Tevhid, Ruhban, Kamusal Alan ve Demokrasi

01May18

Bu yazı, Varlık dergisinin Mayıs 2018 sayısında yayımlanmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıda, kamusal’ı, sözün ötekine -tüm şahsiliği ile- özgürce açılıp salındığı, eşitlik ve barış talebi ile örülü bir alan olarak tahayyül ve tasavvur eden, anılan alana ‘Kur’an’dan hareketle yolunu çıkarmaya özenen mütedeyyin bir yazarın yolculuğundan bahsetmek; ve dolayısıyla, -‘uhrevi’ olandan ‘dünyevi’ olana doğru- demokrasi menziline yol alışın doğasını anlayıp paylaşmak istiyorum sizinle. 

İslamda Savaş Bitmiştir isimli bir kitabı1 yayımlanan ve kitabını okuduktan sonra dönüp Tanıl Bora ile söyleşisini yeniden okuduğum Mücahit Bilici’nin yolculuğunu -benzer bir yolculuğu yüzyıllar öncesinde yapmış Spinoza’nınki ile de buluşturarak- ana uğrakları ile anlamaya çalışalım.

 

 

Tevhid ve insaniyet

Kitabının -ana bölümler öncesi- bir ‘öndeyi’ gibi alabileceğimiz ‘Ruhban ve Hayvan’ başlıklı yazısını, bir kopuşla (‘kopuşa çağrı’ diye alıyorum; ‘hitap’, ‘muhatap’ gerektirir!) başlatıyor, Bilici: “Bir toplumda aydınlanma ihtiyacının semptomu, alameti nedir diye sorarsanız, cevabım şu olur: Bir ruhban sınıfının oluşması”2. Namık Kemal’in, “Her  hakîkati, muhâlif-i din sûretinde göstermekle mâruf olan ruhban gürûhu”ndan (rahiplerden) öte; kanımca (ya da, görülecek) aklımız ve vicdanımızla aramıza çekilen, özgürce kendimiz olma yoluna çıkmaktan bizleri alıkoyan her türden perdeyi ihsas ederek başlamış oluyor söze Bilici ve hemen, aklı, muhakemeyi işe koşuyor. Eğer, diyor, İslam, kendisini, İbrahim’in dininin devamı ve yenileyicisi olarak görüyorsa, varlık sebebinin bir hikmeti varsa, o da, ‘tevhid’ ve ‘aklın restorasyonu’na yer açışı olmalıdır. Zira, İslam’ın esasları diye takdim ve kabul edilen (burada, söz konusu perdenin ipini elinde tutanları hatırlıyoruz) ’namaz, oruç, hacc, zekât, hatta Allah’a inanma’ ne yenidir, ne de özgün. İbrahim’in, Musa’nın, İsa’nın dinlerinde onların eşdeğerlileri vardır; tadil ve yenilenmeyi mümkün kılansa, İslam’ın, müminlerin dünyasında ’tevhid’e ve ‘aklın restorasyonu’na tanıdığı yerdir. 

Ruhban sınıfı, diyor Bilici, bir ‘vesayet’ (temyiz kudretini haiz olmayanlara yönelik bir tür ‘velayet’) müessesesidir; dinle münasebetimizin, -müstakilen- akıl ve vicdanımızla değil, ‘taklid’ ile tesis olunmasına (‘hayvaniyet’ katında ömür tüketmemize) aracılık eden (sürüyü belli ölçüler dahilinde talim ve tedrisine tâbi kılan -yetkecil) bir kurumdur.3 Kendi yanına yöresine seslenirken, ’ideal’ etrafında -‘aidiyet’ çatısı altında- toplanan kalabalıkla kendisini idealin takipçisi olarak dayatan her türden kurumsallığı da kibarca bize hatırlatan Bilici4, özgün yorumsal katkısını şöyle ifade ediyor: “Bunlardan ilki [‘tevhid’den söz etmekte] Allah’ın bir olması olarak anlaşılsa da asıl anlamı, yaratılmış olan hiçbir şeyin tanrılaştırılamayacağı vurgusudur”. Dolayısıyla, ufkumuzu, ’Allah’ın birliğine iman ve tevhidle daha öteye taşıyacak olan, “[v]arlıkta kimse kimseye tanrılık taslayamaz” çıkarımı ya da önermesidir. Dünya diline vurursak, bu, şu demektir: İnsan/lık (Tanrı’nın birliği karşısında eşdeğerli olanlar), ne bir kişiye (şeyh, önder, lider, reis, vb.), ne bir topluluğa (mahsus bir idealin mutlak makbullüğünü dayatan ‘cemaat’si kalabalıkların iradesine), ne de herhangi bir ‘simge’ye (bayraklar, kutsallık temsili olan her ne ise) teslim ve tâbi kılınabilir.5

Önermenin (‘varlıkta kimse kimseye tanrılık taslayamaz’) tanıtlanması, tanrılığın tanımlanışından açık olmakla birlikte; önerme, asıl, Bilici’nin de vurguladığı üzere, insana, ‘insan olma’ onurunu da teslim eder: “Yani, insanın insana kul olamayacağının, olmaması gerektiğinin mutlak bir ilke olarak insanların dünyasına yerleştirilmesi söz konusudur”. Gerisi de kendiliğinden gelecektir: “Aynı şekilde, mülkiyeti dünyadan sürmek isteyen ideolojiler de, mesela, benzer bir tevhid arayışı içindedir. Ruhbanın, sınıfın (veya cem ederek söylersek, ruhban sınıfının) lağvı hem özgürlük hem de insanları Allah’la muhataplık seviyesine çıkartacak bir devrimdi(r)”. (Şunu anlamamak mümkün mü: ‘Ey, Müslüman mümin kardeşim, Allah’la ilişkini mahrem bir katta -şahsi/ insani takdirin, samimi muhakeme ve itikadın katında- tutmak istiyorsan, tanrısal mukallitliklere müsamaha gösterme, müdana etme!’ Ya da; ‘Ey, sınıf çatışma ve egemenliğini tasfiyeyi murat edinen eşitlikçi sosyalist kardeşim; devlet dahil, hiçbir ‘hiyerarşi’ye -hiyerarşik yapı ve işleyişe- rağbet etme; rıza gösterme!’)

Bilici, dine aydınlanmayı getirenin İslam; dahası, ‘ateizm’ dahil, “Avrupa’daki aydınlanma[nın] dinen İslamlaşma” olduğunu (kışkırtıcı bir ifade kullanmayı tercih ettiğini de belirterek) vurguluyor. Zira, aydınlanmanın harcı ‘akıl’ ile karılıyorsa/ karılmışsa, ilhamı da, ‘aklın restorasyonu’nu iman sürecine katan İslam olmalıdır (“Kur’an esas itibariyle bireyi akla ve düşünmeye davet etmiştir”). Kendi dilime yaslanarak aktaracak olursam; dini bağlanışın, iman edişin ‘insani’ olabilmesi için (tevhid mefhumunu hatırlayalım), şüpheden (insani olandan, onu ‘samimi’ kılandan) hareketle (aklını kullanarak, muhakeme ederek) tesis edilmesi icap eder. Belirleyici/ tayin edici olan ‘tevhid’dir; tevhid, bizi, ‘insan’ oluşumuzla (insanlığımızla) buluşturan, kendimizle başbaşalığı bağışlayan ve dolayısıyla, ‘insan olma’ kipini mümkün kılan aklı iman sürecine davet edendir. Ateizm de, misal, iman süreci adına muhakeme/ akıl çerçevesinde şüphe ve sorgulayışın bir eseri olmak suretiyle, samimi ve makul bir muhataptır (“Zira aklı kullanan samimi bir ateizm, aklı kullanmayan samimi bir Müslümanlıktan daha insani ve daha İslamidir. İnanmamak, inanmayabilmek, inanmanın, inanabilmenin imkânıdır, önkoşuludur. Şüphe yoksa iman da olmaz. Yanlışı terk eden bir şüphe, doğruya, imana doğru atılmış bir adımdır. Başa kakılmış bir doğru, rıza ve iradeyle ulaşılmış bir yanlış kadar saygın değildir.”)

Böylelikle, Bilici, tevhid ve aklın aydınlatıcı ışığıyla kendi olma (‘varoluşsal özerklik’ diyelim) yoluna çıkacak ‘insan’a ulaşmış oluyor: Eşitlik, özgürlük ve barış; hasılı, ‘demokrasi’ için ‘kamusal alan’a çağıracağı insana. 

 

 

Tevhid ve kamusal alan

Bilici’nin, kitabının sonlarına doğru yer verdiği ‘Kamusal Alanın Kökeni’ başlıklı yazısı ile6 kamusal alana çağrısının mahiyetini yoklamadan önce çağrılan Müslümanın hüviyetini açmaya çalışalım. 

Ruhban sınıfını aradan çıkarmış, “taklidî iman”dan “tahkikî iman”a geçmiş (“İslamın demokratikleşmesi, yani havasstan avama inmesi [ihtiyacı], fosilleşmiş ulemanın tahakkümünden çıkıp vicdanların akıl terazisinde tek tek bireylere ve bugüne inmesi”7 ihtiyacı ile iç içe geçmiştir); Kur’an’da tanımlandığı üzere “arzın halifesi” olarak kendini tanımış (“İnsan odur ki zorunda olmadığı bir şeyi yapandır. Hilafet, insanın başta kendi üzerindeki egemenliğidir. İnsanın özne olarak özgürlüğünün ontolojik temelini Allah’ın insana verdiği bu hilafette buluyoruz.”8); tahkikatı ile İslam’ın resmi bir devlet anlayışı olmadığına kanaat getirmiş (“İslam politik alanı şekillendiren önemli etik prensipler içerir: Özgürlük ve adalet gibi. İslamın resmi bir devlet anlayışı yoktur.”9); “Müslüman çoğulculuğu” kadar anayasa ile güvencelendirilmiş “hakiki bir demokrasiye çıkma ihtiyacında” olan (“Müslümanlar arası ihtilafların hakiki Müslümanlar versus hain zındıklar gibi bir ayrım eşliğinde okunmaması” çoğulculuğa doğru atılacak ilk adımdır. “Dini alet etmeden, karşı tarafı tekfir etmeden kavga edebilmek; yalana tenezzül etmeden sadece doğrularla vuruşabilmek”10 basiretini gösterebilmek elzemdir); düşünce, ifade ve vicdan özgürlüğüne inanmış (“Ahlak insanın hayvaniyetin sınırlılığından dil [yani, akıl ve irade] ile özgürleşmesiyle mümkün olmaktadır”. Dinde zorlama olamaz. “Konuşmak kavuşmak içindir. İnsanın Allah ile olan konuşmasına dua diyoruz. İnsanın insan ile konuşması da kavuşmak içindir. […] Kendini anlamaya çalışan insanın yolu mutlak dile düşüyor. Konuşmak, hitap ve muhataplık, insanın alamet-i farikasıdır.”11); düşünce ve ifade özgürlüğünün insanın cevherinin açığa çıkması için de kaçınılmaz olduğuna inanan (“Bediüzzaman, Hz. Muhammed’in yaptığı devrimin bir boyutu için şunu söyler: ‘Cevher-i insaniyetin üzerinden perdeyi kaldırıp hakikati teşhir etmek, hürriyet-i kelama serbesti vermek’”.12) …evet; böyle bir Müslümandır kamusal alana çağırılan. 

‘Kamusal Alanın Kökeni’ başlıklı yazısında ise, Bilici, anılan patikalardan yürüyecek Müslümanın çıkacağı alanı (nereden kökenlendiği ile birlikte) açmaya çalışıyor bize. Bazı insanların ve hayvanların sokulmadığı şehir meydanlarının (‘mahrum bırakabilinen bir imkân olarak kamusal alan’) ülke genelinde yaygınlaştığı zamanlardan (Kemalist zamanlardır ima edilen) bugünlere yönelirken şöyle diyor Bilici: “Kamusal alan, Özne’nin kendisini görmek ve göstermek için ikinci bir özneye okuyacak bir meydan açmasıyla başladı”. Eylemlerinden sorumlu ‘ben’in (‘benlik’ sahibi olan, fail; büyük harfle Özne’nin) ‘meydan’a çıktığı yerdir kamusal alan; hem görünürlüğü mümkün kılan bir açıklık (meydan), hem de ‘aleniyet’ (meydana çıkış) anlamında meydana. Düşünce, ifade ve tavrı ile hem kendisini deneyimlediği (kendisini gördüğü), hem ötekine göründüğü (kendisini gösterdiği), hem de göründüğünün (muhatabının) görünürlüğünde (kendisini gösterişinde, tepkisinde) kendisini görmesine meydan veren bir imkân olarak kamusal alan. Bilici, şiirsel bir dille, “ikinci bir özneye okuyacak meydan açma” diyor: İkinci bir öznenin (öteki/ler’in) ‘ben’i okuyabilecekleri bir mesafeyi ve meydan okuma fırsatını (iki yönlü) tanıma. (“Meydan, karşılaşma, karşı karşıya gelme, dövüşme, konuşma ve muhatap olmanın meydanıdır. Yani meydanın açılmasıyla hitabın doğması aynı hadisenin iki yüzüdür. […] Başka bir ifadeyle, meydan yabancılaşma ve yabancı ile karşılaşmanın mümkün olduğu yerdir.”)13

Yine kendi yorumsayışı ile Bilici, kamusal alan yönelimini, insanın Allah’la ilişkisinde temellendiriyor: “Yani, insanın yaratılması ve Allah ile insanın karşı karşıya gelmesi ile kamusal alan doğdu”. Kamusal alan insan içindir; ‘yaratılmak’ suretiyle ‘yaratıcı’ ile karşı karşıya gelen ve kendisine tanınan irade ile yaratıcısından mesafelenen (kendine meydan tanıyan) insan için. “Diğer her şey, tabir caizse, Allah’ın iradesine yapışıktır. Allah’ın kendi iradesinden koparttığı ve kendisiyle arasına mesafe koyduğu varlık ise insandır” der, Bilici: “Bu da ancak iradenin bir parçasının insanla gitmesi ile mümkündür”. 

Allah’ın bağışladığı irade parçası ile yapıştığı yerden kopan insan yaralı ve yetimdir ayrıca. Dolayısıyla, Bilici, yaratıcısından kopuşuyla açılmış yarasıyla insanın -sağaltım gereksinimi ile-meydana çıktığı yer olarak da tanımlıyor, kamusal alanı: “Kamusal alan, varlıkta/ doğada iradeyle açılan bir yaradır ve insanın ondaki eylemleri o yarayı kapatma hamleleridir (sadece yetim kalan ağlamaklıdır). İnsanın ‘dünya sürgünü’ ile kamusal alan açılmıştır. Kamusal alanın amacı iradenin sarf edilerek mesafenin kapatılmasıdır”. 

 

 

Kamusal hakikatlilik ve  Mücahit Bilici

‘Tevhid’ ve ‘İslamcı aydınlanma’ ile kamusal alana çıkan Bilici’nin kitabının adının İslamda Savaş Bitmiştir değil de, ‘İslam ve Demokrasi’ olmasını bekliyor insan. “Ne zaman ki savaşlar cephe savaşı olmaktan çıkıp kitlesel savaş haline geldi, işte o zaman savaş Müslümana haram oldu” tespiti ile İslam’ın savaşla münasebetini güncellediğinde, ‘demokrasi ve İslam’ hattında -sivil siyasi hassasiyetle- onca yol kat etmiş olan Bilici’de -sanki- biraz farklı bir ruh hâline tanık oluyorum ben: “Kurunun yanında yaşın da yakıldığı, askerin yanında sivilin de vurulduğu, bir gemideki suçlunun yanında masumun da batırıldığı hiçbir savaş İslami olamaz. İslami başlasa da [vurgu benim] İslami kalamaz”. Ucunda ‘Allah’a nispetle kazanılmış’ bir ‘zafer’ var ise; zafer, zulüm ve şerre düşmeden kazanılmışsa (nizami kalınmışsa -mı?) makul ve makbuldür -mü? diye kaygılanırken ben, “İslamda savaş çoktan bitti” ötesi cinayet,  deyip ilgili yazısını noktalayan Bilici, tatlıya bağlıyor neyse ki.14  

Kaçınılmaz, kendisi için istediği demokrasiyi (‘bencillik aşaması’) ötekine de hak görmek; ‘bireysel hürriyet’i ‘kolektif hürriyet’ler içinde talep etmek (‘demokrasinin fazilet aşaması’) ilkeselliği ile çıkıyor kamusal alana, Bilici. “Müslümanlar da onları bugüne kadar ezegelen laikler kadar [temel muarızları, Kemalistler, laik(çi)lerdir, Bilici’nin] bu demokratik medenileşmeye muhtaçtırlar.” Dolayısıyla, Müslümanların da, demokrasiye yatırım(sızlık)ları ile yüzleşmeleri kaçınılmazdır. “Demokrasi şimdiye kadar hariçten gelen (İslamofobik laikçi ve oryantalist Avrupacı) dış sorgu ve tehditlere karşı bir savunma, bir kurtuluş vesilesi olarak kal[mışsa]” hele, Müslüman, İslam-demokrasi münasebetini daha içeriden/ içten sorgulama ve kendisiyle yüzleşmeye bilhassa davet edilmelidir. Şu terbiye de elzem; tahakküme itibar caiz değildir. “Başkasının (mesela laiklerin) tahakkümüne karşı onurlu direniş ve eşitliği sağlayan dikleniş ne kadar doğru idiyse bugün tahakküm kabiliyeti kalmamış kesimlerin onur ve saygı taleplerinin karşısına mütehakkimane dikiliş de o kadar yanlıştır”. Kamusal alanı cebren tanzim eden otoriter devletten de, yanı sıra özel alanı da işgal eden totaliter devletten de uzak durulmalıdır. Kamusal alana ‘söz esastır’ kabulü ile çıkmıştır Bilici; “Tebliğde icbar yoktur. Cebirle yapıştırılan hiçbir kanaat iman değildir, cebirle yapılan hiçbir hüküm siyaset değildir. Teklif ve ikna yerine cebir ve tahakküm siyaset-dışıdır, medinede yeri yoktur (…) Muhatap, hitap mesafesindeki müstakildir,” düsturu ile.15 

Eh, kamusal alanda yakaladık; lafı fazla uzatmamak için soruyoruz: ‘Ya Kürt meselesi, Ermeni meselesi’? ‘Kürd’ (‘d’ ile hep) sorununun çözümü siyasidir, diye başlıyor söze. “Siyaset iradelerin duruşması”, “[s]iyasette hitap ve hürmet” esas ve “[s]adece konuşabilenler siyasete dahil” ise, Kürt sorununun çözümünde şiddet kabul edilemez: “Terör, vahşi olanın siyasetidir”. İlgili başlık altında ‘vahşet’in kimler tarafından icra edildiğine açıklık getirmese de; “[i]nsan katliamı yapılan yerde katırları katletmişler. Aslında itlaf edilebilirlik noktasında Kürd ile katırı arasında, ona hükmedenler açısından bir fark olmuyor (…) Roboski nedir? Adalet bombalandığı için gömülecek cesedi kalmayan ölülerdir” ile Roboski’yi; ya da, cansız bedenleri ile kan içinde yüzü koyun yere düşürülen Tahir Elçi ve Hrant Dink’i birlikte anarken, “[y]üzü kalmamış bir toplumda ölürken yüzünü çevirmek bu olsa gerek. Eminim çoğu insanın içindeki hüzün bir Ahmet Kaya şarkısı olup dudaklarına vurmuştur: ‘Diyarbakır ortasında vurulmuş uzanırım/ Ben bu kurşun sesini nerede olsa tanırım’” ile tarihe tanıklığını esirgemiyor Bilici: “Kürdistan halkı bu muameleye layık değil. Yüreği tahir [temiz], sözü elçi olan insanlar artık ölmesin. Kurşunlanan tarihin ve minarenin altına bir de insanların kanı akmasın”. Ekliyor; dün nasıl başörtüsü entelektüel namus gereği idiyse bugün Kürt olmak da öyledir. “Kürtlerin kendi kendilerinden sorumlu hale gelmesi kaçınılmazdır.” Bir özne olarak politik iradeleri tanınmalıdır.16

Ve basit bir işlemle Kürd’ün yanına Ermeni’yi de katıyor, Bilici: “Kürtten Müslümanlığı çıkartsan Ermeniye benzer bir şey çıkardı”. Müslümanınsa, kamusal alana çıkarken kendi kimliğinin tarihselliği ile yüzleşmesi elzemdir: “Katliam, Müslümanların yaptığı bir şey idi ama İslamdan kaynaklanan bir şey değildi. Soykırımın İslamda yeri yoktur ama Müslümanların tarihinde yeri çoktur. Katilin eşkali şöyle bir şey olmalıydı: Katilin dini/ideolojisi ‘Müslüman milliyetçiliği’ idi. Bu katliam, Müslümanlar adına ve İslamiyetin rağmına devletçe işlenmiş bir insanlık suçudur”.17 

Hakaret ve nefret söylemleri de; nereden gelirse gelsin reddedilmeli, ateistler de eşitlik ve demokrasi talepleri dahilinde muhatap alınmalıdır (“Ateistlerin inanç hürriyetini yaralayan uygulamalara dindarların da itiraz etmesi demokrasinin gereğidir”). “Hürriyet ve demokrasi, LGBT’lerin de eşit yurttaşlığını savunmayı gerektirir”. LGBTİ, Bilici’nin ‘ahlaken’ onaylamadığı (‘anladığı haliyle’ İslam açısından -evlilik dışı ilişkinin haram olması gibi- benzer bir günahtır; yasaktır) ama ‘aynı idari yapı’yı paylaştığı yurttaşların özgür tercihleridir nihayetinde. Hatta, ‘hane oluşturma’ yollu ‘medeni birlik’leri -gerektiğinde- ‘sosyal devlet’çe tanınmalıdır da. Endişeye mahal yoktur; “sevap ve günahın muhatabı Allah’tır”.18  

 

 

Sonuç

Mücahit Bilici’nin yolculuğunu, Spinoza’nınki ile kesişim ve ayrışımları üzerinden tanımlamaya çalışalım ve kendi yolculuğumuzu da noktalayalım. 

17. yy. Hollanda’sında Yahudi cemaatinin bir üyesi olan Spinoza, ‘Kutsal Kitap’ın tanrısı ile köprüleri atmış; öteki ile birlikte, mutlu, eşit, özgür ve barış içinde bir kamusallık için işe koştuğu aklın yol ve yordamını, ‘yaratıcı’ Tanrı’nın da ikamesi, ‘sonsuzluğu içindeki Doğa’dan hareketle kurmaya özenmişti. ‘Varkalımsal çaba’mız (tözsellikten devşirilen ‘conatus’), güç ve kudretimizle (‘tutkusallık’ların esiri olmaktan arınarak) kendimiz için ‘yararlı/ iyi’ olana yönelirken, ‘en yüksek eksiksizliğe/ en yüksek yararlıya’ erişmenin yolunun, ötekinin eşdeğerli arayışı ile ortaklaşmaktan (ortak ‘makul aklı’19 elbirliği ile tesis etmekten) geçtiğini ifade etmişti. Muhasebe, muhakeme ve müzakeresi tümüyle dünyanın diliyle yürütülüp ‘varoluşsal özerklik’ler arasındaki iletişim ve etkileşim yatağında akması öngörülen bir yoldu Spinoza’nınki. Öyle ya da böyle; ‘aşkınlık’a rağbetle değil, ‘içkinlik’e hürmetle.

İlk bakışta, yasa karşısında ‘eşit’ ve ‘özgür’ bireylerin ’burjuva kamusallığı’na dair bir öngörü gibi görünse de Spinoza’nın önerisi; kanımca, ‘menzil’inde değil, tarif edilen ‘hareketin mihveri’ndedir hikmeti: En yüksek yararda ortaklaşma yöneliminin tüm düşünce ve tavır alışlarına açık (şiddete, tepeden inmeciliğe, vs. kapalı); o anlamda, özgürlükçü, eşitlikçi ve barışçıl bir kamusallıkla tabir edilen bir ‘siyasi/ ideolojik-pratik’ hareket mihveri. Mücahit Bilici’nin ‘tevhid’ ve ‘akl’ yorumundaki denli yaratıcı olmasa da -ya da, ’Kutsal Kitap’ta Spinoza’nın serimlediği ‘mucizeler’ kıvamında-; ‘kutsal/ mutlaklaştırılmış’ bir ‘ideal’e tâbi olmaksızın sürekli devinen, yenilgi ve yanılgılardan gocunmayan, ‘komünist ufku’ kerteriz almışlığıyla âdeta zamansız bir ‘komünist demokrasi’ rüyası/ hülyasıyla yaşanan ‘etik-ideolojik-politik’ bir yolculuk gibidir, Spinoza’nın felsefesi.

Mücahit Bilici’nin yürüdüğü (ya da, yürünmesini beklediği) yolun ve muradının Spinoza’nınkinden pek farklı olduğunu düşünmüyorum. Ancak, Bilici, -mahiyeti açık olmamakla birlikte- benzer şekilde, kimsenin tekelinde kalmamak koşulu ile ’evrensel iyi’ye (“İslam […] daha kadim ve daha evrensel iyinin Müslümanlar arasındaki adıdır […] İslamın içeriği […] temelluk edilemeyecek şekilde herkese açılabilen evrensel iyidir”20) eşitlikçi, özgürlükçü ve barışçıl  kabullerle yol almak istese de, temel fark şurada ki, Bilici’nin yolculuğunun (nihayetinde ‘ontolojik-politik’ zeminde gerçekleşecek olsa da) kalkış noktası (menşei), Spinoza’nınki gibi ‘etik-epistemolojik’ (‘içkin’) değil; kutsala dayalı, dolayısıyla, ‘ahlaki’dir (‘aşkın’dır). Bilici örneğinde, -yorumsayışla yüklü- şahsi bir helallık alışla yola çıkılmıştır sanki. Teklif edilen yol ve yolculuğun, -anılan ölçüler dahilinde kamusallığa çağrı ve kamusallığın işleyişini temin cihetinde- bence bir mahsuru yok; lakin, gerek tarihsel/ toplumsal yükleri, gerekse öznel alımlayışlara açık menşei itibarıyla, hem düşünce ufkunu daraltıcı (helallık almak bağlayıcıdır zira), hem de kutsalın derinliği oranında -harcıâleme meyyal olanlarca- yaralamaya ve -naif beklentilerden doğru- yaralanmaya da müsaittir teklif edilen yol ve yolculuk.

Son olarak; Bilici’nin kendi (Müslüman) hikâyesi içinde -başat ya da cari dini kabullere rağmen- kendi ile yüzleşme ve hesaplaşmasındaki cesarete ve kendinden başlatarak hakikat yolculuğuna çıkışındaki doğruluk, dürüstlük ve içtenliğe büyük saygı duyduğumu belirtmeliyim. Kutsallara tâbiyetle (Bilici’nin ihsas ettiği ‘tanrısallaştırma’lar) kendinden öteye adım atamayan, kutsalı etrafında toplanan cemaati dışındakileri düşman adderek kendini tanımlayan; ‘mutlaklaştırılmış idea’sı ile ‘büyük anlatı’lara sığınıp dünyayı değiştirebileceği vehmi ile ömür tüketen, nihayetinde tükenip melankolilere duçar olan ya da maluliyetini ‘ahkâmcılık’lara vuran -çok geniş yelpazesi içindeki- ‘sol’ için de, Bilici’nin tavrının ibretlik olduğu kanaatimi paylaşmak isterim. 

‘Entelektüel’in neye karşı sorumlu olduğunu hatırlatırken de bize el veren hakikatli bir yoldaştır, Bilici: “Entelektüel her şeyden önce mülksüz ve korkusuzdur. Entelektüel, kaybecek bir şeyi olmayan olmayı göze alabildiği için bir zincirkırandır. (…) Sözüne mihnet, fikrine vesayet doğuracak imkânlara hayır diye[bilendir]. Entelektüel esasen vicdan kapıcısı ve hakikat bekçisidir. (…) Gücün mantığına ve işleyişine tabi olmayabilmenin yolu, güçten istiğnadır [güce tenezzül etmemektir]. Sadece bir ses kadar yalınlaşabilenler, bir vicdan kadar tasaffi edebilenler [saflaşabilenler] gerçek anlamda entelektüel olabilirler. Entelektüelin sorumlu olduğu merci ne kendi devleti ne de kendi milletidir. Entelektüel sadece hakikate karşı sorumludur.21

 

 

Not 

Yazının sınırlarını gözeterek, Bora/Bilici söyleşisini22 de bir ‘Not’la analım: Söyleşide, Bilici, Bora’nın, ‘Müslümanların başkaları ile eşitlik sınavında en çok zorlandıkları’ LGBTİ’ye bakış sorusunu yanıtlarken, ‘İslam uleması’nın, modern hayatta ve medeniyette dinin alacağı şekli muhakeme etmeye ehil olmadığını (bedevilik düzeyinden baktıklarını)’ vurguladıktan sonra, “[s]evmek zorunda olmadan saygı göstermek” gereğinin altını çiziyor. Dindar çevrenin iktidar olduktan sonra yaşattıklarını hayal kırıklığı olarak anan Bilici, ‘dinin ahlakla kendiliğinden bir ilişkisi’ olmadığı kanaatine vardığını; ‘sevap’ kaygısı ile değil, insanların birbirlerine söz verişleri olarak ahlaklı olmanın daha ‘ihlaslı’ olduğunu belirtip ‘dindarlığın dışında ve üstünde bir ahlak inşa etme’nin lüzümuna işaret ediyor. “Devlet konusunda liberter bir çizgideyim” diyen Bilici, devletin hayra ve şerre karar veren bir güç değil, -yurttaşla ilişkisinde- hizmet veren garson raddesinde olması gerektiğini belirterek, “Ve yine kim olursa olsun iktidarda olana ve devlete çıkana muhalefet etmek ve itimad etmemek adaletin lazımı imiş” vugusu ile yoğurdu üfleyerek yemek gerektiğini de ihsas etmiş oluyor. “İslamcılık zaten alttayken bir hınç ideolojiydi. Şimdi üstteyken bir faşizm halini almıştır, alıyor” da diyen Bilici, hakikate inançla söz ve fikir üzerinden mesai güdenlerin aksi yönelimdeki ‘müteşebbis’ler karşısında naif ve çaresiz kaldıklarından bahisle, “Felsefe, siyasetin suç mahalline vardığında iş işten geçmiş oluyor” kanaatini de paylaşmakta bizimle. 23

 

 

1 Avesta Y., Birinci Basım 2016, İkinci Basım 2017.

2 İslamda Savaş Bitmiştir’den alıntıların sayfa sayıları, ilgili yazı başlığı anılmamışsa belirtilecektir.

3 Bilici, bireyin aklı ve iradesi üzerinde vesayet ve velayet üreten tüm kurum(sallaşma)ları ruhban sınıfı olarak anar. Şeyhler, ulema taifesi, Sünni/ Şii mezhepçiliği, “kalbi açmak için aklı askıya alan, bazan da sömüren sufi formasyonlar”ı, “fıkhın vesayetçileri ile tasavvufun velayetçileri”, “abicilik” yapan Nurcu, şeyhini uçuran tarikatçı, kelle uçuran radikal selefi, ruhban sınıfına dahildir.

4  ’Kemalist ideoloji’den ‘reel sosyalizm’lere ve vârislerine dek uzanabiliriz mesela. Bilici’yi özgün ve değerli kılan da, İslam’ın içinden söz alıyor olsa da, bizde geçer akçe olan ’aidiyet’ katından değil, ‘ilkesellik’ mertebesinden (kitabının sonundaki ‘Entelektüel Neye Karşı Sorumludur?’un yanıtı gibi âdeta) sesleniyor oluşudur.

5 Bilici’nin ilginç bir saptaması da, ‘diktatör’ kimliğine dair olandır: “İnsandaki sonsuz hükmetme arzusu veya sonsuz sahiplenme/ mülklenme arzusu, ait olduğu Malik’e sonsuz yapışma ihtiyacının/ lüzumunun tersten görünüşüdür”. Açarsak; diktatör kimliği, kendi olamamış, varoluşsal özerkliğini kurma yoluna çıkamamış (‘Malik’ten kopup kendine yol alamamış) kendiliksizin, insanları kendine yapıştırmak, mülkleştirmek suretiye kendilik tedarik etme hâlet-i rûhiyyesinin karşılığıdır: “Politik alanda diktatör olan, teolojik alanda firavundur”. 

6 Yazı, 24 Ocak 2015 tarihli Taraf gazetesinde yayımlanmıştı ilkin. Ayrıca, bkz., ‘Kamusal Alan, Demokrasi, Falan’ başlıklı yazım (Gazet Duvar, 7 Kasım 2016).

7 İslamda Savaş Bitmiştir, s. 45.

8 Agy., s. 26.

9 Agy., s. 17.

10 Agy., s. 28. 

“[D]emokrasinin günaha açıklığı, diktatörlüğün günaha kapalılığından daha insani ve daha İslamidir” (s. 19). “Demek ki bütün yaptığımız sadece tercihler. Tercih yapma hakkımızı ortadan kaldıran her girişim esasen insaniyetimizi ortadan kaldırmaya çalışıyordur” (s. 21).

11 Agy., s. 29. 

12 Agy., s. 30.

13 “Kendi dışına düşmanlıkla ayakta duran bir özgüven, sathi ve temelsiz bir özgüvendir. Hakiki özgüven kendi dışına çıkmaktan, öteki olan veya öteki görünenle temas edip yüzleşmekten korkmaz. (…) Halbuki bir hakikat bizim olduğu için doğru değildir. Doğru olduğu için, hakikat olduğu için biz ona inanırız, inanmalıyız. Bilmediği şeye düşman olan insanın yapması gereken düşmanlıkla kendini kilitlemek değil, bilmeyle özgürleştirmektir.” (s. 34)

14 Bu paragraftaki alıntılar: İslamda Savaş Bitmiştir, s. 21, 22, 23.

15 Agy., s. 36, 59, 62, 131-132.

16 Agy., s. 128, 117, 87-88, 89, 130. 

Bilici, o arada, ’Üstad’ın (Said Nursî), despotizm ve şiddet çağının geçildiğini; akıl, şuur ve haklılık bilinci ile -şiddet dışı yollarla- tavır almak lazım geldiğini hatırlatan ‘medeni hürriyet dersi’ni de paylaşmış okurla (s. 82). Ve, yüzyıl öncesinin, tüm farklılıkların eşitçe bir arada yaşamasını (egemenliği sultandan alıp millete vermeyi) öngören (İslami bir dille güvencelendirilmiş) ’Türkiye’nin Kayıp Anayasası’nı da (s. 83-85) anıyor. Teolojik-Politik İnceleme, V. Bölüm’de, Spinoza da şöyle söyler: “Şunu da kaydetmek gerekir; dirlik ve düzeni hâkim kılmak amacıyla kurulmuş olduğunu söylediğim Devlet, mağlup bir halk üzerinde fetih hakkıyla kurulmuş olarak değil, özgür bir halk tarafından kurulmuş olarak anlaşılmalıdır”.

17 Agy., s. 114.

18 Agy., s. 98, 103, 104. 

Seneca’nın, “Ölümü göze alabilme faziletinden mahrum bir hayat köleliktir” sözünü anıp “Sadece özgür insanlar ve hakikaten hayatı ciddiye alıp sorgulayan insanlar intiharı göze alabilir çünkü” diye ekleyen Bilici’nin, “intihar haramdır”dan önce bakılması gereken yere (‘anlamı kalmamış hayat’) işare edişi de (s. 70-72) ’müstakil’ bakış açısı itibarıyla kıymetlidir. (‘Spinoza Felsefesinde Şiddetin Yeri’ başlığıyla andığım yazımda ‘intihar’ meselesi de ele alınmıştır.) Şunu da ekleyeyim; Bilici’nin, samimi sorgulayışın ve şüphenin karşılığı olarak muhatap aldığı ‘ateist’ tavrın da, kanımca, Bilici’nin ‘tevhid’e getirdiği yoruma itibarla içtihat kapısından geçmesi uygun olur. Zira, kamusal alan muhataplığında, kimin neye inanıp inanmadığı (‘tanrılı’ ya da ‘tanrısız’ olup olmadığı) değil; tüm yeryüzü tanrı temsillerinden ne denli arındığı tayin edicidir.

19  ‘Ortak makul akıl’ tabirini Cemal Bâli Akal’dan (Varolma Direnci ve Özerklik/ ‘Bir Hak Kuramı İçin Spinoza’, Dost Y., 2004) alarak kullanıyorum. 

20 Agy., s. 14.

21 Agy., s. 134 (alıntıdaki vurgu benim). Farklı bir bağlamda söylemiş olsa da; ’Barış İçin’ devlete seslenen ‘entelektüel’in sesine ses katamayan, seste kusur arayarak kendini korumaya alan ‘sahte entelektüeller’e değebilecek bir ölçüyü de şerh düşmüştür, Bilici: “Çünkü demokrasi, vatandaşın devlete haddini bildirdiği rejimin adıdır” (agy., s. 95). 

22 ‘İstibdat her zaman riyakârlığı milli bir spor haline getiriyor’, Birikim Güncel, 11 Eylül 2017. Söyleşi ve kitap üzerinden bir yazım için, bkz., ‘Mücahit Bilici ve ‘Vicdan Koalisyonu” (Gazete Duvar, 12 Ocak 2018 ve Birikim Güncel, 31 Ocak 2018).

23 Daha önce anılanların dışında genel bir ‘kaynakça’ sunacak olursam: Kamusallığın Yapısal Dönüşümü (Strukturwandel der Öffentlichkeit, 1962)/ Jürgen Habermas’ın, gayesi, ’burjuva kamusallığının tipolojisinin tahlili’ olan çalışması (Türkçe çev. Tanıl Bora, Mithat Sancar, İletişim Y. [1997-2012 arası 10 kez basılmış.]); Spinoza’nın hayat hikâyesi ve felsefesine dair, Spinoza: Bir Yaşam/ çev. Anıl Duman-Murat Başekim, İletişim Y., 2008 (Cambridge University Press, 1999), Spinoza’nın felsefesi ve siyaset felsefesi için, Törebilim (‘Etika’)/ çev. Aziz Yardımlı, İdea Y., 2000, Tractatus de Intellectus Emendatione (‘Treatise on the Emendation of the Entellect’/ ‘İnsan Anlağının İyileştirilmesi Üzerine İnceleme’ olarak Aziz Yardımlı tarafından Türkçeleştirilmiştir [Söylem/İnceleme/ Monadoloji içinde], İdea Y., 1997; ayrıca, bkz., Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme/ çev. Emine Ayhan, Dost Y., 2015 -Spinoza’nın söz konusu metninin, ölümünden sonra, 1677’de yayımlandığını da belirtelim), Teolojik-Politik İnceleme [Tractatus Theologico Politicus’]/ çev. Cemal Bâli Akal, Reyda Ergün, Dost Y., 2008, Politik İnceleme [‘Tractatus Politicus’]/ çev. Murat Erşen, Dost Y., 2007; kendi metinlerim: ’Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Spinoza ve Felsefesi, Bağlam Y., 2014, ’Spinoza ve Siyasete Dair Notlar’ (Birikim, Mart 2012), ‘Etika’dan ‘Demokrasi’ye/ ‘Teolojik-Politik Edimselliğe Yol Alırken, I ve II (Birikim, Kasım 2013 ve Ocak 2014), ‘Gezi/ 17 Aralık Vak’aları’: Demokratik Eylemlilik ve Spinoza’ (t24, 6 Şubat 2014), ‘Hayatın Anlamı, Mutluluk ve Demokrasi’ (Varlık, Ekim 2016), ’Spinoza Felsefesinde Şiddetin Yeri’ (Varlık, Mayıs 2017 -‘intihar’ bahsi), ‘Spinoza ile Sevinç Kesilmek’ (Birikim, Eylül 2017), ‘Demokrasi: Politik Güç, Meşruiyet ve İnsan Hakları’ (t24, 28 Ocak 2014), ‘Kurucu İdealler ve Demokrasi’ (t24, 25 Mart 2014),‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla Çatışma ve Demokrasi’ (Varlık, Ocak 2016) ‘Kurucu Bir Değer Olarak Meşruiyet’ (Gazete Duvar, 12 Aralık 2016), ‘Sol Cemaatçilik, Fetişizm ve ‘Komünist İdea’’ (Birikim Güncel, 19 Haziran 2017), ‘Modernlik, Sonrası, ve ‘Sol Melankoli’’ (Varlık, Temmuz 2017),  ‘’Sol’ Yolculuğun Yas ve Melankoli Bağlamında Sorgulanışı’, (Varlık, Ağustos 2017), ’’Sol Melankoli’ Kime Ne Söyler?’ (Varlık, Eylül 2017).



No Responses Yet to “Tevhid, Ruhban, Kamusal Alan ve Demokrasi”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: