Ruhsal örselenme, yetimlerin kardeşliği ve ‘Saklı’

09Tem18

Bu yazı, Mart 2018’de Varlık dergisinde yayımlanmıştır.

 

 

 

 

Saklı’nın (1) içinden aldığımız yolu, ‘tekinsizlik’ yaşantısı üzerinden ifade ettik. Lakin, tekinsizlikle uç veren şeyin köklerinin geçmişteki bir ‘ruhsal örselenme’ye (‘ruhsal travma’ya) uzandığının da ayırdındayız. Öyleyse, şimdi de, ‘Saklı-tekinsizlik’ hattından biraz ayrılarak ruhsal örselenme açısından bakalım hikâyemize.

 

‘Ruhsal örselenme’ ile başa çıkış ve Saklı

Saklı’nın merkezinde yer alan örselenme, Majid ve Georges’un çocukluk dönemlerinde gerçekleşmiştir. Peki, söz konusu örselenme, tümüyle bireysel/münferit bir yaşantı mıdır? Bir küçük oğlan çocuğunun (altı yaşındaki Georges’un) kendisinden az daha büyük bir oğlan çocuğuna (Majid’e) yönelik, onun yaşam(a) alanını kısıtlayıcı/el koyucu kıskançlığı mıdır, söz konusu örselenmeyi yaratan? Hayatın olağan akışı içinde örneklerini sıkça gördüğümüz çocuk kıskançlığının sınırlarını zorladığı izlenimini veren ve bir vakitki çocukluk yaşantısından güne/şimdiye ağdığı anlaşılmakta olan bu örselenmişlik, nerelerden almaktadır dalını budağını? Öyleyse, hikâyemize biraz daha yakından bakalım.

Majid’in yaşadığı örselenmenin, evden ayrılmak zorunda bırakılışına (‘tehcir’!) indirgenmemesi gerektiğini belirtelim öncelikle. İç içe geçmiş, birbirinin üzerine binmişörselenmelerin, daha doğrusu, ‘yitim’lerin doldurduğu bardağın son damlası olmalıdır evden koparılışı. Anayurtsal değerler (Cezayir, Cezayirlilik, Müslümanlık) üzerinde hükümran olanların coğrafyasında, onların (‘efendi’lerin) hayatına ‘hizmetli’ olarak kabul görmüş bir anne babanın çocuğudur, Majid. Her ne kadar Georges’un anne ve babasını saygıdeğer kimseler olarak ansa da, nihayetinde, ailelerarası hiyerarşik konumlanışın mağdur ve tâbi olan (‘kaybetmişler’) tarafına mensuptur (‘kimliksel/kişiliksel’ yitimlerin meşrulaştırıldığı bir hayat ihsası ile kuşatılmış olmalıdır). Georges’un anne babası, -umumun hilafına- 17 Ekim 1961 katliamını ‘iki zenciden kurtulmak’ olarak yaşamasa, üstelik Majid’i ‘evlatlık’ olarak kabullenmiş olsa da, Majid, kendi anne babasını, ‘kimliksel talepleri’ ile direndikleri sıra yitirmiştir. Bir başka deyişle, evden sürülmüş olmak (sığınılan ailede kayıttan düşürülmek -reddediliş), doğrudan anne baba dahil, çok geniş ve derin kimliksel/varoluşsal kayıplar sarmalına eklenerek yaşanmıştır.

Biraz daha yol alalım: Muğlak hikâyesinden anlaşılan (ya da, hikâyenin muğlaklığının telkin ettiği) odur ki, Majid, büyüklerce pek de itibar edilmeyecek gerekçelerle (akranının eften püften mızıldanmaları ile) sürülmüştür evden. Georges’un anne babası, oğlanı elceğizleri ile (Haneke, teessüriyetin ihmal edilebilir raddede olduğunu ima edercesine uzak çekimi tercih etmiştir) ‘görevli’lere teslim etmiş, tıpış tıpış da dönmüşlerdir evlerine (evin, en az on Majid almaya yetecek büyüklükte olduğu da gözden kaçmamaktadır o arada). Çocuğun, görevlilere teslimindeki kayıtsızlık ve bir arabaya tıkılarak ‘kurumsal gözetim’e sürgün edilişindeki hoyratlık da, örselenmenin (‘kurban’ tarafından) hangi genel algı içinde yaşandığına delalet etmektedir. (Hatırlayalım; Haneke, Pierrot’nun bir gece eve gelmemesi ile yaşanan endişe üzerine, -polis marifetiyle- kapı baca demeden nasıl da Majid ve oğlunun mahremine girildiğini, nasıl da derdest edilip –polise refakatle şoför mahalline yerleşmiş Georges’un arkasındaki- kapalı kasaya tıkılarak kodese sürüklendiklerini gösterirken, hâkim ‘kurumsal[laşmış]’ anlayışın güne akışına –olumsuz toplumsal kuşatıcılığa- tanıklığa da davet etmiştir bizi.)

Peki; hikâyemizdeki örselenme/travma (ya da, örselenmişlik sarmalı), söz konusu toplumsal çevrede nasıl ele alınmıştır? Bu türden –toplumsal çevrenin dahli ile bulaşık- ruhsal örselenmelerde sağaltımın temel belirleyeninin, ‘fail’in ve ‘fiil’inin (‘suç’un) açıkça ortaya konulması ve failin (ya da bulaşık çevrenin) pişmanlık ifadesi (özür, af dileme) olduğunu vurgulayalım ilkin. Bu, -failin ıslahının ötesinde- mağdurun, yitirdikleri (manevi/kişiliksel yitimler, doğrudan insani yitimler, vs.) ile ilgili ‘yas çalışması’nı gerçekleştirmesi ve yitimi telafi ederek yeniden hayata tutunabilmesi için müstesna kıymet taşır (uygunca kucak açan, halden anlayan, mağdurla mağduriyetini paylaşma ehliyetinde bir hayattan söz ettiğimiz açıktır -bkz., Notlar/ 1). Majid’i kuşatan hayatın (‘kodese tıkılma’ ya da Georges ve yakın çevresinin tepkilerinde de görmüş olduğumuz üzere), Majid’in örselenmişliğinin onarımı için müsait olmadığını; kendisine kayıp yaşatan dünyaya öfke biriktirerek ömür tükettiğini vurgulamaktadır Haneke. Öylesine büyük bir yitim duygusu ve örselenmişlikle birikmiş; ‘varoluşsal mahrem’ini ihlal ve imha eden failin uyandırdığı öylesine derin bir öfkedir ki bu; uygunca ele alınıp sağaltılamadığı koşullarda ‘intikam’ duygusuna tahvil olmuş (‘trajik öfke’), intikam duygusu ‘kendini yok etme’ üzerinden faile yansıtılmaktan öte çıkış yolu bulamamış; kendiliksel alanını kendi tasarrufu ile imha etmek, travmasına mahkûm ve yenik yaşamak zorunda bırakılan Majid’in sonu olmuştur. (Ayrıca, bkz., Notlar/ 2 ve 3.)

Öte yandan, travma ile yüzleşmenin, travmanın tesirinden arınmanın bir yolu (ya da, toplumsal umudun güzergâhı) olarak Majid’in oğlunu ve kuşağını işaret etmeyi de ihmal etmemiştir Haneke: Tevarüs edilenin içinden yol alırken farklılaşan, mirasın izlerine yenik düşmeyen; polis karakolu önünde yaşanan gerginlikte, eskinin –mütehakkim- diline tutunmaya çalışan Georges’un karşısında geri adım atmayan siyahi gencin temsil ettiği kuşağı. Majid’in oğlu, babasının ölümü sonrası intikam duygusuna itibar etmemiş –mağduriyeti bir miras olarak üstlenmemiş-; ‘vicdan’ düzeyinde faile ‘ne olduğunu’ göstermek suretiyle ‘yüzleşme/ hesaplaşma’ yolunu seçmiş; dahası, failin oğlu ile yeni bir ilişki kültürünü tesis etmede inisiyatif üstlenerek müessir bir tavır da ortaya koymuştur.

Bu başlık altında anılmaya değer bir ikincil boyutsa, söz konusu örseleyici yaşantının failin kendisine ve çevresine yansıyışıdır. Haneke’nin fevkalade isabetle görünür kıldığı üzere, bireysel hikâyesi içinde Georges, -kıskançlığın da ötesinde- ‘hasetli’ bir yapı ile Majid’e kayıp yaşatmış; aynı hasetli yapı zemininde suç(u) ile yüzleşmekten kaçınan, itham ederek mevzi kaybının önünü kesmeye çalışan, giderek, yaşarken yaşarlığını yitiren –sararıp solan- bir adam olup çıkmıştır. Bir başka deyişle, Haneke’nin travmatik yaşantının zeminini kurarken bireysel ve toplumsal hasete işaret edişi anlamlıdır: Ötekinin yaşam alanına/yaşamına hasetle el koyma, kirletme hâli! Hasetliğin ‘bireysel/toplumsal kavşak’ta yeniden üretilişinin ‘erken nesne ilişkileri’ndeki kaynağını, George’umuzun hangi ağacın meyvesi olduğunu gösterirken de ortaya koymuştur Haneke: Çocuğunu, temel güven duygusundan; dolayısıyla, paylaşımcılık, vericilik ve cömertlik açılımlarından mahrum bırakan anne coğrafyası (bkz., Notlar/ 4).

 

‘Yetimlerin kardeşliği’ katında Haneke

Filmde, Majid’in oğlunun adı ile anılmayışı, Haneke’nin onun şahsında bir ‘kuşağı’ temsil etmek (ve umudun altını çizmek) niyetinde olduğunu düşündürmekte bana. Öncesinde ise; kendi ve kendinden önceki kuşağın yitimlerinin üstesinden gelemeyen (uygun ‘yas çalışması’nı gerçekleştiremeyen) Majid’in heder oluşu kadar; Georges’un, kişisel/toplumsal hasetlik zemininde yaşayıp yaşattığı ile yüzleşememe maluliyetine de tanıklık etmekteyiz: Kendine ve etrafına yönelik; koruyucu, esirgeyici, kucaklayıcı, müşfik ve ön alıcı ‘baba/lık’ eksikliği. Söz konusu ‘babalık eksikliği’ tüm Haneke filmlerinde (az ya da çok) ayırt edilebilir, kanımca. Sözgelimi, filmimizde, Georges ve Majid’in yetersiz babalıklarının yanı sıra, -küçük göndermeleri ve Georges’un annesinin ‘annelik/kadınlık’ konumu üzerinden ihsas edilen ‘eksik’ babayı bir yana koyarsak- Georges’un babasının kendisi de yoktur ortalıkta. Assheuer’in gerçekleştirdiği söyleşinin başlarında, “Mutlu bir çocukluk ve heyecan dolu bir gençlik döneminiz oldu mu?” sorusuna, Haneke, “Ben babasız büyüdüm ve bunun çok tadını çıkardım. Üç annem vardı [annesi, anneannesi ve teyzesi] (…) Babamı ilk defa beş ya da altı yaşımdayken gördüm,” (2) diye yanıt vermiştir. Babasız büyümek ve tadını çıkarmak! Leonardo da Vinci’nin çocukluğunu hatırlatmıyor değil. (3)

Peki; ‘modern sonrası’ dünyanın ruh iklimi (4) ile Haneke’nin ‘baba eksikliği’ arasında bir bağkurabilir; Haneke filmlerinin önemli bir kolunun, dönemin ruhu ile yönetmenin ruhunun buluştuğu o yataktan aktığı da söylenebilir mi?

Şükrü Argın, Sol İlahiyat isimli kitapta yer alan yazısında (5), -Walter Benjamin’in kapitalizmi bir tür ‘din’ olarak anışına gönderme ile- ‘neoliberal küresel kapitalizm’i ‘pan-kapitalizm’ olarak anarken, sözü, şu, ‘yetimlik ve yetimlerin kardeşliği’ meselesine getirecektir. Hal odur ki, ‘pan- kapitalizm’ çağında, kapitalizmin kendisi dinden imandan çıktığı gibi (‘fikre itibarsız’, ‘insansız’ [6] ve ‘Tanrısız’dır zira); mukabil duruşlar katında, ‘radikal [Marksist] sol’ da, ‘sahici dindarlık’ da (“‘dini inanç’larını bu dünyada ‘mundar’ etmemeye özen gösteren” türde dindarlık) kendi ‘aşkın[laştırıcı/ ‘bireyseli aşan’]’ dayanaklarını (‘tanrılarını’/‘babalarını’) yitirmiş; bir anlamda, yetimlik kapısında buluşmuşlardır: “‘Radikal solculuk’ ile ‘sahici dindarlık’ arasında hısımlık, kardeşlik halinin bugün ancak bir yenilgi halinin kabulünden, sadece bu zemin üzerinden düşünülebilir ve hayata geçirilebilir olduğunu kabul ediyorsak, bir adım daha atıp bu kardeşliğin mecburen ‘babasız’ bir kardeşlik olduğunu da teslim etmeliyiz. Allah’sız ya da Tanrı’sız bir dünyada yaşadığımızı olmasa da, bu dünyada yaşamımızı Allah’tan ya da Tanrı’dan yoksun bir biçimde sürdürdüğümüzü kabul etmek durumundayız”.

Modern sonrası çağda, modern insanın (“Tanrı öldü!”) ile düştüğü ‘aporia’ dipsizleşmiş; önünde, “Bataille’ın ifadesiyle, ‘korkunç, baş döndürücü, neredeyse katlanılamaz bir boşluk’ açılmıştır”. Peki; Georges’u hasetlik, Majid’i öfke, hınç ve intikam duyguları sarmalında kendi dipsiz boşluğuna çeken hayat nasıl ıslah ve ihya edilecek; geçmişle nasıl yüzleşilecek, yetimlik hâli ile hesap nasıl kesilecektir? Tüketim tapıncının esas (kapitalizmin, Benjamin’in zamanını mumla aratacak raddede bir tür din) olduğu; şefkat ve esirgeyiciliği için yakaracak kadar dahi bir ‘Tanrı Baba’mızın kalmadığı bu dünyada neye sığınacak, neye yaslanacağız? Öfke ve intikam duygularını ilahi iradeye yansıttıkları kıyıcılıkta bayraklaştıranların mevcudu yakıp yıkmaktan öte, kimselere hayrının olmadığı ortada; radikal/ Marksist sol, mutlaklaştırdığı idealinin hayırsızlığı ile malul ve melul, matemi ile kala kalmışsa; bize kim babalık edecek? (7)

Kendi zamanında, hayırsız babadan, kendi kendinin babalığına yönelimin yollarına kafa yoran Sigmund Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği’nin IX. Bölüm’ünü bitirirken, insanların, dini yanılsamaların (‘illusion’) avuntusu olmadan da yaşayabileceklerine dair inancını dile getirir. Elbet, dini yanılsamalara sığınmayanların, sevgisine sığınabilecekleri bir Tanrıları da olmayacak, o nedenle, rahat ve güvende oldukları baba ocağını terketmişlik duygusu içinde, evrendeki çaresizlik ve önemsizlikleriyle başbaşa kalabileceklerdir. Ancak, çocukluk da aşılmak içindir, insan sonsuza dek çocuk kalamaz. Eninde sonunda dışarıdaki hayata karışmak, dışarıdaki yaşamın zorluklarıyla yüzleşmek kaçınılmazdır. Mesele, insanın kendi kaynaklarına yaslanmayı ve ondan gereğince yararlanmayı bilmesidir. Eğer insanlık bunu gerçekleştirebilirse, baskıcı olmayan bir dünyayı da varedebilecek ve “İnanmayan dostlarımızdan biriyle pişmanlık duymadan şunu söyleyebilecektir: ‘Cenneti meleklere ve serçelere bıraktık.’” (8)

Freud’dan yaklaşık iki yüz elli yıl önce, insana, ‘kendi kaynakları ve doğasından hareketle’, en yüksek ‘yararlı’ya erişmek ve ‘erdemli’ bir hayat kurmak üzere insan kardeşlerine yaslanmasını önermiş; ve dahi, ‘makul/ortak aklın kurulması’ katında önermesini tanıtlamış olan Benedictus de Spinoza ise, -Freud’un bilimsel aydınlanma (9) umarından öte- bizi, ‘demokrasi’ yolculuğuna çağırmıştır; yetimliğin öteki ile ilişkide aşıldığı, özgürlükçü, eşitlikçi ve dayanışmacı bir hayatı kurmaya.

İşte; Haneke de, modern sonrası koşullarda yaşanan baş döndürücü boşluğu idrak ve çağın babasızlık ruhu ile yüzleşme ihtiyacımızı; meseleyi, kendi babasızlık zemininden (de) hareketle etik/estetik-poetik yatağa akıtarak karşılayan, makul akıl kurucularından biridir bence; yitimleri devraldıkları kuşağa rağmen yetimlerin kardeşliğine duran Majid’in oğlu ve Pierrot’ya umudu taşırken. Hatırlayın; şöyle bitiyordu, ‘Psikanalitik Duyarlıkla Tekinsizi Okumak’ başlıklı bölümümüz: “Film, okul merdivenlerinin hareketli kalabalığı ile sonlanır. Tekinsiz evin mağduru Pierrot ve Majid’in oğlu buluşmuşlardır o merdivenlerde. Ağbi kardeş gibi konuşurken onlar, birbirlerinden sükûnetle ayrılırken hatta, hayat onların vicdanına teslim edilmiş gibidir. Onları kalabalık içinde belli belirsiz gösteren Haneke ise, izleyicinin özen ve dikkatini talep etmektedir, âdeta”. (10)

 

 

NOTLAR

1. Judith Lewis Herman, Travma ve İyileşme/ ‘Şiddetin Sonuçları-Ev İçi İstismardan Siyasi Teröre’ başlığı ile Türkçeye çevrilen (çev. Tamer Tosun, Literatür Y., 2007) Trauma and Recovery (1992) isimli yapıtında, çok ayrıntılı bir biçimde, ‘ruhsal örselenme, örselenmişliğin ele alınışı/ sağaltımı ve toplumsal çevre’ bağlamında konuya eğilmektedir. Evet; ruhsal örselenmenin merkezinde ‘mağdur’ vardır –gerçek ve kalıcı iyileşmenin asal üstlenicisi o olmak zorundadır. Ancak, mağduriyet nasıl belli bir toplumsal kuşatıcılık altında yaşanmışsa, iyileşme sürecinde de o çevrenin mağdurun yanında yer alması gerekir: “Travmatik gerçekliği bilinçte tutmak [zira, tüm ‘savunmalar’ söz konusu gerçekliği bilinçten uzak tutmak ya da bilinçteki karşılığını tanınmaz kılmak üzere gerçekleşir] kurbanı onaylayan, koruyan ve kurban ile tanığı ortak bir ittifakta birleştiren sosyal bir bağlam gerektirir. Bireysel kurban için bu sosyal bağlam arkadaşlar, sevgililer ve aile ilişkileriyle yaratılır. Daha geniş toplum için sosyal bağlam güçsüzleştirilmişlerin sesi olan siyasi hareketler [kadın hareketi, insan hakları hareketi…] vasıtasıyla yaratılır” (agy., s. 11). Ya da: “Bir insanın zarar gördüğü kamusal olarak kabul edilince, toplum, zararın sorumluluğunu saptamak ve yarayı tamir etmek için eyleme geçmek zorundadır. Bu iki yanıt –kabul ve tazmin- mağdurun düzen ve adalet duygusunu yeniden inşa etmek için zorunludur” (agy., s. 91). Daha ileride: “İnsani bağı ve etkeni onarma ilkesi, iyileşme sürecinin merkezi olarak kalır ve hiçbir terapötik teknik ilerlemenin onun yerini alması mümkün değildir” (agy., s. 311). Öte yandan; mağdurun ‘bireysel’ sağaltımının/iyileştiriminin üç evresi vardır: İlk evre, ‘güven’in sağlanmasıdır (yardım elinin güvenilirliğinin temini); ikinci evre, örselenme yaşantısının tüm duygusal yükleri ile birlikte bilince taşınması (hatırlama ve yas çalışması –Freud’un, duygudan yalıtık hatırlamanın hiçbir işe yaramayacağına dair vurgusunu anımsayalım); üçüncü evre ise, mağdurun hayatla bağının yeniden kurulmasıdır (‘mağdur özne olmaktan, kendine sahip çıkan özne olmaklığa’ uzanış).

2. Yaşanmış örselenmeye, ‘bastırma, çözülmüş (‘dissosiated’) bilinçsellik ve yadsıma’ ile mukabele, nasıl marazlı, iyileşmeye el vermeyen savunular ise; (örselenmişliğin özünden bağımsız) düz ‘bağışlayıcılık’ ya da ‘telafi’ edici beklentiler ve ‘intikam’ eğilimleri de doğrudan iyileşme ve kendi(liği)ne sahip çıkma arayışlarının (yani, iyileşme sürecinin kendisi olan ‘yas çalışması’nın) hilafınadır. Herman şöyle söyler: “Travmatize insanlar intikamın rahatlama sağlayacağını hayal etmelerine rağmen, gerçekte tekrarlayan intikam fantezileri, acıları artırır.Şiddet içeren, ayrıntılı intikam fantezileri, orijinal travmanın imgeleri gibi uyarıcı, ürkütücü ve müdahaleci olabilir. Bunlar kurbanın dehşet duygularını alevlendirir ve kendisiyle ilgili imgesinin gerilemesine neden olur” (agy., s. 245). Öncesinde şunları da vurgulamıştır, Herman: “Çocukluklarında istismara uğrayanların kurban olması ya da kendilerine zarar vermeleri, başka insanları kurban haline getirmelerinden çok daha muhtemeldir. (…) İntihar girişimi ve kendini sakatlama çocukluk istismarıyla yakından alakalıyken, çocukluk istismarı ve yetişkin antisosyal davranışları arasındaki bağ görece zayıftır” (agy., s. 147). (11)

3. Yitimin yasını tutan ya da örselenmişliğin izlerini taşıyan mağdurun sağaltımının, failin suçunu kabulü ya da failin ve fiilinin herhangi bir çarpıtmaya/eksiltmeye uğratılmadan itiraf ve teslimi ile başladığına işaret etmiştik. Kuşkusuz bu, samimiyetle örülü hakikat arayışının bir verimidir. Peki, bizde nasıl yaşanmakta?

’Ermeni Soykırımı’nın 99. yıldönümünde, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz,” dedi. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının Türk, Kürt, Arap, Ermeni… milyonlarca Osmanlı yurttaşı için acılarla dolu geçtiğini belirten Erdoğan, “Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönem yaşadıkları acıların hatıralarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir,” diye de ekledi. Kuşkusuz, unutma/ unutturma üzerine kurulu, kendiyle yüzleşmeme esaslı tarihimizde söz konusu taziye, insani duyarlık açısından göreli bir kıymete sahiptir. Ancak, savaş koşullarında yaşanan kayıp ve acılarla, ‘soykırım’ gibi doğrudan insanlığa karşı işlenmiş bir suçla yaşatılan acıları aynı kefeye atabiliyor, faili ve fiilini bulandırabiliyorsak, çok da farklı bir yere gelmediğimizi söyleyebiliriz. (Sözü meclisin dışına kaydırırsak; ‘soykırım’ı bir kısım İttihatçı’nın marifetine sınırlamak -bir zihniyet olarak tevarüs edilmek suretiyle Cumhuriyet’in de kurucu ve kollayıcı değerler katında ‘işlem gördüğünü’ ıskalamak-, hep birlikte ol ‘mürüvvet’in tasarruf edildiği bir coğrafyada ‘paşa paşa’ ömür sürmekliğimizi unutmak da aynı kapıya çıkaracaktır bizi.) Üstelik, zamanın başbakanı, ‘soykırım’ bağlamında, hâlâ, “Türkiye’de 1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi”nden, o anlamda, “çoğulcu bir bakış açısının” demokrasi ve çağdaşlık adına nimetlerinden, ‘ortak tarih komisyonları’ kurmaktan ve ‘açık arşivler’den (Genelkurmay’ın, tasnif işlemleri tamamlanmamış ve araştırmacılara açılmamış arşivi orada durup dururken) söz edebilmekte; “Dağlık Karabağ sorunu çözülmeden adım atmayız”larla sözünü bağlayabilmekteydi!

Yukarıdaki, -gündemi ve ünlemiyle kapanan- ‘Not’a (aylar sonra) şu eki yaptıydım: Ocak ayı içinde (yıl, 2015), Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Çanakkale Savaşları’nın 100. yıldönümü münasebetiyle 102 ülke liderini anma törenlerine davet etti. Çağrı, 24-25 Nisan tarihlerine oturtulmuştu. Şimdiye dek, Çanakkale Savaşları 18 Mart’larda anılırken ve 25 Nisan, Müttefik Güçler’in Gelibolu Yarımadası’na çıkartma yaptığı tarih olarak bilinirken, ’24 Nisan’ peki ne olmaktaydı?

Cümle âlemin malumu olduğu üzere, 24 Nisan, İstanbul Ermenilerinin önde gelen 250 aydınının gözaltına alınıp Ayaş ve Çankırı’ya tehcir edildiği (ki, 174’ü geri dönememiştir) tarih olup ardından yaşanan ‘Ermeni Soykırımı’nın da anma günü olarak kabul görmüştür. Dolayısıyla, o 24 Nisan’a doğru ‘Soykırım’ın 100. yıldönümü yaklaşmakta ve kadim ‘devlet aklı’, sözde ‘barışçıl’ hassasiyetlerle dikkatleri (insanlığa karşı devlet eliyle işlenmiş suçtan) -bir kez daha!- Birinci Dünya Savaşı içinde Çanakkale’de yaşanmış acılara kaydırmak istemektedir. (Kaldı ki, zamanın dışişleri bakanı olan Ahmet Davutloğlu da, daha 25 Nisan 2011’de, “Bütün dünyaya 2015 yılını tanıtacağız. Bazılarının iddia ettiği ve itiraf ettiği gibi bir soykırım yıldönümü olarak değil, bir milletin şanlı direnişinin, Çanakkale Direnişi’nin yıldönümü olarak tanıtacağız” demiştir.)

Anılan ve icra edilen mahut devlet aklının (“Çanakkale Savaşları’nın 100. yıldönümünde sizi aramızda görmekten mutluluk duyacağız”) davetlileri arasında yer alan Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ise, Soykırım’a göndermede bulunduğu cevabi mektubunda, birkaç ay önce, 24 Nisan 2015’te düzenlenecek anma töreni için ülkesine davet etmişolduğundan bahisle, “Ermeniler, misafir davete yanıt vermeden misafir tarafından konuk edilmeyi kabul etmez” diye yanıtladı, Erdoğan’ı. Öte yandan; Avrupa Parlamentosu da, o yıl, ‘Ermeni Soykırımı’nın 100. Yıldönümü’ başlıklı karar tasarısını ezici çoğunluğu ile kabul ederek Türkiye Cumhuriyeti’ni, Soykırım’ı tanımaya ve arşivlerini açarak Erivan’la barışçıl ilişkide olmaya çağırdı. Kararın hiçbir kıymeti olmadığı kabulüyle sert tepki gösterdik. Hasılı, bizim cenahta hakikat arayışı böylesi bir hassasiyetle seyretti.

4. Melanie Klein, Haset ve Şükran (çev. Orhan Koçak, Yavuz Erten, Metis Y., 1999 [Envy and Gratitude, 1957]) isimli çalışmasında en temelde şunu vurgular: “Bütün çalışmalarımda, çocuğun ilk nesne ilişkisine –annenin memesi ve annesiyle ilişkisine- büyük önem verdim. Vardığım sonuç şuydu: Eğer bu içe yansıtılan ilksel nesne ben’de yeterince güvenli bir biçimde kök salabilirse, olumlu bir gelişmenin temelleri de atılmış olur” (agy., s. 20). İşte, ‘haset’ yaşantısı, içe yansıtılarak ben(liğ)in kuruluşuna katılacak ‘iyi nesne’ ile ilişkideki yetersizliğin/ uygunsuzluğun karşılığıdır. “[Ç]ünkü, yoksun kaldığı doyumun, kendisini hüsrana uğratan meme tarafından alıkonulduğuna inanıyordur bebek” (agy., s. 22). Haset yaşantısını ‘kıskançlık’tan da ayırt etmek gerekir: “Haset, arzulanan şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur; hasetli itki, o istenen şeyi sahibinden çekip almaya ya da bozmaya, kirletmeye yönelir. (…) Kıskançlık da hasete dayanır, ama öznenin en az iki ilişki içinde olmasını gerektirir: Özne, kendi hakkı olan sevginin rakibi tarafından elinden alındığına ya da alınma tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğuna inanıyordur. Kıskançlığın günlük kullanımında, sevilen kişiyle özne arasına bir üçüncü kişi girmiştir” (agy., s. 23). “Crabb’in İngilizce Eşanlamlı Sözcükler’ine göre, ‘… kıskanç, elinde olanı yitirmekten korkar; haset[lik içinde olansa], kendi istediğinin bir başkasında olduğunu gördüğü için acı duyar’” (agy., s. 24). (12)

 

__________________________________

  1. Caché (Michael Haneke, 2005).
  2. Yakın Plan Haneke/ s. 7. Haneke, ‘baba eksikliği’ni sorgulayan Assheuer’e biraz bozulmuş gibidir de: “Sorunuzun cevabını bir psikiyatra bırakmak en iyisi. Benim psikiyatrım yok, çünkü böyle şeylerle ilgilenmiyorum. Eğer içimde bana zarar veren bir şey varsa, ki kesinlikle vardır, bunu bilmek istemiyorum. Acilen ilgilenmem gereken çok büyük bir ruhsal sıkıntım yok”. Ya da, “ben babasız büyüdüm ama filmlerimdeki babasızlığın sebebinin bu olup olmadığını kendim değerlendiremem. Benim açımdan önemli de değil” (a. g. y., s.78).
  3. Leonardoda Vinci and a Memory of His Childhood/ Sigmund Freud, The  Standard Edition, Hogarth Press, c.XI, 1986 [1910]. Babanın evlilik dışı ilişkisinden olan Leonardo, üç yaşına dek, kocasız bir kadın olarak tüm sevgisini kendisine yönelten öz annesi ile yaşamış; babanın evli olduğu kadından çocuğu olmayınca baba evine alınmış ve orada da, üvey anne ve babaannenin yoğun sevgisine ‘mazhar’ olmuştur. Freud, ‘Leonardo Vinci’nin Bir Çocukluk Anısı’ isimli uzun makalesinde, -babanın pek hesapta olmadığı- kadın sevgi ve ilgisinin kendisinde yoğunlaştığı evde yetişen Leonardo Vinci’nin, gördüğü ilgi ve sevgiden -sanatsal, bilimsel ve cinsel yönelimleri çerçevesinde- nasıl etkilenmişolabileceğini irdeler. (Ayrıca; bkz., Birey Sorunsalı/ ‘Psikanaliz ve Eleştirel Bir Bakışla Marksizm’, Halûk Sunat, Papirüs Y., 1999, s. 173-177.)
  4. “Karıma ya da çocuğuma nasıl davranıyorum? Ya da yanımdaki insana? Dürüst olmak gerekirse, bunlar bizim ana problemlerimiz. Postmodernizmden beri sanki bunlar yokmuş ve bunlarla artık ilgilenmek zorunda değilmişiz gibi” (Yakın Plan Haneke/ s. 114).
  5.  Sol İlahiyat/ ‘Dini Soldan Okumak’ (derleyenler; Kâzım Özdoğan, Derviş Aydın Akkoç), Birikim Y., 2013 içinde, ‘Babasız Kardeşlik: Pankapitalizm Çağında Radikal Solculuk ve Sahici Dindarlık’, s. 319-356.
  6. 1950 ve -60’ların ‘refah devleti’, ‘kamu yatırımları’, ‘istihdam amaçlı endüstrileşme’ gibi ‘insan yüzü’ takınmış kapitalizminden, o yüze fütursuzca sırtını dönmüş (-70’li yıllarla başlayan) ‘dizginsiz/çıplak/total kapitalizm’e geçiştir kastedilen.
  7. Bir başka bağlamda hınç-haset-husumet ilişkisinin ele alındığı bir yazı için, bkz., ‘Hınç, Haset, Husumet’ (Varlık dergisi, Kasım 2016); anılan sol maluliyet ve yansımaları için, bkz., ’Modernlik, Sonrası, ve ‘Sol Melankoli’’, ‘’Sol’ Yolculuğun Yas ve Melankoli Bağlamında Sorgulanışı’, ‘’Sol Melankoli’ Kime Ne Söyler?’ yazılarım (Varlık dergisi, Temmuz, Ağusto, Eylül 2017). Solun, melankoli ile maluliyetinden, -andığım yazılarda da değindiğim üzere- arınmasının, yaratıcı bir tavırla hayata yeniden tutunabilmesinin yolunun; kabullenmek, boyun eğmek değilse de, mağlubiyeti tüm boyutları ile idrak etmek ve yenilgi ile ‘yüzleşmek’ten geçtiğine Argın da işaret etmiştir (Alasdair Macintyre’den “Marksist proje, umudu toplumsal bir erdem olarak yeniden tesis edebilmek için sahip olduğumuz tek projedir” alıntısı ile birlikte).
  8. The Future of An Illusion/ The Standard Edition, Hogarth Press, London, 1986 [1927], c. XXI, s. 50. (‘İnanmayan dostlarımızdan biri’, Spinoza’dır ve Freud, burada, Heine’nin, 23. dipnottaki şiirine göndermede bulunurken, kendi külliyatında da, Spinoza’yı, üçüncü ve son kez anmaktadır.)
  9. Tam da bu noktada, müphemliğe tahammülsüz modernliğin mütehakkim bilimselliği bağlamında Zygmunt Bauman’ı hatırlamamak ne mümkün? Ya da, kamusal ilgi ve dayanışmadan yoksun, her şeyi bir başına üstlenmek zorunda kalmış modern sonrasının -kalabalıklar içinde- yalnız insanını.
  10. ‘Kayıtsızlığa Karşı Nasıl Direnmeli?’ başlıklı yazısına, Picasso’nun 1955’te resmettiği Cezayirli Kadınlar tablosunun -hemen bir hafta öncesinde- New York’taki bir müzayede salonunda 180 milyon dolara satıldığından bahisle başlayan John Berger, Picasso’nun, o tabloyu, Cezayir halkının bir yıl öncesinde Fransız sömürgecilere karşı başlattığı savaşta ve mücadelede onların yanında olduğunu göstermek amacı ile yaptığını hatırlatır bize. Evet; birbirimizin yanında olmalıyız; tüm yetimler: “Böylece, geçmişten gelen mirasımız ve tanık olduklarımız sayesinde, direnecek cesareti bulacak ve şimdi hayal edemeyeceğimiz koşullar altında direnmeyi sürdüreceğiz. Dayanışma içinde beklemeyi öğreneceğiz” (Hoşbeş, alıntı çev. Beril Eyüboğlu, Metis Y., s. 97-104). Kuşkusuz, bir vakitki Fransız direnişçilerinin, daha sonra, sömürgecilik karşıtı kalkışmaların bastırılmasında sorumlu mevkilerde yer aldıkları da tanıklığımıza dahildir: “Bir zamanlar Alman işgal gücünün kurbanı durumunda olan résistant’lar şimdi sömürgeleştirilmiş ülkelerin halklarının karşısına zalim tiranlar olarak çıkıyorlardı” (Karşıt Hafızalar/ ‘Soykırımın Önemi ve Etkisi Üzerine’, Dan Diner, çev. Hulki Demirel, İletişim Y., 2011, s. 65).
  11. Travma, yas, yas çalışması, yüzleşme/hesaplaşma… içinayrıca, bkz., Birikim/ ‘Geçmişle Hesaplaşma Kolaymı?’(Aralık 2009)ve ‘Geçmişle Hesaplaşma’ (Şubat 2011) başlığı altındaki yazılar; Geçmişle Hesaplaşma/ ‘Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne’ (Mithat Sancar, İletişim Y., Birinci Basım, 2007); ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Göç ve Kendilik (Halûk Sunat, Birikim, Ağustos-Eylül 2010 ve orada belirtilen kaynaklar), “Ah!’lar Cumhuriyeti’ (Halûk Sunat, Varlık dergisi, Ağustos 2015); Sınırlar ve Hayaletler/ ‘Görsel Kültürde Göç Hareketleri’ (Nemin Saybaşılı, Metis Y., 2011) ve dolayısıyla, Marx’ın Hayaletleri/ ‘Borç Durumu, Yas Çalışması ve Yeni Enternasyonal’ (Jacques Derrida, çev. Alp Tümertekin, Ayrıntı Y., 2001); Hiçbir Şey Yerinde Değil/ ‘Çatışma Sonrası Süreçte Adalet ve Geçmişle Yüzleşme Talepleri’ (Nesrin Uçarlar, İletişim Y., 2015).
  12. Hasetlik ve kıskançlık arasındaki farklılığı –yani, temel olarak, ‘arzulayan özne’ ve ‘arzunun yöneldiği nesne’nin ötesinde (aynı nesneye talip) bir ‘üçüncü’nün olup olmaması hâlini- René Girard da, ‘romantik yanılsama/yalan’ ile ‘romansal hakikat’i ayrıştıran arzunun ‘dolayımlayıcı’sı (‘ötekine göre arzu’ ya da, ‘mimetik arzu’) bağlamında ele almıştır: Romantik Yalan ve Romansal Hakikat/ Edebi Yapıda Ben ve Öteki (Mensonge Romantique et Vérité Romanesque, 1961), çev. Arzu Etensel İldem, Metis Y., 2001.


No Responses Yet to “Ruhsal örselenme, yetimlerin kardeşliği ve ‘Saklı’”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: