Haysiyet Üzerine

19Kas19

Bu yazı, Kasım 2019 sayısında Varlık dergisinde yayımlanmıştır.

 

 

 

 

 

Gaye Boralıoğlu ve Ümit Kıvanç, haysiyet meselesini ele aldıkları söyleşilerine1, ‘haysiyet’i, bir kavram olarak açmaya çalışarak başlıyorlar. Kıvanç’ın altını çizdiği üzere, üç ana hat üzerinden yol alınacak; kavram olarak ne olduğu irdelendikten sonra, bireyin iç dünyasındaki karşılığı ile birlikte toplumsal/siyasal boyutu sorgulanacaktır, haysiyetin. Boralıoğlu, “Haysiyet kavramı, Arapça —hays kökünden geliyor. Tek bir anlamı yok. Onur, şeref, soyluluk, kıymet gibi birkaç anlamı içeren bir sözcük” diyerek anlamını açmaya çalışıyor sözcüğün.2 Latince karşılığı ise, ‘dignitate’; İngilizcede ‘dignity’ olan. ‘Haysiyet, onur, gurur; itibar, kredi, saygınlık, dik duruş; soyluluk, tevazu’ gibi karşılıkları olan ‘dignity’nin, “asalet” ile ilgili “çıkış noktası”nın kendisine çok yakın gelmediğini belirten Boralıoğlu, “Asaletten gelen ve Orta Çağ’a özgü bir kavram ve Romalılarda özellikle belli bir sınıfın duruşunu, kimliğini ifade eden çok popüler bir kelime” diyerek rahatsızlığını; haysiyetin asaletle kurulan ilişkisinin kendisine “hayırlı gelm[ediğini]” ifade ediyor.3 Bir ucu oralara varan ‘haysiyet’in ne olduğu üzerinde uzlaşmanın kolay olmadığını Kıvanç da teslim ediyor: “Meşhur bir laf vardır: ‘Adaleti herkes başka türlü tarif eder ama adaletsizliği teşhis etmekte aslında herkes anlaşır’. Haysiyet konusunda da biraz öyle gibi geliyor bana”. Her ne kadar, ‘gurur’ ya da ‘kibir’le4 komşu düşeceği endişesi yaşasa da, Kıvanç, bence de —neden ‘bence’ de, açıklamaya çalışacağım— uygun bir şekilde, —ortalıkta dolaşan ve kendisinin de kime ait olduğunu bilmediğini söylediği sözde ifade bulduğu üzere— ‘haysiyet’in, ‘birey’in kendi gözündeki yeri/değeri ile alakalı olduğunu vurguluyor: ’Şöhret, insanın avam, itibar, seçkinler nezdindeki değeri iken; haysiyet, kişinin kendi gözündeki değeridir’.

Peki; haysiyet, kişinin kendi gözündeki değeri (Boralıoğlu’nun ‘kıymet’ demeyi seçtiği şey) ise, o değer nasıl kuruluyor? Neleri içerdiği, neleri kuşattığı, nasıl işlediği konuşulacak ama şimdilik soru şu: Nasıl oluyor da (o, her ne ise) haysiyet denen şey hayat buluyor? Oraya doğru yol alınırken, Boralıoğlu, —insanın diğer canlılarla ilişkisinde kendisine vehmettiği  hiyerarşik üstünlüğün üstünü çizmek ihtiyacı ile olmalı— tüyleri kesildiği için günlerce kanepe altından çıkmayan köpeğin, ölü yavrusunu günlerce sırtında taşıyan balinanın da birer haysiyet(lilik) örneği verdiğinden dem vuruyor. Kanımca bunlar, söz konusu canlıların bedensel bütünlük algıları ve biyolojik varkalımsal çabaları (‘conatus’/Spinoza) ile alakalı ve de, ’bireyin kendi gözündeki değer tartımı’ karşılığı olduğunu düşündüğümüz haysiyet ile alakasız olmalı. Her ne kadar köpek, balina örnekleri ile başlasa da, Boralıoğlu, haysiyetin, ‘öteki’ ile ‘ilişki’de ‘kurulan’ bir yaşama değeri (‘kendi olma değeri’ —tırnak içindekiler benim vurgum) olduğu kanaatine doğru yol almakta gecikmiyor. Mesela, Aristo’ya atıfla, haysiyeti, ‘onurlu olmayı hak etme bilinci’ olarak tanımlıyor. Demek ki, haysiyet, “onurlu şeylere sahip olmak” anlamında, kendiliğinden bizde olan bir şeyi savunmak değil; onurlu olmayı bir hak olarak talep etme hassasiyeti (varoluşsal hassasiyet) olmalı. Burada, haysiyetin, ‘öteki’ ile ilişki bağlamında yaşanan bir şey (öteki ile ilişkimizde kendi olma hikâyemize yüklediğimiz bir değer) olduğunu da fark ediyoruz. Boralıoğlu’nun Arendt’le başlattığı sözünü —çok güzel bir cümleyle— bitirişi de sanırım bizi o kapıya çıkaracaktır: “İşte bence haysiyet, kişisel alanla kamusal alan arasındaki camdan sınır çizgisidir ve gayet kırılgandır”. Bir başka deyişle, kişisel mahremiyetin kamusal alandaki hassas muhafazasıdır haysiyet. 

Söyleşi bu minvalde yürürken, “Haysiyeti ve köklerini, dayanaklarını insanın içinde yeterince aramadan o içsel âlemden dışarı çıktık sanki”siyle Kıvanç’ın huysuzlanmasına tanık oluyoruz. Haysiyetin kendisiyle doğulan ve bazı insanlara —doğuştan— nasip olan bir tür “cevher” olup olmadığını sorgulama ihtiyacı duyuyor. “Sanmıyorum,” diyor, Boralıoğlu (emin mi değil, ayıp olmasın diye mi öyle söylüyor, kestiremiyorum) ama ekliyor: “Bana kalırsa toplumsal duruşla iç içe bir kavram”. Kıvanç da ya inadından, ya söyleşiye Sokratik bir tat katmak niyetine, “Peki,” diyor, “birisi, diyelim gidiyor, bir yerde yalnız başına yaşıyor. Tanıdığı, tanımadığı kimse yok” haysiyet diye bir sorunu olur mu? Bu kez muhatabı, —sanki temel muhakemesinin hilafına— “Haysiyet diye bir meselesi olmayacaktı[r]” diyor ve sanırım, bir gün birisinin bir yerde yalnız yaşamaya giderken esasta yalnız gitmediği, kendisi ile birlikte ‘kendindeki ötekiler’le inzivaya çekildiği (oraya gökten zembille indirilmediği) gerçeğini ıskalıyor. Misal; ‘hayvan eti yemeyeceğim’ dese ve kararını çiğnese orada; ne olur; haysiyeti kırılır mı? Kırılmaz, diyor Boralıoğlu; “Ne salak adamım, diye düşünür” sadece (aldığı kararı unutan bir salak). Öyle midir? Bence, değil. Bir diğer canlının hayatına kıymama kararına kendisini taşımış olan (ötekiler bağlamında kendisine öylesi bir kendi olma değer alanı açan) kişinin o inzivada da haysiyeti kırılır/zedelenir. Kıvanç’sa, “[i]radesizliğinden ötürü, kendi koyduğu şeye uyamadığı için, ilkesini çiğnediği için haysiyeti kırılmaz mı?” diye sorarken sanki bir ‘değer’ kırılmasından söz ediyor gibidir. Bu kez Boralıoğlu da ona yaklaşır ve Sokrates’in, hiç kimsenin (Tanrı’nın bile) olmadığı odada düşmanı ile yalnız kalan kişinin, —eve döndüğünde bir katille başbaşa kalmak istemediği için— düşmanını öldürmekten kaçınması örneğini hatırlatarak, “Sen de böyle bir şey demek istiyorsun, değil mi? İnsanın içinde bir başka, ikinci bir ses var”.5 Bir ortak noktada buluşuyor gibidir Boralıoğlu ve Kıvanç; evet, hiçbir ses kendisini kendi olarak başlatamaz; öteki seslerin bağlamında ve nazarında kurulur her ses. 

Lakin, iş çatallanır yine. “Haysiyet bireyin toplumla olan ilişkisinde beliren bir bilinç hali”dirin altını çizen Boralıoğlu’na karşılık, Kıvanç, dağ başında bir başına olanın da bir haysiyeti olduğundan dem vurma ihtiyacı duyar yeniden. Boralıoğlu, dağ başında bir başına olanın haysiyetine haysiyet dememeyi seçer. Halbuki, Kıvanç, “Kendince ‘ben buyum’ dediği şeye ihanet etmiş”; kendi haysiyetlilik değerini kırarak kendisine (kendi kurucu değerine) ihanet etmiş bir dağ başı döneğinden söz etmektedir. Muhatabında iyi temellendirilmemiş bir iddia olarak yankı bulmuş olmalı ki, Boralıoğlu, —muhtemelen azcık kaşını kaldırıp— “Doğada tek başına olan birinden söz ederken bile orada bir toplumsal bilinç vardır. O zaman sen şunu demiş oluyorsun: Doğuştan haysiyet diye bir kavramımız var. Diyemezsin bunu, yok öyle bir şey”. İddiasına derinlik (ve dayanak) kazandıramamış Kıvanç, çocuksu bir samimiyetle mukabele eder: “Niye, gende yok mu böyle bir şey?” Hafiften kaşını indirirken —herhalde— Boralıoğlu, “Haysiyet geni bildiğim kadarıyla keşfedilmedi”yle noktayı koyar.6 

Bense, bu noktada, ‘haysiyet/lilik’ diye anlaşılmaya ya da bir kavram olarak açımlanmaya çalışılan şeyin, öncelikle, —‘self/benlik’ kuruluşuna ve işleyişine dair— ‘kendiliksel bir değer’ olduğunun altını çizerek (az önce vaat ettiğim üzere) araya girmek isterim. Kuşkusuz, bu, tartışılan şeye ‘psikanalitik’ terbiye ile bakmanın ifadesi: Kendilik dediğimiz şey, kendisini, içinde soluk alıp verdiği —anne karnından başlayarak erken bebeklik dönemine dek uzanan— ortak yaşam dünyasından (‘primer narsisistik bütünlük’ten) ayrıştırarak kurar. Bedensel gelişimle birlikte ihtiyaçları üzerinden dışarıya yönelen ve dışarıyı ayrımsayan bebek, böylece, ‘öteki’ ile ‘ilişki’si içinde —ve ötekinde kurduğu ‘ideal’ (‘ben/lik ideali’) üzerinden— kendisi olmanın yolunu tutar; yolculuğunun bıraktığı izleri ötekinin aynasında ‘kendi’ olarak tanır.7 İşte; haysiyet/lilik (ya da, —sizlik) de, anılan kendilik oluşum sürecinin kişiye mahsus bir —kuruluş— hattı olarak alınmalı; lakin, ‘ideal’le ilişkisi (giderek ‘vicdan’la [üstben] bağıntısı) münasebetiyle hassas, kırılgan ve derinden işleyen (uygun koşullarda zor da olsa dönüşebilen) bir kendiliksel hat olduğu unutulmamalıdır.8 

Şimdi; bu arasözden sonra, yavaş yavaş dostlarımızın söyleşisine dönelim ve —psikanalitik bakışımızın da katkısıyla— haysiyet kavramına getirdikleri açılımları değerlendirelim. 

Kıvanç, dünyayı (herhalde, insanlığın hal ve gidişini) iki kavram üzerinden açıkladığını söylüyor: ‘Riya’ ve ‘haysiyet’. Riya, olduğundan başka türlü görünme, özü sözü bir olmama, ikiyüzlülük ise; gerçekten de haysiyet(liliğ)in tam karşıtıdır. Zira, haysiyet, olduğu şeye (kendisini kendi yapan değere) tutunma ısrar ve hassasiyeti ya da —ânlık olanın ötesinde— kendi/liksel kurucu değerini (‘narsisistik bütünlük’ünü) teminat altında tutma kaygısı ise; evet; —eşyanın tabiatından mülhem— haysiyetli olan, tek yüzlü (istikrarlı olarak kendisi), davranış ve tutumunda özüne sahip çıkan ve endişesi, olduğu gibi görünmemek/görülmemek olan kişidir; dürüsttür. Haysiyete, riya/riyakârlık üzerinden tutulan ışığı, Kıvanç’ın —söyleşinin sonlarına doğru— kavramın Almancadaki karşılıklarını anışı da güçlendiriyor. Almancada, “ehre” (‘namus’), “würde” (‘gurur’a yakın) ve “selbstachtung” (‘özsaygı’) ile karşılanmış kavram. Namus ve gururun, tartımlarında ‘dışarı’ kefesi ağır basan değerler olduğunu kabul edersek, ‘kişinin kendi kururucu değerlerine itibarla kendi gözündeki değerliliği’ anlamında ‘özsaygı’nın —bu üçlü içinde— haysiyet için en uygun düşen karşılık olacağını düşünüyorum ben. Ve açıktır ki, Boralıoğlu’nun da vurguladığı gibi, haysiyetlilik, tutarlılığı da kaçınılmaz kılar. İçeriden kurucu varoluşsal bir değer olduğu için, bugün böyle yarın başka türlü dirhemlerle tartıma elvermediği gibi; haysiyetli davrananın, başkalarına —kendine yönelik tartımından farklı— bir ölçü düşürmesi de mümkün değildir. Dürüst, riyasız, tutarlı olan, elbet, halden anlayıcı (‘empatik’) ve —kendinden beklentisini diğerleri için de beklenti kılmak anlamında— diğerkâm, hakşinas ve haktanır; kendinden beklentisi hilafına davrandığında mahcubiyet yaşama gelişkinliğinde olandır. 

Muhabbetin ‘Haysiyet ve cesaret’ diye başlıklandırılmış kesitine, Boralıoğlu, “Biraz başka bir yere doğru bakalım” teklifiyle başlıyor. Soruyor; “Haysiyet bir tür cesaret gerektirir mi?” Ve kendi sorusunu açıyor: “Bu cesaret iki yönlü bir şey; hem toplumsal bir şey hem de kendi bütünlüğünle alâkalı. O bütünlüğü korumak adına bazen bazı şeyleri riske atmak zorunda kalıyorsun, bazen bir şeylerden vazgeçmek zorunda kalıyorsun, bazen de kendini birtakım sınavlara sokmak zorunda kalıyorsun, değil mi?” Kıvanç’a soruyor ama ben araya şöyle gireyim: Haysiyet/lilik, kişinin hesabını kendisine vereceği değerler üzerinden kendisi ve hayatla kurduğu ilişki tarzının karşılığı ise, elbet, genelgeçerin, harcıâlemin (yani, kalabalığı etrafında toplayacak değerlerin) hâkim olduğu yerde, haysiyetli kişinin, yalnızlığa —şu ya da bu ölçüde— yazgılı olduğu açıktır. Haysiyetli kişinin verdiği sınav, kendine sadakatini (öteki ile ilişkisinde eşitlik, hakşinaslık ve haktanırlık ilkesine bağlılığını) muhafaza sınavıdır. Dahası, haysiyetlilik, ’öteki’ üzerinden/öteki ile ilişkisindeki sorumluluk kabulü üzerinden kişinin kendi ile kurduğu ilişkinin karşılığı olduğu için; savunusu, gurur, kibir değil, kendindeki kamusallaşma yöneliminin savunusudur. Kalabalıklar, kendi olma derdi olmayanların (ya da o derde bulaşmamışların —giderek tartışmasız değerler etrafında toplananların) kalabalığı olduğu için, kendi değerlerine sadakatini muhafaza edenler (yineliyorum; bencillik/kendi merkezlilik değil, ötekini eşitlik ilkesi içinde gözeten kendi olma hassasiyeti ile yaşayanlar), söz konusu —bağnaz— kalabalığın düşman olarak işaret ettikleridir de aynı zamanda. (Kalabalıkların, maddi koşullar elverdiğinde, etrafında toplandıkları ideali daha da mutlaklaştırıp —bütün varoluşsal değerlerini o idealde yoğunlaştırarak— faşizme akışları; her türlü öfkeyi, yok ediciliği, zulmü meşrulaştırıp ‘kötülüğün sıradanlığı’na yuvalanışları; haysiyetin, son tahlilde hangi imtihanlara tâbi olduğuna —yalnızlığın ötesinde, hangi raddede cesarete muhtaç olduğuna da— delalet eder kanımca.) 

Bu bahis çerçevesinde, Kıvanç, haysiyet denince kahramanlığın da hatıra geldiğinden dem vururken kendi olma haysiyet ve cesareti ile kahramanlığı birbirinden ayırt etmemize de vesile oluyor. Umberto Eco, Nazi askerlerine İtalya’da bir köyde ateş açılması ve Nazilerin, ateş açan teslim edilmezse bütün köy ahalisini kurşuna dizecekleri tehdidi karşısında bir Kara Gömlekli’nin çıkıp “Ben yaptım” deme kahramanlığını örnek verirken kahramanlığı şöyle tarif etmiştir: “Kahraman dediğimiz kişiler, kahraman diye nitelendirilmesine yol açacak o olayın hemen öncesinde sorulsa asla bunu yapmak istemeyecek olan birileridir”. Bana bu örnek ve Eco’nun yorumu iki şey düşündürüyor: Birincisi, kahramanlık, payesi için önden niyetlenilen bir edim değildir (ve o anlamda haysiyetlilikle ilişkilidir); ikincisi de, paramiliter bir faşist de olsa, kişi, doğrudan ‘kendi’ ‘edim’selliği içinde mütalaa edilmelidir. 

Haysiyet meselesi ve ‘insan hakları’ da ayrı bir değerlendirme hattı. Fransız gazetesi Liberation, biri 93, diğeri 97 yaşında iki sosyolog ve düşünürü (Alain Touraine ve Edgar Morin) bir araya getirdiğinde, Touraine, bildik “özgürlük, eşitlik, kardeşlik”in peşine bir dördüncünün eklenmesi gerektiğini vurgulamış: “haysiyet”. Haysiyetin, söz konusu üçlüye samimiyet derinliği kattığına inanıyorum ben. Eşitlik ve özgürlüğü, varsılın ve yoksulun köprü altında geceleme eşitlik ve özgürlüğünden öteye taşıyan (toplumsal/maddi gerçekleri gözeten) bir kardeşlik talebi olarak haysiyet. Boralıoğlu da, sanırım benzer bir kaygı ile, Touraine’in cümlesini alıntılama ihtiyacı duyuyor: “Bugün karşımıza çıkan sorun, eşitlikçi bir dünya görüşünü kabul edip etmediğimizi ya da eski mütehakkim durumumuzu ayakta tutmak mı istediğimizi bilmektir”. Şuraya  dek dillendirilenden açıktır ki, ‘hiyerarşi’ ve (Foucaultcu duyarlıkla aralarındaki farkı gözetsek de) ‘iktidar/tahakküm’ haysiyetlilikle bağdaşmaz. Demek ki, haysiyetli kişi, ‘hiyerarşi-iktidar-tahakküm’ün karşısında; mağdurların, madunların, mazlumların yanında olmak durumundadır —doğallıkla. Ve aynı doğallıkla, haysiyetlilik, —araya herhangi bir üst değer sokuşturmadan— insanların insan oldukları için doğuştan ve eşitçe sahip oldukları hakların vazgeçilemez ve devredilemez olduğu kabulüyle ‘insan hakkı’nın, “hak sahibi olma hakkı” (Arendt) savunusunun da yanında olmaktır.910 

‘Haysiyet isyanı’ olarak başlıklarındırılmış kesitte ise Boralıoğlu, Tunus devriminin belgisini hatırlatıyor: “Hürriyet ve haysiyet”. Bizde Gezi’de olduğu üzere, yaşama değerleri, kamusal ortaklaşmacı kaygıları hiçe sayılan, aşağılanıp azarlanan insanların başkaldırısı, itirazı olmak anlamında haysiyetlilik. Kıvanç, ‘bizim dönem’ dediği (sanırım, —80 öncesi) dönemle kıyasladığında, şimdilerde ‘ekonomik, siyasi, somut, çıplak’ şeylerden ziyade, “bir insana bu yapılmaz” dedirten —haysiyet kırıcı— tavırlara dönük mücadelenin/tepkinin öne çıktığını ayırt ediyor. Boralıoğlu da, Occupy’ı, Syriza’yı, Podemos’u, Gezi’yi Kıvanç’ın ayırt ettiği yerde konumlandırırken; “Bizim sosyalist mücadele verdiğimiz süreçte, önce iş ekmek dedik, daha sonra eşitlik, adalet, sonra yumuşatıldı, yanına aşk eklendi falan, ama o süreçte hiç haysiyet demedik” diye vurguluyor. Emeği ile geçinenler tümden prekaryalaşırken, “Biliyor musunuz, toplum diye bir şey yoktur aslında (Margaret Thatcher, 1987)” zihniyetiyle tüm kamusal sorumlulukların bireylerin sırtına yüklendiği, sınıf mücadelesinin asli zeminini kaybettiği, katılımcılığa ve doğrudanlığa kapısı —zaten— kapanmış temsili demokrasinin elde avuçtaki kurumları ve işleyişi ile çoktan itibarsızlaştığı günümüz neo-liberal küresel kapitalizm koşullarında, Kıvanç ve Boralıoğlu’nun ayırt ettikleri ‘haysiyet’ çıkışması, sanırım, bütün katları geçen bıçağın dayandığı yerden yükselen ses olmalı. Lakin, ‘bizim’ taraftan baktığında, kapitalizm bıçağının kat ettiği katları —zamanında— bizim (Marksist siyasetin) nasıl donattığımızı sorgularken, Kıvanç, çok isabetli bir şeye temas ediyor: “[Bugün] kapitalizme karşı çıkılırken söylenen esas güçlü laf, bence, Marx’ın da asıl derdi olan şey: Burada, ‘insansak böyle bakmalıyız’ gibi bir talep var ve bunun çok merkezî bir yerinde haysiyet”. Çok zeki, azimli ve ufuk sahibi olduğunu teslim ettiği Marx’ın, “kazıyıp kazıyıp artı değeri bulup [‘Hah işte!’ diyerek] buradan da sosyalizme varmadı”ğını; kendisi bir proleter olmasa da ‘insan’a verdiği değerin, özgeciliğin, merhametin —nihayetinde, haysiyetliliğin— Marx’ı sosyalizm fikrine taşıdığı kanaatini paylaşıyor bizimle. Bense, yıllar önce, —psikanalizden Marksizme, oradan psikanalize bakarak— Marksizmi ‘birey sorunsalı’ bağlamında eleştirmeyi denediğim kitabımın arka kapağına şunları aktarmıştım: “Marksizm, bireyi gerçekten hesaba katan bir duyarlılığa sahip olsa idi, o ilk sevda, kavruk otlar misali, bu denli kolay tutuşur muydu? Birey ve kaçınılmaz olarak özgürlük sorunsalına burun kıvırmasaydı, tarçın kokulu o şehrin kaderin atlasındaki yeri bir başka olabilir miydi? Bil(e)miyorum. Ama inandığım, bir gün mutlaka, bireyi ihmal etmeyen Marksizmin ‘şiirinden kalkan turnalar, bir halkın solgun tarihine konacaklardır’”.11 Diyeceğim; Marx’ın sosyalizme sıvanışındaki kalkış noktasını bir yana koyarsak, kuramsal olarak Marksizmin ve ‘Marksizmler’in ‘insan’ı ne kadar merkeze aldıkları (‘modernlik ve müphemlik’12) haysiyetlilik bağlamında değerlendirmeye açıktır. 

Sanırım, meselenin bam telini oluşturan tartışma, ‘İlahî buyruk haysiyete ne yapar?’ başlığı altında yaşanıyor. Kıvanç, “ahlâk” ve “haysiyet”in çok yakın kavramlar olduğunu belirterek açmış konuyu. Şöyle sorulaştırayım: Haysiyetlilik —çok kabaca, ‘iyi’ insan talebiyle—, dinin ahlaklı insanını işaret etmiyor mu; ne fark var arada? Kıvanç, dinin, müminleri çağırdığı ahlakın iman edenleri hiç de ‘iyi’ kılmadığı sonucundan hareketle aradaki farkın altını çizmiş oluyor: “Din de dahil her türlü ideolojik yapının bir şekilde iktidar mücadelelerinin hizmetine girmesiyle bugün yaşadığımız bütün olumsuz sonuçların doğduğunu düşünüyorum”. Demek, iktidar kaygısına hizmet eden bir ideoloji olarak dinin insanı ‘iyi’ insan yapma şansı yok (iktidarın, hiyerarşi ve tahakkümün haysiyetlilikle neden bağdaşmadığına değinmiştik). Kıvanç’ın olgusal gerçeklikten kalkarak söylediğini, Boralıoğlu, daha içeriden tanımlıyor: “Bence oradaki asıl sorun buyruk olmasında. Yani insanlar kendi vicdanlarıyla değil bir yüce güç emrettiği için sözde ahlâklı oluyorlar. Vicdanlarının sesi giderek kısılıyor”. Şunu ekleyelim (Kıvanç söze başlamadan Boralıoğlu da benzer bir şey hatırlatmış); kutsal kitaplar, buyruklara uymanın ödüllendirileceğini, uymamanın cezalandırılacağını söylüyor —öylelikle ahlaka davet ediyor— ama ‘haysiyetlilik’ diye bir şeyin kurucu faili olarak insanı anmıyor. Öte yandan; Kıvanç’ın, dinlerin, bireylere, bir ‘ideoloji’ etrafında toplanmış kalabalığın üyesi olma şansı tanımakla ‘haysiyet sahibi insan’ olma gerginliğinden kurtulma konforu sağlamaklığını vurgulayışı da önemli bir katkı: “Nasılsan öyle olup başka bir şey olmak için didinmeyip, aynı zamanda anlamlı bir bütünün parçası olma duygusunu taşımanın konforu yüksek haliyle” (‘öldürmeyeceksin’ demiş olsa da, ‘din adına olursa öldürebilirsin’ de diyor —kendi ideoloji pratiği içinde— ve o değeri paylaşan kalabalıkla —ahlakına halel gelmeden— yoluna devam edebiliyorsun!13). Boralıoğlu’nun vurgusu çok yerinde: “O büyük dinsel güç, bireysel, naif haysiyet kavramını eritiyormuş gibime geliyor”. Bense, toplumsal/kültürel kuşatıcılığı ile kurumsal dinin, haysiyetli şahsiyetlerin kuruluşu ve serpilmesinde ciddi bir engel olduğunu söylemeyi tercih edeceğim. Bir küçük değini de, ‘tanrıtanımazlık’a olsun: Haysiyetli kişi, ‘iyi ahlaklı’ olmak için Tanrı’ya ihtiyacı olmayandır. Tanrıtanımazlığını ideolojik aidiyetinin bir işareti (vecibesi) gibi taşımayan (dolayısıyla, reddettiğini bir başka güç ile ikame etmeyen), ahlakını haysiyetlilik değeri ile kuran kişi, vicdani muhasebesini (ödül ve cezaları ile) Tanrı’ya havale etmiş müminden kuşkusuz çok daha itimada layıktır.

Haysiyetin ne olup olmadığını irdeleyişte nihai adımımız ‘haysiyet kırılması’ olsun. Soru(m) şu: Haysiyet dışarıdan kırılabilir mi? Sözgelimi, işkencede kırılan haysiyetimiz midir? Ölümüze ve yasımıza saygı gösterilmediğinde, tacize uğradığımızda, cinsel yönelimlerimiz aşağılandığında, tekerlekli sandalyemizle merdivenleri çıkmamız beklendiğinde, haysiyetliliğimize halel gelir mi? Haysiyet(liliğ)e şimdiye dek tuttuğumuz ışık yeterli ise, yanıt basit bence: Kimse haysiyetimizi dışarıdan kıramaz.  İşkenceci/ler haysiyet yoksunluklarını ortaya koyar sadece. Benim yaşadığımsa, öteki ile ilişki(m) bağlamında, haysiyetli yönelimimle kıymetlendirdiğim kendimin (kendime yatırımımın) kırılması; dahası, —hep ötekini içererek ilerleyecek olan— haysiyetlilik üzre bir hayat kurma hayalimin örselenmesi; şahsımda ‘insanlık onuru’nun çiğnenmesidir. Ve o nedenle, insanlık onuru yenecektir işkenceyi, yenecekse.14 

Ya peki, haysiyetlilik üzre bir hayat kurma düşümün muhatabı ötekiler, —ahir zaman ahvali dahilinde— haysiyetliliğin kurucu değerleri olan hakikat ve hakikatliliğin ötesine (‘post-truth’) geçmişse (‘post-trust’); kırılmak ne kelime, haysiyetlilik —neredeyse— tümden zeminini yitirmişse? Nihayetinde, zembereği boşalmış dünya hâlini hazırlayanın, çiti çekip “Burası benim!” diyerek yeryüzünden bir miktarına el koyan sahtekâr olduğu gerçeği15 de, “Nasıl yani?” şaşkınlığı ile karşılanır olmuşsa?16 

1 Bu söyleşi, Kıraathane Kitapları, ‘Kitap Stüdyosu’ bölümünde, Haysiyet adı ile yayımlanmıştır (Mart 2019).

2 Ben de şöyle bir bakıyorum; İlhan Ayverdi’nin Misalli Büyük Türkçe Sözlük’ünde (Kubbealtı Neşriyat, 2006, cilt 2, s. 1226), Arapça kökenli olduğu belirtilip (s’nin altı çizilerek) ‘haysiyyet’ diye, ‘şeref, onur, itibar’ karşılıkları ile anılmakta. Mustafa Nihat Özön’ün Osmanlıca Türkçe Sözlük’ünde de (İnkılâp Kitabevi, 1997, s. 307), ‘haysiyet’ sözcüğü, ’değer, itibar; onur, şeref’ olarak karşılanmakta. Haysiyetin —kendi dünyamızda— ne denli muteber olduğunu ise, Google taramam kestirmeden gösteriyor. Sözcüğün kökünde madem ‘hays’ var, nedir bu ‘hays’ bakalım diye Google mekânına girdiğinizde, tam beşinci sayfaya kadar karşınıza çıkanlar —Hays pijama, iç giyim, sabahlıktan Hay risk yönetim ya da Hays seyahat şirketlerine, vs.’ye kadar uzanan— ticari başlıklar sadece. Beşinci sayfada, Vikisözlük’ün, ‘saygı, hürmet, itibar’ karşılıklarını verip (maddenin geliştirilmeye muhtaç olduğunu da belirterek) aradan hızla çıkmasıyla birlikte —benim bakabildiğim kadarıyla, en az— onuncu sayfaya kadar da sadece ticari karşılıklarıyla anılmakta bizim ‘hays’.

3 Soyluluğun, —burjuvaziden farklılığıyla— kendinde/kendiliğinden bir sınıfsal konumlanışı olduğunu göz önüne alırsak, acaba, haysiyetle (kavramı açtığımızda görüleceği üzere) bir kan bağı olamaz mı?

4 Haysiyet kavramının sorunsallaştırımı açısından —fazla gecikmeden— Spinoza’ya da gidelim. Spinoza, Etika’nın, ‘Duyguların Kökeni ve Doğası’ başlıklı bölümünün Önerme 29’unda, “[i]nsanların haz ile bakacaklarını imgelediğimiz her şeyi yapmaya çalışacağız, ve tersine, insanların tiksindiklerini imgelediğimiz her şeyden tiksineceğiz,” der. Bu önermenin, kendimizde yaşadığımız duygunun ‘öteki’ ile münasebetimize dair (“bakacaklarını imgelediğimiz”) boyutunu hatırlatışı bizim için önemli. Yine aynı bölümün 30. Önerme’sinin ‘Not’unda, Spinoza, ‘gurur’ ve ‘utanç’ın tanımını yapacaktır. Daha önce, Ö. 13’ten kalkarak ‘sevgi’ ve ‘nefret’in (dışsal nedenlerin idealarının eşliği üzerinden) tanımları yapılmıştır. O değinilerle de bağlantı kurarak, Spinoza, içsel bir nedenin eşliğindeki hazza, gurur (‘gloria’), içsel bir nedenin eşliğindeki acıya da, utanç (‘pudor’) adını verir. Buradaki haz ve acının, övgü ve yergi inancı ile ilgili oluşu, bize, her ne denli ‘içsel bir neden’e dayalı olsa da gurur duygusunun (utancın da elbet) ‘dışarı’nın bakışı (takdiri) ile bağlantılı olduğunu söyler. Spinoza’nın, Ö. 30’un ‘Not’unu sonlandırıken şu söyledikleri de hoştur: “… birinin başkalarını etkilediğini imgelediği haz pekâlâ yalnızca imgesel olabileceği için (Bölüm II, Ö. 17’ye ‘Sonurgu’) ve herkes kendisi açısından kendini haz ile etkileyeceğini imgelediği şeyi imgelemeye çabaladığı için (Bölüm III, Ö. 25), gururlu birinin kendinin beğenmiş olması ve herkesi hoşnut ettiğini imgelerken herkese sıkıntı vermesi gibi bir durum kolayca ortaya çıkabilir”. (Değini için, bkz. ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Spinoza ve Felsefesi, Halûk Sunat, Bağlam Y., 2014, s. 194-195.) ‘Kibir/lilik’inse, ‘gurur/luluk’un katmerlisi (dışarıya bakan gözün biraz daha havaya kalkması [havalanma] hâli) olarak alınmasında beis yok bence.

5 Boralıoğlu, bu noktada, “O sesin olmadığı ortamlarda insan yukarıdan gelen buyruğa uymaya başlıyor. Totalitarizm böyle ortaya çıkıyor” diyor. O sesin hiç olmaması ‘psikopati’nin zemini; kendimizi kuran tüm seslerin kendilikten boşanıp bir mutlak buyruğa bağlanışı ise, evet, totalitarizm oluyor: Bir mutlak güçte kendini kaybetme hâli.

6 Unutmadan: Ümit Kıvanç, yazıya dökülmüş konuşmasında “pekâlâ” sözcüğünün geçtiği yere (s. 8), “kaydedilmiş bir yüz yüze sohbetten kâğıda döküldüğü için burada benim değil yayınevinin yazım tercihleri geçerli” diyerek bir şerh düşmüş. Anladığım, Kıvanç, “pekâlâ”nın düzeltme imsiz (‘şapkasız’) olmasını doğru buluyor. İlginç; nereye baksan doğrusu o iken buradaki düzeltme imine muhalefet eden Kıvanç’ı, ben, tümüyle keyfi tasarrufu çerçevesinde düzeltme imi kullanışıyla bilirim. Gazete Duvar’daki son dönem yazılarından birkaç örnek: anî, alâka, evvelâ, hebâ, lâkin, mâlûm, mâkûl, mâmûl, mânâ, nâçizâne, aslî, asgarî, askerî, askerîye, coğrafî, fiilî, hayatî, idarî, millî, siyasî. (Ayrıca, kitapta da, ‘nispet eki olan i’lerin üzerine düzeltme imi konulmaz’ kuralına aykırı birçok kullanım var: coğrafî, dinî, idarî, medenî, merkezî, mezhebî, siyasî, uhrevî, gibi. Onun dışında, Kıvanç tarzı kullanım örnekleri de: ahlâk, alâka, illâ, makbûl, nâçizâne, gibi.) Konu muhtelif yazım kılavuzlarından tetkik edilebilir. Hatta, söz konusu arızanın da ele alındığı ‘Dil Arızaları’ başlıklı yazım da okunabilir (bkz., Varlık dergisi, Eylül 2018). Ancak, Kıvanç da iddialı; “Yani yazım tarzlarında tutarlılık mücadelemi terk etmiş değilim, onu kendi yazılarımda sürdüreceğim” diyerek şerhini bir gülücük imi ile nihayetlendiriyor. 

7 “Haysiyet geni” gerginliği içinde, Boralıoğlu, Kıvanç’ın, “Haysiyet geni diye tek başına var olmayabilir, ama doğan her insan yavrusu, bugüne kadarki insanlık tarihinden bir şeyleri bünyesinde barındırarak doğmuyor mu?” diye üstelemesine, “Tamam, ama o da toplumsal bilinç dediğimiz şey. (…) Bir toplumsal bilinçten, başkaları tarafından nasıl görünüyoruz, bir aynalanma meselesinden bahsediyorum. Aslında haysiyete dair bilgimiz o aynadan geçerek oluşuyor. Bize tutulan aynalarla ilgili bir şey” (s. 22-23) diyerek sıyrılmak istiyor (lakin, pek de kolay olmuyor). Kıvanç, belki farkında olmadan Jungcu bir duyarlıkla muhakeme yürütüyor; ancak, Boralıoğlu’nun da, benim ‘öteki’ diye andığım, kendisinin ‘toplumsallık’ olarak değerlendirdiği şeyin ‘bireysel-tarihsel’ derinlikteki işleyişi tanınmayıp ‘ideal ben/ üstben’le münasebeti kurulmayınca haysiyeti kavrayışımız da —kanımca— eksik kalıyor. (Bireyi, kendiliksel tarihsel kuruluş süreci [‘nesne ilişkileri, bastırma süreçleri ve bilinçdışı] içinde kavrama eksikliği —psikanalizin neredeyse iki yüz elli yıllık önceli— Spinoza felsefesi için de geçerlidir.) Sezgisel olarak söz konusu münasebeti kursa da ‘ideal ben/üstben’ kavrayışından öte o muğlak ‘toplumsallık’a bağlıyor sözünü, Boralıoğlu: “Rol biçme [‘kişinin kendisine biçtiği rol’] derken tabii ki bu kadar sembolik veya tanımlanmış bir şeyden bahsetmiyorum. Yarı bilinçli bir hal belki de. Tarif edemediğimiz, ama hissettiğimiz, sevdiğimiz bir varlığımız var bizim, kendimize dair bir bilincimiz var. İşte o nasıl oluşuyor? Onun bir toplumsallık içerdiğini düşünüyorum (s. 26).” 

8 Dikkat edilirse, psikanalizin penceresindan baktığımızda ‘seks’ diye anılan şeyin (“psikanaliz her şeyi sekse yorar”) içine düşmüyoruz; ‘ihtiyaç’tan, bedensel maddi gelişim ve yönelimlerden, ‘öteki ile ilişki’den ve o ilişkinin genişleyen yelpazesinden (‘toplumsal vasat’) söz etmiş oluyoruz. Eh, Marksizm de, ‘ilişkisi içindeki insan’ı (‘pratik ilişki’) muhatap almaz mı? (Ve ama, o ilişkiler bütününün içe/şahsiyete işleyen bireysel-tarihsel boyutunu ihmal ederek —değineceğiz.)

9 1776 ABD Bağımsızlık Bildirisi’nde, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde ve 1948 BM Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’nde (“Bütün insanlar hakları bakımından eşit ve özgür doğarlar.”) insan haklarının doğuştan kazanıldığı ve devredilemez olduğu yazılıdır. Rıza Türmen bir yazısında (‘Mülteciler ve insan hakları’, Birikim, Mayıs 2019), Arendt’e de atıfta bulunarak, ‘insan’ olmanın insan haklarına sahip olmak için yeterli olmadığı, vatansız kalan mültecilerin hak sahibi olma hakkından yoksun kalışları gerçeğinin altını çiziyor —Levinas’ın, kendini aşarak ‘öteki’ne erişme, ötekinden sorumlu olma etik anlayışına da değinerek. Kuşkusuz, haysiyetlilik ve ‘hak’ arasında kurduğumuz münasebet (haysiyetliliğin her türden tahakküme karşı olmaklığı doğallığı ile) ‘hayvan hakkı’ için de geçerlidir. ‘Çevre’ duyarlılığı da, ‘öteki’ üzerinden kurulu bir ‘kamusal’ kaygı olup doğaya insan-merkezli/hiyerarşik bakmama haysiyetliliğini de içerir kanımca. 

10 ‘Özyönetim’ de, kendi kararlarını kendi almak ve kendine hesap vermek suretiyle hayatı(nı) inşa etmek anlamında, bir haysiyetlilik meselesidir. Kıvanç ve Boralıoğlu onun da altını çiziyor. Yine, haklar ve haysiyet bağlamında, Kıvanç’ın Mahatma Gandi’yi anışı da kıymetli kanımca; “insan hakları asla zorla, savaşla ve baskıcı yönetimlerin uygulamalarıyla yaygınlaştırılamaz” (s. 149). Şiddetten uzak, barışçıl mücadele!

11 Bu satırları yazarken, Behçet Aysan’ın Düello/ ‘Keder Atlası’ndaki (“nilüferler niçin suya eğilir/ ve niçin/ kavruk otlar gibi/ tutuşur/ o ilk sevdalar/ söyleyin bana / ey kitaplar… var mı/ kaderin atlasında/ tarçın kokulu bir şehir/ inmemiş olsun damlarına/ gözyaşından/ yıldızböcekleri/ ve tarçın / kokulu/ bir aşk/ hiç ölmeyen” —Adam Y., 1993, s. 18-19) ve Metin Altıok’un Bir Acıya Kiracı/ ‘Misilleme’sindeki dizelerden (“Bilmiyorum bir turnadan/ Acaba kaç şiir çıkar/ Ama senin şiirinden/ Kalkan turnalar/ Mutlaka bir halkın/ Solgun tarihine konarlar” —YKY, 1998, s. 308) esinlenmiştim (Birey Sorunsalı/ ‘Psikanaliz ve Eleştirel Bir Bakışla Marksizm’, Papirüs Y., 1999). (Geçerken: Tanıl Bora, Cereyanlar/ ‘Türkiye’de Siyasî İdeolojiler’ kitabının ‘Gündelik hayat ve teori’ altbaşlığı altında ‘psikanaliz teorisinin kullanımları’ kapsamında bazı isimler sayıyor. Sanırım, gerek Birey Sorunsalı, gerekse izleyen çalışmalarımdan onun da haberi yok —ya da anmaya değer bulmamış.) 

12 Modernlik ve Müphemlik’te (Ayrıntı Y., 2014 ), bilindiği üzere, Zygmunt Bauman, ‘modern’ olanla onun dışarıda bıraktığı (ya da, büyük anlatıları ile kuşattığı) ‘müphem’liği ele alıyor —Marksizmin de bir modern anlatı olduğunu, insanı özerkliği ve müphemliği içinde hesaba katmaya pek de yaktın olmadığını anıştırmak üzere ‘modernlik ve müphemlik’ dedim. Kıvanç’ın benzer duyarlıkla andığı Şeyla Benhabib de, Buhran Çağında Haysiyet Zor Zamanlarda İnsan’da (Koç Üniv. Y., 2013) Batı modernitesinin ve Aydınlanma’nın mirası olan iki uğrağın, “özerk kişilik değerleri” ile “bilim” temelli yaklaşımın ne denli birbiri ile bağdaşır olduğunu sorgulamış ve faşizmi kazıdığımızda, modern uygarlık tarafından bastırılıp kovulan insan güdü ve arzularının gün yüzüne çıkacağını belirtmiş. (‘Modernlik, sonrası ve ‘sol melankoli” başlıklı yazım da benzer bir sorgulamayı içermekte —bkz. Varlık dergisi, Temmuz 2017. Ayıca bkz. ‘’Sol’ yolculuğun ‘Yas ve Melankoli’ bağlamında sorgulanışı’; “Sol melankoli’ kime ne söyler?’ [Varlık, Ağustos 2017, Eylül 2017]; ‘Walter Benjemin etrafında sol melankoliyi tartışmak’; ‘Sol melankoli etrafında Walter Benjamin’i anlamak’ [Birikim, Şubat-Mart 2019, Mayıs 2019] başlıklı yazılarım.)

13 İslâm güzel ahlaksa, rejimi ve dünya nimetleri ile ilişkisi malum Suudi Arabistan’ın (etrafına yerleştirdiği dev otelleri, alışveriş merkezleri ile) bir turizm merkezi hâline getirdiği Kâbe’yi ziyaret etmekle nasıl güzel ahlaklı olunacak diye de soruyor Kıvanç. Ortada bir lokma kalan Kâbe’ye saygı nerede? 

14 Boralıoğlu da benzer bir yaklaşımı benimsemiş (‘sivil/sosylal ölümler’, vb.’den söz edilirken): “Yani hükümet ya da devlet artık her ne diyeceksek, haysiyetsiz odur. Mağdurun haysiyeti uğradığı zulümden ötürü kırılmaz. Ne zaman kırılır? Karşı tarafa geçtiği zaman, zulmedenin açısında durduğu zaman” (s. 69). George Orwell’ın 1984’ündeki Winston’ın, işkencede direncinin kırıldığı noktada, sevgilisini kast ederek, “Bana yapmayın ona yapın!” tarafına geçişinde olduğu üzere.

15 J.- J. Rousseau.

16 ‘Post-truth’ diyoruz ya, ‘hakikat sonrası’ günlere geçtiğimiz anlamında, o da yalan. Hakikat sonrasına geçmedik, yalanla mesafemizi yitirdik sadece —elde avuçta olanı da. ‘Hipergerçeklik’in, taklitin de ötesinde gerçeğin kendisi olması misali. 



No Responses Yet to “Haysiyet Üzerine”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: