‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ten bugünlere

14Kas17

Varlık dergisinin Kasım 2017 sayısında yayımlanmıştır.

 

 

 

 

 

 

Bugünleri sorgular, anlamaya çalışırken aklın sık sık George Orwell’a gidiyor; 1984’e. (1) Biz, bugün, ‘1984’ün neresindeyiz; ya da, baskın (‘hegemonik’) küresel kimliği içinde dünya, 1984’ün karabasansı (‘distopik’) dünyası mıdır, diye sormaktasın. Sosyalizm deneyimi ile de birlikte, kapitalist liberal dünyadan yükselen dalga, neoliberal ahvalde, hangi kıyılara nasıl vurmakta.

Hayvan Çiftliği’nde, yönetimi ele geçirip ötekiler üstünde baskı kuranların düzenini hicveden; ’herkesin eşit ama -yönetim erkini ele geçiren- domuzların daha eşit olduğu’ âleme temsil değeri kazandıran Orwell, romanından kazandığı para ile (‘romanından kazandığı para ile’!), İskoçya’nın batı kıyısı açıklarında, Hebridler’deki Jura adasında kendisine bir ev almış; 1946 yazında orada başladığı yeni romanını, 1947 güzü başlarında tamamlamış; 1948’in yaz ve güzü boyunca yeniden gözden geçirip daktiloda temize çekmiş; yakın dostu, yazar Julian Symons’a yaptığı açıklamadan (kim vardı ise o sırada yanlarında -yoksa, Symons?) anlaşılmıştır ki, bitirdiği yılın (1948’in) son iki rakamının yerlerini değiştirmek suretiyle, romanına, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adını vermiştir. (2)

Hemen herkesin dünmüş gibi hatırladığı ya da ‘Yeniden okuduğum…’ diye anmaktan kendini alıkoyamadığı 1984’ü, bir de biz okuyalım yeniden -peşrev faslındaki soruya yanıt hazırlama hevesiyle. Ama romanımıza geçmeden önce, -muhtelif rivayet ile birlikte- Hayvan Çiftliği’nde olduğu üzere, sosyalizmi değilse de ‘Stalinci sosyalizm’i eleştirmek niyetiyle kaleme alındığı söylenen 1984’e dair, Orwell’ın kendisinin ne söylemiş olduğunu hatırlayalım: “[Kitapta] anlattığım toplumun bir gün mutlaka gerçek olacağını söyleyemesem de, ona benzer bir toplumun gerçek olabileceğine inandığımı söyleyebilirim”. (3) Romanını, Batı dünyasının ya da Amerikalı tutucu çevrelerin yakıştırmasıyla ‘nedamet getirmiş bir komünist’in öfke ve bedbinliği ile yazmadığı açık. Ancak, romanında betimlenenin bire bir aynısı değilse de benzerinin gerçeklik kazanabileceği müstakbel toplumsal hayat(ımız)a dair endişe ile yüklü söz aldığı da açık, Orwell’ın. (4)

 

 

Açılış

Parti üniforması mavi tulumuyla, ufak tefek, kavruk ve çelimsiz Winston Smith’in, “pırıl pırıl, soğuk bir nisan günü”, “saatler on üçü” (evet, evet, tam ‘on üç’ü! [5]) vururken, “Zafer Konutları”nın cam kapılarından birinden -peşi sıra gelen toz burgacını dışarıda bırakamayacağı bir hızla- içeri süzülüşü ile başlar romanımız.

“Okyanusya’nın üçüncü en kalabalık eyaleti Havaşeridi Bir’in ana kenti” Londra’da, “Gerçek Bakanlığı”nda çalışan Winston’ımız, otuz dokuz yaşında, bir “Dış Parti” üyesidir. 1930’lu yıllarda yapılmış ve bakımsızlıktan dökülmekte olan “Zafer Konutları”nın çatısından bakıldığında, devasa ölçülerinden dolayı etraflarından kolaylıkla ayırt edilen, -tüm yönetim aygıtının bölüştürüldüğü- “savaşlarla ilgili Barış Bakanlığı”, “yasa ve düzeni sağlayan Sevgi Bakanlığı” ve “ekonomi işlerinden sorumlu Varlık Bakanlığı”nın binalarından da iri (“pramit biçimindeki koskocaman parlak beyaz beton yapının yüksekliği üç yüz metre”dir) “Gerçek Bakanlığı” binasının yer üstündeki üç bin odasının yanı sıra (abartılı büyüklüğü, binlerce odası ile günün okuruna çokça şey hatırlatmaktadır) yer altında da uzantıları vardır (‘yer altı uzantıları’!). Beyaz cephesine ise üç temel Parti şiarı nakşolunmuştur: “SAVAŞ BARIŞTIR”, “ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR”, “CAHİLLİK GÜÇTÜR” -bir bakıma, dobradır parti.

“Nefret Haftası”nın (bütün bir yıl yaşanılanın -yabancımız değil-, hafta ile taçlandırılması olabilir) hazırlıklarının yapıldığı o nisan soğuğunda, gözün iliştiği hemen her yere asılmış pankartlardan “BÜYÜK BİRADER’İN GÖZÜ ÜSTÜNDE” yazısıyla “siyah bıyıklı [bir] surat” seslenmekte; “Düşünce Polisi” ise, damların arasında alçalan, havada asılıp kalan helikopterleriyle evlerin içlerini gözetleyen devriyeleri ve herkesi sesiyle soluğuyla (kalp atışlarına bile duyarlıdır!) izleyen “tele-ekran”larıyla ‘siyah bıyıklı Büyük Birader’in tehdidini pekiştirmektedir (“[D]ahası, madeni levhanın görüş alanında kaldığı sürece Winston işitilmekle kalmıyor, görülebiliyordu da. Hiç kuşkusuz, ne zaman izlendiğinizi anlamanız olanaksızdı. Düşünce Polisi’nin, kime ne zaman ve hangi sistemle bağlandığını kestirmek çok zordu. Herkesi her an izliyor da olabilirlerdi.” [6])

Winston’a göre, -1960’tan önce hiç duymamış gibiyse de- Parti, “Eskisöylem”de (“Yenisöylem” hızla inşa edilmektedir) “İngsos” karşılığı olabilirdi -“İngiliz Sosyalizmi”. ‘Siyah bıyıklı Büyük Birader’ en tepelerden racon keserken iç ve dış düşmanlar da eksik değildir elbet. İç düşmanlığın mümessili, Emmanuel Goldstein’dır: “Halk Düşmanı”! Ekranlardan onun da yüzü eksik edilmez. Kullanışlı bir haindir o. ‘İç’tir, kendilerindendir, ihanet içindedir: “Goldstein bir dönek ve sapkındı; çok eskiden (ne kadar eskiden olduğunu anımsayan yoktu) Parti’nin önde gelenlerinden biri, dahası Büyük Birader’le neredeyse aynı aşamada [aynı yolda yürüyüp ıslananlardan] olmasına karşın, sonradan karşıdevrimci etkinliklere kalkışmış [tövbe!], idam cezasına çarptırılmış [o sürümünde İngsos’un, ceza/ infaz kurumunun eli serbesttir], ama her nasılsa kaçıp kurtularak [kullanışlılık öyle bir şey olmalıdır!] ortadan kaybolmuştu[r]”. (7) Belki de, denizaşırı bir ülkede (sakın!), İngsos’un kazanımlarına hasetlenen dış düşmanlarla işbirliğindedir o Yahudi suratlı hain! Büyük Birader’e sövüp saymakta, ezeli düşman “Avrasya” ile hemen barış anlaşması yapılmasını istemekte (ilginç; oynak bir dış politikası vardır Büyük Biradergiller’in; ileride, düşman Avrasya değil, “Doğuasya” olacaktır!); hatta, -içeriden dışarıdan kurtların yürüdüğü kurtlu bir toplumda- ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, toplantı yapma özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü dahi savunacak denli gözünü döndürebilmektedir.

Geçmişse, kapatıldığı parantezinde sefilliğe mahkûm bir hayattır, Okyanusya tarihinde. “Bugün hayal bile edemeyeceğimiz kadar korkunç bir baskı, adaletsizlik ve yoksulluk varmış. Burada, Londra’da bile halkın büyük çoğunluğu yarı aç yarı tok yaşıyormuş. Halkın yarısının ayağına giyecek ayakkabısı bile yokmuş. Günde on iki saat çalışır, dokuz yaşında okulu terk eder, bir odada on kişi yatarlarmış,” (8) diye anlatır ‘Devrim’ öncesini tarih kitapları. Devrim, proleterleri, kölelikten, açlıktan, şiddete maruz kalmaktan; kadınları kömür madenlerinde çalışmaktan (hâlâ kömür madenlerinde çalışıyor olsalar da) kurtarmıştır. Yine de tedbir elden bırakılmamalı, geçmiş zihin çelici tüm çapaklarından temizlenmeli, hafıza yeniden kurulmalıdır. “Times’ın belirli bir sayısında gerekli görülen tüm düzeltmeler bir araya getirilip harman edilir edilmez o sayı yeniden basıl[makta], asıl nüsha yok edili[p] arşive onun yerine düzeltilmiş nüsha kon[ulmaktadır].” (9) Kitaplar, kitapçıklar, süreli yayınlar, broşürler, posterler, filmler, ses bantları, karikatürler, fotoğraflar… her şey aynı hassasiyet ve mesaiye tâbi olmalı, hafıza karşısında muzaffer olunmalı, “gerçeklik denetimi” elden bırakılmamalıdır: “Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar,” (10) demektedir Parti de. Çeliştikleri bilinse, görülse de, birbirini çürüten görüşler -ihtiyaca göre- aynı ânda savunulabilmeli (“çiftdüşün”); hatta, -yenilerini icat etmek bile değil- sözcükler mümkün mertebe yok edilmeli, dil en aza indirgenmeli, tüm eski edebiyat (Chaucer, Shakespeare, Milton, Byron -ne varsa) “Yenisöylem”e uydurulmalı (“Yenisöylemin tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşüncesuçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak”. [11] ), heykeller, anıtlar, sokak adları (geçmişi bugüne çağırabilecek her şey) dönüştürülüp değiştirilmelidir. Yetmez; herkes Büyük Birader’in gözüne göz olmalı, herkes herkesi (hatta, anasını babasını) ihbar edebilmeli (12);zaman zaman yapılan ‘temizlik hareketi’ ile Devrim’in kazanımlarının önü açılmalıdır. (13) (“Böyle işler hep geceleri yapılırdı; tutuklamalar her zaman geceleyin gerçekleşirdi. Ansızın irkilerek uyanmak, hoyrat bir elin omzunuzu sarsması, gözlerinize tutulan ışıklar, yatağı çevreleyen acımasız yüzler. Çoğu zaman ne yargılama olurdu ne de bir tutuklama raporu tutulurdu [yok artık!]. İnsanlar ortadan kayboluverirdi, o kadar [bildiğin buharlaşma, ‘faili meçhul’lere karışma]; ve bu hep geceleri olurdu.” Özel gösteriler de eksik değildir: “Binlerce kişiyi kapsayan büyük temizlikler, suçlarını alçakça itiraf ettikten sonra idam edilen hainler ve düşünce-suçlularının halk önünde yargılanmaları”. [14]) Ve elbet, kadınlar da iffetli olmalıdır (bellerinde iffetin nişanesi kırmızı kuşaklarıyla “Seks Karşıtı Gençlik Birliği” falan [15]); Parti’ye hizmet edecek çocuklar yapmanın ötesinde haz almak üzere (hele aşkla, zinhar!) cinsellik yaşanmamalı, kadınlar ‘bayan’ değil ‘yoldaş’ kalmalı, Partili kadınlar yüzlerini boyamamalı, parfüm kullanmamalıdır.

Anlatıcının betimlediği dünyanın belirleyici kaygısının Parti’nin varoluşsallığına, -bir başka deyişle, verili hâli ile ‘iktidar’ın muhafazasına- ilişkin olduğu açıktır. ‘Proleter’ denen, hayata emeğini katan (emeği ile var olan) ‘halk’ ise, söz konusu işleyiş içinde -kendi hallerinde- ömür tüketecekleri var sayılan kalabalıktır. (16) Kahramanımız Winston Smith, metinde, -içten içe muhalif duygu ve düşünceleri ile- o kalabalıkla Parti’nin ‘Dış’ çeperi arasında bir yere yerleştirilmiştir. Görüş alanında olmasa da aynı mekândaki kişinin kalp sesine dahi duyarlı ‘tele-ekran’ gözetimli odasında, kentin kenar mahallelerinden birindeki tıklım tıkış eskici dükkânının vitrininde görüp vurulduğu deftere (ki, genç Parti üyelerinin o tür sıradan dükkânlardan alış veriş yapmaları uygunsuzdur), yine güç bela edindiği (eskilik nişanesi!) mürekkepli kalemi ile (hemen her şeyin genel denetime açık “söyleyaz”a dikte edildiği koşullarda) muhalif muhalif, hain hain döktürmektedir: “Kalemi pürüzsüz kâğıdın üstünde şehvetle dolaşmış, düzgün büyük harflerle alt alt yazılmış yazıyla sayfanın yarısı dolmuştu: KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER…” (17) Üstelik, yasadışı olmasa da (kaldı ki, -hep biliriz- yasa diye bir şey de yoktur artık!) günce tutanın ölüm ya da yirmi beş yıllık çalışma kampı cezasına çarptırılmasının teamülden olduğu o günlerde.

Açgözlü, kıskanç, hatta hasetli bir çocukluğun ve küçük yaşta ölen anne ve kız kardeşle yüklenilmiş suçluluk duygusunun kefareti olabilir miydi, Winston’ın gözü pekliği? “Annesi her yemekte, bencillik etmemesi, kız kardeşinin hasta olduğunu, onun da beslenmesi gerektiğini unutmaması için yalvarırdı, ama ne fayda.” Hatta bir keresinde, çikolata tayını dağıtılmış, anne eşitçe pay etmek isterken Winston bas bas bağırıp herkesin payını kapıp kaçmış ve o, anne ve kız kardeşini son görüşü olmuştur: “Annesini bir daha görmemişti. Çikolatayı mideye indirdikten sonra kendinden utanmış, karnı acıkıncaya kadar saatlerce sokaklarda dolanıp durmuştu. Eve döndüğünde, annesi [ve kız kardeşi] ortadan kaybolmuştu”. Winston’ı -o, anlatı zamanında- allak bullak eden annenin trajik ölümüydü belki de: “Trajedinin, eski zamanlara, mahremiyet, sevgi ve dostluğun hâlâ var olduğu, aile üyelerinin nedenini bilmeye gerek duymadan birbirlerine arka çıktıkları zamana ait bir şey olduğunu anlıyordu (…) nasıl olduğunu anımsamıyordu ama, annesi özel ve sağlam bir sadakat kavramı adına kendini feda etmişti.” Winston’ın duyguları, işte, artık o tür şeylerin yaşanmadığı günlerde sökün etmişti güncesine (“Artık korku, nefret ve acı vardı, soylu duygulara, derin ve karmaşık acılara rastlanmıyordu.”) Ve, elbet, geçmişte tanıklık ettiği yoksulluk ve yoksunluğu ile (ıslahevi sonrası) kendisiyle birlikte büyümüş (suçluluğun bir kısmını üstüne çeken) öfkesi de katılıyor olmalıydı göz kararıklığına: “Yeterince yiyecek bulabildiği, delik deşik çoraplar ve iç çamaşırları giymediği, evdeki eşyaların kırık dökük olmadığı bir dönem anımsamıyordu; odalar doğru dürüst ısınmazdı, metrolar hep tıklım tıklımdı, evler dökülüyordu, ekmekler kapkara, çay kıtı kıtınaydı, kahve bulaşık suyu gibiydi…” (18)

Winston, “pek bilemeyeceği kadar önemli ve gözden uzak bir görevin başında bulunan, O’Brein adında bir İç Parti üyesi”ne yazmaktadır güncesini -öyle hissetmektedir. Onca yıl içinde belki sadece on kez gördüğü, kentli davranışları ile ısındığı O’Brein’a. “Bunun çok ötesinde, O’Brein’ın siyasal bakımdan tam anlamıyla bir bağnaz olmadığına ilişkin gizliden gizliye bir inanç duyduğu için; belki bir inanç da değildi bu, yalnızca bir umuttu.” Umudunu besleyen proleterler de vardı, ayrıca: “Bir umut varsa, proleterlerde, diye yazdı Winston. Bir umut varsa, proleterlerde olmalıydı, çünkü Parti’yi yok edecek güç ancak Okyanusya nüfusunun yüzde 85’ini oluşturan bu hor görülmüş kitlelerde harekete geçirilebilirdi. (…) Yalnızca ayağa kalkıp, sırtına konan sinekleri savuşturan bir at gibi silkinmeleri yetecekti”. Düşüncenin özgür olduğu, insanların farklılıkları ile bir arada, yalnızlaşmadan yaşadıkları zamana yazıyor; “tekdüzen çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader çağından, çiftdüşün çağından” selamlarını gönderiyordu geleceğe. Sonunda ölüm olsa da ne yazardı; düşüncelerini dile getirmişti işte; inancı tamdı: “Düşüncesuçu, ölümü gerektirmez; Düşüncesuçunun KENDİSİ ölümdür”. Daha da cesaretlenmişti. O’Brein’ın yüzü geliyordu gözünün önüne; ondan yana olduğundan daha da emindi. Ona yazıyordu: “Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir”. (19)

 

‘Dış’ın ‘iç’le sıcak teması

Orwell, ‘dış’la ‘iç’in temas noktasına yürütürken romanını, eskinin ne menem bir şey olduğunu yaşayanın ağzından öğrenme arzusu ile sokağa saldığı Winston’ının yolunu, önce, defterini satın almış olduğu eskici dükkânının önüne düşürecek, -günüyle geçimsiz olduğu için- her şeyi ile (fokurdayışıyla hayaline yerleştirdiği çaydanlığı, şöminesi, kanepesi, tik taklı saati…) cazip gelen eskici dükkânından çıktığında, karşısına, ‘Kurmaca Dairesi’nde çalışan kırmızı kuşaklı siyah saçlı kızı çıkaracak, kızı dört gün sonra koridorda Winston’ın önünde tökezletip yüzü koyun yere kapaklandıracak, -tam da ‘tele-ekran’ önünde oldukları halde- kız kapaklandığı yerden kalkarken Winston’ın avucuna küçük bir kâğıt parçası sıkıştıracak, odasına döndüğünde, Winston, bin türlü endişesine rağmen emniyetli bir zamanda -güya- kâğıdı açıp okuyacaktır: “Seni seviyorum”. (20)

Daha sonra, Julia’nın -yaşının küçüklüğü ve aradaki yaş farkına rağmen- ön ayak oluşu ve Parti’nin gözüne kulağına yakalanmamak üzere aldığı tedbirlerle (kırsal kesimde dahi gizlenmiş mikrofonlar olabilir!) birkaç kez buluşacak, Parti’ye inat, dolu dizgin sevişeceklerdir. Julia, daha önce de, yüzlerce kez (‘İç’ten olanlarla değilse de -ki, onlar da fırsatını bulsa iştahla yapma’ya hazır ikiyüzlülerdir) Parti’ye inadı ile muradına ermiş yüzlercesi ile yatmıştır. Winston’ımızın da aradığı, Julia’da bulup sevindiği odur: “[D]uymak istediği tam da buydu. Birine duyulan aşk değil de, o hayvansal içgüdü, o basit, bozulmamış arzu: Parti’yi paramparça edecek güç buydu işte”. (21)

‘Dış’, Parti’yi paramparça edecek mesaisini sürdüredursun, ‘İç’ de boş durmayacak; ilginçtir, tam da Julia’nın eline pusulayı tutuşturduğu yerde Winston hafifçe bir öksürük işitip döndüğünde karşısında O’Brein’ı bulacak; O’Brein, Winston’ın Times’taki ‘yenisöylem’ yazılarını takip ettiğinden, kullanımdan kaldırılmış iki sözcüğü kullanmaya devam edişinden bahisle, başkalarında henüz olmayan onuncu ‘Yenisöylem Sözlüğü’nü kendisine verebileceğini söyleyecek ve onu evine davet edecek; Julia ile birlikte bildik yatırımı ile O’Brein’ın evine giden Winston’ımız (ve elbet, Julia) tam anlamıyla O’Brein’ın kucağına düşeceklerdir. Halbuki; “[k]oca apartmanın uyandırdığı hava, her şeye sinmiş olan zenginlik ve bolluk, iyi yemek ve iyi tütünün alışılmamış kokuları, büyük bir hızla inip çıkan asansörler, oradan oraya koşuşturan beyaz ceketli uşaklar, her şey ama her şey ürkütücü[dür]” (22) de. Nihayetinde; Düşünce Polisi’ni atlatmaya, Büyük Birader’in ölümüne, insanlığa, geleceğe, geçmişe… kadehler kalkacak, Winston’ın koltuğuna Emmanuel Goldstein’ın kitabı sıkıştırılacaktır: OLİGARŞİK KOLEKTİVİZMİN TEORİ ve PRATİĞİ.

İngsosvari bir düzende neyin ne olduğunu, Julia ile birlikte oldukları eskici dükkânının üst kat odasındaki yatağında Goldstein’ın satırlarından okuyup bilincini keskinleştirecektir, Winston: “Hiyerarşik toplumun varlığı, uzun sürede, ancak yoksulluk ve cehalete yaslanarak sürdürülebilir”, “[a]şağı kesim açısından, hiçbir tarihsel değişiklik [refahın artması, yumuşamalar, reformlar, devrimler], efendilerinin adının değişmesinden başka bir anlam taşımamıştır”, “[s]osyalizmin, 1900’den başlayarak ortaya çıkan her değişkesinde, özgürlük ve eşitliği sağlama amacı gittikçe daha açık biçimde terk edil[miştir]”, “yirminci yüzyılın kırklı yıllarına gelindiğinde, siyasal düşünce alanındaki tüm ana akımlar otoriter bir niteliğe bürünmüştü[r]”, 1930’lardan sonra, adı ne olursa olsun, özgürlüksüzlüğe, hiyerarşiye ve zulme açılan örnekler yaşanmıştır, “[o]ligarşinin biricik güvenli temelinin kolektivizm olduğu çoktan anlaşılmıştı[r]”, “Okyanusya’da her şey kolektif olarak Parti’ye aittir, çünkü her şey Parti’nin denetimi altındadır, üretilen her şeyi Parti uygun gördüğü biçimde değerlendirir”, televizyonun gelişmesi (sinema ve radyodan farklı olarak hem alıcı hem verici görsel ileti imkânı) ile yurttaşların kesintisiz polisçe gözetlenebilmeleri, resmi propagandaya bağımlı kılınmaları, “yalnızca devlet iradesine tam bir boyun eğişin dayatılması değil, tüm yurttaşların tümüyle aynı düşüncede olmaları da sağlanmıştı[r]”, bir örgütten çok bir bireye duyulabilecek sevgi, korku ya da saygıyı üstünde toplayan ‘Büyük Birader’ vardır oligarşinin tepesinde: “[Y]anılmaz ve her şeye kadirdir. Tüm başarılar, tüm kazanımlar, tüm zaferler, tüm bilimsel buluşlar, tüm bilgiler, tüm bilgelikler, tüm mutluluklar ve tüm erdemler doğrudan onun önderliğinden doğar ve ondan esinlenir”, “[o]ligarşik yönetimin özü babadan oğula geçmesi değil, ölülerin yaşayanlara dayattığı belirli bir dünya görüşü ve belirli bir yaşam biçiminin sürdürülmesinde diretilmesidir. Yönetici kesim ardıllarını ortaya koyabildiği sürece yönetici kesimdir. İktidarı kimin elinde tuttuğu önemli değildir, yeter ki hiyerarşik yapı hep aynı kalsın”dır. (23) Kitabı sonuna dek okumamış olsa da, Winston, Goldstein’ın şiarının, ‘Gelecek proleterlerindir!’ olduğunu anlamıştır. Olanınsa, ’nasıl’ olduğunu anlamış, lakin, ‘neden’ öyle olduğunuanlayamamıştır. Aklından zoru yoktur herhalde. “İnsanın azınlıkta olması, tek kişilik bir azınlık olması bile,deli olduğu anlamına gelmiyordu. Bir doğru vardı, bir de doğru olmayan; doğruya sarıldığın zaman, tümdünyayı karşına bile alsan, deli olmuyordun”, diye cesaret verir kendisine -yanında yatan genç kadınıntemasının hissettirdiği yumuşaklıkla. Güvendedir, her şey yolundadır. “Akıllılık çoğunluğa bakılarak ölçülmez” (24), diye içinden geçirir ve uykuya dalar.

 

Akıbet

Umudun proleterlerde olduğunu yinelerken Winston, basılırlar, eskici dükkânının üstündeki kaçamak odalarında. Ev sarılmış, yataklarının karşısındaki resmin arkasından (kopan bir şangırtı ile) koca bir ‘tele- ekran’ belirivermiş, eski gün dostu eskici de (Bay Charrington) ‘Düşünce Polisi’nin ta kendisi olarak (Winston, ömründe ilk kez -hem de kim olduğunu bilerek-, bir ‘Düşünce Polisi’ ile karşılaşmaktaydı) çıkıvermiştir ortalığa. (25)

Aslında, Winston da, Julia da, en başından itibaren akıbetin ne olduğunu ve kaçınılmazlığını bilmektedir: “Ölümden önce yaşamak zorunda oldukları dehşet, iki kere ikinin dört etmesi kadar kesin bir biçimde gelecekte onları bekliyordu. Kaçınılması olanaksız da olsa ertelenebilirdi belki; ama insan zaman zaman, bile isteye yaptıklarıyla süreyi kısaltmayı seçiyordu.” (26) Evet; öldürülmek bekledikleri akıbetti; sorun değildi. Dökülen dişler, çatırdayan kemikler, akan kanla keçeleşmiş saçlarla yerlerde sürünürken merhamet dilenir olmaktı tahammülü zorlayacak olan (ölüme razı iken, değer miydi?). Ya, peki, ‘itiraf’? “İtiraf etmekten söz ediyorsan, bülbül gibi öteceğiz,” diyordu Julia. “Önünde sonunda herkes itiraf eder. Engel olamazsın. İşkenceden geçiriyorlar insanı.” Peki, neydi önemli olan? Duygulardı: “Beni sevmekten caydırırlarsa, işte o zaman gerçekten ihanet etmiş olurum”. Çünkü, duygular, içimizdeydi; her şeyi yapabilirler, her şeyi söyletebilirler ama duygularımızı ele geçiremezlerdi. Winston da katılmıştı ona: “‘Evet’ dedi, ‘evet, çok haklısın. İnsanın içine giremezler. Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, onları yendin demektir’”. Acımın iki katına çıkmasını kabullenerek Julia’yı kurtarabilecek olsam, yapar mıyım, diye de düşünecekti işkencehaneye düştüğünde. Evet, yaparım, da diyecek, ama anlatıcısı ile araya girecekti Orwell: “Ama böyle yapmak zorunda olduğunu bildiği için aldığı düşünsel bir karardı bu”. (27)

Oligarşik Kolektivizmin Teori ve Pratiği’nin yazarı O’Brein da sorgudadır. Parti neye gerçek diyorsa gerçeğin o olduğu (gerçek “yalnızca Parti’nin ortaklaşa ve ölümsüz zihnindedir”), iktidarın araç değil amaç olduğu (devrimi korumak için değil, bizatihi kendisi için diktatörlük kurulurdu) gerçeğinin üstünden geçer, öncelik ve ısrala. Ölenlerin ölümleri ile -ve inançsızlıklarında direnerek- kahramanlık menkıbelerine yerleştikleri Engizisyon türü bir zulüm değil; tutsaklarını (‘sapkın’dı onlar) acınası birer şamar oğlanına dönüştürerek, birbirlerini ihbar edip suçlar hallere düşürerek onurlarını yerle bir etmek; onunla da yetinmeyip “[s]ıkıp içini boşalttıktan sonra” (28) içine kendilerini doldurmaktır esas olan onlar için.

Bin bir türlü işkenceden sonra salıverildiklerinde karşılaştı bir gün Winston ve Julia. “Sana ihanet ettim,” dedi, Julia. “Sana ihanet ettim,” dedi, duraksamadan Winston. Evet; aklın ucundan dahi geçmeyecek öyle bir şey yapıyorlardı ki, insan, ’Bana yapmayın ona yapın!’ diye feryat ederken buluyordu kendini: “Kendini kurtarmanın başka bir yolu olmadığını düşünüyorsun, kendini kurtarmaya can atıyorsun. Ötekinin başına gelmesini bal gibi istiyorsun. Ne acılar çekeceğini umursamıyorsun. Yalnızca kendini düşünüyorsun.” (29) Ve, artık, o hat geçildikten sonra (daha önce uzlaştıkları ‘ihanet’ hattı olmalıydı o), ötekine geçmişte duyulan şey de kalmıyordu -sahiciliğini, sahihliğini yitiriyordu her şey; duygular da.

Kendimiz ve öteki ile ‘ilişki’de sahihlik, sahicilik, samimiyetle örülmeliydi, eşitsizliğe ve özgürlüksüzlüğe karşı direniş hattımız; tüm despotlara, ’iktidar’ ve ‘hiyerarşi’lere karşı, diye geçiriyorsun içinden. Ümidi(ni) proleterlere taşıyamamış Winston’ınsa yanaklarından cin kokulu gözyaşları süzülüyor, ıskartaya çıkarılmışların toplaştığı Kestane Ağacı Kahvesi’nde, siyah bıyığının arkasından gülümseyen Büyük Birader’e bakarken. İki kere iki beş etmiştir bile. (30)

 

 

____________________________________

1. 1984’le ilgili alıntılar, Celâl Üster’in çevirisi ile yayımlanan metinden yapılacaktır (Can Y., 58. Basım, 2017).
2. Romanın hikâyesi ile ilgili ayrıntıları, kitaba, ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört: Bir İnsanlık Karabasını’ ekini yazan Celâl Üster’den aktardığımı belirteyim.
3. Celâl Üster ekinden; s. 342.

4. Celâl Üster, yazdığı ekte, Sovyetler ve Doğu Avrupa’daki örnekleri ile sosyalizmlerin çözüldüğü bir dünyada dahi “modern klasik niteliği kazanarak okurları derinden etkilemeyi sürdür[üşü]” gerçeğinden hareketle, Orwell’ın, 1984’te, daha derin ve evrensel bir kaygıyı dillendirmiş olduğu kanaatini ihsas eder (s. 343).

5. Orwell’ın saatleri, s. 218’de ‘on sekiz’i, s. 235-36’da da ‘yirmi otuz’u göstermektedir.

6. Agy., s. 13. Jeremy Bentham’ın ‘panopticon’ını (1785) anımsayalım.
7. Agy., s. 21-22.

8. Agy., s. 101. Bu arada, ‘Devrim’ öncesinin kurmacada hangi zamana denk geldiğini merak edenlere s. 103’teki kesit yardımcı olabilir (Winston soruyor, yaşlı adama: “[H]ayatınızın yarısı Devrim öncesinde geçmiş. Örneğin, 1925’te yetişkin bir insandınız. Anımsadığınız kadarıyla söyler misiniz, 1925’te hayat şimdikinden daha mı iyiydi, yoksa daha mı kötüydü?” Sidiktorbası ile başı dertte olan yaşlı adamın Winston’ın ısmarladığı biralardan sonra -hele-, ‘sosyolojik’ tahlil yapacak hâli yoktur. Lakin, eski gençliktir, iyidir, hoştur da; yaşlılık da, kadınlarla işin kalmadığı muazzam bir ferahlık, hayatın mürüvveti gibidir). Öte yandan, ‘Zafer Konutları’nın inşa tarihinin 1930 olduğunu da biliyoruz.

9. Agy., s. 50.

10. Agy., s. 45.

11. Agy., s. 63. İlgili dairede görevli Syme, -esmer ekmeğinden bir ısırık aldıktan sonra- zanaatın inceliğini nakletmektedir Winston’a. Gerektiğinde, proleter mahalleleri dahil, her yer aranmalı, -yalnız sözcükler değil- ele geçirilen kitaplar da titizlikle yok edilmelidir: “Okyanusya’nın herhangi bir yerinde 1960’tan önce basılmış bir kitap bulmak hemen hemen olanaksızdı” (s. 108).

12. Winston’ın Zafer Konutları’ndaki komşusunun çocukları, elde tabanca, ihbarcılık oynamakta, “Sen bir düşünce-suçlususun! Sen bir Avrasya casususun! Seni vururum, seni buharlaştırırım, seni tuz madenlerine yollarım!” diye çığrışmakta; anneleri ise, günün idamlarını seyre götüremedikleri için (ah, Tom da geç dönecektir işten!) çocukların huysuzluğunun mazur görülmesini talep etmektedir (s. 33). Times’ta ise, sıklıkla, anne babalarının örtülü kapılarına kulak dayayıp duyduklarını yetiştiren ‘çocuk kahraman’lara yer verilmektedir. (Geçimsiz karı kocaların ihbar kampanyasından istifade etmeleri neyse de; böylesi, dağlara taşlara.)

13. Winston’ımızın anne ve babası da ellilerin ilk büyük temizliğinde ortadan kaybolmuşlardır (on on bir yaşındadır o zaman).

14. Agy., s. 29, 55.

15. Winston’ın daha sonra sevgilisi olacak olan (yirmi altı yaşındaki) Julia da kırmızı kuşaklılardandır. Lakin, onunki, dayatılanı bir oyun gibi oynamaktır. Winston’ın, gözüne iliştikçe, kıza iştahı, ‘sarıl bana’ diyen o ince beldeki iğrenç kızıl kuşağa gözü takıldıkça öfkesi kabarmış, kıza tecavüz edip boğazını (orgazm ânında) kesesi gelmiştir. Ancak, Winston’ı daha sonra ayartan da Julia olacaktır. Üstelik, Julia, işin sırrını da çözmüştür: “Seviştiğin zaman içindeki enerjiyi boşaltırsın; sonra da kendini mutlu hisseder ve hiçbir şeyi iplemezsin. Ama senin bu halin onların hiç hoşuna gitmez. Her zaman enerji yüklü olmanı isterler” (s. 148). Bastırılmış, bastırıldığı yerde ekşimiş cinselliğin her türden bağnaz nümayişin, savaş coşkusunun, öndere tapınmanın, bayrak sallamaların (bir anlamda, ‘histeri’nin) yakıtı olacağının farkındadır.

16. ‘Gerçek Bakanlığı’ tarafından kendisi için, “spor, cinayet haberleri ve astrolojiden başka bir şey içermeyen beş para etmez gazeteler, iç gıcıklayıcı ucuz romanlar” (s. 54), filmler, müzikler, hatta, ‘pornografik’ yayınlar (Pornoböl mahsulüdür) hazırlanan kalabalığın adıdır, ‘proleterler’. Yoksul mahallelerinde kendini satmaya hazır kadınlardan geçilmeyen dünyanın insanlarıdır onlar. “Her hafta inanılmaz ikramiyeler dağıtan Piyango, proleterlerin büyük bir ciddiyetle izledikleri tek toplumsal olaydı[r] (s. 97)”. Dahası, “[k]uşku bile duyulmuyordu onlardan. Parti sloganında dendiği gibiydi: ‘Proleterler ve hayvanlar özgürdür’” (s. 83). Unutmadan; proleterler, hayatlarından, ’düşman tehdidi’ algısının eksik edilmediği bir kalabalıktır da aynı zamanda. Orwell, -benim sayabildiğim- tam beş kez bomba gönderir üstlerine (anlatı zamanında); s. 36, 95, 143, 163, 165. Winston’sa, onları, bir partiye, ülke ya da düşünceye değil, birbirlerine bağlı insanlar olarak hisseder: “Proleterler insan kalmışlardı. Yürekleri katılaşmamıştı. Şimdi kendisinin özel bir çaba göstererek yeniden edinmeye çalıştığı ilkel duygulara tutunmuşlardı” (s. 181).

17. Agy., s. 28.

18. Agy., s. 178, 179, 40, 70.

19. Agy., s. 20, 21, 80, 38, 92.

20. Agy., s. 121.

21. Agy., s. 140. Orwell’ın, Winston’ın karşısına, Julia gibi hem genç, hem gözüpek, hem cerbezer, hem de, cinselliği salt cinsellik olarak yaşamakla geçimsizliği olmayan bir kadını çıkarışı dikkati çekicidir. Daha sonra, eskicinin üst kat odasında birlikte olmaya başladıklarında, ortalıkta görünen ‘sıçan’lara önlem alan; “Gitmeden kalın bir bezle tıkarım deliği. Bir dahaki gelişimizde de alçıyla sıvayıp kapatırım orayı” (s. 160) diyen de Julia’dır. Sıçanın, fallus temsili; daha ileride, işkencede Winston için kırılma noktasını hazırlayanın -her ne kadar tahammülün fevkinde bir senaryo dahilinde kullanılmışlarsa da- ‘sıçan’lar olduğunu hatırlarsak, Orwell’ın, böylesi bir macerada, ‘kadın-erkek’ önkabullerini – bilhassa- dışarıda bırakmayı seçtiğini de düşünebiliriz. (“Goldstein ve onun yeraltı ordusuyla ilgili hikâyelerin, Parti’nin kendi amaçları için uydurduğu ve herkesin de inanıyormuş gibi görünmek zorunda kaldığı bir sürü saçmalıktan başka bir şey olmadığını” [s. 168] söyleyen de, ikide bir sağa sola düş[ürül]en bombaların hikmetini tahmin eden de odur.)

22. Agy., s. 184. Hatta, “Bunun adı şarap. Hiç kuşkusuz kitaplarda okumuşsunuzdur. Sanırım Dış Parti’ye pek verilmiyor,” da demiş ve kadehini, ‘önderimiz’ diye andığı Emmanuel Goldstein için kaldırmıştır, O’Brein (s. 187).

23. Agy., s. 206, 219, 220, 221, 223, 225, 227.

24. Agy., s. 235.

25. Sorguda, ‘Düşünce Polisi’nin yedi yıl boyunca, kılı kırk yararcasına onu izlediğini öğrenecektir. “Güncesinin kapağının bir köşesine sürmüş olduğu beyazımsı tozu bile özenle yeniden yerine koymuşlardı (s. 298).”

26. Agy., s. 155.

27. 182-183, 258.

28. Agy., s. 269, 277.

29. Agy., s. 314-315.

30. 1984’ün betimlediği ‘büyük gözaltı’, özgürlüksüzlük ve eşitsizlik, -değişik görünümlere bürünse de, özsel/ nitel anlamda değişmeksizin- ‘modern/ kapitalist liberal’ olduğu kadar, ‘modern sonrası/ neoliberal küresel kapitalist’ koşullarda da sürüp gitmekte: Bauman’ın tabiriyle, katılar sıvılaşsa da, sıvılaşan, yeni kisvelerin içine doğru akmakta. ‘Büyük Birader’(ler)in hiç eksik olmadığı ülkemizde de.

 

 

 

 

 



No Responses Yet to “‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ten bugünlere”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: