek nedenler de yok değildir: “[Y]a ölen kişi hiçliğe dönüşür ve hiçbir şeyin bilincinde değildir artık; ya da, söylenene bakılırsa, ölüm bir değişimdir; ruhun, bulunduğumuz yerden başka bir yere göçmesidir. Eğer ölüm bütün duyguların sönüp gitmesiyse ve düşsüz deliksiz bir uykuya benziyorsa [zamanın gerik kalanı tek bir gece gibi yaşanacaksa], olağanüstü bir kazanç diye bakabiliriz ölüme.” Giderek işi dalgaya da vuracaktır Sokrates; ölüm, düşsüz deliksiz bir uyku değil de gerçek yargıçların bulunduğu (Minos, Rhadamanthys, Aiakos, Triptolemos…), Orpheus, Musaios, Hesiodos, Homeros gibi dostlarla buluşup yarenlik edebileceği Hades’e göçmekse, oh ne âlâ. Ölüm korkusu olmadan önüne gelen herkesi sınayıp sanatını icra edebileceği yerdir de orası: “Onlarla söyleşmek, onlarla yaşamak, onları sorgulamak anlatılmaz bir mutluluk olurdu. Üstelik bunun için insanın Hades’te ölüm cezasına çarptırılmayacağı da kesin; yalnızca her bakımdan buraya göre daha mutlu bir yaşam sürmeyeceğiz orada, artık ölümsüz de olacağız demektir, en azından söylenenler doğruysa”.26
Giderayak, iyilikten umut kesilmemesini; büyüdüklerinde, erdemden önce zenginlik peşinde koşacak olurlarsa, hiçbir değerleri olmadığı halde kendilerini bir şey sanırlarsa çocuklarının da —tıpkı kendisinin çarşıda pazarda muhataplarına yaptığı gibi— utandırılmasını diler Sokrates ve vedalaşır:
“İşte kalkıp gitme zamanı geldi; ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisi daha iyi? Kimse bilemez bunu, tanrı dışında.”27
Değerlendirme
Dastur, bize, ölüm kaygımızın üstesinden gelmek niyetine düştüğümüz beyhude yollardan söz ediyordu ya da bazı edimlerimizin söz konusu kaygıyı yansıtışından. Ölüme dair tecrübi bilincimiz yoktur; başkasının ölümüne tanıklığımızla ‘ölümlülüğe dair’ oluşur o bilinç; aldatıcı perdelerin yırtıldığı o ânın kaçınılmaz olduğu bilinci. Öte dünya boş bir avunudur; bu dünyadan gelip geçerken kurduğumuz (doğum ve ölümümüzle çerçevesi çatılan) şahsi hikâye ve anlamdır esas olan: Biz göçeriz, hikâyemiz baki kalır (‘kuş ölür elbet; uçuşu hatırlanır’). Sokrates de, bizi, aynı anlayışa taşır. Bilgi ve iktidar bağlamında kişinin kendisi ile kurduğu ilişkinin karşılığı ‘etik’, ‘ontolojik’ koşulu özgürlükse (Michel Foucault); Sokrates’in, ölümü, felsefe yapma özgürlüğünün elinden alınacağı şartlarda yaşamaya tercih etmesi; kurucu —etik/ontolojik— değerlerine sadakatle ölüme yürümeyi göze alışıdır onu iki bin beş yüz yıldır bilincimizde sonsuzluğa taşıyan.
1 Çev. Sinan Oruç, Pinhan Y., 2019.
2 Yine aynı bağlamda bir yazımın (‘Yaşlılık, ölüm korkusu, ebedi gençlik ve Gılgamış Destanı’) önümüzdeki sayılarından birinde Birikim dergisinde yayımlanacağı bilgisini paylaşmak isterim.
3 Sokrates’in Savunması/ Platon, çev. Samih Rifat, Everest Y., 2017.
4 Çizerini hatırlamadığım bir karikatürde, “Hayat, ebenin şaplağı ile imamın pamuğu arasında geçen zamandır” diye anılmaktaydı, veciz bir şekilde.
5 Mahremin ihlalinin daha ana karnına düşüldüğü ânda başlaması, insan adayının görüntüsü (görünürlüğü) ile gerçeklik kazanması, duhul edeceği kültür adına da ilginç olmalı.
6 Agy., s. 7.
7 Ölümle Yüzleşmek, s. 20.
8 Bütün bu söylenenler, “gösteri toplumu”nda, ‘başkalarına görünme’ (görülmek istendiği gibi olma/ ‘nasılım?’) kaygısının varoluşsallığın kurucu öğesi olduğuna delalet eder. “Bu ise, yabancılaşmanın en uç biçimine, yani kendine yabancılaşmaya neden olur (agy., s. 41).” ‘Kendini nesneleştirme’dir bu; kamusal alımlayış alanında belli bir imgeselliği yansıtan bir nesneleşme; kamunun kabul ve takdirinde ‘nesne-kendisi’ olarak yaşama; Heidegger’in “kamusal alanın diktatörlüğü” (agy., s. 42) dediği şeye mahkûm olma.
9 Agy., s. 39.
10 Dastur’un ‘tehlikeli sporlar’ olarak andığı dağcılık, paraşütle atlama ve eşdeğerli örnekler olarak hatırlattığı hız düşkünlüğü, alkolizm de, kanımca, kendini gözden çıkarma (ölüm eşiğinde dolaşma) edimselliği ile kendisini yoksayan dünyaya verilmiş ‘özyıkımsal’ bir tepki olmalıdır. Joker (Todd Phillips, 2019) filmi de, yukarıda andığım ‘yıkıcı öfkenin kendine yüklenişi’nin, —ruhsal ve maddi/sınıfsal anlamda— yetimlerin yığınsal tepkisi olarak dışa yansıtılmasının bir örneği olarak alınabilir kanımca.
11 Agy., s. 17. Anıldığı üzere ‘yas çalışması’nın (Sigmund Freud’un ‘Yas ve Melankoli’sini hatırlayalım) layıkınca gerçekleşmemesi, —örneğimizde— tekinsizliği savuşturayım derken, “merhumla manevi bir rabıta tesis etmek”ten uzaklaşıp büsbütün tekinsiz, müteveffanın hayaletimsi bir gerçeklik kazanmasına yol açacaktır. (‘Yas ve Melankoli’ için, bkz. ‘Yas tutabilme: ehliyet ve ehemmiyeti’, Halûk Sunat, Birikim Güncel, 2 Kasım 2018).
12 Platon, düşünceyi (dolayısıyla, felsefeyi) ölümün bir formu olarak alır; bedeni geride bırakan (bedenin ölümü ile ölümsüzleşen) düşünce: Felsefe yaparak ölümsüzleşmek (bu da bir teklif!). Böylelikle, Platon, felsefi idealizmin temel yönelimini belirlediği gibi; bedeni ve bedensel hazzı değersizleştirmesi ile bedeni aşağılayan Hıristiyanlığa da dayanak olmuştur (s. 47).
13 Okuma önerisi: ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Spinoza ve Felsefesi (Halûk Sunat, Bağlam Y., 2014) içinde ‘Anlığın gücü ya da insan[ın] özgürlüğü’, s. 226-234. (Örneğin, anılan bölümde, Önerme 38 şöyledir: “[a]nlık şeyleri ne denli ikinci ve üçüncü bilgi türleri yoluyla anlarsa, kötü olan duygular tarafından o denli az etkilenir ve ölümden o denli az korkar” [çev. Aziz Yardımlı]. Zira, ölüm, bedenin sürmeme hâlidir. Halbuki, ikinci ve üçüncü tür bilgi ile donatılı anlık [zihin], bengiselliğe [ölümsüzlüğe] yelken açacaktır —kitabında ölüm yer almayacaktır.)
14 Psikanalist Otto F. Kernberg, bireyin ölümünün, bedensel ölümünden öte onu hatırlayacak kimsenin kalmaması olduğunu söylerken benzer bir şeye işaret eder. Paragrafta anılanlar vesilesiyle; ölümü geride bırakıp geleceğe uzanmada ‘söz’ün (sözlü geleneğin) ve ‘yazı’nın ne denli önemli olduğu da malumumuzdur elbet.
15 Agy., s. 42.
16 Agy., s. 55.
17 Agy., s. 58.
18 Sokrates’in, şairlerin, şiirleri dahil çok şey hakkında ileri geri konuştuklarını, iyi birer şair olmalarının doğallıkla bu hakkı kendilerine verdiği zehabına kapıldıklarını (bilmediklerini bilme ve kabullenme bilgeliğine sahip olmadıklarını) dile getirirken şunun altını çizişi, sanat/şiir/yaratma adına kıymetlidir kanımca: “Evet, çevremizdeki insanların hepsi, ya da neredeyse hepsi, şiirleri yazanların kendilerinden çok daha iyi konuşabilirdi o şiirler üstüne. Ve çok çabuk anladım, ozanların şiir yazarken kılavuzlarının bilgi değil bir tür içgüdü ve bir tür tanrısal esin olduğunu. Tıpkı biliciler, yalvaçlar gibidir ozanlar: onlar da bir sürü güzel şey söylerler ama ne dediklerinin farkında bile olmazlar” (agy., s. 30).
19 Dilbilgisel açıdan, “… atların ve eşeklerin varlığına inanmamak kadar saçma olurdu bu” demektir doğrusu. Samih Rifat, çevirisinde, zaman zaman, “ne… ne” ile başlayan cümlede yüklemi de olumsuz kurmayı seçmiş.
20 Agy., s. 55.
21 Agy., s. 49-50.
22 Agy., s. 51. Doğru bildiği yolda ölümü hiçe sayacak olan Sokrates’in, savunmasında, “Devlet’te olagelen onca haksızlığı, adaletsizliği engelleme” politik rolünü üstlenmenin cana mal olacağını söyleyerek tanrı tarafından sadece ve sadece felsefe yapma görevine tayin edilmişliğini bir şans olarak anması ilginçtir (s. 52 ve ayrıca, bkz. s. 55).
23 Agy., s. 46-48.
24 Aksi, misal, Troya’da ölen “tüm yarıtanrıları, özellikle de onursuzluk karşısında tehlikeye hiç önem vermeyen Thetis’in oğlunu [Akhilleus] aptallıkla suçlamak” gibi bir şeydir. (Sokrates, Troya önlerine gidişi ve canını hiçe sayışı böyle okumaktadır! Ancak, ‘Yargıçlara Söylevi’nde, Odysseus ve Sisyphos kadar “o büyük orduyu oraya götüren” Agamemnon’u da sınamak istediğini öğreniriz —öte yanda öyle bir karşılaşma imkânı var ise.)
25 Agy., s. 58. Bir ‘erkek’ olarak (felsefeciler erkektir!) Sokrates, yargıçlık gibi onurlu bir mertebede yurttaşlık ederken (kuşkusuz erkektir onlar da) bu türden ağlaklara kanacaklara hatırlatır: “kadınlar kadar bile yürekli olmadığını söylemez mi sonra yabancılar?” Böylelikle, Sokrates, savunusunda kararlılığını dile getirirken felsefe tarihine kadınlara ilişkin kaydı bir kez de o düşmüş olur.
26 Bu paragraftaki alıntılar, sırasıyla, agy., s. 67, 45-46, 72, 75, 77.
27 Agy., s. 78.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | Leave a Comment
No Responses Yet to “Ölüm(lülük)le Yüzleşmek”