Antidemokratik/Otoritaryen Kişilik ve Solda Kıyıcılığın Ruhsal Çözümlemesi
Bu yazı, Nisan 2018’de Birikim dergisinde yayımlanmıştır.
Özgürlük, eşitlik değerleri ile birlikte ‘insan’ı (öncelikle ‘kendi olma’ kaygısıyla) merkezine alması beklenen ‘sol’ adına -hem evrensel, hem de mahalli ölçekte- önemli ve tayin edici olduğuna inandığım için sorgulamak istiyorum: ‘En genel anlamında sol’, neden, kendi içinde ‘düşman’lar bulmaya yatkındır? Ne olmaktadır da, en özverili siyasi mücadelelerde dahi örgüt içi infazlardan ya da sosyalizmin gerçekleşmiş örneklerine bakıldığında, kıyımlardan, kırımlardan geçilmemekte, düşmansız olunamamaktadır? Sözü kendi mahallemize taşırsak; ‘sol’un dışında düşünemeyeceğimiz (öyle ya da böyle yüzleri sola dönük), temsil değeri olan kimi isimler ya da bir tavır olarak, sözgelimi ‘Yetmez ama Evet’çilik ve mensupları, nasıl, yıkıcı bir öfkenin, yer yer linççi bir saldırganlığın nesnesi/ hedefi olabilmekte; söz konusu öfke ile epey geçmişi olan arkadaşlıklar gözden çıkarılmakta, insanlar birbiriyle kanlı bıçaklı olabilmektedir? Olguya, psikanalizin penceresinden bakmak ve çözümlemeye çalışmak üzere, Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün ‘otoritaryen kişilik’ üstüne gerçekleştirdiği çalışmaya gidelim.
Antidemokratik/otoritaryen kişilik
Solun yaşadığı iç husumet ve kavgalarına, gerçekleşmiş sosyalizmlerdeki iç düşmansız yapamama hallerine bir başka noktadan ışık düşürmek ve okura, -daha sonra paylaşacağım kendi çözümlememle- karşılaştırmalı muhakeme olanağı tanımak üzere, Otoritaryen Kişilik Üstüne/ ‘Niteliksel İdeoloji İncelemeleri’ (1) ismiyle yayımlanmış çalışmayı hatırlatmak istiyorum öncelikle.
Anılan çalışma, Önyargı Üstüne Çalışmalar genel başlığı altında (beş ciltte) toplanıp yayımlanan Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün Nazi Almanya’sını terk ederek ABD’ye yerleşmiş üyelerinin buradaki başka biliminsanları ile birlikte gerçekleştirdiği araştırmaya T. W. Adorno’nun verdiği katkıyı içeriyor. Enstitü Başkanı Max Horkheimer’ın da belirttiği üzere çalışmayı tüm ekip bir eşgüdüm içinde birlikte yürütmüş; dolayısıyla, Adorno’nun katkıları da söz konusu işbirliğinden bağımsız değil. Bu çalışmada, ‘otoritaryen kişilik’le Yahudi düşmanlığının (‘antisemitizm’in) nasıl örtüştüğünü; düşmanlığın, hangi ideolojik/toplumsal kategoriler içinde yansıdığını okuma şansı buluyoruz. Biraz yakından bakalım.
Araştırmacılar, bireyin politik, iktisadi ve toplumsal yönelimleri (duruşları, tavırları) ile ‘zihniyet’ ya da ‘tin’leri arasında, “geniş ve kaynaşmış bir model” oluşturacak denli yakın bağ olduğu varsayımını sorgulamak üzere çalışmalarına başlıyor. Ve çalışma sonuçları, gerçekten de, belli toplumsal koşullarda belirginlik kazanan ‘antidemokratik/faşist propagandaya açık’, ‘önyargılı’ tavır ile ‘otoritaryen kişilik’in derinde yatan yapısal özellikleri ve eğilimleri arasındaki sıkı bağlantıya işaret ediyor. Ancak, uyarıyorlar da; kişilikle tavır arasındaki bağ (kişilik, ideolojik yönelimlerin belirleyicisi olsa da) tözselleştirilmemeli; kişiliğin baştan beri verili olmadığı, hep öyle kalmadığı, toplumsal çevre koşullarının değişmesiyle değiştiği de hesaba katılmalıdır. Ya da, şöyle söyleyebiliriz; toplumsal koşullar, kişilik üzerinden dolayımlanarak ideolojik ifade kazanmaktadır.
Şurası ayrıca anlamlı; araştırmacıların yönelimlerinde ‘antisemitizm’ ilkin özgül bir kategori oluştururken, çalışma ilerledikçe görülüyor ki, antisemitizmi de içeren, adını ‘azınlık karşıtı önyargılılık’ ya da ‘otoritaryen kişilik’ diye koyabilecekleri bir ruhsal coğrafya söz konusu. Ve giderek, yüz yüze yapılan görüşmelerde verdikleri yanıtlara göre, yüksek puanlılar, ‘azınlık karşıtı önyargılı/otoritaryen kişilik’e, düşük puanlılar ise, ‘liberal kişilik’e yakın düşmekte. Şimdi, yüksek puanlılarda gözlemlenen (belirtisel) özelliklere bakalım kabaca.
Kuşkusuz, herhangi bir ırka düşmansı kabullerle yaklaşmanın eşyanın doğası ile de, selim ve salim bir akılla da bağdaşır yanı olamaz; lakin, maraz, yüksek puanlılarda iyice çarpıcı düzeyde. Önyargılı kişi(lik), Yahudiye yüklediği şeyi onun özgül doğası içinde dayanaklandırmak kaygısı taşımadığı gibi (sorunun, önyargılı kişiliğin ruhsal/yapısal gereksinimlerinin doğasına bağlı olduğu görülecek), tekil örnekleri kendi somut koşullarında dikkate almayıp önüne geleni bir büyük Yahudi sepetine atma kolaycılık ve toptancılığına da sahip. Ve elbet, Yahudiye yüklediği şey bağlamında ilgili toplumsal koşullara dair bilgisizliği ve kafa karışıklığı ile de dikkati çekiyor. (“Antisemitik, tam da bilgisizliği, kafa karışıklığı ya da yarı-bilgiçliğiyle çoğu zaman derin bir büyücü konumuna yerleşebilir. Onun katı formülleri ne kadar ilkelse, basmakalıplıkları sayesinde, aynı zamanda o kadar çekici olur; zira çapraşık olanı yalın olana indirgerler -bu indirgemenin mantığı nasıl işlerse işlesin.” (2) Bu tutumun, karşı eleştiriye de, özeleştirel duyarlılığa da kapalı olduğu; kendi tarafının ‘grup narsisizmi’ni tahkim ederken, kötülüğü dışa/düşmana yansıtmakta keyfiliğine ölçü tanımadığı da açıktır. Her şeyin iç yüzünü bilen tekinsiz bir gururu, âdeta bir büyücü bilgiçliği vardır.)
İncelemeciler, önyargılı/otoritaryen kişiliğin, aynı zamanda, ‘antidemokratik’ eğilimli, ’faşist’ propagandaya müsait bir kişilik olduğunu da gözlemliyor. Nefretlerini hak eden geniş bir düşman dünya ile çevrili oldukları duygusundan hareketle nefretin cezbesine kapıldıkları; hatta, nefret nesnelerine -negatif- bir aşkla bağlandıkları (onsuz yapamadıkları) da görülüyor. Çalışma çerçevesinde, ‘potansiyel faşit karakter’in, Yahudiyi suçlarken rasyonel dayanak kaygısı taşımadığı gibi (3); ölçüsüz bir cezalandırma eğilimi taşıdığı da gözlemleniyor. Araştırmacılar, ‘paranoid’ yapı ile bağdaştırdıkları bu tutumu, ‘psikolojik totalitaryenizm’ örüntüsü olarak anıyor: “Aşırı önyargılı kişi, ‘psikolojik totalitaryenizm’e, yani kendi amaçladığı totalitaryen devletin aşağı yukarı mikrokozmik imgesi gibi gözüken bir şeye eğilimlidir”. (4)
Biraz da, araştırmacıların ‘liberal’ kişilik olarak adlandırdıkları ‘düşük puanlı’lar üzerinden bakalım tabloya. Düşük puanlıların Yahudilere yönelik tutumlarının genel özelliğini ‘empatik rasyonellik’ olarak tanımlıyor incelemeciler. Antisemitizmi, Yahudinin değil, antisemitin sorunu olarak görürken, ırksal sorunlar ve azınlık özellikleri diye anılanları, tarihsel ve sosyolojik bakış açısından ele alma eğilimindeler. Söz konusu özellikleri irrasyonel tarzda tözleştirmek yerine, rasyonel bir içgörü çerçevesinde ele alıp toplumsa/ tarihsel boyutta değişime açık şeyler olarak değerlendirirken, olgulara kendi tekillikleri içinde bakmasını da biliyorlar: “Önyargısız öznelerin rasyonelliği kendini en başta, onların azınlıklara karşı klişeleri reddetmesinde dile getirir. Bu reddediş çoğu zaman bilinçli ve açıktır: bireysellik kavramını ciddiye alırlar”. İncelemeciler, ayrıca, düşük puanlı liberal kişilerin, adalet duygularında içtenlikli olduğunu da gözlemliyor: “Düşük puanlıların duygu yüklü adalet anlayışının sadece yüzeysel bir ideoloji ya da kişinin kendi insancıllığında narsist doyumun bir aracı olmayıp kişilik içerisinde gerçek bir temele sahip bulunduğunu ve sanki ancak daha sonra kuramsal bir çerçeve içinde ifade edildiğini gösteren belirtiler vardır”. (5) Yüksek puanlılarda en fazla değer verilen kişisel özellik ‘güç’ iken, düşük puanlı liberallerde ‘özgüven’in önemsendiği; yüksek puanlılarda ‘büyük adam yaltaklanmacılığı’, ‘öndere bağlılık’ gibi kişiselleştirici tavır ve statüko ile özdeşim öne çıkarken, düşük puanlı liberallerde, demokratik denge ve denetim talebinin esas alınması yanı sıra değişime açıklığın belirleyici olduğu da anlaşılmakta. (6)
Yüksek puanlıların Yahuhidiye yönelik olumsuz duygu ve düşüncelerini araştırmacılar dinamik olarak nasıl yorumluyorlar peki? Diyorlar ki, antisemitik tepki yöneldiği nesnenin niteliklerinden öylesine uzaktır ki, araştırmacının ilgisinin, tepkinin nesne içinde temellendirilişinden (Yahudinin kendisinden) uzaklaşıp yüksek puanlının kendisinde yoğunlaşması; ‘antisemitizm’i bir ‘semptom’ olarak değerlendirmesi kaçınılmazdır (bir ırka tam bir genelleme ile olumsuz nitemler yüklemenin -olsa olsa- bir marazın arazı olacağına işaret etmiştik). Ve, “Semptomların bireyin psikolojik ekonomisi içerisinde özgül bir işlev gördüğü ölçüde ‘anlamlı olduğu’ (…) kural olarak, semptomların bastırılmış isteklerin vekâleten doyurulması ya da bu isteklere karşı savunma olarak kabul edilmesi gerektiği” (7) yollu psikanalizin temel varsayımı ile temellendiriyorlar düşüncelerini.
Peki, nedir bu bastırılmış istekler? Şiddeti değişik düzeylerde olmakla birlikte türlü kıyıcılıkla (aşağılama, öfke, nefret) ifadesini buluyor, en aşırı noktasında nesneyi yok etme istek ve eğilimine varıyorsa söz konusu maraz; demek, bastırılan şey bir saldırganlık ihtiyacı (dürtüsü) olmalıdır. Öte yandan, ifadesini bulduğunda böylesi geniş yelpaze içine yayılıyorsa saldırganlık, ol bâbda, öznenin nesneden sakındığı bir şey de olmasa gerek. Öyleyse, öznenin kendinde taşıyamadığı, bastırıp dışarı yansıttığı bir şey olmalı saldırganlık: “Yahudilerin ezelden ebede suçlu olduğu düşüncesi, psikolojik açıdan, önyargılı kişinin kendi bastırılmış suçluluk duygularının bir yansıtılışı olarak anlaşılabilir”. (8) Araya girersem, açıklaması şudur: Beni (‘ego’) gerçek nesneye -gerçek koşullarda- saldırmaya iten bir itki ayaklanmış, üstben (edindiği terbiye ile) kalkışma içindeki bene (güya, yine onu korumak üzere) yüklenip uyandırdığı suçluluk duygusu ile haddini bildirmiş, had bilen ben de suçluluk duygusunun üstesinden gelmek (suçluluğu savuşturmak) üzere, kaynaktaki saldırganlığı bir ikame nesneye yansıtmış, cezayı ona kesmiştir. Antisemitin -bu minvalde- yaptığı, cezayı kesmesine müsait (günahı yükleyeceği) bir günah keçisi bulmak ve (psikotik raddeye varmasa da) irrasyonel gerekçelerle ona yüklenmektir. Günün koşullarında ihtiyaca en uygun cevabı verecek olan Yahudidir.
Araştırmacılar, yazdıkları metinde ‘metapsikolojik’ (ruhsallığın işleyişine ilişkin) ayrıntılara girmeseler de, anılan ve suçluluk duygusuna yol açan saldırganlığın ‘anal-sadistik/ mazoşistik’ yapıdan kaynaklandığını aktarıyorlar. Okura belki şöyle yardımcı olabilirim: Söz konusu yapıdaki kişi (kendiliksel düzey), öfkesini, gerçek koşullar içinde ve kendisinde öfke uyandırana (gerçek nesnesine) yönlendirebilme (hakkını arama, muhalefet etme, itiraz, isyan, vs.) ehliyetinde değildir (bir başka boyutuyla, hayatın kendini özgürce ifade edebilmeye elverişli olmadığını; köpekleri üstümüze salarken taşları bağlı tuttuğunu da söyleyebiliriz). Hal bu ise (yani, kişi, gerçek koşullarda öfkesini gerçek nesnesine yönlendirme ehliyet ve yeterliliğinden yoksun ise) iki yol vardır, uyanan saldırganlıkla başedebilmek için: Ya o kişi, baş edemediği zoru kendine yöneltecek (acıların çocuğu olacak, suçu kendi üstüne çekecek: ‘mazoşizm’), ya da, zorun faili ile (hâkim hayat koşullarını üreten iktidardır o) özdeşim kurup (saldırganla bir olarak, güç sahibinin sopasına tutunarak, ’identification with the aggressor’) saldırganlığını (‘sadizm’) seçilen günah keçisine (düşmana) yönlendirecek; gerçek fail ve zorbalığı ile özdeşleşerek düşmana saldırmaya soyunanlar geniş kalabalığına katılacaktır. (9)
Antidemokratik/otoritaryen kişilik ve solun kıyıcılığı
Bir olgunun, çözümleyici anlayışla ele alınmaya değer olması ya da benimki türden bir ihtiyacı uyarması için, sıradanlığı aşan bir duygu ya da davranışın tezahürü olması gerekir (öyle ya; yoksa neyimize). O kimi isimlere ve temsil ettikleri değerlere ya da ‘Yetmez ama Evet’ yönelimine, -hele hele- günün yoğunlaşan baskı koşullarında bu denli kıyıcı öfke ve nefret yükleniyor, neredeyse tüm siyasi enerji o duygular sarmalında tüketiliyorsa, bunun, makul, tuhafsanmayacak bir hal olduğu söylenebilir mi?
Diyelim, söz konusu parantez içine alınabilecek insanlar, -en azından beri taraftan bakan bir kısım öfkelinin gözünde- sınıf temelli (sosyalist) siyasete itibarsız (yani, ‘tam solcu olamamış’!), lakin, devletle ilişkileri, hukukun üstünlüğüne dayalı, hukuk önünde eşitliği, temel hak ve özgürlükleri teminat altına alan anayasaya tâbi bir devlet talebi ile tanımlı (kabaca, burjuva hukuksal anlamında ‘liberal’); 12 Eylül darbe anayasasının askeri vesayeti kurumsallaştırıcı hükümlerine ‘ilkesel’ olarak karşı (dolayısıyla, ilgili anayasa değişikliklerine ‘ilkesel’ olarak ‘evet’ demiş, ancak, ’yetmez’in işaret ettiği anayasal hükümler dahilinde -inkıtasız- demokrasi mücadelesine de çağıran) insanlarsa (10); bunların, böylesine nefret nesneleri hâline getirilmelerinde, birer hain olarak etiketlenmelerinde bir ölçü kaçıklığı yok mudur? Üstelik, öfkelerini dayandırdıkları haklılık zemini “bugünkü iktidarın yolunu yaptılar” gibi bir şeyse ve bugün de aynı insanlar aynı ilkesellikle (tutarlılıkla) demokrasi için mücadelelerini ve muhalefetlerini açık yüreklilik ile sürdürüyorsa (ve hatta, bir kısmı, hapislerde çürütülmeye mahkûm edilmişse), “Oh olsun!”a layık görülebilmeleri, acaip ötesi marazlı bir hal değil midir?
*
Evet; anılan hal -kurduğum ölçüler dahilinde- marazlıdır; ‘semptomatik’ (belirtisel) değeri vardır. Semptom (belirti, araz) neyin nesidir peki? Belirti, bir ‘çatışma’nın ifadesidir; bastırılanla bastıran güç arasında yaşanan çatışmayı temsil eden (bir yanı ile bastırana, bir yanı ile bastırılmış olana hizmet eden) bir ‘uzlaşı’, bir ‘savunma’dır. Andığımız ölçüsü kaçık, marazlı öfke peki, hangi çatışmanın tezahürü, neyin savunusudur?
Semptom bize kendisini bilinçli alanda gösterir (olgusal olarak gözümüzün önündedir). Bilinçli alanda varoluşsallığımıza (benlik alanımıza) katılması tehdit olarak algılanan talepler (hayatta belli karşılıkları olan taleplerdir bunlar) ‘bilinçdışı’na bastırılır. (Akılda olsun; tehdit algısı da [ki, tehdidin ölçüsünü koyan, başta, benlik kuruluşunu çekip çeviren ‘ideal’/ ‘benlik ideali’, sonrasındaysa, üstbendir -‘superego’], bastırmanın kendisi de bilinçdışı işleyen süreçlere bağlıdır). Şimdi, olgumuza bu anlayışla yeniden bakarsak; söz konusu nefret, düşmanlık, yok etme yönelimi hangi bastırılmış olanın belirtisel karşılığıdır? Ya da, anılan nefret, hangi çatışmanın çıkış yoludur?
*
Kuşkusuz, semptom, belli bir ruhsal yapısallık içinde ortaya çıksa da, hatırımızda tutmamız gereken şu ki, kendi içinde belli bir dengeye oturmuş olan (ya da, renk vermeyen) benlik, mevcut dengesini bozan (dış/nesnel) koşullarda çatışmaya sürüklenir ve çatışma, belirtisel bir uzlaşı dahilinde kuşatılmaya (hâle yola koyulmaya) çalışılır. Böylelikle, kurulu dengenin bozuluşunu (‘decompensation’) başlatan koşullar aynı zamanda bize o kişinin yapısı hakkında da fikir verir (bizi dellendiren, derdimizin menşeini de dillendirir [11]).
Şimdi, hem olgumuzda söz konusu belirtinin (öfke, nefret, manevi lince yatkınlık) mahsus yapı içinde işleyişini anlamaya; hem de, çatışmaya yol açan (ve mevcut dengeyi bozan) koşulların adını koymaya çalışalım:
a) Bu tuhaf (makuliyet sınırlarını zorlayan) öfke, kendilerini solda (12) ama liberallik karşıtı olarak tanımlayanların (‘liboş’ güzellemesi de oradan alır rengini) öfkesidir; hatta, denebilir ki, alamet-i farikaları, sınıf temelli mücadele ya da mevcuda muhalefet pratiklerinden ziyade liberal düşmanlığı olanların öfkesidir bu öfke.
b) Nedir/kimdir, peki, anılan solun mensuplarının asap sükûnetini ihal edip taşlarını oynatan? Elvcevap; genel anlamda sağ/muhafazakâr dünyanın dışında ama anılan sol taifeye de dahil olmayan; somut örneklerimiz itibarıyla (memleketin Cumhuriyet tarihi ya da verili siyasi koşullarında), özgürlükçü, hukuk önünde eşitlikçi, ‘birey’ olmayı esas alan ‘liberal’.
c) Öfkenin nesnesi, liberal denen karakter, kendisini, etrafında cem olunan mutlak/ kutsal bir ideale tâbi hissetmiyorsa, ‘hesabımı kendime veririm’ meşrepli bir şeyse; asap sükûneti ihlal olanın, taşları tam da karşıt tarzda dizili bir karakter olması beklenmez mi? Öyleyse, anılan türde (ister Kemalist, ister ortodoks sosyalist) solcunun kendiliği, sere serpe kendisi olmasını ketleyen, öylesi bir yönelimi benliğine tehdit olarak yaşatan bir merci (‘benlik ideali’ dediğimiz şey) nezaretinde kurulmuş ve ‘varoluşsal özerklik’e kapısı kapılı; düsturlu, desturlu -kurucu- bir otoriteye tâbi olmalıdır içten içe.
d) E peki, varsın kendi kendine takılsın liberal; tüm kötülüklerin müsebbibi görülecek raddede bir gücü kendisine yansıtmak (13); o güçle işlediği günahlarından dolayı böylesine öfkelenmek, lince meyletmek, bu feryat, figan niye? Bir ‘iç tehdit’ algısı olmalı, taşların yerinden oynamasından kaynaklanan.
e) Kendisini kutsanmış/mutlak -siyasi- idealine teslim etmiş görünen solcu, teslimiyeti ile mutlu, mesut yol alamıyorsa (ideali ile izdivacında tadı kaçıyorsa), kendisi ile (bir başka deyişle, kuruluşuna nezaret eden otorite ile) süregiden bir kavgası olmalıdır derininde. İşte; solcumuza, ‘benlik ideali’ dediğimiz (sol idealin mutlaklığını, kutsanışını da besleyen) merci ile bastırılmış -kadim- kavgasını hatırlatan (kendine vehmettiği gücü boşa çıkaran) siyasal yeniklik ise (dış/nesnel koşul); liberal de, – muradı aynalamak olmasa da- solcuya hüsranını aynalayan kötü kişidir nihayetinde.
f) Biraz daha açarsak; mutlak ideale biatle muhafaza edilmeye çalışılan iç disiplinin ihlali (taşların yerinden oynayışı) benlik ideali ile örtük/kadim kavgayı ayaklandırmış; ayaklanan kendi olma arzusu suçluluk duygusunu (benlik ideali ile yaşanan gerginliğin karşılığıdır) uyandırmış; gerginliğin yakıtı olan öfke/nefretse bir düşman aramak üzere yola çıkmıştır. İşte, söz konusu husumetin muhatabı, solcunun hüsranını aynasında müşahade ettiği liberaldir. İç kalkışma, kalkışmadan kaynaklanan öfkenin dış düşmana yansıtılması ile (‘projection’) bastırılmaya çalışılmaktadır. (14)
g) Şunu yeniden vurgulayalım: Liberal, doğrudan (bir başına) solcumuzun kadim (iç) kavgasını başlatan değildir. Kendi ideali ile ilişkisinin (az ya da çok) mürüvvetini gördüğü ya da tasavvur veya hayallerini muhafaza edebildiği hayatın elinin altından kayması/kaybolmasıdır solcumuzu dellendiren. Kutsanmış ve siyasal düzleme taşınmış ideal üzerinden başarısızlık (‘iktidarsızlık’) yaşanmış; idealle ilişki mutlaklık kabulü üzerinden yaşanageldiği için yaşanan kaybın ‘yas çalışması’ yapılamamakta (idealle ilişki yeniden hayata tutunacak şekilde dönüştürülememekte); ve işte, tam da o koşullarda liberal, melankolik öfkenin yöneldiği günah keçisi (yaşananların müsebbibi) hüviyetini kazanmaktadır. Gelsin çemkirmeler, sol ahlakçılıklar, ahkâmcılıklar, hain yaftaları: ‘Senin yüzünden!’ (15)
h) Sol örgüt içi (ya da, örgütler arasında yaşanan) ölümcül infazlar, gaddarlıklar, tecrübe edilmiş sosyalizmlerdeki ‘büyük gözaltı’lar ve kıyımlar da -yine benzer dinamik işleyişle- kutsal/mutlak kurucu ideal ile ilişkide mütalaa edilmelidir. (16)
Ben nereden bakıyorum ya da sonuç
Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün, ‘otoritaryen kişilik çözümlemesi’nin ruhsal kaynaklarını, ‘ödipal/fallik’ evreden ‘anal-sadistik’ evreye gerilemede (‘regression’) bulduğunu görüyoruz. Benim, benzer olgulara bakışımınsa, daha gerilemeli (‘oral sadistik’/‘paranoid şizoid’ ya da o düzeyden renk alan) savunma örüntülerine yaslandığı görülmekte. Bu yazının amacı, anılan olgusal gerçekliklerin psikanalitik karşılıklarını serimlemek değil. (17) Ancak, her iki çözümleme de, nihayetinde, bir tür ‘saldırganlık’ (sadizm) fiilinin (kuvveden fiile yükselerek) etkili oluşuna işaret ediyor: Kişinin kendi içinde yaşadığı saldırganlığın bir nesneye yansıtılışı (‘projection’). Saldırganlığın kaynaklandığı ruhsal-cinsel gelişim evresine (ya da, ruhsal ‘konum’a) ilişkin yorum farkının ötesinde, sonuç ortaktır; saldırganın (‘antidemokratik, otoritaryen, faşizan eğilimli’ kişinin) tümüyle kendi öznel koşullarından (kendisini savunmaya iten nesnel hayat ve o hayat içinde uyanan öfkesi ile başa çıkma iç şartlarından) kaynaklanan öfkesinin mağduru, saldırıya maruz kalan nesnedir. Peki, bu malumat bize ne söyler?
Bir vakitler (yıl, 2007), kendi siyasal idealini (yaşayışını düzenleyen ölçüyü) devletin kadim -kurucu- ideali ile örtüştürerek bayrak bayrak ‘mütedeyyin öteki’nin üstüne yürümenin (daha doğrusu, cezayı kesmek üzere askeri vazifeye çağırmanın) ya da tözsel kötülüğü vehmederek ötekini hedef göstermenin demokratik siyasi mücadele ile bağdaşır yanı olmadığını anarken -yine Enstitü’nün çalışmasından bahisle- şunları söylemiştim: “Bu tarz halden anlayıcılık [yani, ırksal sorunlar ya da azınlık özellikleri olarak anılan şeyleri irrasyonel bir tarzda tözselleştirmeyip değişime açık vasıflar olarak muhatap almak] ezberden değil harbiden hayat adamı olmakla mümkün elbet. O nokta-i nazardan, bizim tarafta, kendi gerçekliğini hayatın içinden yürüyerek (sınıf çatışmalarının içinden çatır çatır) tesis etmemiş ‘kutsal devlet erki’nin ‘ideolojik aygıtları’nın (18) mamulü kitlelerin ideolojisinin ‘para-noia’ya (19) meyyal olması da şaşırtıcı değil: Kendi sınıfsal/toplumsal çatışmalarını ayrıştıramayan, onlarla yüzleşemeyen, yüzleştikleri üzerinden ‘demokratik siyasi edimselliğini’ kuramayan [‘sol’ olmak sıfatıyla gerçek nesnesi üzerinden hayata müdahil olamayan], kuramadıkça yadsıyan ya da bir ‘düşman’ bulup yansıtan ‘yürüyelim arkadaşlar’ kalabalığı”. (20)
Demek ki, “bugünkü iktidarın yolunu yaptılar” diye birilerine öfkemizi yansıtmadan önce, bizde ilk adımda öfkeyi uyandıran failin (bugünkü iktidarın ve yandaşlarının, diyelim) bizimkinle hangi benzer torna tezgâhtan geçtiğini; bir başka deyişle, teessüriyeti ideolojik duruşa dolayımlarken kullandığımız ‘idealle ilişki’ modelimizin muarızımızla hangi ortaklığa dayandığını da sorgulamamız gerekir. Bu ise, gerçek koşulların bizde neden/nasıl öfke uyandırdığı kadar, o öfkeyi neden/nasıl yansıttığımızı sorgulamaya; dahası, öfkenin kaynağında, kendimizle, kendi tarihselliğimizle yüzleşmeye de çağıracaktır (-malıdır) bizi. (21) Dahası; muradımız mevcuda muhalefetse, liberalden mümkün mertebe yol arkadaşı tedarik etmek yerine, neden öfkemizin menziline bilhassa onu yerleştirdiğimizi sorgulamaya da.
Peki, ben nereden bakıyorum? Wendy Brown’dan (Tarihten Çıkan Siyaset [22]) ve Jodi Dean’den (Komünist Ufuk [23]) yararlanarak, ‘sol’un modernlik ve sonrasına ilişkin değerlendirme ve tepkilerini anlamaya; ‘üreten ama sömürülen çoğunluk’ karşılığı olmak üzere, ‘halk’ın, -‘komünist ufka’ tutunarak- hegemonik olanın karşısında neden mukabil ‘kurucu’ bir güç olamadığını sorgulamaya çalışmıştım bir dizi yazıda (24). Nesnesine yaptığı yatırım boşa çıkmış, -öyle ya da böyle- ‘başarısız’, yitimle baş etmeye uygun yüzleşmeler (‘yas çalışması’) yerine -hevessiz ve mecalsiz kılan- ‘melankolik’ tepkileri belirleyici olmuşsa; sorun, acaba, solun kendi ‘kurucu ideal’i ile ilişkisinden kaynaklanıyor olabilir mi, diye sormuş, sorgulamış, son yazımı bitirirken de şunları söylemiştim: “Evet; ben de, modernliğin -Brown’ın da vurguladığı üzere- başat özelliklerinin sorunlu olduğu kadar inatçı da olduğuna inanlardanım. Mutlaklığa, erekselcilik ve ilerlemeciliğe fetişistik yatırımı, çokanlamlılığa ve müphemliğe tahammülsüzlüğü ile maruf modernliğin, solun kurucu idealinin muhtevası, ideal ile ilişkisi ve modern sonrası tepkiselliğindeki izlerini görmemek mümkün değil. Ve, o minvalde, solun ideal ile ilişkisini ‘mutlaklık, şaşmazlık’ beklentisinden ve ‘tümgüçlülük’ yatırımından arındırmasının; -komünizm adına konuşuyorsak- ‘komünist ufuk’tan gözünü ayırmamakla birlikte, kendisini, ‘olası başarısızlıklar uzamı’nda yol almaya ve ‘hareket’ içinde sınamaya açık bir zihniyetle donatmasının belirleyici kıymette olduğuna da inanıyorum”. (25) Evet; ben öyle bir yerden bakıyorum.
‘Yaşanan ve çöken sosyalizm miydi?’ diye soran Ömer Laçiner, çöküşle yaşanan hüsranın derinliğini betimlerken, “sosyalist ünvanlı devrimlerle kurulan siyasal-toplumsal düzenler çökerken, işçi, köylü ve halk kitlelerinde herhangi bir sahiplenme girişiminin görülmeyişi, hatta çöküş yönünde tavır koymaları”nı (26) anar. Çöküş ve hüsran, söz konusu devrimlerin – sözde- ilham kaynağı olan sahici eşitlik ve özgürlüğün belirleyici bir yaşama değeri olarak ıskalanışının eseri değil midir? Ya da, -mahalleye dönersek- farklılıkları ile eşit ve özgür yurttaşlar beraberliğini esas almayan tarihsel geçmişimizle ve kendimizle yüzleşip hesaplaşmadan, günün muktedirleri ile hesaplaşmak ve halk indinde inandırıcı olmak mümkün müdür?
Peki, ben nereden hayata tutunmaya çalışıyorum? Özgürlükçü, maddi/sınıfsal dayanakları ile birlikte eşitlikçi, bireyin kendi olma ve yaratıcı çabasının vazgeçilmezliğini esas alan komünist demokrasi ufkundan; imkânsız gibi görünse de, mümkün olanı, kerteriz aldığımız ufkun belirlediği inancından doğru. Ufkun hikmetini tanıklığından devşiren Zygmunt Bauman’a da kulak vererek: “[Tüm ufuklar] yürüyüş sırasında ve yürümekten dolayı uzaklaşırlar. Bütün ufuklar gibi, daha hızlı yürüdükçe daha hızlı uzaklaşırlar. Bütün ufuklar gibi, yürüme amacının zayıflamasına ya da bu amaçtan taviz verilmesine asla izin vermezler. Bütün ufuklar gibi, zamanda sürekli yol alırlar ve böylelikle de yürümeye, bir varış noktası, yön gösteren bir ibre ve bir amaç yanılsaması katarak desteklerler”. (27) Ve yürümek yol içindir; yollar yürüdükçe yaratılır. (28)
___________________________
1. T. W. Adorno, çev. Doğan Şahiner, OM Y., 2003 (‘Qualitative Studies of Ideology’, The Authoritarian Personality, Harper&Brothes, New York, 1950).
2. Agy., s. 44.
Önyargılının nesnel bilgiye iltifatsızlığıyla birlikte her şeyin aslını bilen büyülü bilgiç tavrı faşist yönelimi de besleyecektir: “Çağdaş Amerikan demagoglarının uygulamaları da dahil olmak üzere, bütün modern faşist hareketler bilgisizleri hedeflemiştir; olguları bilinçli bir şekilde öylesine manipüle etmişlerdir ki, ancak bu olguları bilmeyenler karşısında başarıya ulaşabilirlerdi. (…) Böylesi hareketler hep ‘popülist’ ve artniyetli biçimde antientelektüeldir. Faşizmin hiçbir zaman tutarlı bir toplumsal bir kuram geliştirmeyip kuramsal düşünme ve bilgiyi ısrarla ‘halktan yabancılaşma’ diye itham etmesi bir rastlantı değildir” (agy., s. 120). Şöyle diyor Adolf Hitler: “Man kann nur für eine Idee sterben, die man nicht versteht”. Yani, “İnsan ancak anlamadığı bir fikir uğruna ölebilir” -ve öldürebilir.
3. Paranoid yapının irrasyonel yönelimlerinden biri de, göreli toplumsal zayıflığına (aşağılanmış ve küçük görülmüşlüğüne) rağmen her şeye yeten bir kötülük gücünü de nesnesine yansıtmaktan geri kalmamasıdır. Her yerde olan, her şeye kadir bir Yahudi imgesidir bu.
4. Agy., s. 69.
5. Agy. s. 93 ve 97-98.
6. Yüksek puanlıların varolana tutunma, özdeşleşme eğilimi her türden çarpık bilgilenime yatkın ve hevesli olmalarını da getiriyor. Araştırmacılar, ‘radyo, basın, film’ gibi siyasetle ilişkilenmenin sahicilikten uzaklaşmasına ve klişe üretimlerine ortam hazırlayan unsurların da yüksek puanlıların işini kolaylaştırdığı kanaatinde. Bugünün her türden yalana dolana açık internet dünyasında ve sahtenin de sahtesini üretmeye müsait ’simülakrum’lar cangılında ise vaziyetin vahameti açıktır.
7. Agy., s. 41.
8. Agy., s. 70.
9. Faşist saldırganlığın, linççiliğin, kalabalığı etrafında toplayan ‘mutlak ideal’e, idealin taşıyıcısı güce ve o ideal etrafında toplanan kalabalığa yaslandığını hatırlatalım.
10. Hatırlatalım; bu yazının amacı, ’Yetmez ama Evet’in mahiyet ve hikmetini sorgulamak değil; nefret yüklü tepkinin menzili ile rabıtasını görünür kılmak ve giderek söz konusu nefretin doğasını anlamaya çalışmaktır.
11. Ruhsal-cinsel gelişim sürecindeki takılmalar (‘fixation’), kişinin yapısal donanımını belirlediği gibi, mevcudu bozan/ dağıtan koşullarda, nereye gerileneceğini (‘regression’), hangi seviyeden ses verileceğini de belirler.
12. Bu çözümlemede; ‘liberal’, Enstitü’nün dinamik yaklaşımı içinde ‘demokratik’ yönelimli kişiyi; ‘sol’ ise, Kemalist, ortodoks sosyalist ya da gerçekleşmiş sosyalizmlerin temsili olan (dinamik olarak ‘antidemokratik’ yönelimli) kişi ya da yapıları imlemektedir.
13. Otoritaryen Kişilik Üzerine/ ‘Niteliksel İdeoloji İncelemeleri’nde, Yahudilere yönelik paranoyası içinde otoriter kişiliğin, aşağıladığı Yahudiye nasıl gizemli güçler vehmettiğini anmıştık (bkz., dipnot 3).
14. İç doyumsuzlukları, dengesizlikleri ve çatışmaya yatkınlığı ile huzursuzlanan toplumların, -sözde- birlik, beraberlik ve mutluluklarına göz koyan dış düşmansız edememelerinin hikmeti de bu dinamik üzerinden anlaşılmalıdır.
15. Yaşananın, ‘narsisistik’ örselenme olduğu açıktır. Özyıkıma uğramamanın yolu, yıkıcı olanı (öfke ve nefreti), münasip olana (bu, ilgili ussallaştırma içinde ‘müstahak’ olandır) yansıtmaktır. Yansıtılanın şiddeti ve gerekçelendirmenin gerçek yargısı ile ilişkisi, yapısal maluliyetin derinliği ile alakalıdır. Öte yandan, buradaki, ‘Senin yüzünden!’in bana dipnot 3’te vurgulanan hâli hatırlattığını da söylemeliyim.
16. Kurucu/kutsal -siyasal- idealle (destur ve düsturlara sıkı sıkıya bağlı) ilişki çevriminde faklılaşan, farklılaşma meyli gösteren herkes bir tehdittir. İdealle ilişkiyi düzenleyen ve hayata taşımaya soyunan (dolayısıyla, iktidarı temellük etmişolan) örgüt, yapı ve işleyiş (‘statüko’) için de ‘düşman’ düzeyinde bir tehdittir onlar. İdealle ilişkinin tabiatından mülhem; düşmansız da yapılamaz -‘negatif’ bir aşktır onlarınki, düşmanla yaşadıkları.
17. Psikanalizin kuramsal açılımına; eylemlilik ve sosyalist dünya tahayyülünde bilinçdışının, yaratıcı tavra açıklığın ve özgürlüğün önemine ilişkin, bkz., Birey Sorunsalı/ ‘Psikanaliz ve Eleştirel Bir Bakışla Marksizm’ (Halûk Sunat, Papirüs Y., 1999); paranoyanın ruhsal yapısallığı ve işleyişine dair öte açıklamalar için, bkz., dipnot 20’deki yazım ve ait olduğu kaynakta yer alan ‘Toplumsal Paranoya Hattı/ Bilinen Numaralar’da (aynı zamanda, Birikim, Ağustos-Eylül 2007) yer alan değini ve notlar. Ayrıca, bkz., ‘Ben İdeali Üzerine Notlar’ (İmgenin Tılsımlı Rüzgârı, Yirmi Dört Y., 2006 ve ‘’Yaratıcı Sanatsal Edim’ ve Yüceltmenin Psikanalitik Bağlamda Sorgulanışı’, Doğu-Batı dergisi, Nisan 2011).
18. Bkz., İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (Ideology and Ideological State Apparatus, 1970).
19. ‘Para-noia’, Yunanca bir bileşik isim. Kendiliğin sınırlarının ötesinde olmak (söz konusu sınırın ihlali) anlamına geliyor (‘beside oneself’ ya da ‘out of one’s mind’). 19. yy.’da ve 20. yy.’ın başlarında, dizgesel sanrılarla (hezeyan, ‘delusion’) seyreden tüm akıl hastalıkları için kullanılmış. Gündelik dilde, akıl dışı korku ile birlikte anılıyor. Bugün, tanısal düzeyde, ‘paranoid kişilik bozukluğu’ (etrafındakilerin davranışlarını kasıtlı ve aleyhinde alıp itham etmeye yatkın, kuşkucu, alıngan, öfkeli kişilik) ya da hezeyani fikirlerin de katıldığı ’sanrısal paranoid bozukluk’tan, işitsel varsanıların (‘hallucination’) eşlik ettiği ‘paranoid şizofreni’ye uzanan geniş bir yelpaze içinde değerlendirilebilir.
20. Spinoza ve Psikanaliz ve Hayat/ Halûk Sunat, Yirmidört Y., 2009, s. 340 (ya da, Varlık dergisi, Ağusto 2007 içinde, ‘Paranoya(ğı)m Benim Biricik Sevgilim’ başlıklı yazım).
21. Az önce andığım yazım, o yılın (AKP ya da ‘mütedeyyin/muhafazakâr’ iktidar karşıtlığı üzerine kurulu, orduya el sallayan ‘laik muhafazakâr’) bayraklı gövde gösterilerine ilişkindi. Bugünkü faşizan yükselişi içinde mevcut muktedir siyasetin ve gönüldaş kalabalığın kurucu idealinin niteliği (kutsallık, mutlaklık) ve kalabalığın o idealle ilişki tarzının bir ön örneği olarak anıyorum.
22. Tarihten Çıkan Siyaset (Politics Out of History, 2001)/ çev. Emine Ayhan, Metis Y., 2010.
23. Komünist Ufuk (The Communist Horizon)/ çev. Nurettin Elhüseyni, YKY, 2014.
24. Bkz., ‘Modernlik, Sonrası ve ‘Sol Melankoli”, ‘’Sol’ Yolculuğun ‘Yas ve Melankoli’ Bağlamında Sorgulanışı’ ve ‘Sol Melankoli Kime Ne Söyler?’ başlıklı yazılar (Varlık dergisi, Temmuz, Ağustos, Eylül 2017).
25. Sol Melankoli Kime Ne Söyler?’ başlıklı yazımdan.
Alain Bodiou’dan (Komünist Hipotez [L’Hypothese Communiste], çev. Oylum Bülbül, EncorE, 2011) yararlanarak ‘Komünizm İdeası’nı (‘idea-ideal-ideoloji’ hattında) ele almış; Freud’un, ‘melankoli’nin psikopatolojisi bağlamında ‘ben ideali’ ile ilişkimizi irdeliyişinden de istifade ederek ‘komünist idea’ya (‘ideal’e) yatırımımızın, neden, mutlaklıktan,şaşmazlıktan uzak, ’olası başarısızlıklar uzamında yol alışa müsait’, her dem taşıyıcı özneleri ile birlikte kendisini -hareket içinde- sınamaya açık tutan hipotez nitelikli bir bağlanma olması gerektiğini anlamaya çalışmıştım, söz konusu yazıların ikincisinde.
26. Birikim dergisi, Ekim-Kasım 2017.
27. Modernlik ve Müphemlik (Modernity and Ambivalence)/ Zygmunt Bauman, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Y., İkinci Basım, 2014, s. 24.
28. Belki de bu yazı, sadece şunun altını çizmek için yazılmıştır: Bireysel ya da toplumsal düzeyde sağlıklı bir kendilik, varoluşsal özerklik ve yaratıcılığa yaslanacaksa; gerek pedagojik-psikolojik, gerekse sosyo-politik karşılıklarıyla özgürleştirici/demokratik nesne ilişkileri temel talebimiz olmalıdır. Talebin samimiyeti, inandırıcılığı ve yapıcılığı ise, her kertede kendi ile yüzleşme ve hesaplaşmayı göze almakla mümkündür ancak. “Bu ülkede eksikliğini duyduğum ‘insanın kendiyle hesaplaşma meselesi’ni bizzat kendime uygulayarak bu meselenin ilk kurbanlarından oldum,” diyeceksek de Hikmet misali; “Ben ne koyuyorum ortaya albayım?” diye sorduğumuzda, “Kendini koyuyorsun evladım; daha ne koyacaksın? Herkesin başkalarından bucak bucak kaçırdığı muhtevayı koyuyorsun” yollu bir iç sese tutunabilmektir -bir ihtimal- işin tesellisi. (Hikmet’le Hüsamettin albay arasında geçen konuşmalar için, bkz., Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay,İletişim Y.’de ilk basımı 1984, s. 334 ve 281.)
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | Leave a Comment
No Responses Yet to “Antidemokratik/Otoritaryen Kişilik ve Solda Kıyıcılığın Ruhsal Çözümlemesi”