Yaşlılık, Ölüm Korkusu, Ebedi Gençlik ve “Gılgamış Destanı”
Bu yazı, Birikim dergisinin Aralık 2019 sayısında yayımlanmıştır.
Modern sonrası zamanların, yaş alınsa da yaşlanmama, sonsuzca genç kalıp ölümlülüğü tedavülden kaldırma telaşı içinden bakalım Gılgamış Destanı’na. Sümerler ve Akkadlı Samilerin IV. bin yılda kurduğu Mezopotamya uygarlığında boy atan Destan’ın, İlyada’dan da —Hindu dinini ve Hint uygarlığını derinden etkilemiş Sanskritçe— Mahabharata’dan da yüzyıllarca öncesine uzanırken derdimizin ne denli derinlere uzandığına delalet edip ahir zamanların ‘hipergerçeklik’, ‘post-human’ ve ‘post-truth’ ahvalinde yaşanan ‘terk-i dünya kaygısı’na ışık tutuşuna değinelim. M. Ö. III. bine doğru yazıyı icat eden, iki binlere doğru Uruk Kralı Gılgamış’ı ölümü sonrası (yarı)tanrılaştırıp efsaneleştiren Sümerlerin icatlarının mürüvvetini destanda yaşayışlarına dikkat kesilelim. Destan metninin, kişinin, kendine yatırım (‘narsisizm’) ve ‘ölüm(süzlük) kaygısı’ arasına gerili ipte türlü cambazlıklara —şan, şöhret, doğasal gerçekliğin yadsınışı, vs.— gönül indirişi üzerine kurulmuşluğunu yoklayalım.
Tamamı yaklaşık üç bin dizeden oluştuğu var sayılan metnin —bölük pörçük de olsa— üçte ikisinden biraz azının gün ışığına çıkarılmış olduğunu söyleyen Jean Bottéro,1 “[ö]lmek istemeyen bir büyük insanın olağanüstü serüvenleri”ni “[k]endi hayatımızı yönlendirme yararına değil, geçmişimizin bilgisine erişme ve atalarımızla buluşma yararına” okumamızın öncelikli olduğunu, “uygarlığımızdan bazı parıltılar içerse bile, bizden alabildiğine uzak [o] saygın uygarlı[ğın] tüm değişkenlerini kavramamızı sağlayan” bir metin olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurgularken; atalarımızın, “kaçınılmaz son karşısında [yaşadıkları]” korkuları, kaygıları, reddedişleri, “ölümü aşmak ya da ona çare bulmak için harcanan bu işitilmedik ve boşuna çabalar[ı]” ile tanışmanın kıymetine de değinir. Bense, ‘atalarımızla buluşup geçmişin bilgisine erişme, söz konusu uygarlığın değişkenlerini kavramamıza’ yardımcı olmasından ziyade, insanın ölümlülük yazgısı ile yüzleşmesinin bugününden dününe uzanan bir yolculuğa davet ettiği için önemsemekteyim Gılgamış’ı.
Gılgamış’ın kendisine ve serüvenine geçmeden önce nasıl bir dünyada yaşadığına bakalım. Egemen kutsal hanedanın kurucu babası Gök Tanrısı An’dır (Akkadça, Anu). Bir diğer önemli kimlikse, An’ın gözdesi, metresi, bedensel aşkın koruyucusu Gök Tanrıçası İnanna’dır (Akkadlar İştar diyorlar ona)2. Gılgamış’sa, ölür ölmez tanrısallaştırılmış baba ‘Lugalbanda’ ile ikinci dereceden bir tanrıça kabulü gören ‘Ninsuna’nın oğullarıdır.3 Demek ki, Uruk Sitesi’nin ’tanrı-insan’ kabulü gören kralıdır Gılgamış. Ancak, tanrılığın ya da yarı-tanrı doğaüstü yüceliğin kendinde/kendiliğinden değil, yüceliğin ve doğaüstülüğün yansıtılması ile kurulmuş (kurmaca) gerçeklikler olduğunu unutmadan adım atalım destanımıza biz.4
Destan’ın, Gılgamış’ın yüceliğini, olağanüstülüğünü vurgulayarak başlaması şaşırtıcı değil —ancak, tüm bu nitemlerin, ana izleğin (‘ölüm/süzlük kaygısı’nın) kim/nasıl biri üzerinden ele alınma ihtiyacı duyulduğuna işaret ettiğine de şimdiden bir mim koymuş olalım: “[Tanıt]acağım cümle âleme/ Her şeyi görmüş/ T[üm dünyayı] tanımış (?)/ He[r şeyin] sırrına ermiş olanı/ Ve her yerde/ [Gizli kalmış (her şeyi) keş]fedeni (?)!/ [Bil]gelerin (?) bilgesini,/ Her şeyi [bir bakışta kav]rayanı…” Ölümsüzlüğün peşine düşecek Gılgamış işte böyle biridir. Çıktığı ve “Bitkin, fakat yatış[mış] olarak” (“yatışmış”!) döndüğü uzun yolculukları taşlara kazıtan (kendi kahramanlıklarını değerli ‘lacivert-gök mavisi tablet’ üzerine yazdırdığı sanılmaktadır —bkz. dipnot I/ 1), Uruk’u eşi benzeri olmayan surlarla çeviren, tapınaklar inşa eden, “Taş duvarları (bile) yerle bir eden/ Taşkın su [küt]lesi” misali Gılgamış’tır o: “O’ydu [aç]an tepelerde kuyuları/ [Aş]tı denizi,/ Güneş’in (doğduğu) yere kadar,/ [Ve bu]lmak için (sonsuz) hayatı/ Her tehlikeyi göze alarak/ [Araştırdı] tüm evreni,/ Tufan’ın yerle bir ettiği Tap[ınak]ları,/ [Yeniden kur]muş olan/ Uzaktaki-Utanapişti’ye5 kadar”. Kendisine yüklenen onca niteme ve marifete rağmen bir türlü kendine yetemeyen, —son tahlilde sonsuz hayata göz dikeceği de baştan çıtlatılmış olan— huysuzun tekidir de Gılgamış. Uruk’un surları arasında bir boğa gibi başı dik, benzersiz silahlarını sallaya sallaya dolaşan, emirlerini tetikte bekleyen muhafızlarını dahi tir tir titreten, “Her (ne kadar) …/ Ağı[llı]-Uruk’un/ [Güç]lü ve şa[nlı],/ [Bilge ve görgülü (?)]/ Çobanı ise de … [Bir yeni yetme kızı anasına]/ Kız bir yiğ[ite] sözlü [(olsa bile)]!” bırakmadığı gibi, gece gündüz “kibrinden” oğulları bile babalarına bırakmayan bir çobandır o.
Yarı-tanrı bir çobanı da olsa halkın, halkın yakınmaları “Göklerin tanrıları”na ulaşacak, göklerin tanrıları mahalli tanrıya (Uruk’unkine) verdikleri talimatla (“Şimdi kulak ver (Anu)’nun dediğine (?)/ Yarat onun tarafından tasarlanmış/ Kasırga’ya [denk] düşen birini/ Varsın (O ve Gılgamış) dövüşsünler birbirleriyle/ Yeter ki huzura kavuşsun Uruk!”) Gılgamış’a haddini bildirme yolunu seçecek; talimatı alan yerel tanrı “Ulu-Aruru” ise, “yıkayıp ellerini, bir parça kil al[acak]” ve bozkıra bıraktığı kilden “Gözüpek-Enkidu”yu yaratıp salacaktır dünyaya. Dünyaya salınan “[Ülkenin (en) güçlüsü]/ (En) kuvvet[lisi];/ [Kasları] da/ [Gökten (inmiş)]/ Bir kaya (gibi) güçlü!” Enkidu, yabani bir hayvan gibi ceylan sürüleri ile yaşayacak, avcının verdiği akıl ve Gılgamış’ın buyruğu ile ‘Aşk Tapınağının Yosması’ tarafından baştan çıkarılıp (“Yosma soyunup/ Tüm güzelliğini [koyacak ortaya]./ [Ve onu (böyle) çıplak görünce],/ Atılacak [üzerine]/ (O zaman) düşman kesilecek ona/ Kendi sürüsü.”) getirilecektir Uruk’a. Onu beklemekte olan Gılgamış’ın —Enkidu’ya dair— gördüğü rüyalar, anasına anlatışı kadar içeriği ile de ilginçtir. Zira, kendisinin bir benzeri gibi kabul gören Enkidu ile (“[Ve sen] [davran]dın ona/ Hiç ayrım gözetmeden,/ Sanki benmişim gibi.”) tensel bir yakınlaşma içinde de olacaktır rüyasında: “[Yiğitler]/ Onu (görmek için) koşuşmuştu:/ [Küçük bir çoc]ukmuş gibi/ Ayaklarını öpüyorlardı/ [Bense] okşuyordum onu/ Sanki karımmış [gibi].” Yakınlaşmayı anası da teyit edecektir: “[Sanki karınmış gibi] okşadığın,/ … (Asla) terk etmeyecektir seni!/ Rüyan [harikulade]/ [Ve hayra ala]mettir”. İşte böyle; “tam altı gün altı gece” suvatın kıyısında yosma ile sevişen, okşayıp okşanmalara doyamayan Enkidu, —Gılgamış’ın rüyalarının okşanmalar arasındaki nakli— ve ‘Aşk Tapınağının Yosması’nın ayartısı ile çıkacaktır Gılgamış’a (Akıllı-Uruk’a) doğru yola.
Yine de, tanrıların yüreğine yerleştirdiği duygu ile gelir Uruk’a Enkidu. Gördüğü şudur: “Ve sanki bir tanrıymışçasına/ Bir ‘kemer’ (!) takmışlardı Gılgamış’ın beline.” Ve: “Ama Enkidu [aya]klarıyla tutuyordu/ Düğün evinin kapısını,/ Gılgamış/ İçeri girmesin diye./ Kapıştılar (bu yüzden)/ Kapının önünde”. Halkta coşku ve hayranlık uyandırır Enkidu (herhalde, Gılgamış’ın pervasızlığına ayak direyişiyle). Öyle bir dövüşürler ki, kapılar sarsılır, duvarlar sallanır. Nihayetinde, Dişi Manda-Ninsuna’nın (Gılgamış’ın anası) araya girmesiyle sulh olur ve —her ne kadar başta Enkidu dirense, ‘Yaşlılar Kurulu’ üyeleri itiraz etse de— birlikte Sedir Ormanları’nın bekçisi Humbaba’ya sefer için uzlaşır bu birbirinin eşi iki adam; altmış kiloluk baltalar, kılıçlar ve kılıç kınları ile düzülürler yola. Halbuki, “tanrıların ve insanların hükümdarı Enlil” görevlendirmiştir Humbaba’yı, Sedir Ormanı’nı kurtarmak ve insanları yıldırmak için: “Sedirleri korusun,/ İnsanları yıldırsın/ Ve kim girerse Ormanı’na/ Kötürüm olsun diye/ Enlil görevlendirdi onu”. Destan’ı elbirliği ile —yüzlerce yıl boyunca— üretenler, hikâyesini kurdukları adamın biraz —hani— deli bozuk olduğu kabulünü de katacaklardır metne. “Biz Yaşlılar Kurulu”, yola düzülürken krallarını (ana-baba yüzü görmemiş, tabiatın bağrından koparılıp alınmış; bira, ekmek, kadın ve insanla yeni tanışmış) Enkidu’ya emanet edeceklerdir: “Kral(ımızı) sana emanet ediyoruz (Enkidu,):/ Sen yönlendireceksin onu/ Sağ salim bize kavuşturmak için.” Anne Ninsuna’nın, Gılgamış sağ-salim dönsün diye Şamaş’a yakarırken, oğluna biçilmiş karakter adına serzenişi de anlamlıdır: “Bana oğul diye nasip ettiğin Gılgamış’a/ Niçin/ Yorulmak nedir bilmeyen bir ruh ihsan ettin?/ (Şimdi de) kışkırttın onu/ Humbaba’ya giden uzun [yo]lu aşmaya,/ (Bu) sonu belirsiz vuruşmayı göğüslemeye,/ Ve (bu) tehlikeli serüvene atılmaya”. Çeresiz, Ninsuna da oğlunun kollanmasını isteyecektir Enkidu’dan.
Bütün bu hikâye kesitlerinin, ölümsüzlüğün peşine düşecek olan adamımızın (Gılgamış’ın) hayat yolculuğunun nerelerden geçtiğini hatırlatmak gibi bir kıymeti olduğunu unutmayalım. İşte; tabiatın içinde ceylan sürüleri ile dostça yaşayan Enkidu yerinden sökülüp alınmış; doğanın biçtiği ömre gönlü razı olmayacak olan Gılgamış, doğadan devşirdiği Enkidu’yu da peşine takarak Sedir Ormanı’nın koruyucu ve kollayıcısı Humbaba’nın canına ve ormanın kendisine kastetmek suretiyle yola koyulmuştur. Destan, Gılgamış’a gördürdüğü rüyalarla onun çatışmalı iç dünyasını yansıtırken (“Derin bir [va]dideydik (?),/ [Ve Dağ]/ Üzerimize yıkıldı/ [Ama b]iz ‘sivrisinekler’ misali/ [Kaçışıyorduk (?)!]”), yoldaş Enkidu (baştaki çekincelerine rağmen) Gılgamış’ın rüyalarını Humbaba’yı nasıl da haklayacakları hayrına yoracak, o heyecan ve azimle (destan kahramanı olmayan sıradan insanların bir buçuk ayda yürüyecekleri yol tek günde kat edilerek) üç gün içinde Sedir Dağı’na varılacak, ormanın eşiğinde heyecanı endişeye dönen Enkidu yoldaşınca yüreklendirilecektir: “[Tut (elim)den, dostum:/ Birlikte yürü[yelim]!/ [Tut]uşsun yüreğin/ Dövüşmek (düşüncesiyle)!/ “Küçümse ölümü,/ Yaşamayı [düşün (sadece)]!” (Gılgamış’ın, yoldaşını, ölümü küçümseyip yaşama bağlanmaya çağırırken, yaşamaktan anladığının güç gösterisi, şan, şöhret olduğunu6; ormanın eşiğinde ürperirken zafere gidecek yolda arkadaşını öne sürdüğünü de ıskalamayalım: “[Önden] gid[en] korur arkadaşını/ Sağ salim ulaştırır yoldaşını!”7) Nihayetinde, karşılaştıklarında, Humbaba, Gılgamış’ın niyetindeki akılsızlığa, Enkidu’nun hakikatsizliğine8 değinip meydan okusa, daha sonra aman dilese de, iki gözü dönük Sedir Ormanı’nın koruyucusu-kollayıcısını baltalarla, kılıç ve mızrak darbeleriyle öldürecek; sedir ağaçlarını gönüllerine göre talan edip Humbaba’nın kellesini keserek Uruk’a döneceklerdir.
Uruk’a ‘zafer’le dönen Gılgamış, gür saçlarını çatkı ile bağlayıp lülelerini ensesine salacak, dökümlü cenk urbasını kuşanıp kafasına krallık tacını konduracak, şehrin sokaklarında çalımla dolanıp İştar’ın da aklını başından alacaktır. Ancak, Gılgamış kendi büyüsüne öylesine kapılmıştır ki, İştar’ın evlilik dahil tüm tekliflerini reddecek, Anu’nun İştar’a bağışladığı ‘Gökyüzü-Boğası’nın da hakkından gelerek tüm afra tafrasıyla şehrin sokaklarında dolanmaya devam edecektir: “Kimdir/ Yiğitlerin en yakışıklısı?/ Kimdir erkeklerin/ En ünlüsü?/ Yiğitlerin en yakışıklısı,/ G[ı]lgamış’(tır)!/ Erkeklerin [en ünlü]sü/ [Enkidu’(dur)]!/ [B]iziz öfkemizden [Boğa’nın budunu]/ (İştar’ın yüzüne) [f]ırlatan/ (Ve) kentte kendisini tes[elli edecek]/ Kimseyi [bulamadı O]!”9
Yedinci Tablet’te Gılgamış’ı temel çatışmasına doğru sürükleyecek gelişmeye tanık oluyoruz: ‘Enkidu’nun Ölümü’. Enkidu, her ne kadar sedir ağaçlarının en ulusundan, en yükseğinden kerestesini çıkarıp Enlil’in tapınağının girişine muhteşem bir kapı kondurmuş ve onu arkalayan Şamaş’a yalvar yakar olmuşsa da hastalanıp yatağa düşecek; Humbaba’nın ve Gökyüzü-Boğası’nın öldürülmesindeki payı nedeniyle tanrıların kestiği ceza sonucu yatağa düşüşünün on ikinci günü ruhunu teslim edecektir. Giderayak şöyle der dostuna: “Demek ki [ ]’e/ Yakarmam fayda etmedi dostum!/ [Yardım etmişti bana]/ Savaşmaktan korktuğumda./ Ama (o zaman) [yardımıma koşmuş olan o]/ [Beni terk etti şimdi (?)]!/ [Ve gene de (?) sen ve ben/ [Hiç ayrılmamalıydık birbirimizden]”.
Sekizinci Tablet’se (‘Enkidu’nun Cenaze Töreni’), Gılgamış’ın sonsuz uykusuna yatan dostuna ağlaşmaları üzerine kuruludur. Bir yandan onun müstesna kıymetini anarken (“Yaban eşeği idi baban:/ Ve eş[ek] sütüyle beslemişlerdi seni … “[Ey Enkidu], ey gezgin Katırım./ Ey çölün Yabaneşeği./ Bozkırın Panteri.”), bir yandan da herkesi (Sedir Ormanı’na kadar yürüdüğü yolları, servileri, sedirleri, yaban hayvanlarını, yaşlıları, köylüleri, yiğitleri, yosmaları, kalabalıkları…) gözyaşı dökmeye davet eder.
Dokuzuncu Tablet’te —Enkidu’nun ardından— bozkırdadır artık Gılgamış; ölümlülükle yüzleşmektedir: “Ölmem mi gerek benim (de)?/ Enkidu’ya benzemeyecek miyim ben de?/ Bir kaygı/ Kemiriyor içimi!/ Ölüm korkusudur/ Beni bozkırda koşturan! İyisi mi/ Gidip Utanapişti’yi/ Ubar Tutu’nun oğlunu bulayım!” Ve, düşer yollara. ‘İkiz Dağlar’ın kapısında nöbet tutan ‘İnsan Akrep’lere çıkar yolu. Erkeği dişisine yaklaşır; ‘olağanüstü biri şu gelen’ diye fısıldar. Dişi, kimyasını çözer yaklaşanın; “Üçte ikisi tanrı/ Ve üçte biri insan!” der. Döner erkek olanı Gılgamış’a, sorar: “[Niçin aştın]/ (Bunca) uzun yolu?/ [Niçin geldin]/ Bizi bulmaya,/ Aşılması (böylesine) güç/ [Dağları] [aşarak]?/ Bilmek istiyorum/ [Seyahatinin sebeplerini].” Sonsuz hayata nail olmuş, tanrıların katında kabul görmüş Utanapişti’yi bulmaktır; ölüme ve hayata dair sual etmektir muradı. Şaşar akrebin erkeği; kimseler göze almamıştır onca yolu o zamana dek o merakla. Kendisini kör karanlıklarda yollara vuracak Gılgamış’a şans diler; Gılgamış gider ha gider ve Onuncu Tablet’in başında Tavernacı Siduri’ye denk gelir. Tavernacı gelişin pek hayra alamet olmadığını sezinleyip kapatsa da kapısını, Gılgamış —Gök’ten inmiş Dev Boğa’yı, Humbaba’yı, nice aslanı öldürüşü— marifetlerini sayıp dökerek açtırır kapanan kapıyı. Destan, Tavernacı Siduri karakterinin ağzından Gılgamış’ın düştüğü yolların yol olmadığını hatırlatacaktır okura. Erkek akrep kadar Tavernacı da şaşar Gılgamış’ın hâline: “[Madem ki sen öldürdün] …”yi, “O halde yanakla[rın niye çökük (böyle)?]/ Yüzün niye süzgün böyle?/ [Hüzün dağlamış kalbini]/ Avurtların [(da) çök]müş, neden?/ [(Niçin) bağrına çöreklendi/ [Böylesine bir kaygı]?” Burnundan kurtçuklar düşünceye dek gömülmesine gönlünün razı olmadığı dostu Enkidu’nun ölümünden sonra altı gün yedi gece göz yaşı döküp o hallere geldiğini ve kendisini bozkıra vurduğunu söyler Tavernacı’ya Gılgamış: “[(İşte o zaman) ölümden korkmaya]/ [Ve bozkırda başıboş dolaşmaya (başladım)]”. Dostu Enkidu gibi balçık olup toprağa karışma korkusuyla kendini bozkıra vurmuş Gılgamış’a, Tavernacı —çaresiz— Utanapişti’ye erişmenin imkânsız yolunu açıklar, Gılgamış baltalı yöntemiyle —öyle ya da böyle— engelleri aşar ve erişir Utanapişti’ye. Sorar Utanapişti, bu hiç beklenmeyen konuğa, ne bu hal, diye. Arz-ı hal eder Gılgamış: “Kaygının kapısı/ Ziftle, katranla kapa[tılabilseydi]/ Keşke!” Ama ‘kader’ rahat yüzü göstermemiş, felaketlere salmıştır “zavallıyı”! Ve, Destan’ın en oturaklı laflarını eder Utanapişti: “‘Ey Gılgamış, niçin/ [Abartıyorsun (?) mutsuzluğu[nu]/ Seni [tanrılar]/ Tanrı-insan cevherinden/ [Yarattılar.]/ … Ey Gılgamış/ [Delirdin mi sen (?)]” Çökeleği kaymak, yongayı yiyecek, yuları boyun atkısı sanacak, iyiyi kötüden ayırt edecek sağduyu yoksunu değildir herhalde Gılgamış; olmamalıdır. “Ne [geç]ti eline/ [K]endini] böylesine perişan etmekle?/ [Eriyip bitersin]/ Üzüm üzüm üzülmekle” der. Kamışlıktaki kamış gibi kırılacaktır insanlık; hiç kimsenin yüzünü görmediği, kimsenin fark etmediği ölüm, delikanlıların, genç kızların bile en iyisini alıp götürecektir. Ve sorar Utanapişti: “Ebediyen var olacak/ Evler inşa ediyor muyuz?/ Sonsuza dek geçerli/ Sözleşmeler imzalıyor muyuz?/ Ebediyen pay edilir mi/ Bir miras?” Bağlar sözünü: “Mammetum, Kader tanrıçası/ Onlarla10 birlikte belirledi/ İnsanların akıbetini./ Hayat da, ölüm de/ (Bize) onlardan vergi./ Ama bilmeyiz/ Ne zaman öleceğimizi.”
Ölümsüzlüğü yedeğine almış Utanapişti’nin üstten üstten konuşması canını sıkar Gılgamış’ımızın. Benden farklı görünmüyorsun, der; yan gelip yatmaktan başka yaptığın bir şey de yok ama “Tek farkımız şu:/ Savaşacak yürek yok (artık) sende.” Öyleyken, nasıl olup da Tanrılar Meclisi’ne katılıp ölümsüzlüğe erişmiştir, sorar. Meğer bir gün tanrılar (başta Anu, danışmanı Enlil), nüfusun haddini aşması, insanların tanrılar tanrısının uykusunu kaçıracak denli şamataya düşmelerinden yaka silkmiş ve ‘Tufan’a karar vermişlerdir. Lakin ‘Prens-Ea’ verdiği yemini çiğneyip bir şekilde haberdar eder Utanapişti’yi çıkacak Tufan’dan. Evini yıkar, bir gemi yapar, yaptığı gemiye hayvanların her türünden kor, ailesini yanına alır (ne kadar gümüşü, altını varsa, onları da yüklemeyi ihmal etmez) ve indirir gemisini suya Utanapişti.11 Ve gök su olur boşanır, fırtına kopar, lanet yağar insanların üstüne. Öyle ki, alt kademe tanrılar bile kaçıp göğün en tepesine tırmanıp tortop olurlar korkudan. Tufan dindiğinde Utanapişti’nin gemisi Nissir Dağı’na oturmuştur; dağın doruğuna şarap küpleri ile takviyeli geniş bir masa kurar Utanapişti (“Tanrılar bu güzel kokuyu alınca/ Sinekler gibi üşüştüler/ Sofranın başına.”) Sofra başına üşüşen tanrılar, Tufan’ı başlarına sardıran Enlil’i kabul etmek istemezler masaya. Enlil’se, Tufan’ı Utanapişti’ye bildirene öfkelidir; yargılar Ea’yı. Ea da, suçlu kim ise onu cezalandırmak yerine, böyle, toptancı yaptırım uygulayan Enlil’i usulünce eleştirir ve savunur kendisini: “(Hayır) ben açıklamadım/ Yüce Tanrıların sırrını/ Yücebilge’ye bir rüya gördürdüm sadece,/ Öğrenmiş oldu bu sırrı (böylece).” Kararı Enlil verir: “Utanapişti, şimdiye kadar/ Ölümlü bir yaratıktı sadece,/ Bundan böyle, o ve karısı/ Biz tanrılar gibi ölümsüz olacaktır!” İşte böyledir Utanapişti’nin ölümsüzlük hikâyesi ve döner sorar Gılgamış’a: “Şimdi, ey Gılgamış,/ Tanrıları kim (yeniden)/ Bir araya getirecek senin için,/ Aradığın/ Ölümsüzlüğe kavuşasın diye?” Bir süre Utanapişti’nin konuğu olur; yedi gün uyur, uyandığında aklanır paklanır ve kayıkçı Urşanabi ile birlikte suya indirilen tekneye bindirilir. Onca yolu tepip gelmiş Gılgamış’ın eli boş dönmesine Utanapişti’nin karısının gönlü razı olmaz, kocası da ikna olur ve; “Ne vereyim sana/ Ülkene dönmek (üzereyken?)/ Bir sır açıklayacağım <sana>/ Ve tanrıların bir [sı]rrını/ [İlet]eceğim” der. Ele geçirene uzun ömür verecek bitkidir sırrı. Söylenen suyun dibinden zor zahmet gizemli bitkiyi çıkarır Gılgamış: “İşte (ölüm) korkusunu/ Gideren bitki./ Onun sayesinde/ Gençliğine kavuşabiliyor insan.” Destan, yapma gençliğe bel bağlanamayacağının altını çizer; serinlemek için gölete giren Gılgamış’ın iksirini bir yılan kapar, ânında deri değiştirip gençleşir ve Gılgamış’ımız da avucunu yalar ve gözyaşları içinde memleketi Ağıllı-Uruk’a döner.
Destan bize ne söyler?
Gılgamış Destanı, tüm canlılar gibi insanın da ölüme yazgılı olduğunu hatırlatmaz yalnızca; ölümlülüğü, yaşamaktan alıkoyacak raddede kaygı hâline getirenlerin kendiliksel donanımlarını ve ne menem bir hayat sürdüklerini de hatırlatır bize. Dolayısıyla; binlerce yıl öncesinden —nasihat ve farkındalık üzre— bugünkü bize değil; yüz yıllar boyunca, bir uygarlığın, ölümlülük gerçeği (iç çatışmaları) ile yüzleşmesinin yaratısal karşılığı olarak kendine seslenişinin; dahası, yazıyı bulan o uygarlığın, buluşlarının mürüvvetini ‘yazınsal’ katta yaşayışlarının da müstesna bir örneğidir Gılgamış Destanı.
Destan’da, destanı üreten kuşakların, ‘ölüm/lülük kaygısı’ ile yüzleşme, hesaplaşma ve çatışmanın aşılması bağlamında merkeze bir ‘kral’ı, bir ‘tanrı-insan’ı yerleştirmelerindeki niyet, —tarihsel/olgusal gerçekliği teslimin ötesinde— kendine seslenişi pekiştirme/derinleştirme ihtiyacına dönük olmalıdır. Destan, Gılgamış’ın ne denli yüce, eşsiz, olağanüstü bir kişilik olduğunu vurgulayarak başladığı gibi; Gılgamış’ın, uzun yolculuklarını, kahramanlık hikâyelerini “lacivert-gök mavisi” tablet üzerine kazıtıp kalıcılaştırmaya özen gösteren bir karakter olduğunu da hatırlatır bize. “Bilgeler bilgesi” olarak takdim edilse de; ‘taş duvarları yerle bir eden su kütlesi’ misali ‘taşkın’, kentin surları arasında bir boğa gibi silahlarını sallaya sallaya dolanan, muhafızlarını tir tir titreten, gözü yeni yetme kızların ve oğlanların üstünde bir adamdır, Gılgamış; bir ‘narsisist’tir o. Narsisist öfkesinden halkın usandığı, uslanması için tanrılara yalvar yakar olunduğu, çarenin dışsal özellikleri ile (“kaya gibi güçlü”) bir benzeri olan Enkidu’da arandığı açıktır. Bir kurucu ‘ideal’ olarak ‘anne’nin gölgesinden pek çıkamamışlığı (baba hikâyede hiç yer almaz), ‘öteki’ne —kendi olmak suretiyle— ilişkisel alan tanımayışı (sadece hayran olunası kendisi vardır —öteki, kendisi olarak bildiği hayran olunası imgeyi yansıtandır; dolayısıyla, duygudaşlığa, şefkate, merhamete, halden anlayıcılığa yer yoktur hayatında), tek dişe dokunur yatırımının —güç, kuvvet, azamet, vb. ile— kendisinin ayna ikizi gibi görünen Enkidu’ya oluşu da (narsisist ve eşcinsel bir yatırımdır; rüyasında ‘sanki karısı gibi okşamaktadır’ onu —ki, annesi de teyit eder) Gılgamış’ın narsisist kendilik kuruluşunun metindeki izleridir.12–13 Gılgamış ve kafadarı Enkidu’nun ilk ortak eylemlerinin kendi hâlinde bir ormanı ve ormanın koruyucusunu —sonrasında ‘Gökyüzü Boğası’nı— katletmek (canı ve canlıyı şan, şöhret uğruna heder etmek) oluşu da söz konusu yapı lehine değerlendirilmelidir. Destan, gerek Humbaba, gerekse Gökyüzü Boğası katlindeki payı nedeniyle Enkidu’yu ölümle yargılarken, aynı zamanda Gılgamış karakterine de, şan-şöhret üzerinden hayatı kazanmanın mümkün olmadığını, gençlik iksirlerinden medet ummanın beyhudeliğini, akıbeti kaçınılmaz ölüm olan hayatın ancak yaşanarak hayat kılınabileceğini hatırlatır. Gılgamış’a seslenen Tavernacı, —binlerce yıl öncesinden— bugünlere/bize de seslenir: “Aradığın ölümsüz hayatı;/ (Asla) bulamayacaksın!/ Tanrılar/ İnsanları yarattıklarında/ Ölüme adadılar/ Onları,/ Sadece kendilerini/ Ölümsüz kıldılar!/ Sen doyurmaya bak/ Karnını/ Gönlünü ferah tut/ Gündüz ve gece;/ Her gününü/ Şenlendir;/ Dans et ve eğlen/ Gündüz ve gece./ Tertemiz/ Giyin,/ Bir güzel/ Yıkan;/ Şefkatle bak/ Elinden tutan oğluna/ Ve m[ut]lu kıl/ [S]ana sarılmış karını!”
Peki; günümüze (‘modern sonrası’na) dönersek; nedir kıssadan hissemiz? Ben; yaş alınsa da yaşlanmama, yaşlanmayı erteleme, ertelenemeyeni örtme/saklama/yadsıma telaşı içindeki günümüz insanı ile Gılgamış’ın varoluşsal kaygısı arasında önemli bir örtüşme olduğunu düşünüyorum: ‘Ölüm/lülük kaygısı’, ‘ölüm korkusu’yla başetmek üzere yaşlılığa/yaşlanmaya müdahale etme.14 Yaşanmamış hayat ölüm korkusu ile malul ise —Gılgamış’ın serüveni de ona delalet ediyorsa—, yaşlanmaya müdahale, yaşanmadan tüketilmiş hayatların da gösterenidir kanımca. Gılgamış, yaşamışlığını öteki ile ilişkide (eşdeğerlilik kabulü zemininde —duygudaşlık, halden anlayıcılık, sevgi, şefkat, merhamet) değil; tümgüçlülüğünde, büyüklenmeciliğinde, şanı, şöhreti ve iktidar duygusu içinde idrake meyyal olduğu için hayatını yaşamadan tüketmiş, yaşadığı kendine yetmemiş, yaşadığından bir tat alamamıştır —bir umut, sonsuz mühlete taliptir. Günümüz insanı da öyledir: Öteki ile ilişkide samimilik, sahihlik ve tarihsel derinlikten yoksun eğreti (‘sanki/ as if’) kendilikler üzerinden tüketilen, hakikat ve hakikatliliğe itibarsız, hikâyesi olmayan, anlamından yoksun hayatlar (‘hipergerçek’ bedenler/ruhlar, ‘post-truth’/‘post-trust’ yaşantılar); âlemin iltifatına tâbi gençlik, dinçlik, güzellik sürgünü uzun ömürler arsızlığı.
Hadi, yetimlerin kardeşliği teklifi ile gönlümüzde taht kuran John Berger’ı anarak tamamlayalım sözümüzü: “Neoliberalizmin çılgın ideali, tüketicinin tüketim yoluyla insanlık durumundan muafiyet kazanması, bu muafiyeti satın alması. İnsanlık durumu dediğimiz şey ölümlülüğü, acıyı, hüznü, kayıp vermeyi içerir. Ama aynı zamanda, bütün bunlarla barışmayı ve onları aşmayı sağlayan hasletleri de barındırır. Neoliberalizmin kurucu ideolojik öğelerinden biri, tüketicinin bu muafiyeti satın alabileceği iddiasıdır”.15–16
O iddiaya karşılık, Carl Rubino da, değişmezliğin ya da değişimden azade olmamızın ancak ölümle yahut tanrılaşarak hayata veda etmemizle mümkün olduğunu hatırlatır ve ekler: “Odysseus sonsuza kadar Calypso’nun âşığı kalarak edineceği ölümsüzlük ve en nihayetinde yaşlanmak ve ölüm anlamına gelen insan olmaya geri dönüş arasında bir seçim hakkına sahip oluğu için şanslıdır. Neticede, Odysseus zamanı ebediyete, insan kaderini tanrıların kaderine tercih eder”17.
Evet; varlık değil, oluş; mutlak değil, müphem; ölümsüz değil, ölümlü; ve dolayısıyla, insan.
1 Gılgamış Destanı’na ilişkin malumat ve alıntılar , Gılgamış Destanı/ ‘Ölmek İstemeyen Büyük İnsan’, Jean Bottéro (çev. Orhan Suda), YKY, 2005’ten olacaktır.
2 Gök Tanrısı An’ın eşi Antu’dur; Destan’da pek anılmaz. Diğer tanrısal kimlikleri de metin içinde göreceğiz.
3 “(Böyleydi işte) Lugalbanda’nın oğlu,/ Yüce İnek:/ Dişi Manda-Ninsuna’nın evladı/ (Böyleydi işte)/ Görkemli, göz kamaştırıcı Gılgamış!” (agy., s. 66). Başlarken: Bottéro, çevirisinde, ayraçların içine Akkadça metinde olmayan fakat Fransızca’da doğru anlamayı temin edecek sözcükleri yerleştirmiş. Tabletlerdeki kırıklardan dolayı yok olduğunu düşündüğü sözcük ya da cümleleri de köşeli ayraç içine almış. (!), yazıcının aktarımındaki yanlışa; (?) ise, şüpheye işaret etmekte. Bottéro’nun, çevirisine, “sakatlanmış anıt”ı gerçeğine uygun —ihtiyatla— çeviri metnine aktarmak kadar, “[o]layları sezinlemenin verdiği coşku ve onları değerlendirme coşkusu”nu buluşturmanın kıymetine rağbet ettiğini de belirtmiş olayım.
4 Bottéro’nun destanın (ikinci binyılın sonunda yazıldığı kabul edilen) Ninova Versiyonu’nu (klasik ve son örnek) esas aldığını hatırlatmış olayım.
5 “Utanapişti”, Tufan’dan sağ kurtularak ölümsüzlüğü ele geçirmiş olan Tufan kahramanıdır. Görülecek, Gılgamış, ölümsüzlüğün yolunu, yordamını, sırrını öğrenmek için —Utanapişti’den el almak üzere— düşecektir yollara.
6 Destan’ın “Yale Tableti” örneğinde şöyle geçer: “Görmek istiyorum/ Dillerden düşmeyen/ Ve adı dünyaya yayılmış/ (Bu) doğaüstü yaratığı./ Yenmek (istiyorum) onu/ (Kendi) Sedir Ormanı’nda,/ Ve böylece öğrensin/ İstiyorum herkes/ Uruklu bir Oğul’un/ Değerini!”
7 IV. Tablet’in bu satırlarının az öncesi eksik olduğu için, aktardığım sözlerin kime ait olduğu kesin olarak anlaşılamasa da, ben, —Enkidu’ya biçilen rol ve verilen görev itibarıyla— Gılgamış’a ait olduğunu düşünüyorum. Lakin, öldürme ve gaspetme iştahı ile ortaklaştıkları; mukabil güç karşısında yaşamlarından endişeye düştüklerinde birbirlerine yaslanma ihtiyacı duydukları açıktır.
8 Humbaba’nın sözlerinden, Enkidu’yu küçüklüğünden beri tanıdığını, düşmanla işbirliği yapmakla itham ettiğini anlıyoruz: “[Çünkü sensin (?)] buraya kadar getiren/ Gılgamış’ı,/ [ ] bir düşmanı,/ Öfkeli bir yabancıyı…”
9 V. Tablet’in ilgili kesitlerinde, İştar’ın tanrısal bir ağırbaşlılık değil, —Antik Yunan’da olduğu gibi— insan katında talepkârlıkla öne çıktığını; coşkulu, sevdalı, uçarı, işveli bir kadın kimliğine büründüğünü görürüz. Ancak, burada, Gılgamış’ın “hediye olarak sun bana meyveni” diyen (Anu’nun bile cariyesi olma payesine sahip) kadını reddedişindeki kararlılık; en yakışıklı ve en ünlü erkek birliği olarak Enkidu ile kendisini takdim edişi (ilişkinin narsisitik/eşcinsel niteliiği bakımından) dikkati çekicidir.
10 Tüm ‘Yüce-Tanrılar’.
11 Utanapişti’nin “Kent halkına, Yaşlılar’a” mazeret beyanı da Ea’nın aklıdır: Enlil Utanapişti’ye öfkelenmiştir, oralarda durması artık caiz değildir; kendisi Ea’nın yanına gidecek, Enlil de geride kalan ahaliyi bolluk içinde yaşatacaktır.
12 Humbaba’ya sefere çıkışın önünü alamasalar da, annenin de, yaşlıların da, ‘kral’ı, çıplak tabiatın bağrından koparılıp alınmış olan Enkidu’ya teslim edişleri (“sana emanet ediyoruz, sen yönlendireceksin onu”); annenin, Şamaş’a, ‘bana oğul diye niçin böyle bir uslanmazı nasip ettin’ yollu serzenişi, Gılgamış’ın kendilik kuruluşundaki yalınkatlık ve hayat görgüsü eksikliği adına anlamlıdır. Öte yandan; Gılgamış’ın, kendine eşdeğerli/kafadengi olarak doğanın bağrından koparılmış (‘öteki’ni hiç tanımamış) Enkidu’yu kabullenişi de —öteki ile derinlikli ilişkisi olmayan— kendilik kuruluşu adına anlamlıdır (elbet, destanın kurucularının destanı öyle kurmayı seçmiş olmaları da).
13 Bottéro, çalışmasının bir dipnotunda (s. 38, dipnot 2), bazı yorumcuların Gılgamış’la Enkidu arasında eşcinsel bir ilişki olduğunu kabul ettiklerine; ancak, dönem uygarlığının karşıt ve eşcinsel ilişkiye ortak hoşgörü ile yaklaşması nedeniyle bu türden değerlendirmelerin Destan açısından anlamlı olmadığına değinir. Cinsel yöneliminin adını koymak değil; narsisistik nesne yatırımı/yönelimi olmak ve oradan hareketle Gılgamış’ın kendilik kuruluşunu tanımak açısından önemli ‘eşcinsellik’ değinisi.
14 Kuşkusuz, ‘yaşama kültürü piyasasının bir değişim değeri olarak yaşlanmama’ etrafında konuşuyoruz. En zengin % 10’un küresel zenginliğin % 90’ına, en zengin % 1’in küresel servetin % 50’sine sahip olduğu hayatın mahsulü açlık sınırında ya da altında yaşayanlar mevzuya dahil değil!
15 Berger, ‘ekonomik faşizm’ ya da ‘ekonomik ırkçılık’ diye andığı neoliberalizmden söz ederken (‘The Doors/ Soul Kitchen’, İstanbul’dan Gelen Telefon, Metis Y., 2016, s. 30). İnsanlık durumlarından muafiyetle, ölümlülüğü dahi tükettikleriyle telafi etmeye soyunan insanlık, üstünde yaşadığı gezegende yaşayabilirlik koşullarını tükete tükete (güle oynaya) yaslandı kıyametine! ‘Post-truth’ varoluşsallığın en çarpıcı gerçeği de o değilse ne?
16 Ben işin, ‘psikanalitik duyarlık’la bakmaya çağıran tarafına değindim. Elbet, söz konusu kendiliksel dönüşüm ve “Ey ruh, nereye!” zemininde işleyen, onu yeniden üreten ‘kapitalist neo-liberal küresel’ koşulları görmezden gelmiyorum. Mevzunun o boyutu (gençlik ve uzun ömür saplantısına tıbbi endüstriyel destek, genç kalma tutkusu ile nesneleştirilmiş bedenler, ‘başarılı ve üretken yaşlanma’ desturu, yaşlının —dolayısıyla, yaşlılığın— kabul görmediği —ırkçı, cinsiyetçi ayrımcılıkla eşdeğerli— “yaşçılık=ageism”politik tavrı, yaşlanmaktan alıkonmak suretiyle değişim değeri kazandırılmış bedenler, vs.) için bkz. Birikim dergisi, Haziran-Temmuz 2019 (362-363) sayısı ve bir alıntı: “Hasılı kelâm; sağlık, milenyum çağında insanın hapishanesi; başarı ise gardiyanıdır (‘Her yaştan yaşlanMA’, s. 79)”.
17 Benlik Pratikleri/ Zygmunt Bauman, Rein Raud, çev. Mehmet Ekinci, Ayrıntı Y., 2018, s. 11.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Yazınsal Eleştiri' | Leave a Comment
No Responses Yet to “Yaşlılık, Ölüm Korkusu, Ebedi Gençlik ve “Gılgamış Destanı””