Saklı/ ‘Psikanalitik Duyarlık’la ‘Tekinsiz’e Bakmak

22Ara17

Bu yazı Varlık dergisinin Aralık 2017 sayısında yayımlanmıştır. (1)

 

 

 

 

 

 

“Bizler, seyirci kalanlar, şiddet kurbanlarının her gün toplaması gereken cesaretin küçük bir parçasını bulmak için kendi içimize bakmalıydık.”
Judith Lewis Herman

 

Bu yazı, nereye ‘saklan(ıl)ırsa saklan(ıl)sın, ‘hakikat’ arayışının yakıcılığı ve hakikatle buluşmanın kaçınılmazlığı inancı ile; kıyıma, kırıma uğratılıp yerinden yurdundan edilmiş halklara ve onların anısına armağan edilmiştir. (2)

 

 

İlk adım/ tekinsizliğin sunumu

Sabah ışığı olmalı. Sessizlik. Kimsecikler yok. Karşıda, kaldırım kenarında park etmiş, bir siyah ve bir beyaz araba. Arkalarında, cepheden gördüğümüz –bitişik nizam- evler. Daha gerilerde birbirine abanıp irtifa kazanmış albeniden yoksun olanların önünde, öyle, kendi hâllerindeler. Sanki, dökükler de biraz. Hadi, dökük demeyelim de, özgünlükleri yok diyelim en azından.

Sabahın bu uzayan sessizliğinde, bön bön bakan evler -bilhassa da şu ortadaki-, sessizliği sükûnet olarak mı geçirmekte bize, yoksa, tekinsizliğin ön adı ıssızlık mı, bize yansıyan?

Ortalık biraz daha aydınlanırken kuş cıvıltıları da işitilir olmakta. Kimilerinin beyaz perdesine, kiminin buz gibi beyaz ekranına filme dair hurufat düşerken, ufaktan ve uzaktan, tek tük, araba sesleri. Şehir uyandı.

Uyanan şehirde -hâlâ- tüm ketumluğu ile tam karşımızda duran evin girişi ağaçsı yeşil bir bitki ile kapanmış neredeyse. Bir dizi üst kat penceresi ise kendilerini örtmeye niyetli yeşilliklerden zor bela sıyrılmış -onlar da bize bakmakta. Sırt çantalı bir oğlan, vasatın hilafına, sahnenin bir kenarından ötesine, koştururcasına geçiyor kuş cıvıltılı ıssızlığı. Hah! Bizim ketum da hareketlendi; siyah giyimli, siyah saçlı –balık etinde- bir kadın, kaldırımın üstünden –bize göre- sol yana doğru hayata karışıyor. Sahneden çıktığı yerden, vın! diye, bisikletli bir oğlan da çaprazdan üstümüze gelip geçiyor. (Hadi hayırlısı!)

 

 

– “Evet?” (erkek sesi).

– “Bir şey yok” (kadın sesi).
– “Neredeydi?”
– “Kapının önünde, plastik torbada”.
– “Sorun ne?” diyor kadın (meğer adam sokağa doğru hareketlenmiş).

Meraklanan adam (o, merkezdeki evin kapısından çıkarak) karşı sokağa giriyor –arkasında da kadın.

– “Orada olmalıydı, değil mi?” (diye sormakta adam –evet; berikinden daha meraklı olduğu açık). – “İçeri gel” (diyor, kadın).

Adam, Rochantlar’a ve Beaufaysler’e bir şey görüp görmediklerini soracağını söylerken, kadın da, kaydın iki saatten fazla sürmüş olduğunu mırıldanıyor adama. Hop, o sırada, görüntü, yatay çizikli ve hızla geriye-ileriye sarılır hâle dönüyor. Ben de (yani, evindeki koltuktan ekrana bakan eli kumandalı adam), tekrar başa sardığımda, kuş cıvıltılı açılış sahnesi de dahil olmak üzere, yukarıdaki konuşmaların geçtiği âna dek izlediğim görüntülerin bir (dış) kayıt olduğunu anlıyorum (hatta, kumandanın elimde oluşunun verdiği ferahlıkla, adam kendisini merakla sokağa vurduğunda akşam suları olduğunu, kayıttaki ev önüne park etmiş arabaların da, siyah- beyazdan, kırmızı-siyaha değiştiğini, velhasıl, başından o yana, kadın ve adamın iş dönüşlerinde videodan izledikleri kaydı hep birlikte izlemiş olduğumuzu fark ediyor ve ‘Ah, Haneke,’ diyorum, ‘hınzır!’).

Adam, videoyu kapatırken, “Delice. Ne diyeceğimi bilemiyorum,” deyip ekliyor: “Sence birisi bize eşek şakası mı yapıyor?” Kadın (tam da kadınlığa yaraşır bir tarzda, hayatın içinden konuşmaktadır): “Tamamen mahvolmadan önce yemeliyiz” (iş dönüşü bir de yemek telaşına düşmüş, o ân, kıvır zıvırla uğraşıp yemekten de olmama derdindedir). İşi çelebiliğe vurur gibi yapmakta olan adam (yemek için koşuşturan karısının ayağı altında dolanırken), “Belki de Pierrot’nun bir arkadaşıdır. Bir aptal, dostunun sıkıcı ailesi ile oyun oynuyordur (ucundan bizlerin de tanık olduğu sıkıcılığı sanki kadına yansıtmak –sokuşturmak- ister gibidir). Sence?” Kadın istifini bozmaz: “Sanmam. Pek eğlenceli değil” (hem nalına, hem mıhına!). Adam geri adım atar (o adıma dek, adamın, gayri samimi bir havayla örtmeye çalıştığı tedirginliğinin, esasında, kadından –aşta olduğu gibi- bu işte de işe yarar bir el atıcılığı talep ettiği izlenimi alınmaktadır); “Evet. Haklısın”.

Çekimin nereden (araba içinden, pencereden, vs.) yapılmış olabileceği sorgu sualinden sonra mutfak sahnesi: Kadın akşam yemeği için koşuşturmayı sürdürürken adam ölgün bir merakla, “O nerede bu arada?” (O!) “Fikrim yok [‘fikrim yok!], birazdan gelir”. Adam esas takıldığı yerden sündürmeye devam eder, “İçinde miydi?” (gözüne ilişen bir naylon torbayı kurcalamaktadır). Ânın sahici meşguliyeti içinden kadın, “Ne?” der. “Kaset,” der adam. “Hayır. Bir süpermarket poşetindeydi”. “Nerede?” Kadın, “Bilmem. Oturma odasında, yatak odasında veya holde. Kimin umurunda,” diye mukabele ederken sabrı taşar gibidir. “İçi boş muydu? Not veya benzer bir şey yok muydu?” Paylaşımsızlığın hangi raddede olduğuna işaret eder –sanki- kadın: “Hayır. Seni engelleyen yok. Git kendin bak”. (!) Ve muhabbet, o minvalde, sürer gider: “O poşetin içindeydi değil mi?”. “Evet”. Adam torbaya doğru meyleder. “Ne?! Sence aptal mıyım?” (kadın elbet). Adam tınmaz, torbayı kurcalar, “Bir şeyleri gözden kaçırmış olmalısın”.

O sırada –masada oturmuş ilk yudum şaraplarını içiyorlarken- Pierrot oğlan da düşer mekâna (uzun saçlı, ortaokul çocuğu kıvamındadır). Baba, yerinden kalkmadan, “İşte evladım geldi. Geç gelmesi hiç gelmemesinden iyidir,” der, veciz (!) bir şekilde (ha, yemek masasının çepe çevre kıyamet gibi kitapla kuşatılı olduğunu da belirtelim bu arada). Anne oğluna bir tabak yetiştirmek için mutfağa doğru seyirtirken adam –usulden öpüşme sonrası- sorgu suale başlar (âdeti ya da âdetten olduğu üzere): “Neredeydin?” Oğlan annesinin yetiştirdiği tabağındakini – annenin öpücüğü sonrası- soslamakla meşguldür, “Yvesler’de” diye geçiştirir. Çocuk da, – herhalde- ne sorup duruyorsuna getirmektedir ki, adam(ımız), kaçınılmaz, ‘Neden sormayayım ki, bir sebebe mi ihtiyacım var, bilmek istiyorum,’ falan der. Eh, oğlan salı günü arkadaşının evine gitmiş, arkadaşı ile çarşamba ödevlerini yapmışlar, akşam yemeğinde de oradadır işte (annenin ‘Fikrim yok’unu, babanın aradan geçen salıdan sonra, ‘O nerede bu arada’sını da hatırlatalım da, ‘anne babalı’ resim eksik kalmasın!).

Hasılı, bizim ketumhanenin fertlerine birileri yaptıkları kayıtla bir şeyler söylemek istemekte, birbirlerinden sıtkı sıyrık görünen kadın ve adamımız işin içinde iş olduğu ‘tekinsizlik’ algısı – oğul Pierrot ise, ocaklarına düşmüşlük bezginliği- ile hikâyeye doğru ilk adımlarını atmaktadırlar, bu kesitte.

 

İkinci adım/ tekinsizliğin serpilişi

Pierrot havuzda. Yaşıtları ile antremanda (“Dönüşlerde nefesini tut Pierrot!”). Sonra, sokağımız, gece vakti, kamera bizimkilerin evine doğru tutulmuş. Peki, o ne; o, arkadan gelen hareketli ışıkla sol yanımızdaki yeşilliğin üstünde kayan gölge? Büyük, ayaklı bir kameranın gölgesi değil mi o? Çekimde adamın eve gelişi, evine girişi… Az önce arabası ile gelen ve farları çekim yapan kameranın üstüne vuran da o olmalı. Oradan, pat!, bir televizyon programına. Adamımız, ‘Yuvarlak Masa’sınısunmakta.Buradada,masa,hıncahınçkitapdoluraflarlaçevrilmiş(hatta, bir karede, kitap deryasının içinde oturan beş insan görünmekte). Lakin, çevreleyen dünyanın samimiyetsizliği ve kitapların kitap değil kitap temsili oldukları sırtlarındaki yazısızlıktan okunmakta. Anlaşılan, edebiyat metinlerinin tartışıldığı bir oturum. Adamımızın iki kadın, iki erkek konuğu var. “Yazılar çıkıncaya kadar herkes otursun lütfen!” (içeriden gelen uyarı). Yayından çıkıldığında herkes gündelik yüzünü takınıyor. Telefon için çağıran sekreter, kâğıda sarılı gelen kaseti gösteriyor. Beyaz kâğıtta, bir çöpçizim –beyaz üstüne siyah kalemle. Gözlerin – sanki- korku ve hiddetle baktığı yüzde, ağızdan boşalan kırmızılık (kan olmalı).

Gece. Sokak. E peki, bu, az önce gördüğümüz eve dönüş sahnesi değil mi? Evet, o. Video görüntüsü olduğuna delalet eden oynak yatay çizgiler de var ama… var da, o büyük ayaklı kamera gölgesi/gölge görüntüsünün burada ne işi var? Derken… o da nesi? Derin bir pencere içinde, gece vakti, üstü çıplak, ağız çevresi kanlı, ürkekçe bize bakarken eli ile çenesini siler gibi görünen, yaklaşık on yaşında siyah saçlı bir çocuk. Hayal olmalı ya da bir rüyadan hatırlanan… Adam ve kadının sesleri. Onlar izliyor kaydı demek ki: “Ne var? (adamımız daldı mı o sıra yoksa – ve de, hayalinde deminki görüntü mü canlandı?). Ne oluyor? Georges!” Öyle olmalı: “Ne?!… Hiçbir şey. Hiçbir şey… ben… yoruldum”. (Onlar konuşadururken, karşımızdaki duvara, bir, el kameralı gölge de düşüyor mu; ne dersiniz?) Kadın polise gitmenin uygun olacağı düşüncesindedir; adamsa kararsız. Resme tekrar bakmak istediğinde, biz de bakarız ve fazladan –en azından ben-, resimdeki kafanın tepesinde kıvırcık saç temsili çizgiler olduğunu fark ederiz (siyah, kıvırcık saç!). Adam da, artık, ‘eşek şakası teorisi’nden vazgeçmiştir ama ne yapacağını da bilememektedir (ama biz, öyle ya da böyle, çöpçizimdeki ile pencere içindekinin adamın imgeleminde buluştuğunu artık bilmekteyizdir).

Sabah olmuş, Georges Laurent işine gitmiş. Telefonu Bayan Laurent diye açan kadınımız, ikinci kez telefona gittiğinde, Georges Laurent ile konuşmak isteyen, kimliğini vermeyen kişi ile muhatap olur. Kadın işyerinden kocasını aradığında adamın telefona uzanan kolunun berisinde, masa üstünde, posta ile geldiği anlaşılan –andığımız çizimin gövdeli ve bacaklısı- bir kart ve pullu zarfı dikkati çekmektedir. Az sonraki karede ‘polis’ten çıktıklarını görürüz (demek, artık, polislik olmuşlardır). Bisikletiyle hızla geçen bir siyahi genç. “Senin sorunun ne, puşt!” Adamımız hiddetlenmiştir. Zınk! diye dönen bisiklet. “Beyinsiz, daha dikkatli olamaz mısın?!” Genç, o dediğini tekrar etmesini isteyerek adamın burnunun dibine dikilir. Vaziyet adamımıza göre değildir. Kadın araya girer, arayı bulur ve genç, “O koca ağzını açmasan iyi olur,” uyarısı ile parmağını adamın burnundan çekerek uzaklaşır (adamımızla, çizimlerdeki kıvırcık kafa buluşmuştur –iyiden iyiye).

Okul çıkışı. Baba, Pierrot’yu arabası ile okuldan almaya gitmiştir. Çocuk, ‘N’oluyoruz!’ havasındadır. Lakin, çocuğa da bir kart gönderilmiştir. Öğretmeni sormaktadır, ‘Baban niye böyle tuhaflıklar yapıyor,’ gibilerinden. Yine sokağımızdayız. Gece. Pencere içindeki ağzı kanlı çocuk görüntüsü –yeniden (ama bu kez, daha sonra anne evinde tanıyacağımız salon daha genişçe bir açıdan görünmekte ve penceredeki çocuk öksürürken ağzından kan gelmektedir –rüya mı?). Sabah. Çocuk yine araba ile okula götürülmekte babası tarafından (önceki görüntü geceden kalmalı). Akşam. Arkadaşlar gelmiş (iki çift olmalı; bir hanım siyahi), yenip içilmektedir. Erkek konuklardan biri sonu kahkahalarla biten bir hikâye anlatmakta. Yetmişlerinde bir kadın kendisi ile bir derdini paylaşmak istemiştir. 1964’ün 17 Nisan’ında karşıdan karşıya geçerken köpeğine bir TIR çarpmış ve köpeği az sonra ölmüştür. Meğerse anlatıcının da doğum yılı ve günü aynıdır, üstelik köpeğin kafasına aldığı darbenin izinin bir benzeri onda da vardır –hah ha haa! Derken, kapı çalınır. Kimse yok. Eşiğe bırakılan naylon torba içinde yine bir kaset, yine bir çizim (boynu akan kırmızılıkla boyanmış bir horoz!). Nihayetinde arkadaşlara da son günlerde olanlar aktarılır. Georges kaseti koyar: Yağmurda, araba içinden, sileceklerin arkasından alınmış görüntüler. Georges’unçocukluğunungeçtiğievdir görünen(“Bune?”…“Büyüdüğümev”)–bilhassada, ‘o’ avlu.

Sonra, annesini ziyarete gider adam. “Orada dikilip durma, otur” der, bakıcının yatağına yatırdığı annesi. Ne hikmetse, adam anneden özür diler. “Saçmalamaya başlıyorsun,” diye mukabele eder kadın. Hava, dere, derken, “Sorun ne? Baskı altında görünüyorsun, ne var?” Yine kıvırtır Georges, “Seni hasta görmek hoşuma gitmiyor,” der adam. “Ne demek hasta, yaşıma göre iyiyim. Beni böyle anlamsız laflarla sıkma!” Biraz daha havadan dereden gidilir annenin soruları ile. “Seni buraya hangi rüzgâr attı?” Güya bir romanın basımı için bir yere gitmesi gerekmektedir de, yolunun üstündedir annesi, uğramıştır. Sadede gelir, rüyasında Majid’i gördüğünü söyler. Anne unutmuştur çoktan Majid’i. “Hasem’in oğlu, evlat edinmek istediğin çocuk,” deyince anımsar. Onca yıldan sonra Majid’i rüyasında görmenin garip olup olmadığını annesine sorar, koca adam. “Garip olan ne? Ben de çocukluk yıllarımı görüyorum rüyamda,” diye hayat bilgisini takviye eder oğlunun, anne. Kadının, ‘E, sizden n’aber?’i üzerine, sıradan bir hayattan sıradan ve yavan lakırdılarla söz edip yalancıktan “Ama senin iyi olmadığını hissediyorum”a bağlayınca lafını, anne uzun uzun bakar, ve, “Tuhaf görünüyorsun Georges. Dinlerken senden endişelendim. Ne oluyor?” der. İflahının kabil olmadığı kabulü ile –anlaşılan- lafı uzatmaz, oğlunun sabah ayrılışı için gerekli düzenlemeleri yapar. Gece anne evinde gördüğü rüyada, evin avlusundadır. Majid (olduğu anlaşılan) çocuk bir kütüğe horozu yatırıp baltayla boynunu vurur. Kan yüzüne sıçrar. Kafası kopan horoz yerden yere kendini atıp debelenirken Majid elinde balta ile küçük Georges’un üstüne yürür… ve adam nefes nefese uykusundan uyanır. Sabah kahvaltıya inerken –bir çağrışımla- döner, bir kapıyı açar ve o pencere içindeki ağzı kanlı çocuk görüntüsünün canlandığı salonu bize de göstermiş olur.

Yeniden bir kaset. Bu kez, şehir çeperinde olduğu anlaşılan bir yere doğru, hatta, bir binanın içine ve bir daire kapısına doğru yol alan görüntülerdir bunlar. Görüntülerdeki cadde levhası, falan derken, harita üzerinden keşif tamamlanır (demek, bir çağrıdır bu). Anne, kocasına, işin polislik olduğunu yineler; ya da özel bir dedektif tutulmalıdır –zira, kim adamın çocukluk evini bilecektir ki! Georges aynı fikirde değildir ama içinde bir his, kim olduğunu ona söylemektedir. Hissin telaffuz ettiği kimdir peki? Yok, emin olmadığı için söyleyemez. Kadın, adamın bilge görünümlü ketumluğuna, kafasındaki tahta eksikliğine, güven ilişkisini ihlaline… verir veriştirir.

Görüntülerini kasetten izlediğimiz yolu Georges takip ederek o dairenin kapısına dayanmıştır. Kapıyı açan adam bir miktar duraksamadan sonra tanır geleni (“Kimler gelmiş!”) ve içeri buyur eder.

– “Benden ne istiyorsunuz? [başlatır sorguyu Georges]”. – “Ne mi istiyorum? Ben mi?”
– “Para mı?”
– “Para mı?”

– “Ne peki?”

Adam, Georges’un oyun oynamak, aptala yatmak ithamlarını şaşkınlıkla karşılar. Evet, bir gün geleceğini tahmin edermiş; ama ‘böyle evime gelecek en son insan sendin,’ der. Bir gün sokakta yanından geçmiştir Georges, fakat emin olamamıştır. Ne zaman ki bir televizyon programı izlerken, içinde –nedensiz- bir tiksinti, mide bulantısı ayaklanıvermiş ve sonra, programın sonunda, onun ismini fark etmiştir; işte o ân donk! diye, sokakta yanından geçtiği adamla o televizyonda gördüğü çakışmış ve yumruk yemiş gibi olmuştur. Ne istediğini tekrar ve ısrarla soran Georges’a, adam, yenemediği şaşkınlığı ile “Evime dalıp beni şantaj yapmakla suçluyorsun. Hiç değişmemişsin” demekle yetinir gibi olsa da, geçmiş ve şimdiyi buluşturarak, “Her şeyden önce kaybedecek çok şeyin var (…) Sahip olduğumuz şeyleri kaybetmemek için neler yapmayız!” der. “Benden daha büyük ve güçlüydün, başka seçeneğim yoktu,” diye izah etmeye çalışır geçmişi Georges. Anne ve babasına minnettarlığını anan adama (eh, artık, Majid diyelimbizona),Georgesgiderayakgözdağınıeksiketmez: “Tekrardanyaşamımamüdahale etmeye çalışırsan, ailemi korkutursan ya da herhangi bir şekilde bana zarar verirsen seni yaptıklarına pişman ederim. İnan bana.” “Beni tehdit mi ediyorsun?” der Majid. “Evet, seni tehdit ediyorum. İnan bana ciddiyim.” “Sana inanıyorum ama sen bana inanmıyorsun. Senden hiçbir şey istemedim. Sana ne kaset, ne de ona benzer bir şey yolladım,” der ve eşikten geçerken, Georges’a, “Geldiğine sevindim,” diye seslenir, usuldan. Georges çıkar, bozuk para atıp makineden kahvesini aldığı yerden karısını arar ve, “Oraya gittim, kimse yoktu. Kilitliydi,” der. Güya danıştığı kişiler, ona, oranın boş bir daire, depo gibi bir yer olduğunu söylemiştir.

Havuza döndüğümüzde, çocuklar yarıştadır. Anlaşılan bizimki (Pierrot) birinci olmuştur. Anne ve babanın, film hayatlarında, ilk ve son kez coşku ile birbirlerine sarılmalarından anlarız bunu. Majid’se, filmde kalınan yerden, “Geldiğine sevindim”in ardından hayatına devam etmektedir. Hem zamanın geriye sarılmışlığından (yineleyen konuşmalar), hem de kamera açısının değişikliğinden, film içindeki filme girdiğimizi fark ederiz –ki, işte, zaten kadınımız konuşmaktadır; bir saat süren yeni bir kayıt gönderilmiştir ve evde o izlenmektedir. Georges, yeni bir yüzleşmenin muhatabıdır: “Nasıl hissettiğini görmek istiyorsan, izle!” Georges, bir kez daha özür diler. “Ne için?” der kadın. Yalanı içindir elbet. Ama fazla büyütülmemelidir; nihayetinde, karısının kaygısını artırmamak için kıvırmıştır yalanı. “Bakış açını anlamıyorum,” der kadın, “her şey yolundaymış gibi özür diliyorsun”. Ve bir şeyler dökülmeye başlar adamın ağzından: “Anne ve babası bizim için çalışmıştı. Babam onları severdi, iyi hizmetkârlardı. Ekim 61’de FLN bütün Cezayirlileri Paris’teki gösteriye çağırdı. 17 Ekim 1961’de çok şey oldu. Papon… Polis katliamı… Yaklaşık iki yüz Arap’ı Seine Nehri’nde boğdular… Bunların arasında muhtemelen Majid’in anne babası da vardı… Babam onları aramak için Paris’e gitti. O iki zenciden kurtulduğuna sevinmesi gerektiğini söylediler. (…) Ailem çocuğu evlat edinmeye karar verdi. Nedenini bilmiyordum. Sanırım kendilerini bir şekilde sorumlu hissettiler. (…) Canımı sıktı. Onu evimizde istemiyordum. Kendine ait odası vardı. Paylaşmak zorundaydım. Anla, altı yaşındaydım! (…) Onun hakkında yalan söyledim.” Kadın, meraktadır, ‘peki, niye gidip tehdit ediyorsun, ne var bu kadar…’ “Ne tür yalanlar söyledin?” Çocukların söylediği türden yalanlardır –adama göre. “Aptalca davranmayı kes! Oyuncak ayını çalmakla suçlamış olsaydın senden kırk yıl sonra intikam almak istemeyecekti” [herhalde]. “Hatırlamıyorum,” der adam. Kadın, “Bana yalan söylemek istemezsin, değil mi?” diyerek bir kez daha yüzleşmeye davet eder adamı: “Evden yollandı. Hastaydı. Hastahaneye ya da yetimhaneye, bilmiyorum. Bir gün evde yoktu, ben de mutluydum. Ve sonra her şeyi unuttum.” Birkaç aylık ‘ara dönem’den sonra ailesi de unutmuştur. “Kendimi sorumlu hissetmedim. Hepsi çok saçma.” Annesine söz etmiş midir peki ziyaretinde. Etmiştir. “Haa, en azından güvendiğin biri varmış,” der kadın. Annesi de hatırlamıyordur, yaşlıdır, belki o da hatırlamak istemiyordur… (3)

Bir kafedeyiz bu kez. İlişkideki ‘güven’ eksikliğinden dem vuran Anne’ın gözleri yaşlı, eli aile dostları Pierre’in elindedir. Artan göz yaşları, omza yatırılan baş, okşanan saçlar: “Sakin ol! Geçti. Sakin ol.” El elde olmakla kalmamış –bilekten- aile dostu adamın dudaklarına da uzanıvermiştir – hukukun müsait olduğu anlaşılmaktadır. ‘O sırada’ George’umuz da televizyonda haberlere takılmaktadır (Nasiriyah Bölgesel Hükümeti’ne ABD tarafından bir İtalyan atanmıştır. Anlaşılan Irak’ta ABD’nin marifetlerini izlemekteyizdir. Koalisyon güçlerinin eşgüdüm içinde olmasının ne denli ‘hayati’ olduğundan dem vurulmaktadır). George’dadır sıra: ‘Neredeydin? Niye telefonun kapalıydı?’ … ‘Pierre’le yemekteydim. Sen bana yaptığın her şeyin hesabını veriyor musun?’ minvalinde akarken muhabbet, anne baba çocuklarının ortalıkta olmadığını fark ederler. Bildik meraklanmalar, çocuğun odasını kurcalayıp bir iz yakalamaya çalışmalar, vs. derken, olağan şüpheli Majid’e doğru –‘iliştirilmiş’ polis ile- yola çıkılır. Hiddetle çalınan (“Aç! Polis!”) kapının açılması ve böğrüne inen dirsekle birlikte tanışırız Majid’in oğlu olduğunu daha sonra öğreneceğimiz genç adamla: “Ne oluyor?” Şaşkındır genç adam. “Çocuk nerede?” Derdest edilip karakola götürüleceklerdir. Adam karısına telefonla bilgi verir: “Çocuğu varmış. Kasetleri hazırlayan o olmalı”. Karakol yolu: Sürücü mahallinde Georges (polisle yan yana), emniyetli bölümde ise, baba oğul! Eve döndüğünde (karısı, ‘aile dostları Pierre’ ve eşi ile birliktedir) Georges’tan alırız haberi: “Kodese tıktılar!” O gece ‘kodes’te misafir edileceklerdir.

Ertesi sabah, oğul Pierrot da, bir arkadaşının, geceleri hastahanede çalışan, gündüz şekerleme yaptığında eve gelen gidenden haberi olmayan annesi ile birlikte düşer eve. Evden uzaklaşmasında, evdeki genel havanın ama özellikle de annenin ‘aile dostları’ ile kırıştırmakta oluşunun belirleyici olduğunu anlarız: “Neden bir şey söylemedin?” Aile içi sorgu başlamıştır: “Söyleyecek ne vardı ki!” Ortada bir sorun vardır ve yardımcı olunması için sorunun ne olduğunu Pierrot’nun bilmesi gerekmektedir: “Sen benden daha iyi bilirsin. Beni rahat bırak! … Pierre’e sor. O her şeyi bilir!” Kıvırtma sırası annededir; ‘Ne kurdun kafanda… kıskanç mısın… çok saçma… o benim ve babanın arkadaşı; arkadaşımız… yanlış düşünüyorsun…’ “Seni seviyorum!… Gerçekten, seni seviyorum” ‘Baban ve ben sen gelmeyince meraktan öldük. Biz seni çok seviyoruz…’ Pierrot, sarılma hamlesini de boşa çıkarıp –gözlerindeki öfke ve inançsızlıkla- kaçarak uzaklaşır annesinin yanından.

 

Üçüncü adım/ tekinsizliğin halli

Dönelim Georges’un dükkânına. Koyu koyu tartışılmaktadır. Ah, meğerse, kaydın kesip biçilme aşamasında duhül etmişizdir (“Dur! Burası çok kuramsal olmaya başladı. ‘Ortak olduğumuz’ noktasında keselim. Sonra da Teulé’nin eşcinsellikle ilgili konuştuğu âna git” –kıtır kıtır…). O sırada aldığı bir telefonla Georges Majid’in dairesine yolu tutacaktır: “Geldiğini için teşekkür ederim. İçeri gir.” “Ne demek şimdi bu?” … “Gerçekten kasetlerle ilgim yok.” “Ee, yani, bu kadar mı?” “Seni çağırdım, çünkü sana bir hediyem var.” Pantolonunun cebine elini atar, usturayı çıkarır, şah damarına vurur öldürücü darbeyi. Duvara fışkıran kanla birlikte, daha önce, Georges’un arkasından ağladığı sandalyenin ardına devriliverir.

“Lütfen onları defet. Korkunç bir şey oldu. Yatak odasındayım.” Göze görünmeden girdiği yatak odasında beklemektedir karısını. Olan biteni anlatır karısına. Saklanacak şey değildir; Majid, gözünün önünde boğazını kesip intihar etmiştir. Etrafta kimse var mıdır; yoktur. Polise gitmiş midir; gitmemiştir. “Polise gitmek zorundasın. Birisi seni görmüşse senden şüphelenirler.” Adam, hâlâ oradadır: “Öyleyse amacına ulaşır”. Öyle ya; yoksa niye çağırsındır evine. “Ona ne yaptın… geçmişte” diye başlatır yeni yüzleşme çağrısını kadın. “Anneme öksürüğünün kanlı olduğunu söyledim. Bana inanmadılar; anladın mı? Doktor muayene etti ama bir şey bulamadı. Yaşlı bir aptaldı. Aile doktorumuzdu. Sonra da ondan babamın horozu kesmesini istediğimi söyledim. İğrenç… iğrenç bir kuştu, her zaman bize saldırırdı. O da kesti. Kafasını kopardı. Horoz çırpınıyordu. Majid’in üstü kan olmuştu. Onlara beni korkutmak için yaptığını söyledim… Boğazını bunun için yarmak boktan bir şakaydı… sence?” Karısı yatağın kenarından kalkar, – omzuna dokunmak suretiyle- adamla filmdeki ikinci temasını gerçekleştirir.

Bırakılan yerden güne ve hayata başlanmış, George dükkânına dönmüştür. Asansör önü. O da ne? Genç bir adam: “Bayım sizinle konuşabilir miyim?” Sadece konuşmak istemektedir: “Zamanım yok bayım. İyi günler,” der Georges ve sıyrılmak ister (kodese tıkdırdığı Majid’in oğlundan). Asansöre atlar. Arkasından da genç adam. Ofisin eşiği. “Benimle konuşacak zaman yaratmazsanız burada olay çıkarırım. İnsanlara duymalarını istemeyeceğiniz şeyler söylerim.” “Ne bu tehdit mi? Saklayacak bir şeyim yok.” Polis ifadesini doğrulamış, intihar olduğu kabul edilmiştir. O salak kasetlerle bir daha can sıkmamasını, ‘yıkıl’masını söyler. “Kasetlerle hiç işim olmadı,” der genç adam (bizim de beklemediğimiz bir yanıt olmuş, Haneke bir kez daha oynamıştır oyununu). “Baban ölmeden önce bunu yapanın kendisi olmadığında diretti?!” Adam dalar içeri. Genç adam da peşinden. Konuşması lazımdır: “Neden sinirlisiniz? Ben size ne yaptım?” O boktan kasetlerle hayatına müdahale edilmiştir. Babanın dahli olmadığı kanaatindedir, George. “Neden yapayım, bayım,” diye ısrar eder genç adam: “Sizin yüzünüzden olduğunu unutmayacağım”. “Biliyor musun, sen hastasın. Baban kadar hastasın! … Babanın hayatı üzücü ve başarısızlıklarla dolu diye bana vicdan azabı yaşatamazsın! Bundan ben sorumlu değilim. Anladın mı?”

Tekrar uyarır; ailesine bir şekilde zarar verirse onu gebertecektir. – “Evet; tehditler… İyi yapıyorsunuz.”
– “Peki ne istiyorsun? Özür mü dileyeyim?”
– “Kimden? Benden mi?”

– “Öyleyse daha ne istiyorsun?”
– “Aslında hiçbir şey. Bir insanın vicdanında ne kadar değerli olduğunu merak etmiştim. Bu kadar. Şimdi biliyorum.”
– “Harika! Öyleyse sorun yok.”

Filme başladığımız açıya döneriz. Adam işten eve erken dönmüş, mutfak çekmecesinden iki hap almış, musluğa ağzını dayayıp hapları yutmuştur. Karısını arar. Eve erken geldiğini, birazdan yatacağını söyler. “Çok yorgunum. Bir tür hastalık kapmış olmalıyım. (…) Her şey daha iyi. Sadece kendimi ölü gibi hissediyorum. Eve gelince beni uyandırma. İki uyku hapı aldım. (…) Seni seviyorum. Görüşürüz.”

Kalın perdeleri boydan boya, pikeyi boynuna kadar çekse, odanın karanlığına gömülse de, rüyalardan kaçış yoktur. Derin uykularda da bulur onu: İlk kez kayıtta gördüğümüz çocukluk evi ve geniş avlu. O kütük. Tavuklar. Külüstür bir araba girer avluya. Bir kadın çıkar arabadan. Binaya doğru yürür. İçeriden bir bavulla çıkar. Arkasından, bir adam, kadın ve bir çocuk. Çocuk süklüm püklüm arabaya doğru ilerlerken birden koşup kaçmaya başlar. Görevli kadın ve şoför peşinden. “Bırakın beni! Gitmek istemiyorum!” (uzaktan, adamın kadını kolundan tuttuğunu, binaya yöneldiklerini görürüz). Görevli şoför çoktan oğlanı kıskıvrak kavramış, arabanın arka koltuğuna doğru tıkıştırmıştır. Araba ayrılır. Balta ve kütük oradadır. İnfaz tamamlanmıştır.

 

Filmin başındaki okul merdivenleri. Girenler, çıkanlar, büyükler, küçükler, küçük çocuklarını okul çıkışı bekleyen anneler… Tam o sırada, bize göre sağ alt köşeden Majid’in oğlu girer sahneye. Yukarıda arkadaşları ile birlikte olan Pierrot’nun yanına gider. Bir şeyler söyler. Omzundan tutar, birlikte aşağıya merdiven basamaklarının önüne inerler. Sevecen bir ifadesi vardır, Majid’in oğlunun. O anlatır, Georges’un oğlu Pierrot dinler. Ayrılırlar. Pierrot arkadaşlarının yanına döner. Majid’in oğlu sahneye girdiği yerden rahatlamış bir yüz ifadesi ile çıkar.

Hurufatsa bu kez aşağıdan yukarı doğru akmaktadır.

 

______________________

1. Çalışmam için hareket noktası olarak aldığım Saklı (Caché), Michael Haneke’nin 2005’te gösterime girmiş olan filmidir. Senaryosu da Haneke’ye ait olan filmin kurgusunu, Michael Hudecek ve Nadine Muse gerçekleştirmiş olup başrollerinde Juliette Binoche (Anne) ve Daniel Auteuil (Georges) yer almıştır. Film, ‘Cannes Film Festivali (2005) En İyi Yönetmen Ödülü’ dahil, burada sayıp dökemeyeceğimiz kadar çok ödülün de sahibidir.

2. Bu ve izleyecek yazıda, ‘görsel/ işitsel’ bir metne (Saklı’ya) ‘psikanalitik duyarlık’la ‘bakma’nın, metni ‘okuma’nın (anlamlandırmanın) örneği verilmeye çalışılacak; sonrasında, ‘tekinsiz’ ile ‘yaratma’ arasındaki ilişki sorgulanacaktır.

3. Bir ikinci yüzleşme çağrısı da, iş görüşmesinde patronundan gelir (az önce izlediğimiz kaset ona da gönderilmiş olmalıdır). Sebep nedir? “Aileme karşı hastalıklı bir nefret besliyor ve bana bu kasetlerle zarar vermeye çalışıyor”. Patronun derdi başkadır: “Görünüşe bakılırsa bu adam kariyerine de zarar vermek istiyor”. Lakin, bir tuhaflık da yok değildir: “Neden böyle acımasız? Özür dilerim; kasette pek saldırgan görünmüyor [da]”. Elcevap: “Sanırım kendini benim ve ailem tarafından hırpalandığına inandırmış”. Patron sadede gelir: “Bu olay haberlere sızarsa talihsizlik olur”.

 



No Responses Yet to “Saklı/ ‘Psikanalitik Duyarlık’la ‘Tekinsiz’e Bakmak”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: