Spinoza ile sevinç kesilmek

09Eki17

 

Bu yazı, Birikim dergisinin Eylül 2017, 341. sayısında yayımlanmıştır.(*)

 

 

 

Çetin Balanuye’yi, Varlık dergisinin 2013 yılı Ocak sayısında, Spinoza: Bir Hakikat İfadesi1 başlıklı çalışması ile anmıştım. Bir başka felsefi/ siyasi duyarlılık ve eleştiri zeminine yaslanmadan; bilimsel serinkanlılık, yüksüzlük ve sorumlulukla külliyatının içinden geçip ‘bir hakikat ifadesi’ olarak okuduğu Spinoza’yı, akıcı ve anlaşılır olmanın ötesinde tutkusallıktan uzak bir dille paylaşıyordu bizimle, Balanuye. Öyle de olmalıydı; yoksa, “[n]esnel bir mesafe ve akademik bir serinkanlılığı hızla terk edip, aşkla ya da tutkuyla anlattığınız birine dönüşebilir[di]” Spinoza. Ve hatırlatıyordu okura da; “[b]izi tutkulara karşı sahici gerekçelerle uyaran bir filozofa verilebilecek belki de en büyük zarar”2 onu aşkla, tutkuyla anlatmaktır. Bugünse, -andığım kitabından beş yıl sonra- Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor?/ Reddedilemeyecek Bir Felsefi Teklif’le3 karşımızda Balanuye. Yoluyla yordamıyla reddedilmesi mümkün olmayan ve ama ‘felsefi’ bir teklifle sesleniyor bizlere, Spinoza’nın sevincinden bahisle.

 

 

Balanuye’nin vaadi

Anılan sevinci mümkün kıldığı anlaşılan ve o nedenle reddedilmesi imkân dahilinde olmayan teklife (Balanuye’nin sunumuyla) biraz daha yakından kulak verdiğimizde şunları işitiyoruz: “Kısaca söylenirse, sevinç duymayı hepimiz şu ya da bu sıklıkta deneyimlesek de, bütünüyle sevince dönüşmek hakkında pek bir şey bilmeyiz”. Biz fanilerin şu ya da bu sıklıkla tecrübe edip uygun bir fırsat ve imkân dahilinde hoşça yaşadığı sevinçli duygulanımın reddi ‘pek’ mümkün olmasa da, Balanuye’nin, eli daha da yükseltmek niyetinde olduğu açıktır; müstakbel okurun, muhtemel tereddüt ve sual edişini baştan üstlenişiyle belli eder niyetini: “[B]elki de ‘sevince dönüşmek’ ifadesi pek çok kişinin bu kitabı okumayı bırakmasına da yol açabilir”. Zira, “[i]nsanın sevince dönüşmesi de ne demektir?” diye şaşalayabilir okur. “İnsan her olaya duygusal bir tepki verir, bazı olaylar üzer, bazıları neşelendirir” ama “[s]ürekli sevinç[te] olmak, sevince dönüşmek, sevinçten ibaret olmak ya da sevinçte kalmak [sevinç olup kalmak, sevinç kesilmek] hiç olacak şey midir?”4

Balanuye, ‘tutkulu’ bir dille (reddedilmeyi imkânsızlaştıran bir ayartı ile neredeyse) ısrar eder: “Bu kitapta, sevinç duymakla yetinmeyip sevince dönüşmeyi başarmamız gerektiğini [gerektiğini!] ileri süreceğim”. ‘Sevince dönüşmek’, tutkulu azmedişin ötesinde, gizil bir imkân olarak el altındadır âdeta: “Öyleyse, sevince dönüşmenin her şeyden önce olanaklı olduğunu, dahası bunu başarmanın da iyi olduğunu [‘başarılması gerekli’ olandan

1 SayY.,2012.
2 Agy., s. 40.
3 Ayrıntı Y., 2017.
4 Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor?, s. 10.

 

 

‘başarılmasının iyi olduğu’ raddeye bir düşüş] söylüyor olmalıyım”. Daha da açık konuşmayı tercih eder Balanuye: “Aslında tam da bunu söylemek istiyorum: Sevince dönüşmek olanaklıdır ve bunu gerçekleştiren herkes hem kendisi hem de başkaları için en iyisini yapmış olur”.5

Henüz itidalini kaybetmemiş (‘Neden Sevinç Duymak Kolay, Sevince Dönüşmek Zordur?’ girizgâhında göz gezdiren, kasaya doğru yol alıp almamakta kararsız) okura bir kez daha seslenir yazarımız: “İlk bakışta, vaat ettiklerini hiç de gerçekleştirmesi beklenmeyen ucuz ‘kendine yardım’ kitaplarından bir yenisini daha okuduğunuz [‘satın alma’ya meylettiğiniz] hissine kapıldıysanız, hemen hüküm vermeyiniz. Hissinizi ciddiye almaktan vazgeçmeden, hükmünüzü biraz geciktiriniz. Köklü mutsuzluklarımıza tek çare olmayı vaat eden bir yazar değilim; tersine, felsefenin ancak yeterince emek verenleri ödüllendiren bilgeliğinden yararlanmak ve yararlandırmak niyetindeyim”.6

Tümden sevince dönüşmeyi, som sevinç kesilmeyi mümkün kılacağı vaat edilen felsefe, emeğini o felsefeyi kurmaya hasreden Spinoza’nın kendisini ne kadar (ya da, ‘yeterince emek veren’ başkalarını) ödüllenmiştir, ayrı bir bahisse de7, Balanuye, murat edilen ‘sevinç’in neden tercihe şayan olduğunu vurgulamayı ihmal etmez. Her ne kadar kitabının ilerleyen kesitlerinde eni konu açılacaksa da mesele, baştan (“riskli olsa da”) şu söylenmelidir: “İfadenin merkezinde yer alan ‘sevinç’ kavramı, filozofların iyi tanıdığı bir ayrıma göre, kendisi için istenecek bir şeydir. Aristoteles bu tür kavramları, araçsal değeri olanlardan ayırmayı önerir”8.

‘Başkaları için de en iyisi’ olacağı iddia edilmişken, ‘sevince dönüşmek’, salt ‘kendisi için de istenecek’ bir şey olarak nasıl kabul görür; som sevinç kesilenin -bırakın başkalarını- kendisine ne hayrı olur… yollu sorular çoktan kasadan masasına dönmüş olan bendenizin kafasını meşgul ededursun, Balanuye, sevinç kesilmeyi vaat eden felsefenin felsefecisine hayrı meselesini kendisi açacaktır: “Bu tuhaf konuya enikonu vakit ayırıp didik didik inceleyen ilk kişi Benedictus Spinoza adlı ufak tefek bir Yahudi’dir”. On yedinci yüzyılda yaşamış olan bu ‘tuhaf filozof’, Balanuye de teslim eder ki, “sevinç dolu bir yaşam sürmüş gibi görünmez”. Kendisi ve başkalarını tümden ‘sevince kesecek’ yolu yordamı bulmak üzere zihinsel emeğini hasrettiği felsefesi içinden konuştukça en yakın çevresi tarafından reddedilmiş, içine doğduğu Musevi cemaatinden aforozu ve sürgünü ile birlikte epeyce yalnız (hayat boyu kadınsız!), yoksun, yoksul ve kısa sayılabilecek bir ömür sürmüşse de, Spinoza’nın, “sevince dönüşmüş bir varlık olabilmeyi başardığını düşündürecek ciddi gerekçelerimiz” olduğu kanaatindedir Balanuye. “En önemlisi de,” der, “Spinoza’dan bize kalan öğretiye göre, ne kendisinin ne de başkasının yaşamını didikleyerek kendimize sevinçli yaşam kılavuzu bulabilmemiz olanaklıdır.” Ve -kendi- dediğini, “Bu iyi bir haber!” diye karşılar. Niye? Kırk altı yaşını bile doldurmadan bu dünyadan göçüp gitmiş; lakin, taklit ve bir başkasının yaşamını didiklemenin sevince ulaşmada faydası olmayacağını da telkin etmiş olduğuna göre, “derin bir soluk alıp rahatlayabilir (…) sevince 9
dönüşmüş bir yaşam sürmenin bedeli yarım yüzyılı görmeden diğer tarafı boylamak değildir” diye teselli bulabiliriz. Teselliye -Spinoza ile hayatı derinden kesişmiş biri olarak- ben de limon sıkmak istemem elbet; ancak, kendimi, ötekini, ötekideki kendimi ve onların birbirleri ile hemhal oluşlarını didiklemeden, ‘neye muktedir olduğumu’, sevinçlere ulaşmak için hangi patikalardan yol almam gerektiğini nasıl söyler bana Etika?

5 Agy., s. 10.

6 Agy., s. 10.

7 ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Spinoza ve Felsefesi (Bağlam Y., 2014) kitabımda, bilhassa da, “Sonsöz’ niyetine ‘Yorum’’ başlıklı bölümde (s. 419-443) ilgili bahis okunabilir.

8 Spinoza’nın Sevinci…, s. 11. 9 Agy., s. 12.

 

 

“Spinoza gibi yaşamak zorunda olmadan; yaşamı Spinoza’nın yardımıyla anlamaya çalışmak gibi bir projemiz olduğunu” vurgulayan Balanuye, -o, baştaki heyecanı da biraz dinmiş bir vaziyette; tevazu ile- söz konusu projenin en önemli basamağının, sorgusuz sualsiz kabul ettiğimiz ve -farkında bile olmadan, âdeta karakterimizin bir parçası gibi çalışan- ‘varsayımlar’ımızı titizlikle ayırt etmek, onlardan neden kurtulmamız gerektiğini anlamak olduğunu hatırlatır. Peki; söz konusu varsayımlarımızı ayırt ettik diyelim; kurtulmak kolay mıdır onlardan? O işin zorluğunu kendi deneyimlerinden de bilen; herhangi bir şeyin doğrusunu öğrendi diye, o şeyle ilgili tutumunu bir kez olsun değiştiremediğini bizlerle içtenlikle paylaşan Balanuye, tam da o nedenle Spinoza’ya başvurmak gerektiğini belirtir: “Spinoza da kesinlikle bunun farkındaydı ve belki de bütün felsefesini bu farkındalıkla dürüstçe yüzleşerek geliştirdi: Biz insanlar hiç de doğruyu arayan, bulunca karar veren ve kararına uygun eylemeyi özgürce seçebilen varlıklar değiliz!”10

Spinoza, evet, özellikle de Etika’da, doğrusunu bilse de eğrisinden kendini alamayan insanı, ‘insani -olgusal- gerçekliği’ içinde anar sıklıkla. Fakat işin künhüne vardığı da söylenemez. Zira, ‘bilinçdışı’nı bilmemektedir. Ve, Balanuye, sevinç kesilmenin reddedilmesi imkânsız cazibesinden daha mütevazı, daha temkinli bir dile taşısa da teklifini, okurdan eksik etmez desteğini: “Yine de ve tam da bu nedenle [‘karara uygun eylemeyi özgürce seçebilen varlıklar olmadığımız halde’], sevince dönüşmüş bir yaşam sürmemiz olanaklı…” Çelik gibi bir irade ile (ki, o da nafile) çabalamaya da gerek yok! Peki, nasıl? “Anlamak az da olsa dönüştürür.”11 ‘Az da olsa!’

Yine de yürümüştüm kasaya.

 

‘Karanlık varsayımlar’

Balanuye ile -Spinoza esinli- sevince yürüyüşümüzde ilk hamlemiz, ‘varsayımlar’ ile mesafemizi düzenlemek oluyor. Sorumuz şu: Varsayımlardan tümden kurtulmak mümkün müdür? Gilles Deleuze, “Kuşkulanıyorum”undaki (varlığını kanıtlamaya soyunduğu) ‘ben’in, daha baştan, anılan eylemin faili varsayılmak suretiyle Descartes’ın ‘varsayımsal kesinlik’ tutkusunu boşa çıkardığını vurgular. Doğaldır bu. Doğal olmayan, varsayımlardan mutlak kesinlikle kurtulunabileceğini varsaymaktır. Bizim işimizse, bizi ‘sevince dönüşmek’ten alıkoyan ‘karanlık’ varsayımlarımızı su yüzüne çıkarmak olmalıdır. İşte, Spinoza da onu yapar. Etika’nın her bölümüne ‘Tanımlar’ ve ‘Belitler’ (aksiyom) ile başlar, geometrik ve tanıtlamalı yordamla ‘sevinç düşmanı’ varsayımları tek tek ortaya çıkarıp sevinçli varsayımlarla ikame etmek suretiyle okurunu sevinçli bir hakikate taşımaya soyunur.

Sevinçli bir hakikate doğru yol almanın ilk adımı, ‘aşkıncı’ varsayımlarımızla hesaplaşmak olmalıdır. ‘Tanrı’ ile başlamadan hiçbir aşkıncı eğilimimizle baş edemeyiz. O nedenle, Spinoza da, temel eseri Etika’ya, ‘Tanrı Hakkında’ bölümü ile başlar. Tanrı, onun tanımıyla, ‘Doğa’dır. Bir ve aynı şeydirler. “Tanrı ya da Doğa, olmakta olan ne varsa, her şeyin varlığa geliş ve çözülüşlerinin gerçekleştiği, sürekli varlık türeten, yeniden türeten, çözen, başka türlü türeten o tek ‘oluş gerçekliği’nin ta kendisidir. Tanrı ya da Doğa, causa sui olan, yani kendi kendinin nedeni olandır. Kendi kendinin nedeni olmak, özü gereği var olmak[tır] (…) Doğa/ Tanrı’nın kendisi sonsuz ve sınırsız ama onda türeyen her şey sonlu ve sınırlıdır.”12 Evrendeki her varlık diğer varlıklarla sınırlı, varlıklar arası karşılaşma ve

10 Agy., s. 12-13.

11 Agy., s. 13.
12 Agy., s. 33, 34.

 

etkileşim zorunludur. İşte, aşkıncı varsayımları aşmanın ilk adımı, anılan ‘Tanrı/ Doğa’ kavrayışını içselleştirmek, aşkıncılığa karşı ‘içkincilik’ hattını tutmaktır.

Sevinç kesilme menziline yol almaktan bizi alıkoyan bir diğer varsayımsa, ‘erekselci (teleolojik)’ varsayımdır.13 “Hedef, gaye, emel, amaç, ilerleme gibi kavramları yüceltip dururken, adeta erekselci varsayımlarımızın tetiklediği kederli bir öte için sevinçli bir şimdinin farkına bile varamaz oluruz.”14 Halbuki, olan biten her şeyin tek ve aynı doğanın içinde gerçekleştiği bilgisine tutunmak; Etika’nın, “nasıl yaşamalıyım” (-meli, malı’ya takılmadan ilerlersek) sorusuna verdiği yanıtlar bütününün de işaret ettiği üzere, “olmakta olan her şeyin içinde gerçekleştiği evrensel nedensellikler zincirini doğru tanıyıp anla[mak]”15 esas olmalıdır. Yüklenilmiş amaçlar değil, -her sonlu varlık için geçerli olduğu üzere- ‘var-kalma çabası’dır (conatus) bizi hayata tutunduran: “Spinozacı conatus kavramı, her sonlu varlığın, var olmak dediğimiz şey her neyse, bu gerçekleşir gerçekleşmez bir modus olarak öylece var- kalmayı arzulayacağını, kendi var-kalımı için yine kendinde doğal bir direnç, çaba ya da ısrar bulacağını söyler”. Ve, “Doğa/ Tanrı’dan türeyen ve onda var olup çözülen sonsuz çeşitlilik içinde hiçbir modus zorunlu karşılaşmalardan muaf değildir. Doğa/ Tanrı bu zorunlu karşılaşmaların gerçekleştiği sonsuz gerçekliğin kendisidir”.16

‘Som sevinç’ olma yolunda terk etmemiz gereken bir diğer ‘karanlık varsayım’ımız ise, ‘insan merkezci özgür iradecilik’tir. İnsan, tanık olduğu olmakta oluşun herhangi bir örneğini doğada olanların (‘modus’ların) herhangi birinin ‘özgür irade’sine bağlamazken, “söz konusu kendi olunca, aynı kuşku duymaz tavırla özgür olduğuna hükmetmekte hiçbir çekince duymaz”. Bütün varlıkların yazgısının terk edildiği klasik aşkıncılığın mutlak tanrısı ne ise, kendi yazgısını belirleme gücünün insanın kendi elinde olduğu fikrine dayalı ‘insan merkezci’ varsayımın telkin ettiği ‘tanrı insan’ da odur. Halbuki, insan, -sadece ve basitçe- bir canlı varlık olarak, ‘conatus’u uyarınca, kendine yararlı olana yönelme, -aksi halde kaçınma- itkisi ile devinen ve kaçınılmaz olarak -az önce de anıldığı üzere- “çeşitli bedenlerle karşılaşmasından etkilenen bir varlık olmak bakımından özgür irade sahibi değildir”17. İnsan, kendi doğasının zorunluluğu ile (‘gerektirilmeden’) eyleyen ‘Tanrı/ Doğa’nın gerektirmelerine tâbi olurken, ‘eylem’lerinin farkında olsa da ‘neden’lerinin farkında olmadığı için kendisini fiilinin mutlak faili (iradesine özgürce sahip) bir özne olarak tasavvur eder ve başkalarınca da öylece muhatap alınır.

 

Sevinç kesilme yolunda ‘güç’

Peki; yazgımızı tümden eline bıraktığımız Tanrı’ya ilişkin aşkıncı varsayımımızı defterden sildik; ‘conatus’un (amaç bile olmayan) yönlendiriciliğinden öte amaç tanımayıp ’erekselci varsayım’ların muhtelif menzil esaretinden kendimizi kurtardık ve yapıp ettiklerimizin patronu addedilegelmemize neden olan ‘insan merkezci özgür irade’ vehmimizden sıyrıldık; sonra? Sonrası -ya da tüm bunlarla cebelleşirken- kendimizi (öz) gücümüzle donatmak olmalı. “[H]em Doğa/ Tanrı’dan türeme ve hem de onda var kalıp yine onda çözülecek olmaklık bakımından canlı

 

13 Balanuye’nin sunumundaki adımların sırasını bu noktada biraz değiştiriyorum. ‘Erekselci’ varsayımı, ‘insan merkezci özgür iradeci’ varsayımdan öne alıp ‘conatus’ kavramı ile birlikte anmak istiyorum. Bu vesile ile, Spinoza felsefesine ilişkin -bu yazıda- sadece Balanuye’nin aktardıklarını okurun dikkatine sunma özeni içinde olduğumu da belirtmek isterim.

14 Agy. s. 88.

15 Agy., s. 31.

16 Agy., s. 38.

17 Agy., s. 52, 58. Eylemlerinin farkında olup nedenlerinin farkında olmama hâli ‘bilincin ötesi’ni imler. Aklı ile maruf (ve dolayısıyla, koşulsuz ‘özgür irade’ sahibi olduğu varsayılan) insanın ‘narsisizm’ini yaralayanlardan biri de, Sigmund Freud’dur. İnsanın, ’Dünya’sı ve ‘tür’ü üzerinden kurduğu narsisizmini yaralayan Copernicus ve Darwin gibi. Zira, ‘bilinçdışı’nın kâşifidir o.

 

 

cansız tüm modusların özü güçtür,” diye hatırlatır Balanuye. Varlıkların gücü de -tüm varlıklarca ortak olarak paylaşıldığı üzere- onların ‘var-kalma çabası’ndan (ısrar, direnç ya da dirayetinden) –conatus’tan- öte bir şey değildir. Doğal olarak; var-kalma çabamız/ gücümüz oranında sevinçli; sevinçli olduğumuz ölçüde güçlüyüzdür. Demek ki, ‘karanlık varsayımlar’ımızdan mümkün mertebe kurtulmak, ‘conatus’ okuna gücümüz yettiğince asılıp ‘sevinç kesilme’ menziline okumuzu eriştirmek olmalıdır muradımız. O arada, gücümüzden doğru (ya da gücümüze yönelik) bir düstur (ya da destur!) söz konusu mudur? Spinoza’ya müracaatla şöyle mütalaa eder vaziyeti yazarımız: “Bu anlamda Spinoza’nın etiği bu türden bir bencilliği (eğer bencillikse) düpedüz özendirir; tek koşul, “ben nerede biter, dışarısı nerede başlar?” sorusuna yanıt veremeyecek ölçüde evrenle birleşmeyi başaracak bir var-kalma sevinci duyabilmektir”. Dile kolay (kulağa gelişi muhteşem) olan bu mertebeyi (‘insanı-ı kâmil’ olma, bir tür hidayete erme hâlidir sanki) Balanuye de bir ‘devrim’ olarak anar: “Bu aynı zamanda devrimci bir dönüşümdür. Bilge bir bencildir devrimci; ne sözde aşkın bir Tanrı’ya yaranmak ister ne de sözde merhamet [üzerinden ilişki] kurar ötekinin iyiliğiyle. Kendi iyiliği için zorunludur ötekinin iyiliği”.18

Bu muğlak (söyleyeni de herhalde tatmin etmeyecek olan) düsturu bir yana koyar, daha bir dünyanın diline itibar edersek, soru şu olmalı: ‘Var-kalımsal çabamızı nasıl yoğunlaştırabiliriz?’ Elbet, bu noktada, Balanuye, Spinoza’nın zikrettiği ‘beden’/ ‘zihin’ münasebetinden yararlanmak istiyor. “İnsan zihninin aktüel varlığını oluşturan şey, aktüel ‘tekil bir şey’in fikridir,” ile ilgili Etika, II, 11’i anıp o tekil şeyin de insanın ‘beden’i olduğunu anımsatıyor. Demek ki, ‘zihin’, insanın bedeninde olan bitene ilişkin fikridir. Hayat boyu, neyi tecrübe ediyorsak, onu, bir beden (bedendeki değişkiler, diyeyim) olarak yaşarız. Balanuye, şuraya bağlayacaktır: ‘Upuygun fikir’lerdir var-kalımsal çabamızı yoğunlaştıran. Bir fikir, “bedenimizdeki bir etkinin, Tanrı/ Doğa’da gerçekleşen devinim ve etkileşimlerin bütünlüğü içinde hangi nedenselliğin sonucu olduğunu” bize ne kadar sezdiriyorsa o kadar ‘upuygun’dur. E, bir fikir ne denli Doğa içre nedenselliklere nüfuz ve ondan (o farkındalıkla) neşet etmişse, o denli var-kalma gücümüzü artıracak, sevincimizi de yoğunlaştıracaktır: “Fikren doğru olmakla bedenen güçlü olmak bir ve aynı şeydir”.19

Demek ki, var-kalımsal çabamızı, sevincimizi yoğun ve güçlü kılmanın yolu, belli bir ânda, -beden ve zihnin, farklı görünürlükleri içinde bir ve aynı şey oldukları unutulmadan- bedendeki duygulanışların (değişkilerin) ‘upuygun fikir’lerini kurmaktan geçer. Zira, o upuygun fikirlerdir ki, bizi, -edilgen (diğer varlıkların etkileyişlerinden kaynaklanan) duygulanışlara maruz kalmaktan alıkoyup- duygulanışlarımızda ‘etken’, dolayısıyla, var-kalımsal çabamızda yoğun ve güçlü kılar (bir bakıma, Etika’nın temel epistemolojik hattı da odur). Lakin, söz konusu işleyişin yanı sıra, insanın verili/ makûs talihini de -Spinoza’dan nakille- şöyle ifade edecektir, Balanuye: “Etkin bir duygulanışla eylemek, varlığın kendi doğasının gerektirmesiyle eylemektir ve bu varlığın var-kalma çabasına (conatus) katkı yapar, sonuç sevinçli bir devinimdir. Ne var ki, bu hiç de kolay iş değildir!… Doğa/ Tanrı’daki karşılaşmalar sonsuz, bedenler sonsuzca çeşitli, etkileşimler öngörülemez ve bizler de başka bedenlerin etkileriyle duygulanmaya pek yatkınızdır. Bir başka deyişle, edilgin duygulanışların insafına kalıp savrulmak, pek çoğumuz için olağan bir yaşam seyri olabilir”.20

 

18 Agy., s. 96, 98. ‘Ben nerede biter, dışarısı nerede başlar?’ın bana çağrıştırdıları için, ayrıca, bkz., ‘Notlar/ 1’

19 Agy., s. 117, 119.

20 Agy., s. 108-109. Ya da, “Spinoza da bunun farkındaydı ve etkin olmak şöyle dursun, birçoğumuzun başka bedenlerin etkisine çoğu zaman maruz kalmaktan kaçınamayacağımızı, yani edilgince yaşayıp gideceğimiz günlerin çoğunlukta olacağını söylemişti” (s. 116). Bir başka yerde de, “Erdem, upuygun fikirlerle sevinçlenmeyi olabildiğince alışkanlığa [‘alışkanlık’!] çevirmektir”. Böylelikle, doğal çevresi için de, insan, ‘iyi insan’ olacaktır (s. 122). Vs., vs.

 

 

Değerlendirme

Spinoza’nın ilgili kitabının21 çevirisine yazdığı ‘Sunuş’ metnine Eylem Canaslan şöyle başlar: “James Joyce’tan, Spinoza’nın, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme’sine yeni bir ad vermesi istenseydi, herhalde şöyle derdi: ‘Filozofun Bir Genç Adam Olarak Portresi’”. Her ne kadar, Canaslan, öncelikle, kitabın yazarının olası yaşını anıyorsa da (21 ila 29 arası bir yaşta kaleme almış olmalıdır eserini), ‘portre’ kısmı da yabana atılır olmayıp genç adamın müstakbel felsefesinin kurucu bir değeri gibi alınsa yeridir. Daha da uzun anılışı, ‘Anlama Yetisinin Düzeltilmesi ve Onu Şeylerin Gerçek Bilgisine Götürmenin En İyi Yolu Üzerine İnceleme’ olan (tamamlanmamış) eserinde, Spinoza, sözlerine, deneyimin kendisine, gündelik hayatta karşılaşılan şeylerin tümüyle boş ve anlamsız olduğunu fark ettirdiğini vurgulayarak başlar. Üstelik, ‘zihin’ onlardan etkilenmedikçe hiçbir şeyin kendi içinde ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olmadığını da ayırt etmiştir. Muradı, ’gerçek iyi’ye erişmektir. Ve nihayet, “keşfetmesi ve edinmesi [kendisine] ebediyen sürekli ve üstün bir neşe verecek bir şeyin olup olmadığını araştırmaya karar ver[ip]” – Balanuye’nin de takdim ettiği, ‘reddedilemeyecek felsefi teklif’ini tedarik etmek üzere- koyulacaktır yola. Gerçekten de, reddedilmesi mümkün değilmiş gibi gelmektedir kulağa; ‘ebediyen, kesintisiz ve üstün neşe’ kaynağı olacak olan o şey. Zihinleri ‘servet, itibar ve duyusal haz’ ile çelinmişlerin dünyasında ‘kritik’ bir eşiktedir genç adam: “Zira çok kritik bir durumda olduğumu ve ne kadar belirsiz olursa olsun, bütün gücümle bir çare aramak zorunda olduğumu görmüştüm. Tıpkı bir deva bulunmazsa kesinlikle öleceğini bilen, ölümcül bir hastanın, ne kadar güvenilmez olursa olsun tüm umudunu ona bağladığı için, bütün gücüyle bir deva aramak zorunda olması gibi”. Zihni(ni), “her tür kederden azade olan halis bir neşeyle” besleyecek, “ezeli-ebedi ve sonsuz bir şeye yönele[cek olan] sevgi”dir,22 tüm gücü ile arzulaması ve amaçlaması gereken.

Genç Spinoza’nın -neredeyse ‘yitik cennet’ misali- vaat ettiği menzile doğru ‘epistemolojik’ yol alışını, daha önceki kitabında olduğu gibi, bu kitabında da, Balanuye, çok akıcı, sıcak ve anlaşılır bir dille anlatıyor. Ona diyecek yok. Benim içinse, dönemine göre büyük bir ‘epistemolojik kopuş’ gerçekleştirmiş ve kendisinden yaklaşık iki yüz elli yıl sonra hayata karışan psikanalizin neredeyse kapısını aralamış Spinoza ve felsefesine hayran olmamak mümkün değil. Ancak, kestirmeden söylemem gerekirse, ne genç Spinoza’nın vaat ettiği ‘ebedi, kesintisiz, her tür kederden azade, halis’ bir neşe, ne de, Spinoza’dan ilhamla Balanuye’nin -aracılık ettiği teklif uyarınca- tümden ‘sevinç kesilmek’ mümkündür. İlgili kitabımın son noktasını koyup başa dönerek (‘Sonsöz’ niyetine) yazdığım ‘Önsöz’den birkaç satırla toparlayayım.

“Spinoza’nın yolu, ‘conatus’ yoludur: ‘Öz’ümüzden/ doğamızdan kaynaklanan, ve o nedenle kaçınılmaz olarak varoluşsallığımızı sakınan, -kendisine ilişkin farkındalık üzerinden- ‘anlık’la ve -kaynaklandığı bedensel değişki dolayımıyla- ‘beden’le ilişkili olan ‘itki’nin ateşlediği ‘varkalımsal çaba’dır, ‘conatus’.23 Hâliyle, varoluşsal kudretimizi yükselten/ pekiştiren şey olmak anlamındaki ‘yararlı’ olana bizi yönelten de odur. Yararlıya dönük itkiselliğin bilinci onun üzerinden kurulacak, ‘meserret’e24 bizi o taşıyacaktır. Deyim yerindeyse, Tanrısal tözden

 

21 Tractatus de Intellectus Emandatione, çev. Emine Ayhan, Dost Y., 2015.

22 Agy., s. 12, 39, 41, 42.

23 Yeniden hatırlatmakta yarar var. İlk kitabı (Spinoza: Bir Hakikat İfadesi) sonrası münasebetimiz dahilinde, Balanuye’nin, ‘itkinin ateşlediği varkalımsal çaba: conatus’ değinime, ‘İtki mi conatus’un sebebi hikmeti, yoksa tersi mi?’ ya da, ‘Etika’da conatus’u ateşleyen bir itki kavramını nerede buluyorsunuz?’ sorusunu Spinoza ve Felsefesi’nin andığım ‘Önsöz’ünde okurla paylaşmış ve şöyle bir not düşmüştüm: “Sanırım, ayrışma, Spinoza felsefesini ‘psikanalitik (özellikle de, ‘dürtü kuramsal’) duyarlık’la okuma farklılığımızdan kaynaklanmakta: Conatus’a merkezlenen bir felsefe, ancak, -Spinoza’nın da muhteşem bir sezgisellikle işaret ettiği üzere- ‘anlık’ [zihin] ve ‘beden’le ilişkisi içindeki ‘itkisellik’ [‘instinct’ karşılığı -ki, ‘dürtü kuramı’ içinde ‘drive’ niteliğine evrilecektir] kavrayışı ile yaşarlık kazanacaktır -bence”.

24 ‘Meserret’, ‘sevinç’ anlamına gelmektedir ve ‘Önsöz’de hikâye edildiği üzere, Spinoza okumalarına başladığımız mekânın da adıdır.

 

 

gelip ona doğru yolu tutacak ‘conatus/sal ussallığın’ (‘erdemliliğin’) hayatımızda egemen kılınmasının yolu yordamı olacaktır, Etika da.” Ve ardından da aşağıdaki soru geliyordu.

“Halbuki, -Spinoza da etrafına baktığında onu görür- insanda, ‘conatus/sal akla’ rağbet etmeyen, ‘nedenlerin yeterli bilgisi’ ile donanarak ‘yararlı’/ ‘iyi’ olana yönelmek yerine ‘kötü’ye (onu ‘etken’ kılacak aklın yolundan gitmek yerine, bilisizce, ‘tutku’larına râm olmaya, ‘edilgen’liğe ya da ‘duygusal köleliğe’) meyyal bir ‘yamukluk’ da vardır – çoklukla. Neden? Neden, insan, sonuçlarına bakıp –en azından- ıslah olmak (‘us’lanmak) yerine, ‘kötü’nün kuyruğuna takılmaktadır, döne döne. Sevinçli buluşmamızla birlikte, ‘psikanalitik duyarlıkla’ benim de sorduğum o oldu Etika’ya: ‘Neden, çoğu kez, yamuk bakışlıyız hayata ve kötü/cül yaşamalara meyyal?’” Yanıtı da aşağıdaki gibiydi.

“Bu topraklarda söz konusu (‘psikanalitik’) duyarlıkla bir ilk, dünyada da pek fazla örneği olmamak üzere, ve ürkekçe, Etika’nın sokaklarında dolanırken, kendi kendime şöyle yanıtlamıştım o soruyu ben: Edimli insani varoluşu ‘itki/sellik’le başlatan, ‘ruh/ zihin’ ve ‘beden’i, bir ve aynı şeyin farklı görünümleri olarak değerlendiren Spinoza, muhteşem bir ‘epistemolojik’ kopuş gerçekleştirirken, varoluşun edimli gerçekliğini (karşıtların biraradalığı ve mücadelesi içinde) kuran öteki itkisel bileşeni hesaba katmayarak mahut ‘yamuk’luğa bizi ayartanın kökünü hep ‘dışsallık’ta (aklı yolundan şaşırtan dış güçlerde) mütalaa etmekteydi. İnsanın edimsel varoluşunu yine itkisellik üzerinden tanımlayan psikanalizse, ‘var-oluş’u, yaşamsal/ libidinal (‘Eros’ kökenli) bileşenin başatlığı/ kuşatıcılığı altında, karşıtların (‘Eros’la ‘Thanatos’un, ‘yaşamsal’ olanla ‘ölümsel’ olanın) biraradalığı demek olan ‘dürtüsel bileşim’e (‘dürtü füzyonu’na) merkezli –olgusal/ görüngüsel- bir gerçeklik olarak değerlendirecekti. ‘Haz ilkesinin ötesi’, ‘gerçeklik ilkesi’, ‘bastırma’, ‘bilinçdışı’, ‘ben/lik’, ‘üstben/lik’, ‘ben ideali’, ‘nesne ilişkileri’… hep, söz konusu ‘devingen’ karşıtlık üzerinden anlaşılmalıydı.”

Öyleyse, şunu söylemek boynumun borcu olsun: Az önce andıklarımın karşılığı olan ‘ruhsal gerçeklik’ tanınmadan, o gerçekliği içinde ‘insan’ı kabullenip muhatap almadan, ‘nedenlerin yeterli bilgisi’ yolculuğunu o gerçeklik içinden geçirmeye gönül indirmeden (hatta, hiçbir zaman nedenlerin ‘yeterli’ bilgisini edinemeyeceğimiz25 tevazuunu göstermeden) ‘sevinç kesilme’ ya da ‘her tür kederden azade halis neşe’ye vasıl olma teklifi ya da arayışı, mesnetsiz olduğu kadar, münasebetsizdir de.

Giderek, Etika ile ‘politik’ olanın münasebetini kurmak; kişinin hem kendi, hem de öteki ile ilişkisi içinden geçireceği yollarla -mümkün mertebe- sevinçli hayatlara uzanılabileceği umudu Spinoza için de geçerlik kazanmıştır kanımca. Şöyle devam ediyordum: “Ve oralardan, -sokaklardan- [Etika’nın sokaklarıdır kastedilen] usulca, ‘teolojik-politik’ alana çıkıyoruz. Öyle ya; onca altı çizilen ‘ussallık’ (‘erdemli hayat’) katına nasıl erişilecek, nasıl ‘us’lanacak bu insanlık? Doğrusu, Etika ile sınırlı kalsak, ‘yararlının yolu oradan geçer’e iknacılıktan öte yaslanacak bir şey yok. Sanırım, biraz da o yüzden, Spinoza, 1665’te Etika’nın yazımına ara veriyor, Teolojik-Politik İnceleme’yi yazıyor, 1670’te döndüğü Etika’yı ‘75’te tamamlayıp, tamamlayamayacağı Politik İnceleme’ye başlıyor.

 

25 Tıpkı, ‘rüya’nın tam bir çözümlemesinin/ yorumlamasının yapılamayacağı gibi (‘rüya’nın, dürtüsel talebin ‘idea’sı üzerinden [‘arzu’nun yani] bastırılması ile oluşan ‘bilinçdışı’ malzemenin kılık değiştirmiş hâli olduğunu hatırlamak koşulu ile). Dahası, ‘yeterli’nin ölçüsü nedir; sonsuzluğa açılan şeye dair kim, nasıl ‘yeterlilik’ ölçüsü koyar? Ve, tabii, ölçe biçe nereye kadar?

Zygmunt Bauman şöyle diyor: “Minik değişimlerin sonuçlarının böyle katlanarak büyüme kapasitesine günümüzde ‘kelebek etkisi’ deniliyor. Kelebek etkisi kuralı açıkça diyor ki karşılıklı olarak birbirinden bağımsız değişkenleriyle karmaşık sistemlerin davranışı, özetle söylemek gerekirse, öngörülemez ve ebediyen böyle kalacaktır. Cehaletimizden, dikkatsizliğimizden ya da kalın kafalılığımızdan ötürü sadece bizim açımızdan öngörülemez değildirler. Sistemin kendi doğasından ötürü bu böyledir. Yaşadığımız dünya tasavvur edilebilecek en karmaşık sistemlerden biri olduğundan, geleceği de büyük bir bilinmezdir ve ne yaparsak yapalım bilinmezliğini sürdürecektir”. Hadi bildik; peki? Daha önceki bir mektubunda da ona değinir: “Mesela hepimiz ekolojik bir saatli bombanın üzerinde oturduğumuzu biliyoruz. Buna rağmen günlük davranışlarımızda bu bilgiye dair işaretlere pek az rastlanıyor”. “Eşitsizlik bombası” da ayrı. (Alıntılar, Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup, çev. Pelin Siral, Habitus Y., İkinci B., 2014, s. 114 ve 93.)

 

 

İtkinin ateşlediği ‘conatus’un, bilinci kurulmuş itkisellikle yararlı olana yönelmesi, ‘istek/ arzu’dur: ‘cupiditas’. ‘Varoluşsal özerklik’, ‘kendi varlığı içinde varlığını sürdürme özgürlüğü’, bireysel gücün kişinin ‘kendi olma’ arayışı içinde kazandığı ‘varolma iradesi’ (bir bakıma, ‘yaratıcı/ devrimci edimsellik’) demekse, Teolojik-Politik İnceleme ve Politik İnceleme de, Spinoza’nın, ‘conatus’ kalkışlı, ‘cupiditas’ yürüyüşlü Etika serüvenini ‘pratik (edimli) siyasal özne’ye taşıma arayışının ürünü olmalıdır: Kurucu nitelikli gücün (Negri’nin deyişiyle, ‘üretici gücün metafiziği’nin), ‘politik pratik’ üzerinden ‘ontolojik’ değer kazanma arayışının öyküsü.

Söz konusu arayış, ‘bedensel/ tinsel’ bütünlüğü ile ‘arzu’ hattında yol alacak bireyin, ‘yararlı’ olana yönelimini, Etika’da tebliğ edilen ussallığa etik rağbetiyle değil, öteki ile ‘çatışma/ları’nın içinden yürüyerek kuracağına da delalet eder. Kendisinin ve ötekinin ‘tutku’sallıkları/ ‘imge’sellikleri ile yüzleşe yüzleşe, ‘güç’le ‘iktidar’ arasındaki gerginliği aşa aşa, doğal hakkın kaynaklandığı gücü -öteki ile çatışmalarının içinden yürüyüp- ‘kitle’nin gücü kıla kıla yol almaya soyunmuş bir arayışa. ‘Varoluşsal özerklikler toplamına/ toplumu’na (‘devlet’ dahil –ya da, sönümlendiği-, kimselerin hükümran olmadığı toplumsallığa) erişme doğrultusunda, ‘demokrasi’ arayışı ve mücadelesine.”

Esinimse şuradandı: “Nasıl, ‘psikanalitik pratik’, özünde, ‘bastırıcı’ güçlere karşı ‘söz’ün ‘özgür’ kılınmak suretiyle ‘bilince’ kazandırılması, analistle ilişki dahil, kişinin, çatışmaları ve hayat içinden yürümek suretiyle ‘kendiliğini’ yeniden kurduğu (‘varoluşsal özerkliğini’ tahkim ettiği) bir süreç ve ‘psikanalitik epistemoloji’nin sağlaması ise; demokrasi tasavvuru, mücadelesi ve kuruculuğu da, Etika’nın edimsel (‘politik’) karşılığı ve sağlaması olmak durumundadır:26 Duyguları, tutkuları, hayalleri ve çatışan karşıt yönelimli güçleri ile, velhasıl, ‘ruhsal gerçekliği’ ile (ayırıcı niteliği, -hidayete erme değil- ‘nevroza yakalanma yatkınlığı’ olan) ‘insan’ın ‘politik pratik özne’ olarak gerçekleştireceği bir sağlama.”27

Evet; bence, ‘reddedilemeyecek’ değil, ‘reddedilmemesi’ için sorumluluk alacağımız teklif böylesi bir teklif olmalıdır. Dahası; genç Spinoza’nın hâlet-i rûhiyyesini yansıtan satırlarında olduğu üzere, “tıpkı bir deva bulunmazsa kesinlikle öleceğini bilen, ölümcül bir hastanın, ne kadar güvenilmez olursa olsun tüm umudunu ona bağladığı için, bütün gücüyle bir deva aramak zorunda olması gibi” bir eşikte yaşanan dünyamızda ve hele hele yangın yerine dönmüş memleketimizde ‘sevinç kesilme’ önerisi inciticidir de.28

 

26 Anılan bağlamda, ‘psikanaliz-demokrasi’ münasebeti için, bkz., ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla/ Çatışma ve Demokrasi’, Varlık dergisi Ocak 2016.

27 ‘Sınırları Çizmek’ başlıklı mektubunda Bauman daha ilk satırlarını şöyle kurma ihtiyacı duyar: “Les Structures élémentaires de la parenté (1949) başlıklı, kitap uzunluğundaki ilk eserinde, Fransız antropolog Claude Lévi-Strauss, kültürü yaratanın ensest ilişkinin yasaklanması (daha doğrusu, gerçekleşebilecek ancak gerçekleşmemesi gereken, olasılık dahilinde ama insan ırkına yasak bir cinsellik şekli olarak ‘ensest’ kavramının icadı) olduğunu öne sürer” (Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup, s. 179). Bauman, açtığı parantezde, insanı, ’gerçekleşebilecek’ lakin ‘gerçekleşmemesi gereken’e merkezlenen kültürün mucidi olarak anarken, onun, ’nedenlerin yeterli bilgisi’ ya da ‘upuygun fikir’ler edinme yolculuğunda göz ardı edemeyeceği ‘sınır’ları olduğunu da hatırlatır bize -sanki.

28 Bu dipnotun kuytuluğunda, genç Spinoza’nın işaret ettiği ruh hâline eşdeğerli hayatımızda, ‘reddedilemeyecek mutlak sevinç’lerin teklifini üstlenmenin, bana, yazarın, ‘becerikli akıl hocaları Sofist’lere takılmasını hatırlattığını paylaşmalıyım (bkz., Spinoza’nın Sevinci…, s. 55). Üstelik, ‘sevinç kesilmek’ -yazarın tercihi ile ‘sevinç olmak’-, sevinçlerimizi artırma çabamızın celladıdır da.

 

 

NOTLAR

1/ ‘Spinoza’nın sevinci nereden geliyor?’ diye seslenen Balanuye’ye, ‘Nereden gidilir?’ diye soranlardan biri de Şükrü Argın’dı.29 Argın’ın, Balanuye’nin işaret ettiği menzile yönelik yolu/ yordamı sorguladığı -her zamanki gibi, uzun ve ferah- yazısından istifade ile birkaç noktaya daha açıklık getirmeye çalışayım.

Argın, Balanuye’nin (nedense, yazısı boyunca ‘Balanüye’ diye anmış) ’reddedilemeyecek teklif’i ile hangi Spinoza’dan doğru bize seslendiğini soruyor, ilkin: ’Bilim insanı’ olanından mı, yoksa, ‘felsefeci’ Spinoza’dan doğru mu? ‘Peşin hükmün itirafı’ gibi sunsa da (dipnotundan da anlaşılıyor), Balanuye’nin, “büyük ölçüde Spinoza’nın ‘bilim adamı’ suretine hayran; en azından, onun bu haline daha bir meyilli olduğunu” düşündüğünü paylaşıyor bizimle. Ve, -yukarıda da andığım üzere- Balanuye’nin, bizi hüzünlere taşıyan varsayımlardan kurtulmayı teklif ederken, diğer ikisi ile birlikte, “‘özgür irademiz’i de yavaşça yere bırakmamızı” isteyişi münasebetiyle, “[e]n azından insanın kendisiyle sevinçli bir karşılaşma örgütleyebilmek için öncelikle ‘özgür irade’ tertibinden kurtulması gerektiği iddiasını doğru anlamak gerek”tiğini (teklife icabet edişin nihayetinde bir tür ‘seçim iradesi’ni yansıtacağını da -herhalde) hatırlatıyor.

“Felsefenin bilimsel doğrularla çelişmemesi gerektiği konusunda hemfikirim Balanüye ile fakat bilim ile mesafenin kapatılması noktasında kuşkularım var,” derken de, kibarca, ‘Felsefi bir teklifle geldin ama bilim adına konuşur gibisin’ demeye getiriyor. Yollardan birinin sevince diğerinin kedere açıldığı kavşakta, bizi ‘seçim’den ziyade ‘tercih’e davet eder tavrı ve hele, bunu, ‘reddedilemeyecek’ bir teklif olarak sunuşu ile de Balanuye’nin kitabında Spinoza’nın ‘bilim adamı’ suretini öne çıkarttığını vurguluyor (“Ya da şöyle söyleyelim: Balanuye için, doğru anlaşıldığında felsefe ile bilim sanki bir ve aynı şeydir”). Üstelik, Balanuye’nin, “‘özgür irade’ kavramını iflah olmaz, dolayısıyla tedavülden tamamen kaldırılması gereken bir kavram olarak gör[mesi]” ile birlikte, vaat edilen özgürleşmenin, “başka tehlikeli bir kavram ile, güç ile özdeşleştirilmesi[nin] de [Spinoza felsefesinde] başka bazı sıkıntılara yol açar görün[düğünden]” dem vuruyor: “Deleuze [Balanuye’nin Spinoza’sı onunki ile ortaktır], tıpkı Spinoza gibi, varlıkları içkin olarak ‘güç mertebeleri’ çerçevesinde tanımlar ve etiği, ‘Ne yapmalıyım?’ değil (çünkü bu ahlakın pasif sorusudur), daha ziyade (etkin) ‘Ne yapabilirim?’ sorusu ile ilişkilendirir: Güç mertebem göz önüne alındığında, yetilerim ve kapasitem nedir? Gücümün aktif faili haline nasıl gelebilirim?” Ve, “[e]lbette Balanüye için de böyledir bu; sevinç, özgürlük, hemen her şey nihayetinde güç kavramıyla eşanlamlı haldedir”.

Argın, yazısını, şu bildik, örümcek ağına atılan sinek ve sinek-örümcek arasındaki ölümcül mücadelenin Spinoza tarafından kahkahalarla seyri anekdotu ile açıyor. Ulus Baker, ‘belki zalimce bulunabilecek’ tavrıyla, Spinoza’nın, asırlar öncesinden, “Yaşam hiçbir surette ‘iyilik’ ve ‘kötülük’ terimleriyle sorgulanamaz. Hayat sürer… Yaşamın özü, amaçsızca ve belirsizce süregitmesidir” fikrini ilettiğini söylemiştir. Argın’sa, Balanuye’nin Spinoza’nın sevincinin nereden geldiğine dair yorumunun büyük ölçüde Baker’in tarifini takip ettiğini (dolayısıyla, Spinoza’nın bilim adamı suretini üstlenişini) daha baştan teslim etmiş oluyor.30

 

29 ‘Spinoza’nın Sevincine Nereden Gidilir?’, Birikim, sayı 339, Temmuz 2017, s. 20-37.

30 Spinoza, Etika’sında, (28’den de yararlanarak, IV, 37, Not 1’de) gerçek Tanrı bilgisi ile dindarlığı örtüştürecek ve demek ki, diyecektir, dindarlık, “[u]sun kılavuzluğuna göre yaşamamız olgusundan doğan iyilik yapma isteği[dir]”. Hemen aynı yorumsayışı izleyerek Spinoza, bize, ‘hayvanlar’ karşısındaki tutumlarımız hakkında da yol gösterecektir: “hayvanları kesmeye karşı yasa sağlam us üzerine olmaktan çok boş inanç ve kadınsı[!] acıma üzerine dayanır. Us bize kendi yararımız uğruna kendimizi insanlarla birleştirmenin zorunluğunu öğretir, ama hiçbir biçimde hayvanlarla ya da doğaları insan doğasından ayrı olan şeylerle değil (…) herkesin hakkı herkesin erdemi ya da gücü tarafından tanımlandığı için, insanların hayvanlar üzerinde, hayvanların onlar üzerinde olduğundan çok daha büyük hakkı vardır”. Onları kendi yararımıza dilediğimiz gibi kullanabiliriz. “[Ç]ünkü, doğada bizimle anlaşmazlar ve duyguları doğada insan duygularından ayrıdır.” (‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Spinoza ve Felsefesi, s. 217-218. Spinoza’nın Politik İnceleme’de, kadını, ‘doğası’ gereği demokratik hak ve yetkileri kullanma ehliyeti dışında tutuşuna dair de, bkz., Spinoza ve Felsefesi, s. 80-82.)

 

 

Yazısının önemlice bir bölümünde ‘özgür irade’nin tümden gözden çıkarılışı ve ‘güç mertebeleri’ne yaslanıştaki rahatlığa karşılık, ‘mutlak’ değilse de ‘makul bir özgür irade’nin kıymetine işaret eden Argın, Spinoza anekdotuna da şöyle şerh düşüyor: “Fakat Spinoza, sineği örümcek ağına bile isteye atmış; böylece, tamamen iyi (bilimsel) niyetlerle de olsa, ahlakî ve etik, tek kelimeyle felsefi manada kötü bir tavır sergilemiştir. ‘Makul özgür irade’ kavramını elden çıkarmamamız gerektiğini söylememin nedeni bu”.31

Spinozacılara seslenerek kapatayım: ‘Spinozacı/lık’, Spinoza’da, kendi meşrebin dahilinde aradığın şeyi bulma hevesidir çoğu kez. Spinoza, “İstek, bilinçli itkidir (=itkinin bilinci ile itkidir)” derken, bilim insanı hüviyeti ile müthiş bir ‘epistemolojik’ kopuş gerçekleştirir -‘beden’den kaynaklanan itki, onun bir ‘idea’ya bağlanışı ve ‘arzu’ kipinde ötekine/ dünyaya yöneliş. Bilim insanlığı da, felsefi ya da etik olan da bu hatta gider, gelir. Takdiminse, takdirine bağlıdır; sen nereye çekersen -niyetin neye ise: İstersen, ‘sorumluluk etiği’ni (“Yapmamayı tercih edebilirdin”i) tümden aradan çıkarıp ‘güç’e; dilersen, ‘kendin’ oluşta ‘öteki’ ile yaşadığın hikâyeyi dışlayıp ‘sinirbilimsel indirgemecilik’e32; arzu edersen, Üçüncü Türden Bilgi/lenim (‘hem kendimizin, hem Tanrı’nın, hem de dışımızdaki şeylerin tekil özlerini ilişkileri içinde bilmek’ mertebesi’) üzerinden Spinoza’nın tanrısına, tasavvufa/ sûfîliğe33. Mürüvvetin bilir.34 35

 

31 Murathan Mungan’ın da bir şiirinde geçirdiği üzere (Yaz Sinemaları), “insanın kaderi karakteridir”. Bauman da, Thomas Hardy’den aynı deyişi alıntılarken, her sanatçının hayallerini üzerine işlemek istediği malzemenin direnci ile mücadele etmek zorunda oluşuna, tüm sanat eserlerinin böylesi bir mücadelenin içinden yükseldiğine işaret ederek ekler: “Yaşam sanatçıları ve onların eserleri bu kuraldan muaf değildir. Yaşam sanatçılarının eseri yontmaya çalışırken (bilerek ya da bilmeyerek, beceriyle ya da acemice) kullandıkları keski kendi karakterleridir”. Hardy’nin ya da Mungan’ın da işaret ettiği odur: “Kader ve kaderin gerilla birlikleri olan rastlantılar, yaşam sanatçısının yüzleşeceği tercih yelpazesini belirler. Ama hangi tercihleri yapacağını yaşam sanatçısının karakteri belirler”. Mektubunun devamında, ‘başka türlü davranamama’ hallerinden, olası yakın kayıplarını bilse de mağdurun yanında yer almaktan kaçınamayanlardan, başkaldırı cesareti gösterenlerde de söz eden Bauman, mektubunu şöyle bitirir: “Cadılar Bayramı arifesi, 31 Ekim 1517 günü, Martin Luther’i Wittenberg’deki Saray Kilisesi’nin kapısına dini inançlara ters düşen 95 maddelik tezini asma riskini göze alırken ‘Ich kann nicht anders’ (‘Başka türlü yapamam’) demeye yönelten yine onun karakteridir (Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup, s. 193, 194). Spinoza’nın sevincine nereden gidileceğini sorgulayan Argın’ın, Spinoza’nın sevincinden gelen Balanuye’ye hatırlattığı şey, aynı zamanda, Spinoza’yı -cemaatinden şiddetle aforoz edilmeyi de göze alarak- ‘felsefi’ yolculuğuna çıkaran şeydir de. (Meseleyi [‘genel etik’, ‘ahlâk felsefesi’ ve ‘kişilik etiği’ bağlamında] etraflıca ele alan bir kaynak için, bkz., Bir Ahlâk Kuramı, Agnes Heller, çev. Abdullah Yılmaz, Koray Tütüncü, Ertürk Demirel, Ayrıntı Y., 2006.)

32 Argın, Gazzaniga’nın, “insanların sorumlu tutulamayacaklarına dair herhangi bir kanıt yok” mealindeki vurgusunu aktardıktan sonra, asıl meselenin, “bazı mental süreçlerde ‘neden (cause) dili’nin kafa karıştırıcı etkilerini fark etmek ve mümkün olduğunca bu dili terk etmek” ve “‘sorumluluk’ ya da ‘hesap sorulabilirlik’ denen şeyin, şahsi değil toplumsal bir mesele olduğunu fark etmek” olduğunu anıyor. Tam da o noktada, Balanuye, ‘neden dili’ne tutunarak bize şu ‘bilimsel’ müjdeyi veriyor: “Son yıllarda nörobilimcilerin ‘yorumcu beyin’ diye adlandırdığı bir olgunun şöhreti nörobilimin sınırlarını aştı, psikoloji, felsefe, ve edebiyat disiplinlerini de etkilemeye başladı. (…) Güncel beyin bilimi çalışmaları kendi kendimize bilinçli olarak aldığımız kararların ve bunlara bağlı eylemlerin hemen hepsinde, beynin tüm işi biz henüz farkına varmadan önce yaptığını gösteriyor. Bir başka deyişle, beynimizin zaten başlatıp yönlendirdiği süreçleri sonradan fark edip, ‘ben seçtim’ diyoruz.” (Spinoza’nın Sevinci…, s. 65) Doğrusu, Balanuye ile Spinoza’nın felsefesi iyiden iyiye ‘pratik’leşiyor. (Güzel bir tartışma için, bkz., Neden Nasıl Düşünürüz?/ ‘Etik, İnsan Doğası ve Beyin Üzerine Bir Tartışma’, Jean-Pierre Changeux, Paul Ricoeur, Metis Y., 2013. Ayrıca, bkz., Psikanalizin Penceresinden Bakarken/ ‘Nöroloji, psikiyatri ve psikanalizin ‘epistemolojik’ sorgulaması/ ‘madde-tin’ bağlamında psikanalitik ‘ilişki’’, Halûk Sunat, Libido dergisi, Temmuz-Ağustos 2015, sayı 16.)

33 Üçüncü Türden Bilgi ve tasavvuf için Spinoza ve Felsefesi’ne; sûfîliğe ‘psikanalitik duyarlıklı’ bir bakış için, ‘Kutsal ve Psikanaliz’ başlıklı yazıma (Spinoza ve Psikanaliz ve Hayat/ Yirmidört Y., s. 175-194, 2008 ya da Defter dergisi, sayı 39, 1999) bakılabilir. Ayrıca, Argın’ın bilhassa tartıştığı ‘özgür iradecilik’ meselesi için, bkz. , Spinoza ve Felsefesi, Deleuze ve ‘Kötülük Mektupları’ başlığı (s. 137-148) ve ‘Spinoza Felsefesinde Şiddetin Yeri’ başlıklı yazım (Varlık, Mayıs 2017).

34 Argın, Balanuye’nin, ’Sevinçli Kolektivite: Ya Hep Birlikte Ya Hiçbirimiz’ başlığı altındaki değinilerine dair söz almamış. Ben, Spinoza’nın, ‘teolojik- politik’/ ‘politik’ yöneliminin -yukarıda da andığımı üzere- etikasını tartımda (da) kıymetli olduğunu düşünüyorum. Konuya dair, bkz., ‘Spinoza ve Siyasete Dair Notlar’ (Birikim, Mart 2012), ‘Etika’dan ‘Demokrasi’ye/ ‘Teolojik-Politik Edimselliğe Yol Alırken, I ve II (Birikim, Kasım 2013 ve Ocak 2014), ‘Gezi/ 17 Aralık Vak’aları’: Demokratik Eylemlilik ve Spinoza’ (t24, 6 Şubat 2014), ‘Hayatın Anlamı, Mutluluk ve Demokrasi’ (Varlık dergisi, Ekim 2016).

35 Anılan yazılarıma erişim zorluğunda ‘haluksunat.com’dan (blog) yararlanılabilir.

 

_______

* Daha önce kullandığımdan farklı bir ‘dipnotlandırma’ ile (‘Page’de) oluşturmuş olduğum özgün metni blog’a aktarırken bazı sorunlar yaşadım. Sonradan müdahale ile -dilerim- eksikleri giderilmiştir.



No Responses Yet to “Spinoza ile sevinç kesilmek”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: