İnanç Katına Taşınıp Kutsanmış İdeolojiler ve “Türk’e Tapmak”

26Ara18

Birikim Dergi‘nin Aralık 2018, 356. sayısında yayımlanmıştır.  

 

 

 

Sabahları denize yürürüm. Sonra da kıyıda. Kıyıya varmadan önce bir süre bahçelerin, camlı balkonların önünden geçer yolum. Erkendir. Ev sakinleri uyanmamıştır. Günden ve geceden kalanlarla hayatın o balkonlardan, bahçelerden nasıl geçip gitmekte olduğunu, ailecek hangi değerlerin etrafında dünyaların döndürüldüğünü düşünürüm. Hikmeti, yaşadığım yerin havasından, suyundan olmalı (ya da, hikmet bendedir), -bayram ya da seyran- gün ayırt etmeksizin asılı bayraklar görürüm çoğunluk, hatta balkonların münasip köşesinde (bazen, bahçede bir çam ağacının yamacında) sarı yaldızlı Atatürk büstleri. İnanç, iman ve itikadın ağaç dallarında, pencere pervazlarında bayraklaştığı -neredeyse durup ‘Andımız’ı okumamanın hakikatsizlik kaçacağı- örnekleri. İçimi en acıtanı da, ev ahalisinin uyanmasını bir camlı balkonda, masanın yanı başındaki sehpa üstünde duvara dayalı bekleyen Atatürk portreli olanıdır. Aziz hatırasına -çerçeveli büyük fotoğrafı ile- sahip çıkılan bir aile büyüğü ya da kahvaltıya oturulup güne başlarken saygıyla göz süzülüp yanına ilişilen bir ‘ikon’dur sanki. 

 

***

 

Tarihi, nihai mertebede, ’sınıf çatışmaları’nın tarihi olarak okuyalım, tamam; ancak, o tarihin, kendi tarihselliğimiz ve hayatla münasebetimiz içinde, ‘ruhsal gerçeklik’ dediğimiz evrene ağdığını, oradaki şahsi/ insani muamalelerden geçerek yeniden hayata aktığını da unutmadan; ki, ‘ideolojiler’ de, o ideolojilerin kurucu ideaları ile ilişkimiz de (onları ne denli kutsallaştırdığımız ya da mutlaklaştırdığımız) o katta işler. Şimdi, o hassasiyetle, söylediği her şeyi belgeleri/ kaynakları ile (örneği herhalde pek görülmemiş yoğunlukta) somutlaştıran Onur Atalay’ın, “Türk’e Tapmak/ Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm”1 başlıklı kitabına bir göz atalalım ve girişte naklettiklerimi kitabın telkin ettiği kanaatle buluşturup yarına ışık tutmaya çalışalım.

Atalay, bu kapsamlı çalışmasında, -kendi dilime taşırsam- ‘varoluşsal özerklik’leri tanımayan, bireye ve onun eleştirel muhakemesine kendisini kapalı tutan tüm ideojilerin (ve ilgili siyasi edimlerin), kalkış noktaları (ve büründükleri kisve) her ne olursa olsun katı otoriter ya da totaliter bir dünyayı inşa ettiklerini belgeliyor. Ve herhalde, günümüzde tatsız bir tebessümle izlediğimiz ‘fars’ın, geçmişte yaşanan (özdüşünüm, özeleştiri ya da karşı-idrake tâbi kılınmamış) ‘trajedi’nin tekrarı olduğunu da. 

 

BATI’DA KUTSALLAŞAN SİYASET ve SİYASAL DİNLER

‘Batı’da Siyasetin Kutsallaşması’ başlıklı ilk bölümde, Atalay, Ortaçağ’ın sonlarından Aydınlanma’nın başlangıcına değin geçen süreçte ‘seküler’in doğum sancılarının yaşandığını; dinin kamusal alandan vicdanlara doğru yol aldığı, ‘ulus’un tahayyül edilir olup ‘modern devlet’in ortaya çıktığı o sürecin ‘seküler kavramların kutsallaşması’nı belirlediğini anıyor. Nihayetinde, Aydınlanma ile Tanrı denklemden çıkarılıp Tanrı’ya atıfla inşa edilmiş kutsalın tahtına ‘doğa’ ve ‘insan’ otururken, Aydınlanma “tektanrıcılığın sekülerleşmiş biçimi” (Adorno ve Horkheimer) olup çıkacak; akıl tanrının yerini aldıkça akıl sahibi insan kutsallaşacak; ‘doğa’, içinde düşüncelerin -hatta, inançların- meşruiyet kazandığı, “aşkın prensiplerin atfedildiği”, gizli bir teoloji olup determinizmin bile içine sızabildiği bir kimlik ve vasıf kazanacak; ‘bilim ve ilerleme’ bir öncü güç olarak kutsanacaktır.2 Aydınlanma boyunca Tanrı’nın vekili kralın da büyüsü bozulmuş, hanedanın yerini devlet, kutsalın temsilcisi kralın yerini vatan ve millet almış; sözgelimi Fransa’da, 3000 rahip giyotine gönderilip Kilise topraklarına el konurken Katolik azizler ‘büyük adamlar kültü’ ile ikame edilmiş (Sainte-Geneviéve Kilisesi, misal, 1791’de büyük adamların ebedi istirahatgâhı Panthéon olmuş); ve giderek, bayrakları, milli marşları ve bayramlarıyla siyasetin kutsallaştığı “siyasal din”ler ve ‘otoriter/ totaliter’ yapılar zuhur etmiştir. 

Atalay, Batı’da siyasetin kutsallaşmasına bir giriş yaptıktan sonra, ikinci bölümde, ’20. Yüzyılda Siyasal Dinler’in nasıl hayat bulduğuna değinecektir. Sözgelimi, Rosa Luxemburg’un, “sosyalizmin putperestliğini yapmamak gerektiği” uyarısı ya da Lenin’in kişi kültüne karşı olduğu bir kültür evreninde Marx’ı “en büyük peygamber” ilan eden “Tanrı yapıcılar” (Lunaçarski, Gorki ve etraflarındaki Bolşevikler) boş durmayacak, ‘Tanrı yoksa da, “dinin daha üst bir sentezi” olarak sosyalizm (ve mücadelesi) vardır ve Marx da o dinin peygamberidir’ diye dayatacak; İtalya’da, Giuseppe Garibaldi (1807-1882) ve Giuseppe Mazzini (1805-1872), Katolik Kilisesi’ne muhalefetleriyle birlikte faşizmin siyasal bir din olarak vücut bulmasının zeminini yaratacak, oradan beslenen Giovanni Gentile (1875-1944), “devlet olarak millet” kavramını yüceltip devlette formunu bulan bir faşist/ siyasal “yeni din”i takdim edecek; genel anlamda, Rusya’da ‘devrim’, İtalya’da ‘devlet’, Almanya’da ‘ırk’ kutsallığın tahtına yerleşecek; böyle böyle, “Faşizmin parti devleti, kilisevari (ecclesiastical) bir devlettir”den (Gentile), “Faşizm sadece parti değil bir rejimdir, sadece rejim değil bir inançtır, sadece inanç da değil bir dindir”e (Mussolini, 1926)3; ”Aryan İsa” kurgusundan (H. S. Chamberlain, 1855-1927), Eski Ahit’in atıldığı, İsa’nın bir Alman olarak yeniden kurgulandığı, Nordik ırkın dirilip diğer -düşük- ırklar üzerinde egemenlik kuracağının vaaz edildiği (“kan miti”, “ırki ruh”) siyasi dine (Alfred Rosenber, 1893-1946) doğru yol alınacaktır.4 

 

 

CUMHURİYET’İN KURULUŞUNDA DİN ve SİYASAL BİR DİN OLARAK KEMALİZM

‘Siyasal Dinler ve Kemalizm: Karşılıklı Etkileşim’ başlıklı üçüncü bölümde ise, siyasal dinleri yapılandıranların nasıl da birbirlerine benzediklerini ve birbirlerinden ilham aldıklarını görüyoruz. Mücadelelerinde Rus Devrimi deneyiminden en ziyade yararlananların İtalyan faşistleri olduğunu söyleyen Nikolay Buharin; Stalin rejiminin bir tür “Slav faşizmi”, “kripto faşizm” olduğunu iddia eden Mussolini; Mao’nun, “Hitler’in acımasızlığına bakın. Ne kadar acımasız olursanız, devrime duyulan istek de o kadar artar” tespiti; İttihat Terakki’nin “tehcir” uygulamasından feyz alan Hitler, Avrupa’da Kemalist rejimi en fazla sahiplenen ve öven ülke sıfatıyla Hitler Almanyası5, anılan ilham dünyasının yansımalarıdır. 

Peki; Taha Parla’nın, “Tek doğru olmak … ebediyen geçerli olmak vb. iddiasındadır … şefçi, paternalist, elitist ve vesayetçidir. Çoğulcu, hoşgörülü, uzlaşmacı değildir; tek-particidir, muhalefete izin vermez; özde çok-partililiğe karşıdır. Siyasal tartışmaya ve katılıma açık değildir. Otoriter, yer yer de totaliterdir6 diye tespit ettiği; parti-devlet bütünleşmesi üzerine kurulu, 1930’un sonunda Serbest Fırka’nın kapatılmasıyla devletle milletin özdeşliğinin perçinlendiği Cumhuriyet’in ‘din siyaseti’ nedir? Atalay, o bahsi ele alacağı ‘Rejimin Din Siyaseti’ başlıklı dördüncü bölüme girerken, Osmanlı entelijansiyasından devralınanın, Osmanlı itidalinden pek de uzaklaşmadan yaşanan (mutlak olmayan, “militan ateizm”e varmayan) bir tür materyalizmde ifadesini bulmuş “inanç krizi” olduğunu ifade ediyor. Daha genel konuşulacaksa, İttihatçılar “Türk-İslam sentezi” çizgisinde ise, Cumhuriyet’in ilk on yılında o çizgi, “Türk İslâmı/ Türkleşmiş İslâm”a (dinin teolojik boyutunun anlamsız, önemsiz addedildiği; “milli güce katkısı” ile yararlılığının gözetildiği), otuzlu yıllar ile birlikte ise, yönetici seçkinlerin İslam’ın o kadarını bile gereksiz gördükleri bir noktaya çekiliyor.7 “Böylece Türkiye’de 1933-34 yıllarından itibaren dini tamamen yok sayan, onu milliyetçiliğe payanda yapmak yerine milliyetçiliği onun yerine ikame etmeye çalışan bir anlayış yerleşir. Bu tarihten itibaren din konusu, kategorik olarak dışlanacaktır”.8 Dinin toplumdaki itibarının eksiltilmeye çalışıldığı açıksa da, Limancı Hamdi’nin (1930-31’e ilişkin) tespiti de münhasıran kıymetlidir kanımca: “İlk gözüme çarpan şey, inkılabın ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin henüz vilayet merkezlerinden bir adım öteye atamamış olmasıdır.” Ve, Atalay ekliyor: “Kemalizmin, Batılılaşma ve milliyetçilik ekseninde kurguladığı militan laikliğinin alıcı kitlesi neredeyse tamamen şehirli, eğitimli orta ve üst sınıftır”.9 Her ne kadar rejimin dinle münasebeti İkinci Dünya Savaşı sonrası -1930’ların başına dek izlenen- “telifçi” hatta çekilmişse de, zamanında taşraya ve kırsala doğru itilen İslam’ın çok partili hayat ve göçlerle birlikte ama o kez, “köylü İslâm’ı” olarak şehre avdet edişi de, günümüzde (ve yakın geçmişte) yaşanan kültürel çatışmamız hesabına dikkate değer bir hal olmalıdır.10 

Biraz daha etraflıca baktığımızda; başlarda “telifçi”, sonrasında “radikal” bir tutumla yerinden edilmek istenen dinin, ‘Bir Seküler Din Olarak Kemalizmin İnşası’ (Beşinci Bölüm) ile (Kemalist kutsallarla) ikame edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Kemalizm, Batılı muadillerinde de olduğu üzere, totaliter rejimin etrafında kendisini kurguladığı ‘kutsallaştırılmış bir ideoloji’dir artık. Yakup Kadri’nin, 1929’da Milliyet gazetesine, “Gazi’nin en büyük eseri hangisidir?” sorusuna verdiği yanıttaki “Kemalizm” adlı eserdir o. Parti’nin 1931 Kurultayı’nda kabul ettiği, 1935 Kurultayı’nın “Kamâlizmin prensipleri” olarak tanımladığı ve 1937’de Anayasa hükmüne dönüşen altı ok karşılığı olan Kemalizm.11 Öylelikle; Reşit Galip’in 23 Nisan 1933’teki söylevinde okuduğu Andımız (Ülkü’de, “cumhuriyet amentüsü” olarak adlandırılmıştır) ile okullarda kutsallar tedris edilecek, Halkevleri başta olmak üzere tüm imkânlar seferber edilerek kutsallara aidiyetiyle “On yılda on beş milyon” genç “yaratılacak”tır.12 Genel bir çerçeve kurulacaksa, failler ve takipçilerinin kendilerini ‘Kemalist devrimler’e bir “inkılâp mistiği”13 olarak adamaları suretiyle serpilen -seküler bir din kıvamındaki- Kemalizmin inşası, -bilhassa da 1930’larda- dört temel kutsal (“Güçlü bir kişi kültüne ek olarak… bilimcilik, Batıcılık ve Türk milliyetçiliği”14) ile gerçekleştirmeye çalışılacaktır. Atalay, anılan dört kutsaldan ‘Batı medeniyeti’ ve ‘bilimcilik’in önemli ölçüde Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal ettiğini ve söz konusu seküler dinin üzerinde yükseleceği zemini kurduklarını; ancak Kemalist devrime asli rengini verenin (nasıl Nazizmde ırk, faşizmde devlet ise), “ırk bağlamında değil de mitolojik bir tarih anlatısı bağlamında tanımlanmaya çalışılan millet ve milliyetçilik” olduğunun altını çizecektir. ‘Milliyetçilik’ bahsine geleceğiz; gelmeden önce, ona zemin hazırlayan ‘Medeniyet/ Batı: Kemalizmin İlk Kutsalı’ (Altıncı Bölüm) ve ‘Bilim: Kemalizmin İkinci Kutsalı’ (Yedinci Bölüm) başlıkları altında dolanalım. 

 

 

BATI MEDENİYETİ, BİLİM ve KEMALİZM

Doğrudan ilerleme için ilerlemeyi, yenilik için yeniliği talep etmenin küfür muamelesi gördüğü Osmanlı’da, 18. yüzyıl sonuna dek, devleti, ancak, “eskiyi ihya ederek” yeniden yapılandırmanın kabul gördüğü söylenebilir. Sonrasında, önce teknolojisi, giderek yaşamın tüm alanlarında getirdiği yeniliklerle ‘Batı’nın medeniyetine talip olunmaya başladığını görüyoruz. Talebi oluşturan teşebbüsün merkezinde (medeniyetin peygamberi mevkiinde) Mustafa Reşit Paşa var; dillendireni ve Paşa’nın kıymetini teslim edeni ise, Şinasi.15 Daha sonra, “akıl dininin inançları”, “Meşruiyet dönemi kuşaklarının ülküleri” (“Amentü” şiirinde işlendiği üzere) Tevfik Fikret tarafından sahiplenilecek; 1894’te yayımlanan Avrupa Adab-ı Muaşereti kitabı ile Ahmet Midhat Efendi de medeniyetsizliğin edepsizlik telakki edileceği zihniyet dünyasının kapısını aralayan yayınlara öncülük edecektir. Bu eşikte dikkati çeken, modernliğin sınıfsal temelinden (burjuva sınıfı hegemonyası içinden hayata dair söz alma şansından) yoksun olanların16, yeni âdetleri eskilerinin yerine bir tür “ibadet neşvesi” (esrikliği, serhoşluğu) ile tatbike (‘medeniyet cihadı’na) soyunmalarının, “ödünç alınmış kolonyalizm”17 (iç sömürgecilik de diyebiliriz) tesiriyle halktan ve onun temel değerlerinden manen “uzaklaşma”yı getiriyor olmasıdır. Öyle ki, bu hal, Cumhuriyet Türkiyesi’nin de manevi bölünme hattını oluşturacaktır. Zira, Kemalizm de, Osmanlı’dan tevarüs ettiği kurucu ideal mihverinde “aşk-nefret” ilişkisini besleyecek; “halk”, İslam ve Arap etkisine açık, ilerleme-yenilik ve çağdaş medeniyete kapalı, tüm değerleri ile dönüştürülmesi gereken bir “öteki” olup çıkacaktır. Atalay (Elif Mahir, Nilüfer Göle gibi müelliflere de uzanarak), kadınların ‘mukaddes medeniyet cihadı’na iştirak edişlerini şöyle aktarıyor: “Onlar, Cumhuriyet balolarında medeniyet icaplarının onlara yüklediği bir vazife olarak içki içer, başlarını açar, dans eder. Vazife aksatılırsa, bizzat Mustafa Kemal genç zabitlere, ‘ileri marş; dans edin!’ emriyle, kadınları dansa kaldırma vazifesi verir. Bu medeniyet vazifesinin, cihadı-ı mukaddesin ifası öylesine ciddiye alınır ki, mesela, Biga Türk Ocağı dans edecek kadın bulamadığı için ocaklı gençlerden bir kısmı kadın kıyafetleri giyerek diğerleriyle dans edeceklerdir”.18 Hasılı, “resul”ü Atatürk olan Kemalist seküler din; okulları, Türk Ocakları, otuzlarda nöbeti ondan (devlet iradesini ‘sivil’ olanın yerine yerleştirerek) devralan Halkevleri ve oralardan yetişen mürşidleri, misyoner ve havarileri ile ahaliyi “hidayet”e, -bilimi de kutsayıp yanına alarak- ‘Türk milliyetçiliği’ bayrağı altında millet olmaya çağıracaktır.  

Seküler siyasal dinin bir diğer kurucu öğesi, Osmanlı’dan -kutsanan Batı medeniyeti ile kolkola- intikal eden (Aydınlanmacı, pozitivist ve vülgermateryalist veçheleri ile) ‘bilim/sellik’ olmakta. 1880’lerin entelektüel havasını en ziyade etkileyen ‘natüralist, pozitivist’ Beşir Fuad var mesela (Büchner’in Madde ve Kuvvet’ini tercüme ettiği rivayet edilen, fenni/ bilimsel takibe açtığı intiharı ile intihar salgınına yol açan muhterem). Hatta, II. Abdülhamid döneminin Harbiye, Mülkiye ve Askeri Tıbbiyesi var ki, Batı’nın müspet ilimlerini talim etmekte. Baskın Oran, ayrıca, pozitivizmin Jön Türkler için biçilmiş kaftan olduğunu tespit ediyor. Zira, hem Hıristiyan etkisini (‘gâvurluğu’ diyelim) dışarıda bırakıyor, hem Batı’nın üstünlüğü kabulünü kolaylaştırıyor, hem de “sınıf çelişkileri”ne itibar etmeden muhalefet etmeye vesile oluyor (ve elbet, “toplumun terakkisine mâni olan” dinin önünü keserek devleti kurtarmaya yarayacağı da var sayılıyor).19 İşte, oralardan Cumhuriyet’e intikal eden bilim/sellik, dini ikame etme yolunu ‘tabiat’ içinden geçirecektir. “Evet, ben de bilirim ki, insan dinsiz olamaz. Fakat Türk’ün dini tabiattır,” der, Ata. Mademki Ata’nın evlatlarıyız, deyip, yolu “İlk Türk’ün tapındığı güneş”e vardıranlar da var.20 Bu bahiste son sözü Ata’ya vermek muvafıktır kanımca: “Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fennin haricinde mürşit aramak, gaflettir, cehalettir, dalâlettir”.21 

‘Dalâlet’e düşmemek üzere, bilimin “mitolojik” kurgusal bir hüviyet kazanıp “Türk Tarih Tezi”ne ve “Güneş Dil Teorisi”ne nasıl hizmet ettiğine; sözde bilimsellikle “Türk milliyetçiliği”nin nasıl kutsandığına; Cumhuriyet’in ilk on yılında “sivil din” mertebesinde olan Türk milliyetçiliğinin daha sonra “siyasal din” mertebesine nasıl eriştiğine izleyen bölümde (‘Milliyetçilik: Kemalizmin Üçüncü Kutsalı’) tanıklık ediyoruz. Okur, bu bölümde, Türk milliyetçiliğinin söz konusu serüvenindeki ırkçı aşırılıkların ve gerçek yargısı bozukluğunun (kendini ölçüsüz ve mesnetsiz üstün, farklı addedişin; ‘marazlı narsisizm’in), nasıl bir malzeme ve hangi telafi düzeneği ile millet olunduğuna işaret ettiğine de tanık olacak kanımca.22 Öyleyse hikâyeye girelim.

Her ne kadar Yeni (Genç) Osmanlılar (Namık Kemal, Ziya Paşa, vs.) ve Jön Türk muhalefeti döneminde “vatan”23 vurgusu yapılmışsa da, 1913’e (Balkan Savaşları sonrasına) değin “devlet” kutsamasının belirleyici olduğu; “laik bir ulus” kavramının ortaya çıkması ve kutsanmasınınsa 1908 (II. Meşrutiyet’in ilanı) sonrasına denk geldiği söylenebilir.24 Öte yandan, Türk milliyetçiliğine II. Abdülhamit döneminden uzanan damarlar da var. “Anadolu’nun Türklerin vatanı olarak tasavvur edilmesi”, Türklüğün resmi ideolojiye katılır olup özellikle muhalif çevrelerde dinden arınmış bir Türklük bilincinin uyanması,25 Türklüğün bilhassa askeri okul kitaplarında sahiplenilişi, Osmanlıların kökeninin İslam öncesine taşınışı, Anadolu’nun  Osmanlı’da yaşayan Türklerin ocağı olarak kabul edilir oluşu, Abdülhamit’in devlet dilinin Türkçe olmasındaki ısrarı, 1894’ten itibaren imparatorluktaki tüm okullarda Türkçe kullanımının zorunlu kılınması söz konusu damarlar olarak Atalay tarafında anılmakta. Balkan Savaşları sonrası -yaşanan büyük toprak kaybı ile birlikte- Osmanlıcılıktan Türkçülüğe “ihtida” ediş ve Türk Ocağı çevresinde yükselen ruh,26 İttihat Terakki Cemiyeti’nin 1916 Kongresi’nde Osmanlıcılıktan tamamen vazgeçip Türkçü, laik ve devletçi bir tutum benimsemesi de söz konusu damarlanmalar içinde anılmaya değer.

Dikkati çeken husus, Kurtuluş Savaşı ile birlikte ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında seküler milliyetçi dilin İslami dile doğru kırılma gösterişidir. Sakarya Savaşı sonrası (19 Eylül 1921) Gazilik ünvanı verilen Mustafa Kemal, uğruna kan dökülen vatanı İslâm’ın harîm-i ismeti (kutsal ocağı) olarak anar ve kutsiyet İslami içerikle ifade edilirken, Çerkez, Laz ve Kürt de anasır-ı İslâm olarak kabul görecek; 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan olunurken “devletin dini din-i İslâmdır” maddesi anayasaya eklenecektir. Çok gecikilmez, 1923’ten itibaren kanunlarda, resmi belgelerde “Kürtler ve Türkler” yan yana anılmaz, “Müslüman” ibareleri de ayıklanmaya başlanır. 1925’teki Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından az önce “Türklüğün sınırları yeniden çizilir”. Türk Ocakları kurultayında İsmet İnönü vaziyeti şöyle takdim eder: “… Milliyet yegane vâsıta-i iltisakımızdır. Diğer anâsır [unsurlar] Türk ekseriyeti karşısında hâiz-i tesir değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anâsırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsâf her şeyden önce Türk ve Türkçü olmasıdır”.27 1925’in sonunda Halifelik kaldırılır28, tarikatlar yasaklanır, Şapka Kanunu çıkarılır, Tevhid-i Tedrisat ve Takrir-i Sükûn kanunları yürürlüğe girer, basın susturulur, muhalefetin kapısına kilit vurulur. 1912’de kurulup Kurtuluş Savaşı sırasında örgütlülüğü askıya alınan Türk Ocakları Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Türk milliyetçiliğinin ocağı olarak faaliyetlerine başlar. 21 Aralık 1930’da Kırklareli’nde Atatürk (‘bozkurt’la simgelenen) Türk Ocakları’nın amacını şöyle tanımlar: “Türk Ocakları, Türk tarihinin kutsallığını, Türk milletinin asaletini, dünyaya ilk tarihi kuranın kendi soyları olduğunu anlatmayı başardıkları gün vazifelerini yapmış olacaklardır…”29 Türk Ocakları’nın kapatılıp (10 Nisan 1931) yerlerine Halkevleri’nin açılışı, Türklük şuurunun doğrudan devlet eliyle halkla takdim edileceğinin işaretidir. Anadolu insanını ve medeniyet köklerini Orta Asya Türkleri ve medeniyetine bağlamak (o anlamda dinden boşaltılan sahaya millet duygusunu yerleştirmek) ve Anadolu’nun tarih boyunca bir Türk yurdu olduğunu tescil ettirmek30 niyetinde olan Ata’nın yönlendirmesi ile 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (daha sonra Türk Tarih Kurumu olacaktır) ve 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti (sonrasında Türk Dil Kurumu) kurulacaktır. TTT’nin üç yönelimi vardır: 1. Türk’ün tarihinden Osmanlı ve İslam geçmişini silmek; 2. Yeni Türk’ü kutsal bir tarihsellik ve bir büyük anlatı içinde kurgulamak; 3. Gerçeği değil, düşlemsel olanı sahiplenmek. Öyle ki; iş, Avrupa’dan beş bin yıl önce Yontma Taş Devri’ni terk edip Avrupa’ya ayak basışı ile Avrupalıyı da mağaradan çıkaran Türk’e ve tüm medeniyetlerin kaynağında Türk’ü görmeye dek varacaktır.31 Türklerin dünyadaki en eski ırk olup ilkin güneşe taptıkları (yaşam kavramlarını o münasebetle güneşten esinlendikleri) ve dahi tüm dillerin “proto-Türkçe”den kaynaklandığı düşsel gerçeğini bilim dünyasına kazandırmak da Güneş Dil Teorisi’ne nasip olacaktır. Örneğin, Dahiliye Vekili ve Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Sekreteri Şükrü Kaya, 1937’de Meclis’te yaptığı konuşmada (herhalde göğsünü gere gere) şunları söylemiştir: “Zaten insanlık tarihi Türklerle başlamıştır. Türk olmasaydı belki tarih olmazdı ve muhakkak ki medeniyet de başlamazdı”.32 Reşit Galip’e göre de, Türk ırkı, “uzun boylu, uzun, beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü” olup “beyaz ırkın en güzel örneklerinden biridir”.33 Bu ‘bilimsel’ tespitin serdedildiği yer bir tarih kongresidir ve hatip, katılanların “sürekli alkışlar”ına mazhar olur. Türkler, Harbiye Marşı’nda (1928), “Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadı” ise, Onuncu Yıl Marşı’nda (1933), “Türküz, bütün başlardan üstün olan başlarız/ Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız”dır. “Türk örnektir Tanrının her pürüzsüz huyuna;/ Dünya yaratılmıştır Türk’ün yüzü suyuna”dır (Ergenekon, Behçet Kemal, 1933).1934’te, Cumhuriyet gazetesinde, Âdem’in de Türk olduğu ve Türkçeden başka dil bilmediğine ilişkin bir yazı dizisi yayımlanır. “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “bir gün gelecek herkes Türk doğmadığına teessüf edecektir”, “Doğuşumdaki tek fevkaladelik, Türk olarak dünyaya gelmemdir,” diyecektir, Mustafa Kemal Atatürk. 1942’de Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ise, “Her inanın başında ve her inandan önce Türklüğe iman edeceksiniz” buyurur; “Türk’e inanmayan Türk değildir”.34 O kadar.

Atalay, ırk ve medeniyet adına gerçeklik kaygısı taşımaksızın ileri sürülen, akıl dışı kurgusal nitelikleriyle iman ve itikat bekleyen tezlerin, manevi boşluğun seküler bir kutsallıkla doldurulma ihtiyacından kaynaklandığı kanaatini paylaşır bizimle. 1934-1940 yılları arasında İstanbul Üniversitesi’nde ders veren ünlü filolog ve edebiyat tarihçisi Erich Auerbach, 1937’de Walter Benjamin’e yazdığı mektupta sahteciliğin ne denli aşikâr olduğunu yazar ve sözünü şöyle bağlar: “Almanya ve İtalya’daki korkunç ‘kan ve toprak’ siyasetinin sahteciliğini gördüğümde şüphelenmiştim; burada neredeyse kesin olarak emin oldum”.35 

 

 

MUSTAFA KEMAL ve TANRILIK MERTEBESİ

Atalay, kitabının kalan bölümlerini (Dokuzuncu Bölüm: ‘Kurtuluş Savaşı’ndan 10. Yıla Bir Tanrı Doğuyor’; Onuncu Bölüm: ‘Onuncu Yıl ve Sonrası: Tanrı’yı Halka Tanıtmak’; Onbirinci Bölüm: ‘Bir Tanrı Ölürse…’), yükselen seküler dinin içinde Mustafa Kemal’in nasıl tanrısallaşt(ırıld)ığını işliyor. Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, Büyük Savaş ile yaşanan felaket ve kayıpların ardından bir “mesih/ mehdi” kabulüyle Türk’e el veren bir “büyük kurtarıcı”nın, peygamber (İsa misali, ölmüş millete can veren, mucizeler yaratan) ve nihayetinde “tanrı” katına yükselen “Türklerin babası”nın hikâyesidir anlatılan: Yirmilerin ilk yarısında “Gazi kültü” katında (Kurtuluş Savaşı’nın kutsallığında) beslenen saygı ile eşitler arasında (açık ara da olsa) birinci iken; Mart 1925’te Takrir-i Sükûn kanunun kabulü ve Haziran 1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması ile birlikte -müstesna itibarlarını Kurtuluş Savaşı sürecinde kazanmış- mücadele arkadaşlarını tasfiye eden (ya da, emri altına alan); giderek (bilhassa otuzlarda) “tek adam” karizmasını tahkim eden Mustafa Kemal’in hikâyesi. 

“1927’de okuduğu Nutuk’un ardından artık Mustafa Kemal, tartışmasız biçimde Kurtuluş Savaşı’nı tek başına kazanan eşsiz komutana ve medeniyet savaşını vermek için ulusuna rehberlik eden öndere, yani Kemalist mitolojinin eşsiz kahramanına dönüşür.”36 Hamdullah Suphi için, O’nun muhabbeti kalplerde bir dindir. Hasan Âli Yücel, Nutuk’u, iman edişin “kutsal” kitabı olarak anar. Yakup Kadri, “siyasi kutsal kitap” olarak değerlendirir; “yeni Kuran” olacaktır. Parça parça tabletlere nakşedilip (“yeni dinin tabletleri”) İstanbul’un önemli noktalarına yerleştirilmesini önerir. Mehmet Emin (Yurdakul) için “Beklenen bir resul ruhuyla gel[miştir], Peygamber Muhammed gib[dir]”. Orhon Seyfi (Orhon) için “cesede can kat[andır]. Akçuraoğlu Yusuf için, “Kahramanlar tahlil ve idrak olunamaz; Kahramanlara perestiş olunur”dur (taparcasına sevilirler).37 1926’da ilkin Türk Ocakları’nın tüm şubelerini heykellendirme ile başlayan kültleştirme, İstanbul Sarayburnu’na ilk heykelin dikilmesi ile ivme kazanır.38 1928’de Taksim’e dikilen Cumhuriyet Anıtı bambaşka bir vak’adır. 30 bin kişinin katılımı ile tören ve nümayiş gece yarısına kadar sürer. (İsmet Paşa’nın açılışını yaptığı İzmir’deki heykelin açılışına ise 50 bin kişi katılmıştır!) Heykellendirme yarışı sürerken (bir yandan, bürolar, okullar, evler de büstlendirilip masklandırılmaktadır) Nutuk’un okunmasından kısa bir süre sonra Ata’nın resmi para üstlerine de yerleşir.39 “Harf İnkılabı”, “Başöğretmen Atatürk”, Millet Mektepleri ile kültleştirme tüm hızı ile devam edecektir. 

Ol minvalde, iki büyük “seküler kutsallık orjisi” yaşanır; Cumhuriyet’in 10. yıl kutlaması ve 10 Kasım 1938, Ata’nın kaybı. Öncesinde devlet eliyle yürütülen hazırlıkları, tertip (ve takip) edilen40 yoğun katılımlı törenleri ve seferber edilen müsamereleri, temsilleri, şiirleri, müzikleri, resimleri, heykelleri ve yayımcılık faaliyetleri ile Cumhuriyet, Türk milliyetçiliği ve Gazi kültünün (bir bütün olarak) yeniden tahkim edildiği müstesna hadisedir, 10. yıl /1933 ve 10 Kasım/ 1938. 

10. yıl kutlamalarında müsamereler, “boğucu taşra havasına getirdiği nefesle kısa sürede tiryakilik yaratırlar”. Örnekse, Yaşar Nabi’nin (Nayır), Tanrı’nın, Türk’ün yaşadığı çilelere onca uzun zaman kayıtsız kalması ile sorgulandığı İnkılap Çocukları piyesi ve Beş Devir’i (“Taparsa çok mu sanki bütün bir millet ona!”); Galip Naşit’in Destan’ı (“Hangi Tanrının ruhu bu varlıkta yaşıyor.” “Hepimizin kafası tek bir varlığa tapar.”); müthiş mucizenin sırrını yüklenmiş peygamber tasviri Mustafa Kemal’iyle Vasfi Mahir’in (Kocatürk) Yaman’ı; Halit Fahri’nin (“Ölüye can verişi bir iş mi ki İsa’nın/ En büyük Peygamberdir bir milleti dirilten.”) Onuncu Yıl Destanı41, vs. Şiir faslında ilk ağızda sayılacak isimler, Behçet Kemal (“-Nasıl girerse girsin- ilk bedene o ilk ruh/ Gazi Anadolu’ya girer gibi girmiştir..  / Bu, Tanrı aklının da zor aldığı bir iştir…”)42, Faruk Nafiz, Aka Gündüz, Yaşar Nabi’lerdir. Behçet Kemal ve Faruk Nafiz’in 10. yıl marşını (Türklüğün ezel ebed olduğu, karanlığın üstüne güneş gibi doğduğu, tarihten sonra da var olacağı [?], hep önde ve ileri olduğu, vs.) birlikte yazışları özel olarak anılmalıdır.43 “Bağrında kalp yerine birer Mustafa Kemal çarpanların” Halkevleri’inde, halk hatipliği ve okullarda gözetilen 10. yıl ruh iklimi ve terbiye de kitabımızda ayrıca takibe değerdir.44

10 Kasım 1938, Türklerin atasının ölümü, 10. yıl ruhunu içselleştirenler için tam bir şoktur. Şok atlatıldıktan sonra yaşananlar, yürütülen yas çalışması da, elbet, kaybedilenin şahsında kaybedilenlerle bağdaşımlıdır. Şok atlatıldıktan sonra Atatürk mistisizmi; kaybedilenin tanrısallığı, ölümsüzlüğü ve milletle vahdeti yeniden alevlenir: “ne o bizden ayrı bir şeydi, ne de biz ondan ayrı olduk”, “O, bizim içimizden çıkmıştı, gene bizim içimize girdi”, “Atatürk ölmedi. Atatürk tekrar millet arasına karıştı. Atatürk bizim her nefesimizde yaşıyor”. Atatürk ölmüştür ama “Türk milleti ölmeyecektir”. “Yerini vermek için Tanrı [onu] yanına al[mıştır]”. “Atatürk cesetlenmiş ruhumuzdu. O tekrar gövdemize sindi. Şimdi Türk milleti kitle halinde Atatürk’tür.” Nurullah Ataç’a göre de, Atatürk’ün “bedeni varlığından ayrılmakla Türk’ün ruhu” olmuştur. “Kemal Atatürk bu toprağın her zerresinde, bu memleket insanlarının hepsinin kanında” yaşamaktadır.” “Teneffüz ettiğimiz hava O’dur, yediğimiz ekmek O’dur.” “Tanrıtürk” olmuştur o. Bir yıl sonraki 10 Kasım’da, Behçet Kemal, “Ölümden ne irkil ne de ürk Atam!/ Bak; her Türk bir parça Atatürk, Atam!” Hatta, Behçet Kemal, 40’ların başında, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini Atatürk’e uyarlamıştır da.45  

 

 

TANRISALLAŞ(TIRIL)ANIN KAYBINDA/ KAYBIYLA YAŞANANLAR

10. yıl ruh iklimini yansıtan piyeslerde, şiirlerde (hatta, resim, heykel ve romanlarda) dikkati çeken, tüm tanrısal tabiat güçleri ile mücehhez (tanrısallaştırılmış) bir Mustafa Kemal kültünün inşa edilmesine özen gösterilmiş olmasıdır (“Topladı avucuna yıldırımı, şimşeği/ Yoktan var ediyordu Tanrı gibi her şeyi.”/ Yusuf Ziya Ortaç). Bu tavrın, bir nevi “paganizm” ya da “vahdet-i vücut” anlayışını yansıttığı söylenebilir (Atalay’ın da vurgulaladığı üzere; “fevkalbeşer, peygamber, tanrı”)46. Tüm tabiatta Tanrı’yı, insanda O’nun suretini görmek; varlığı, varoluşu, bir ‘kurucu ideal’ olarak O’nda idrak etmek yollu tasavvuf anlayışının, Mustafa Kemal (“Türklerin atası, Atatürk”) ideali üzerinden (tasavvufi olanın seküler olanla mezcedilmesi, seküler olanın tanrısal tabiat güçleri ile özdeş kılınışıyla) yeniden kuruluşu/ kurgulanışıdır, Ata’nın kültleştirilmesi ile yaşanan. Ancak, kurgusal düzlemde bir ‘millet’ algısı ya da kabulü olarak kendisine yansıtılan tanrısallık ile birlikte Ata’nın, kendisinin de kendisini, millet, devlet, parti ile özdeş takdim etmesi (ya da takdim edilişini kabullenişi) yaşananı ayrıca anlamlı ve işlevsel kılan husustur. Bir başka deyişle; tanrısallaş(tırıl)anın, -kişi kültü ile yükselen tüm milliyetçi, totaliter ya da faşist kitle psikolojisi dalgalanmalarında olduğu üzere- kendi şahsında kendisinin temsil ettikleri ile birlikte millete derin bir özdeşim (tanrısal hüviyeti ile ‘millet’ olarak kendine vurulma, sevdalanma) ve ideale tâbiyet (kutsal bağlanma) imkân ve şartını temin etmesidir yaşanan. (Celal Bayar’ın otuzların ortasında diline dolayıp milleti çağırdığı ibadet de ona delalet eder: “Atatürk’ü sevmek ibadettir”).47 

Şu sorulabilir (sorulmalı); Gazi kültünün kuruluşu kendiliğinden midir? Gazi’nin kendisi kendisinin kutsanmasına razı mıdır? Kuşkusuz, kendi özerk varoluşsallığına yaslanmakta (kendi ayakları üstünde durmakta) zaaf yaşanan ânlarda (yapısallığın düzeyi ile koşut derinlik ve yoğunlukta olmak üzere) ruhsal gerileme (‘regression’) yaşanması ve varlığın, kutsanan bir ideal ve taşıyıcısına armağan/ teslim edilme48 eğilimi (makbul değilse de) insani bir haldir (‘ruhsal gerçeklik’e dahildir). O bakışla, anılan kayıplar (kimisine göre vatanın, kimisine göre dinin elden çıkışı) sonrası Türklerin (her toplumsal kesimde farklı derinlik ve yönelimde olmak üzere), kayıplarını bir kurtarıcıda ve kurtarıcı ile özdeş bir idealde telafi etme eğilimi de anlaşılırdır. Ancak, kurtarıcı idealin tanrı ve tanrısal tabiat güçleri ile hemayar kabulü, -ideale bağlanma ve idealden beklenen adına- ürpertici bir gerilemeye ve derinliğe işaret etmektedir.49 Ve yine anlaşılan odur ki, devleti ve milleti temsil (onlarla kendini ‘vahdet’ hâlinde takdim) eden güç de, muktedir olabilmek için, öylesi bir bağlanma ve yatırıma muhtaçtır. Soruya dönersek, Atalay, “yönetimin ve Atatürk’ün bu kutsallaşmadan rahatsız olduklarını savlamak da bana ikna edici gelmiyor” diye yanıtlıyor sorumuzu. Bence de çok açık ve ayrıca izaha muhtaç değil; eşyanın tabiatı. Kendisi de ifade ediyor; kişi kültünü kuran ve harlandıranlar zaten yönetimin içinde yeri olanlardır ve yapıp ettikleri ile itibar kazanmışlardır. Dahası; Nutuk’ta Mustafa Kemal’in bizzat takındığı tavır da; devlet tarafından bastırılan ders kitaplarının içeriği de; para, pul, okul ve resmi dairelerden Mustafa Kemal resimlerinin eksik edilmeyişi de; devlet eliyle (ve zaman zaman doğrudan Ata’nın elden geçirişleriyle) hazırlanan, bastırılan ve Halkevleri’nde oynanan piyesler de; Halkevleri hatiplerinin nutukları da, -daha fazlasına ihtiyaç yok- Ata’nın, sağlığında heykelleri ile ölümsüzleştirilmesine rıza gösterişi de sorumuzu yeterince yanıtlamaktadır. Linke, şöyle izah ediyor: “[K]endisinin Mesih ile kıyaslanmasını arzu ettiğine bir türlü inanamıyorum. Ama tabii elbette, kendisi en azından sessizce rıza göstermese, ona bu tarz atıf yapmak da mümkün olmazdı”.50 

 

 

DEĞERLENDİRME

Andığım o balkonlardan, pencerelerden, bahçelerden soracak olursam; kalpaklı ya da modern kisveli suretleri, büstleri ve bayraklarıyla Kemalist külte tutunma, Türk milliyetçiliği ile tanrısallaşan o kurtarıcıya (‘inanç katına taşınıp kutsanmış bir ideoloji’ye) sığınma telaşının hikmeti -hâlâ- ne ola? Yaşanan karanlık nasıl bir karanlıktır ki, aydınlığa çıkmak için Ata’nın ışığına, tarihin gerisinden uzatacağı ele, ilhama, telkin edeceği cesarete muhtaçtır o bahçeler, balkonlar, pencereler? Bugün yaşanan, karanlığı hepimizin üstüne çöken rejim; hukukun üstünlüğünü, güçler ayrılığını, demokratik kurumsallık ve işleyişi, temel hak ve özgürlükleri (yani, Cumhuriyet’i anayasal/ demokratik kılan temel değerleri), tüm farklılıkları ile kimliklerin anayasal eşit yurttaşlık hakkını, çoğulculuğu, adil-serbest-açık rekabete dayalı seçimleri ve basın-yayın özgürlüğünü hükümsüz, geçersiz ve itibarsız kılan; ‘patronaj’ ve lidere itaat esaslı, kendisiyle oydaşanı yerli ve meşru ötesini gayri meşru addeden, klientalist (kendinden olanı kollayıp kayıran), emek karşıtı-sermaye yanlısı (günün koşullarında, ‘neo-liberal küresel kapitalizm’ toprağında boy atmış), paranoyaya varacak raddede iç ve dış düşmanı eksik olmayan, ırkçılık düzeyinde ayrımcı-milliyetçi (toplumsal homojenliği esas tutan), otoriter olanın da fevkinde sağ-muhafazakâr popülist bir ‘tek adam’ rejimi ise; bayrakları, büstleri, resimleri ile o ikonik köşelerde çağırılan (ya da, yeniden kurtarıcı hikmetine ve himmetine sığınılmak istenen) ışık/ ruh, mevcut karanlığı dağıtmaya elverişli midir? Aynadaki ikizinin karanlığı ve yaşattığı karabasandan kurtulmak isteyenlerin, yansımanın kaynağına hasretle koşmak istemeleri nasıl anlaşılmalıdır? Eğer, sağ-muhafazakâr otoriter/ totaliter karanlığın ilacı; sınıfsal, kültürel, kimliksel tüm mağdur ve madunları ile halka sığınmak, halkın içinden/ halkın dili ile -halk olarak- muhalefet etmek, verili kurumsal muhalefet yerine öfkesi, sevgisi, şefkati ile ‘biz’ dayanışması içinde ve samimi itirazı ile halk olarak muhalif siyasi özneyi inşa etmek, aşağıdan gelen demokrasi, özgürlük ve barış taleplerini toplumsallaştırmak; ırkçı, milliyetçi, eril cinsiyetçi (muhalif halk iradesini içeriden bölen) her türden ayrımcılığa karşı olmak ise; o koşu nereye? Kurucu ve idame ettirici değerlerde fark yok ise, küskünlük neye? İmgesi ve kendisi -elbet- özde aynı ise, aynadakinden hareketle, kırıklık niye? Üstelik, bu kez, önderde temsil olan, kültürel ve inançsal kimliğiyle tam da (kendiliğinden) kendisi ise; kamusal eşitlikçi ve özgürlükçü bir teklifin de olmaksızın, mazideki zorlamalı kendiliğe teveccüh beklemenin âlemi ne?51

 

1 İletişim Y., 2018.

2 ‘Nedenlerin yeterli bilgisi ve ussallığı’ Etika’sında mihmandar kılan, ‘sonsuz Doğa’yı ‘Tanrı’ olarak anıp tümdengelimli tavrı ile hayata açılan, yolunu nihayetinde ‘demokrasi’ye çıkaran Spinoza’nın (bir ön-Aydınlanmacı olarak) anılmayışının dikkatimi çektiğini belirtmeliyim.  

3 Türk’e Tapmak, s. 42, 41.

4 Elbet, dinin eski yatağından akan siyasalın dinin törenselliğini ikame etmesi de kaçınılmazdır. Sovyetler’de, vaftiz ettirilmeyip ‘Ekim ettirilenler’, kilise evliliği yerine ‘kızıl evlilik’ler, ‘kızıl cenaze törenleri’, Stalin dönemi (‘seküler cadı avı’ karşılığı olmak üzere) ‘temizlikler’, ‘büyük lider, halkın babası’ Stalin portleri ile evlerde kurulu ikonik köşeler; İtalya’da tüm faşist merkezlerde kilise çanı muadili bir çanla inananların toplantıya çağırılmaları; Almanya’da, mücadelede kaybedilenlerin kanı ile kutsanmış gamalı haçlı bayraklar, öteki bayrakların onunla (bizzat Hitler tarafından) kutsanışı, herkesin katılımcı olduğu (1934’tekinde 120.000 kişi) devasa kalabalıklarıyla ayinleştirilmiş yürüyüşler, tarikatimsi örgütlenişiyle SS’ler, vs., vs.

5 Falih Rıfkı, Çankaya adlı kitabında, Ali Fuat Cebesoy, Yunus Nadi ve Necmettin Sadak ile katıldıkları Hitler’in 50. yaş yıldönümünde, Hitler’in şöyle söylediğini naklediyor: “Onun [Mustafa Kemal] ilk talebesi Mussolini’dir, ikinci talebesi benim!” (Türk’e Tapmak, s. 64). Lakin, yine Falih Rıfkı Bey’e göre, Mustafa Kemal ikisinin de lehine konuşmazken Lenin’i sever imiş. Öte yandan, yazar Stefan Ihrig ise (Naziler ve Atatürk isimli kitabında) şöyle beyan etmekte: “Naziler için Türkiye eski Doğu değildi; Almanya’ya getirmek istedikleri modern milliyetçi ve totaliter siyasetin bir bayraktarıydı” (Türk’e Tapmak, s. 68).

6 Türk’e Tapmak, s. 70 (Kemalist Tek Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Oku, İletişim Y., 1995, s. 322-323).

7 Atalay, “dinin reforme edilerek kazanılması, Türklüğe payanda kılınması” tavrını (İttihat Terakki Cemiyeti’nin ve Gökalp-Akçura çizgisinin radikal de olsa bir devamı addederek) “telifçi”; İslam’ın tümden reddini ise “radikal” olarak adlandırıyor. Osmanlı ulemasının devlet ideolojisine içerilmişliği ile birlikte -çok partili dönem de dahil olmak üzere- Cumhuriyet tarihi boyunca ve 2000’li yılların başına dek, ‘sivil din’in, türlü sentez çabaları ile birlikte “telifçi İslam siyaseti” üzerinden yaşandığına da değinecektir Atalay (s. 78).

8 Türk’e Tapmak, s. 79. 1935 tarih ve 2845 sayılı kanuna dayanarak (kadro dışı camiler nitelemesi ile) mevcut camilerin yüzde ellisine yakınının yıkıldığını ya da satılıp kapatıldığını; yirmilerin ikinci yarısından itibaren ‘Ramazan’ın önemsizleştiğini (gazetelerde iftar ve sahur vakitlerinin yayımlanmadığını, 1934’ten itibaren radikal biçimde silinmeye yüz tuttuğunu); din eğitiminin 1928’de ortaokul, 1933’te ilkokul müfredatından çıkarıldığını, 1938-39 öğretim yılında sonlandırıldığını; din öğretimine ilişkin kitap yazımının engellendiğini (1935’ten 1942’ye  o konuda eser yayımlanmadığını); 1924’te açılan ve açıldığı yıl sayısı 29 olan İmam Hatip Mektepleri’nin 1926’da sayısının ikiye  düşüp 1930’da öğrenci yokluğu nedeniyle kapatıldıklarını; 1924’te kurulsa da giderek müderris ve talebesiyle cılızlaşan Darülfünun İlahiyat Fakültesi’nin 1933’te -üniversite reformu ile- kapatıldığını da anacaktır Atalay (s. 80-82).  

9 Türk’e Tapmak, s. 89. Ziya Osman Saba’nın “Her Akşamki Yolumda” şiirinin (1934) şu dizeleri her şeyi anlatıyor sanki: “Rabbim, şuracıkta sen bari gözlerimi yum/ Sen bana en son kalan, ben senin en son kulun;/ Bu akşam artık seni anmayan İstanbul’un/ Bomboş bir camiinde uyumak istiyorum” (s. 88-89). Hem döneme dair bir serzeniş, hem de bir miktar mizahla yüklü sanki.

10 Türk’e Tapmak, s. 89-90.

11 Daha önce (resmi yayınlarda da geçtiği hâliyle) Kemalizmden ‘mezhep’ olarak söz eden Yakup Kadri, 1931 tarihli yazısında “Kemalizm tarikati” ifadesini kullanıyor. Falih Rıfkı ise, 1933’te, Kemalizmin bir “vahiy” olduğunu ima ediyor (s. 99-100).

12 Türk’e Tapmak, s. 104. Halkevleri, “camilerde gerçekleşen kamusal yaşam”ın modernleşme sürecindeki karşılığı olarak değerlendirilebilir. Halkevlerinin üstlendiği temel ödevler arasında “asırların sakat din telakkileri” ile mücadele de vardır (Türk’e Tapmak, s. 105, Neşe G. Yeşilkaya’ya gönderme, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce/ Kemalizm, İletişim Y., 2009 içinde). 

13 Her biri bir “inkılâp mistiği” olmakla birlikte, örneğin, Kadroculardan Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir’de ‘bilim-teknoloji-ilerleme’; Recep Peker, Mahmut Esat Bozkurt, Reşit Galip gibilerde ‘Türklük’ kutsalı öne çıkar. Şairler ve edebiyatçılar içinse,  Mustafa Kemal “en büyük Türk”tür, “Türklüğün peygamberi”, vb.’dir; yani, kutsalın ta kendisidir (s. 108).

14 M. Şükrü Hanioğlu, “The Historical Roots of Kemalism”, Democracy, Islam and Secularism in Turkey, Columbia University Press, 2012 içinde, s. 37 (Türk’e Tapmak, s. 108).

15 “Şinasi, bu kasidelerle medeniyetten bir din gibi bahseder. Hiç olmazsa kıyas ve ikamelerini dinin lügatinden alır. Getirdiği nizamla bize medeniyetin kapısını açan Reşid Paşa’yı bir peygamber gibi över” (Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Dergâh Y., 2012, s. 204, Türk’e Tapmak, s. 114). (Atalay’ın, alıntılarındaki italiklerin, kişisel vurgu temsili olduğunu anlıyorum.)

16 Eric Jan Zürcher’e göre, ‘sosyal ve kültürel devrim’ esnasında, kabine üyeleri ve Atatürk’ün çevresinde bulunanların % 84’ü imparatorluğun Batı ile entegre olmuş kesimlerinden gelen, ezici çoğunluğu seküler okullarda okumuş, Batılı eğitim almış ve çoğunluk Fransızca olmak üzere bir Batı dilini bilen kişilerdir. Yani, sınıfı temsil eden değil, kültürüne özenen (kuruculuk ve kurtarıcılığın oradan geçtiğini düşünen) şahıslardır. Ziya Gökalp’in aksine (Atatürk’ün çizgisine de biatle) ‘hars’ ve ‘medeniyet’ ayrımı gözetmemek gerektiğini ihtar eden Hamdullah Suphi’nin, Meclis kürsüsünden, lokomotife evet, dansa hayır demenin medeniyetin tabiatına aykırı düşeceğinden bahisle verdiği cevap pek hoştur: “Arkadaşlar! Pekiyi bilirsiniz, medeniyetler bir memlekete girerken gümrüklere uğramaz, şunun ve bunun mütalâasını almaz, tasvibini beklemez, gelenler, eğer bir takım ihtiyaçların, bir takım zaruretlerin neticei tabiiyesi ise mutlak içeri girerler. Mani olamayız”. “Çok doğru sesleri” de Meclis Zabıt Ceridesi’nde yerini almıştır, ayrıca (s. 119)

17 Türk’e Tapmak, s. 116.

18 Türk’e Tapmak, s. 127-128. Bu türden ‘medeni olmanın icapları’ daha ileride “sünnet-i seniyye” diye anılmakta! Az önceki satırlarınsa, bana, sevgili Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak’ını (devlet marifetiyle sahnelenen medeniyet mukallitliğinin, özenticiliğinin yüklendiği kaçınılmaz mizahı) hatırlattığını da paylaşmalıyım. Günümüzde, açıkta içki içmenin ‘devrimci’ muhalefetten sayıldığını da elbet.

19 Materyalist anlayışın ateşli savunucularından ve Jön Türkler’in ilklerinden Abdullah Cevdet (Cumhuriyet’in ilk yıllarında da ateşini sürdürerek), tasavvuftan medet umup materyalizm ile İslam arasında uzlaşıyı mümkün görmekte iken; Baha Tevfik (Madde ve Kuvvet’in çevirmeni yoksa o mudur? [s. 152]), uzlaşı arayışlarını takmayan saf materyalistlerdendir. Uzlaşı falan derken, Yakup Kadri’nin, “tasavvufu devolope ettirebilseydik laikliğe gerek kalmazdı”sını da öğreniyoruz (s. 153)

20 Türk’e Tapmak, s. 140, 141.

21 Türk’e Tapmak, s. 156. (Yeniden belirteyim; alıntılardaki italik vurgu yazardan nakildir.) 

22 Bu tür bir değiniyi Ayşe Kadıoğlu da yapmış (s. 165, dipnot 5).

23 Vatanın “namus” addedilmesi, “anne” ya da “sevilen kadın” olarak kabul edilişi Namık Kemal’den itibaren hayatımıza katılmış (s. 172); namusun milletle de ilintilendirilmesiyle duygusal yatırım Jön Türklerde zirveye erişmiştir (s. 173, 52. dipnot). Öte yandan; namusa el uzatma ihtimali olanlara gereken bedelin ödetilişi de vatan kavramının serpilme ve kökleşme serüvenine dahildir. Büyük Savaş’ın başlaması ile önemli sayıda Rum Yunanistan’a kaçmış, sonrasında 1,5 milyon Ermeni’den (soykırım ve tehcir neticesinde) anca 100 binden azı kalmış, Anadolu (Çerkez, Pomak, Boşnak, Laz ve Kürt’ü ile) tam anlamıyla Türkleştirilmeye müsait bir yurt hâline gelmiştir (s. 174, dipnot 57). 

24 1908 Devrimi’nin halk tarafından dinsel değil politik duyarlıkla muhatap alınışı, II. Meşruiyet’in/ ‘Hürriyet’in ilanı’ ile Anayasa’nın yeniden yürürlüğe girişinin milli bir bayram olarak kabul edilip o günün okullara tatil olması ve 1909’daki Anayasa değişikliği ile padişahın vatan ve millete sadakatle yemin eder oluşu da anlamlıdır.

25 “Türk” kelimesi bir ulusun adı olarak ilk kez Mehmet Emin Yurdakul tarafından (1897 Osmanlı-Yunan Savaşı sırasında) kullanılıyor (s. 168, dipnot 26).

26 Milliyetçiliğin bayrak isimlerinden Hamdullah Suphi’den Türk Ocağı kurucuları ağbilik yapmasını istediklerinde, Suphi, etnik kimlikle dava yürütmenin imparatorluğu dağıtacağına işaret edip (zaten kendisinin de Çerkez olduğunu beyanla) teklifi reddetmiş; ancak, o yıl (1912) içinde âniden Türklüğünü keşfedip 1913’te de Ocak başkanlığını üstlenmiştir (ki, 1931’e dek sürecektir başkanlığı [s. 174, dipnot 55]). Balkan Savaşları ve Dünya Savaşı esnasında orduda “Bozkurt” sembolünün kazandığı rağbet de dikkati çekicidir.  

27 Türk’e Tapmak, s. 180.

28 ‘Devletin dini İslamdır’ın kaldırılması ve (CHF’nin umdelerinden olan) ‘laiklik’ ilkesinin ‘devletin temel niteliklerinden’ sayılmak üzere anayasaya girmesi 1928’dedir. 

29 Türk’e Tapmak, s. 186. Mete Tunçay, bozkurtun 1930’lara kadar T. C.’nin resmi sembolü olduğunu söylemekte (s. 186, dipnot 102). Türk Ocakları’nın 1931’deki üye sayısının 30 binden fazla olduğunu da aktaralım (s. 188).

30 1923’te Adana’da şöyle söyler: “Bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşıyacaktır… Memleket en nihayetinde yine sahibi aslilerinin elinde takarrur etti. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir” (Nimet Arsan’ın derlediği Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK, 1997, s.130, Türk’e Tapmak, s. 202, dipnot 164).

31 Hal böyle olunca, Cumhuriyet’in Batılılaşma hamlesi, bir tür “öze dönüş” anlamı da kazanmış olur. Kökü, kökeni ve üstünlüğü bilimsel olarak böyle tanımlanan medeniyetin hâkimiyet ahlakı da bilimsel olarak doğrudur elbet. Mahmut Esat Bozkurt’un, “… bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır” (s. 207-208) tespiti de kendiliğinden bilimsel bir nitelik kazanmış olur. Kuşkusuz, söz konusu ‘bilimsel’ tespitlerden Kürtler de yararlandırılacaklardır (ya da, yararlandırılmışlardır)! Türklüğün ayrıcalı konumuna antropolojik katkılar da yapılır. Kafataslarının şaşmaz bir şekilde brakisefal olduğu tespit edilir. Misal; Mimar Sinan’ın kabri açılır, kafatası ölçülür, brakisefal ve Türk olduğu saptanır.  

32 Türk’e Tapmak, s. 198.

33 Türk’e Tapmak, s. 213. Behçet Kemal, Türk Neşriyat Kongresi’nde, inkılâpçı olarak her şeyden önce “iman”a ihtiyaçları olduğunu; ne denli güzel olursa olsun o imanı sarsacak hiçbir şeyin memlekette yeri olmadığını bildirir. Yakup Kadri de, Katolik kilisesi ya da diğer inanç merkezlerinin hurafe ile işlerini gayet güzel yürütüşlerinden hareketle, ‘bize niye çok görülsün ki’ der gibidir (s. 214). 

34 Türk’e Tapmak, s. 218, 219-220, 222, 216.

35 Türk’e Tapmak, s. 214.

36 Türk’e Tapmak, s. 235. Perry Anderson, ‘Kemalism’de (London Review of Book, cilt 30, sayı 17, 2008), “Kendi başarılarını övdüğü, 36 süren, sekiz gün boyunca devam eden, nihayetinde 600 sayfalık bir cilt olan nutuk, otokrasi tarihinde bir rekordu” diye anacaktır, Nutuk’u. Rız Nur ise, Nutuk’a vehmedilen dini havayı şöyle istihza edecektir: “Bu kitap size hurafatta muskalara isnat olunan hizmeti görecektir, görünür görünmez kazalardan masun bulunduracaktır”. Ve ekler: “Bu ne maskaralık. İki okkalık muska. Hocalar çok insaflı insanlarmış” (s. 238). Mustafa Kemal’in her satırı ile özel olarak ilgilendiği liseler için hazırlanmış tarih ders kitabında (Tarih IV) ise şöyle geçer: “1918’den 1922’ye kadar Anadolu’da olup geçen dört yıllık olaylar göz önünden geçirilirse, bu olayların toplamına ‘mucize’den daha uygun bir tabir bulunamaz” (s. 230). Dileyenler, Hasan Âli dahil “mucize” nitelemesini kullanmak için yarışanları s. 230, dipnot 19’dan okuyabilir. 

37 Türk’e Tapmak, s. 237, 238, 239, 240, 245.

38 İslam kültüründe yeri olmayan heykelin dikilmesi başlı başına bir tabunun kırılması olduğu gibi, bir faninin hayatta iken heykelinin dikilmesi ayrıca ilginç bir durumdur; Atatürk’ten sonra bir de Stalin’e kısmet olacaktır (s. 234).

39 Mussolini, Hitler, Stalin, vs.’nin para üstünde resimleri yok iken Ata’nın vardır. Lenin’inkiler bile ölümünden otuz yıl sonra para üstüne konacaktır (s. 242, dipnot 59).

40 “Bu kutlamalar hakkında [10. yıl kutlamaları] hatırlanması gereken husus şudur: Halkın kutlamalara katılması değilse de, ‘izlemesi, onaylaması ve alkışlaması’ beklenmekte, hatta gerektiğinde kolluk kuvvetlerinin müdahalesiyle bu beklenti hayata geçirilmektedir. Toplamda bin konferans ve 500 temsil verilmesi ve şehir ve kasabalara getirtilecek köylülerle beraber toplamda bir buçuk milyon kişinin kutlamalara katlması hedeflenir” (s. 253-254). Yakup Kadri, Sovyetler’deki Kızıl Meydan kutlamalarından esinle, bu tür kutlamaların “inkılâbın ne kadar hesaplı, şuurlu bir sistem dairesinde yürü[tülen]” bir şey olduğuna delalet ettiğini; görülen manzaraların “mürettip” olmasının (Yakup Kadri, ’tertip’ yerine kullanmış olmalı), temsil ettiği şeyin kıymetini azaltmadığını, devrim adına zaruret olduğunu belirtecektir (s. 254, 3. dipnot). O arada, halk, 1933’ten itibaren, evlerde, okulda ve işte birer Gazi büstü ile ‘Gazi Köşesi’ kurmaya davet edilir (Birol Caymaz, çağrının, Japonya’daki Budist ve Şintoist tapınaklarını hatırlattığı görüşünü paylaşır). Gizemci heveslerin bir başkası da, Recep Peker’in önerdiği “toprak alım merasimleri”dir. Her yerden usülü önden belirlenmiş bir törensellik dahilinde birer avuç toprağın alınıp Ankara’ya -yine esasları önden belirlenmiş- bir merasimle gönderilmesidir sözü edilen. (Cumhuriye gazetesi, Cumhuriyet Meydanı yapılan Beyazıt Meydanı’ndaki törenin görkeminden ve “10 binlerce halk”ın [vaktin Türkçesi!] bahseder [s. 255-256]).

41 Türk’e Tapmak, s. 258-265. 

42 Behçet Kemal’in Hamdullah Suphi tarafından Meclis kapısında keşfedilen bir genç şair olarak sahiplenilmesi ve Ata’nın ona hasrettiği özel ilgi ilginçtir gerçekten de (s. 271-276).

43 Atalay, CHP’ye yön vermek ya da temsil ettiği zihniyeti beslemek üzere çıkan Ülkü ve Kadro dergilerini de kıyaslıyor. Kadro dergisinin ilk 23 sayısında inkılap ve bilim kutsaması varsa da, Mustafa Kemal kutsaması açık değildir. Ancak, Onuncu Yıl kutlamaları ile durum değişir, o da kişi kültünü parlatmaya katılır. Lakin, Kadrocular, kendilerinin ne denli ehil ve maharetli “destancı” olduklarının altını çizseler de (“Kötü, beceriksiz ve anlayışsız bir destancının eline düşmek… Şu itibar ile diyebiliriz ki, fikirleşmemiş her hâdise, çöl ortasında bir nidadır. O, kime hitap eder? Onu, kim işitir?” [s. 297]) dergi kapatılır. Ancak, Kadro dergisinin ilk sayısından yaklaşık bir yıl sonra yayımlanmaya başlayan Ülkü: Halkevleri Mecmuası kendisinden beklenen maharet ve hevesle destancılığa sahip çıkacaktır. 

44 Her okul sınıfında demirbaş olan (tam karatahtanın üstündeki) Atatürk fotoğrafı ile Türk çocuklarının arzu edilen etkileşimini (Ata’nın dinmeyen takibini!) fevkalade yansıtan Behçet Necatigil’in şu dizelerini de hatırlamadan geçmeyelim: “Öğretmenimiz kürsüde/ Verdiği dersi/ Dinler bizimle birlikte/ Atatürk’ün resmi./ Çalışkanız çünkü,/ Çalışınca,/ Bakarız, Atatürk güldü/ Bir yanlışlık yapsak/ Bulutlanır gözleri/ Anlarız, Atatürk üzüldü.” (s. 307, ‘Resim’ şiiri). 

45 Sırasıyla alıntı ve göndermeler şu sayfalardandır: 312, 314, 316, 319, 325, 327.

46 Türk’e Tapmak, s. 283.

47 Daha derinden nüfuz edilebilmesi için Sigmund Freud’un, ‘On Narcissism: An Introduction’ (1914), ‘Mourning and Melancholia’ (1917 [1915]) ve Group Psychology and The Analysis of The Ego (1921) metinleri incelenmelidir. Ayıca, bkz., ‘Kutsal ve Psikanaliz’, Defter dergisi, sayı 38, 1999 (Spinoza ve Psikanaliz ve Hayat, Halûk Sunat, Yirmidört Y., 2008 içinde).

48 ‘Müslüman’ kelimesinin, Allah’a ve O’nun buyruklarına boyun eğmiş, teslim olmuş kişi anlamına geldiğini de hatırlayalım. 

49 Elazığ milletvekili Fazıl Ahmet Aykaç, Ata’nın ölümü sonrası halkta gözlemlediklerinden kalkarak, olağandışılığı, “bu ne ölçülmez vecd ve ideal ibadeti!” diye naklediyor. “İdeal ibadeti”, tam da açıklamaya çalıştıklarımı karşılıyor. (Türk’e Tapmak, s. 318.)

50 Türk’e Tapmak, s. 325.

51 Bu yazıyı, öncelikle, Atalay’ın kitabındaki yolculuğumu paylaşmak için yazdım. Atalay, ilgili başlıklar altında, ‘Mustafa Kemal’i yansıttıklarıyla kültleştiren/ kutsallaştıran ve yansıtılanda kendini bulan Türk’ün kendine sevdalanma/ kendine tapınma hâlet-i rûhiyyesinin (“Türk’e Tapmak”) ve o ruh hâlinin (‘dinamik/ ideolojik’ olanın) inşa sürecinin belgesel tanıklığını paylaşıyor bizimle. Dolayısıyla, o ruhun ve inşa edildiği sürecin (kuvvetler birliğini, ‘şefçiliği’, ‘parti-devlet özdeşliğini’; temel hak ve özgürlüklere, insan haklarına duyarsızlığı cari kılan anayasal yapısıyla) hukuksal, (sosyalist, komünist örgütlenmelere yönelik tahammülsüzlük ve yasakçılığı ile) sınıfsal ve (Kürt, Alevi ve gayri Müslim düşmanlığı; sürgünler, kıyımlar, kırımlar, pogromlar ve geçmişle yüzleşmekten kaçınma ile yürütülen) etnik/ milliyetçi karşılıklarını (yani, örülen o ruh hâlinin esasta neye hizmet etmek suretiyle işlevsel kılındığını) irdelemek; söz konusu kurucu ruhun, ayna ikizi ile birlikte ‘milli mutabakat cephesi’ içindeki devamlılığını serimlemek çalışmanın amacı olmasa gerek. Ben, ‘Değerlendirme’ başlığı altında, o bağlantıyı ihsas etmeye çalıştım.



No Responses Yet to “İnanç Katına Taşınıp Kutsanmış İdeolojiler ve “Türk’e Tapmak””

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: