Zanaat, sanat, ‘modern meritokrasi’ ve ‘Hoşbeş’

13Mar17

Varlık dergisinin Mart 2017 sayısında yayımlanmıştır.
Dünyanın tüm kopuklarına…

 
1/ Komünist Manifesto’nun 1872 tarihli Almanca baskısına önsözlerinde, Marx ve Engels, ‘Komünistler Birliği’nin kendilerinden hazırlanmasını istediği ‘Manifest’in elyazmalarını 1848 Şubat Devrimi’nden birkaç hafta önce matbaaya teslim ettiklerini belirtir. ‘Komünist Partisi Manifestosu’ genel başlığının altındaki ilk bölüm, ‘Burjuvalar ve Proleterler’dir. Yaşanacakları daha o günden kestiren adamlarımıza kulak verelim, bugün.

Friedrich Engels, (metnin 1888 tarihli İngilizce basımında) bölüm başlığının hemen yanı başına yerleştirdiği dipnot imi ile (n’olur n’olmaz, diyerek, herhal) adını koyma zarureti duyar: “Burjuvazi ile kastettiğimiz, üretim araçlarının sahibi olan ve ücretli çalışmayı sömüren modern kapitalist sınıftır. Proletarya ile kastettiğimiz [ise], hiçbir üretim aracına sahip olmamaları yüzünden yaşayabilmek için iş güçlerini satmak zorunda olan modern emekçiler sınıfıdır”. (1)

Feodal toplumun yıkıntılarından fışkıran çağdaş burjuva sınıfının -ve hâkim kıldığı üretim ilişkilerinin- sınıf çatışmalarını basitleştirdiğini ve toplumu birbirine karşıt iki sınıfa (burjuvazi ve proletarya) böldüğünü vurgulayarak söze başlayan Marx ve Engels, burjuvazinin, modern temsili devlette politik egemenliği elde etmekle birlikte ‘insanlararası ilişki’yi de dönüştürdüğünün altını çizer (ki, esas mevzumuz itibarıyla kıymetli olan kısım odur): “[Burjuvazi] insanı ‘doğal efendileri’ne tutsak eden karmaşık feodal bağları hiç acımadan kopardı ve insanla insan arasında soğuk çıkar ve ‘peşin ödeme’den başka bir bağ bırakmadı. Burjuvazi, dinî inancın ateşli ve kutsal heyecanını, şövalyelik ruhunu, duygusallığı, bencil hesabın buzlu sularında boğdu. Burjuvazi, kişisel değeri bir mübadele [takas] değeri haline getirdi ve binbir güçlükle elde edilmiş sayısız özgürlük yerine o biricik ve acımasız özgür ticareti koydu. Bir sözcükle, dinî ve politik aldatmaların maskelediği sömürü yerine, zorba, utanmaz, doğrudan ve çıplak sömürüyü koydu. Burjuvazi, o zamana dek saygınlık gören ve kutsal bir saygıyla karşılanan mesleklerin nişanelerini koparıp attı. Hekimi, hukukçuyu, papazı, ozanı, bilim adamını, hepsini, kendisinin ücretli hizmetlileri durumuna getirdi” (vurgu benim). (2)

 

2/ Richard Sennett, 2004 yılında, Yale Üniversitesi’nde, ‘etik, siyaset ve ekonomi’ üzerine bir dizi konferans verdi (‘Castle Konferansları’). Konferanslarından kalkarak hazırladığı kitap 2006’da yayımlandı: The Culture of the New Capitalism (‘Yeni Kapitalizmin Kültürü’). (3) Kitabının, ’zanaatkârlık’tan ‘meritokrasi’ye doğru yol aldığı ilgili başlığı altında, ilkin, zanaatkârlığı tanımlıyor, Sennett: “Zanaatçılık,“ diyor, “çoğunlukla el işçiliği için kullanılan ve bir keman, saat ya da çömlek yapılırken kalitenin amaçlandığını gösteren bir terimdir”. İlk adımda söyledikleri kendisini de kesmediği için (‘öyle ya,’ diyor, ‘anlaşılır bir şekilde yazma’nın kendisi gibi ‘zihinsel’ olan da var; ‘sürdürülebilir bir evlilik’ gibi toplumsal zanaatçılık sınıfına giren de -yarı latife), toparlıyor: “O halde zanaatçılığın kapsamlı bir tanımı şöyle yapılabilir: Bir şeyi o şeyin kendisi için iyi yapmak” (4) (Sennett’te italik değil, bende italik). Başka bir şey için değil; yaptığı şeyin sırf kendisi için ve kendini vererek. Yaptığı şeyin niteliğinde kendini bularak. Bulmaya çalışarak. Yaptığından ‘kendilik’ değeri üreterek (‘Nerede o eski zanaatkârlar; yaptıkları işi namusları bilirlerdi,’ diye anılan Ermeni ustalarından el almış olanlarla karşılaşma şansı yakalayanlar bilir!).

Zanaatkârlık, kendi işinin seçkini olmaksa, başkalarından üstün olmak üzere (başkalarının üstüne çıkarak) seçkinleşmek de, ‘meritokrasi’nin harcı olmakta. Ya da, mevcut yeteneklerini, eşitsizliğin temel belirleyen olduğu bir âlemde, kurumların eşitsizlik üzerinden yapılanan işleyişlerine katma: ‘modern meritokrasi’. İşte; günümüzde, ‘esnek’ çalışan şirketlerin ve kurumların böyle ‘akıllı’ insanlara ihtiyacı vardır; ürettiği şeye nitelik katma, yaptığı işte derinlik ve ustalık kazanma, kendini zanaatkârlığa verme marazı ya da zaafı olanlara değil, “kaşla göz arasında konup kalkan ve asla yuva yapmaya” yanaşmayan ‘danışman’lara. Üç gün içinde sönecek olsa da, bekledikçe kabaran iştahlanmalara; istediklerine eriştikten sonra şevklerini kaybetseler de, Balzac’ın ‘sahip olamadıklarını yana kavrula’ arzulayan karakterlerine; ‘moda makineleri’ne; ‘kendi kendini tüketen tutkunun çatısı altında aşırılık ve israf’ın izdivacına; markadan kimlik devşirme ihtiraslarına; ürünün kendisinden ziyade çağrıştırdıklarını satın alma heveslerine; ‘business class’ta yolculuk edip Atlantik’i uçağın arkasında oturanlardan daha çabuk geçtiğini varsayabilenlere’; kullanamayacağı kadar marifetle yüklü (‘güç’ timsali) cihazlara tonla para dökmek suretiyle havalanmalara… hitap edebilecek ‘akla’: “Tüketim alanı teatraldir, çünkü satıcı, tıpkı bir oyun yazarı gibi, tüketicinin satın alması için, inanmayışın gönüllü olarak askıya alınmasını sağlamalıdır,” diye seslenebilen mesleki akıl ve ahlaka. (5, 6)

 

3/ Yılların ötesinden, Marx’tan, Engels’ten ve Sennett’ten kopup bugüne konuyorum; beni bu uçuşa esinlendiren, Ali Duran Topuz’un Gazete Duvar’daki yazısına: ‘Dodan’ın Parçalandığı An’ (26 Aralık 2016). Doğrusu, Dodan’ı (Dodan Özer’i) tanımıyor(d)um. Ali Duran Topuz’u ise; içten, dürüst ve hamarat gazeteciliğinin ötesinde, şiirindeki yaratıcı tavrı ile biliyor, tanıyorum. Anadili Kürtçe olmakla birlikte, o lezzetli, akıcı Türkçesi ile. O dilde akan ‘toplumsal/ siyasal’ gözlem ve tespitleri ile de. Sözüne şöyle başlıyordu: “Dodan yaraladı. Evet, Dodan’ın O Ses Türkiye’de sahne alması, not alması, beğeni alması yaralayıcıydı. İçim, yüreğim, burnumun direği sızladı”.

Benim için de bilhassa önemli olanın altını çizmeyi ihmal etmemiş, Topuz. O yüksek ve iri koltuklarında sırtları dönük dinledikleri yarışmacıya yüzlerini dönerek iltifat kapısını aralayanlara, Kürt olduğunu söyle(ye)meyişi, adını söylerken dahi Kürtçe’den söz etmekten kaçınışı değil (‘Dünde kalan zaman’ iken anlamı, ‘Doğudan’ diye çözmüştür şifreyi değerlendirici katında oturanlar -hangi dilde olduğunu sorma zahmetine girmeden, ya da, gaflete düşmeden); Kürtçe albümleriyle repertuvarının hemen tamamının Kürtçe olduğunu söyleyememesini, yirmi iki yıllık çalışmasını, “Biraz münzevi, biraz mütevazı yaşayan bir adam olduğum için çok fazla şey olamadık” yersiz tevazuu ile bir kenara koyuverişini, asıl, yaralayıcı buluyordu, Topuz. Üstelik, ‘kendisini yetiştirmesi’ için Hadise’yi seçen Dodan hakkında, soyunmak istediği dünyayı yakından tanıyan Naim Dilmener beş yıl öncesinde (Radikal, 27 Şubat 2011) şunları da söylemişti(r): “Kürtçe müziğe [Kürt müziğine de demek istiyor Dilmener] yeni kapılar aramak isteyenlerden biri de Dodan. (…) İstanbul’da, başta Haymatlos olmak üzere çok sayıda yerde sahneye çıkan Dodan’ı bir kere seyredebilenler sıradışı bir yorumcu ve müzisyenle karşı karşıya olduklarını gördüler. (…) yeni albümü Şabun’da (…) seslendirdiği ‘Neçe’ adlı şarkı (…) ve diğer şarkılarının her biri, Dodan’ın türlü yerlerden beslenmiş benzersiz sound’unun işaret fişekleri[dir].” Ah!

Jüriden istediği bir parça suyla boğazının kuruluğunu alan Dodan, kendisini ‘tanımak isteyen’(!) değerlendiricilere, “Yapmış olduğumuz projelerin dışına çıkamadık,” diye dertleniyor (Dilmener’in, onu, ’sıradışı’ bir ses ve yorumcu olarak değerlendirip hayran kaldığı çalışmalarını anarak).

Halbuki, ’sanat’, sevgili okur, zanaattan, ‘yaratıcı’ tavrı ile ayrışmaz mı? Sanatını mümkün kılan araçları (sesi, sazı, sözü, dili, bedeni, vb.) yetkinlikle kullanma özen ve çabasının (işin zanaatkârlık kısmı) ötesinde, sanatçının edimini ‘yaratıcı’ kılan; sanatçının, verili olanla yetinmeyen, hayatla ve o hayat içindeki kendisi ile yüzleşme ve hesaplaşmayı her daim göze alan cesaret ve hevesin sahibi, değiştirici ve dönüştürücü hayalin (‘estetik/ poetik’ düzeyde) faili olabilmesi değil midir? Eğer bir sanatçı, -Dodan Özer gibi bir sanatçı, diyelim- yaratıcı heyecan, heves ve çabası ile yürüdüğü onca yolu, ‘Türkiye’nin ‘o’ sesi olmak üzere, harcıâlem müzik aristokrasisinin (‘müzikal meritokrasi’!) eleğinden geçirmeyi; yaratıcı heves ve heyecanının taşıyıcısı ‘kendilik’ değerlerini (dili, dişi, soykütüğü ile) oracıkta bırakmayı göze almışsa, elbet, hayal kırıklığı yaratır. Kırıklık, muhayyel yol arkadaşlarında yaratığı hayal kırıklığıdır; en çok da onlar kırılır.

O hayalin yolunu sürenlerden biri de Topuz’dur ve, “[h]erkesin birbirine benzemeye mecbur olduğu bir yerde”n; “birbirinin aynı kum tanelerinden oluşan”, “durmadan aşındırıp kuma çeviren”, “şairden reklamcı çıkaran”, “ünlü ve gerçekten iyi öykücüyü tekstil reklamında oynatan”, “Hegel üzerine kütük gibi doktora tezi yazmış felsefe profesörünü reklam mankenine çeviren”, “yarış, rekabet, çatışma dışında ilişki yöntemine saygı duymayan, duyurmayan”, “Dodan’ı orada güzel sesi ve yoğun çaba ürünü yorumuyla, kendi sanatına arkası dönük figürlerden su istemeye zorlayan” o çölden söz ederken Topuz’a hak vermemek elde değildir kanımca.

 

4/ Geçenlerde aramızdan ayrılan John Berger’ın Hoşbeş’ini (7) okurken de -yer yer- hatırlıyorum Dodan’ın hikâyesini -ve, asıl, onun temsil ettiği büyük hikâyeyi. “Tek gayesi kâr ve kesintisiz sermaye birikimi olan bu tahakküm [finans kapitalizminin küresel tahakkümüdür sözünü ettiği] bize koşuşturmacalı, emniyetsiz, acımasız, açıklanamaz bir yaşam biçimi ve görüşü dayatıyor,” (8) derken mesela. Ya da, derinden bağlı olduğu annesinin bakımından yoksun, çocukluğunun büyük bölümü ıslahevinde geçen “Küçük Adam, Berduş, Charlie Chaplin”den söz ederken. “Her düştüğünde ayakta kalmasını yeni bir adam olarak” ayakları üstünde doğrulmasını beceren o Soytarı’dan: “Soytarı, hayatın acımasız olduğunu biliyordu. Kadim şaklabanın rengârenk kostümü, olağan melankolisini şakaya döküyordu. Soytarı kaybetmeye alışkındır. Kayıptan yola çıkar.” (9) Ya da, “dâhi olmadığı halde tüm zamanını sanata hasrettiği için” eleştirilen, “[b]irkaç arkadaşının dışında kimse tarafından tanınma[yan]”, altmış yılı aşkın bir süre resim yaptığı halde çok az resim satıp ‘hep parasız’, ‘hep ciddi maddi zorluklar içinde’ olan, birkaç arkadaşı dışında pek kimse tarafından tanınmasa da, fırçasını, pastellerini ve kalemini yanından hiç eksik etmeden çalışan, ilerleyen yaşı ve parkinsonuna rağmen, hayatının patronluğunu, bir masanın köşesine titreyen parmakları ile yerleştirdiği bir tabak meyveye ve bir kartpostal büyüklüğünde -bile olsa- boyadığı natürmortlara terk eden; sonunda, “natürmortları için düzenlediği küçük meyve tabaklarının bulunduğu masanın bir kaç metre ötesinde” kalp vurgunu ile yaşama gözlerini yuman kadim dostu Sven’i yâd ederken. (10)

 

5/ Picasso’nun altmış yıl önce, 1955’te, Cezayir halkının Fransız sömürgecilere karşı başlattığı savaşta yanlarında olduğunu gösterme kaygısı ile yaptığı Cezayirli Kadınlar tablosunun bir müzayedede 180 milyon dolara satıldığı günlerde yaşıyoruz. Finans kapitalin vurguncu totaliter küresel düzeninde; dikkatlerimizi, yaşamsal ve acil olandan, hakikat ve insan hikâyesinden uzaklaştıran, terörizm, demokrasi, esneklik gibi anlamını yitirmiş muhtelif lakırdıdan geçilmeyen ‘enformasyon bombardımanı’ günlerinde. ‘Soygunlar, batan tekneler, ayaklanmalar, katliamlar, anketler, büyüme oranları, yükselen borçlar, işsizlik istatistikleri, karbondioksit ölçümleri’, vs. günlerinde. ‘Pişmanlıktan, umuttan dem vurulmayan’, acı çekenlere değil sayılara duyarlı, bir avuç insanın tüm zenginliklere el koyduğu, büyük çoğunluğun yetersiz beslenme ve açlığa mahkûm olduğu, ‘cılız bir umuda tutunabilmek’ için kalabalıkların yollara düştüğü, ‘aşırı derecede ısınan’ bir gezegende yaşıyoruz.

Peki; Komünist Manifesto’dan Yeni Kapitalizmin Kültürü’ne doğru esen; günümüzde ‘Türkiye’nin de ‘o sesi’ olup hayata açılan tüm kapı ve pencerelerimizi çarpan rüzgârın karşısında ne yapmalıyız? Öyle sanıyorum, kişisel ve ilkesel duyarlıklarımıza tutunmaktan başka çaremiz yok -bir karşı rüzgâr yaratamıyorsak ve şimdilik.

“Seneler boyunca beni yazmaya iten şey, yazılması gereken bir şeyler olduğunu ve ben anlatmaya çalışmazsam hiç anlatılmadan kalacağını hissetmemdi,” (11) der, Berger. Kelimelerin kendi evrenlerindeki yaşarlıklarına inanarak, boşlukları kapatma kaygısıyla, onların muhabbetine kendimizi bırakarak, şimdi yaptığım gibi, Berger misali, ‘hoşbeş’ ederek tutunmalıyız yalnızlığımız(d)a.

Kabul edelim; yaslanacağımız büyük kalabalıklar yok. Az çok, ‘yetim’iz. Yetimliğimizden başka yitireceğimiz şey de yok. Ama olsun; “İnsan yetim oldu mu kendi ayakları üzerinde durmayı ve bunu yapmasını sağlayacak her türlü numarayı öğreniyor. Kendi işini kendi görüyor,” da diyor, Berger; bizi -hiç olmadı- yetimlerin dayanışmasına çağırarak: “Gizli bir yetimler ittifakı öneririm. Birbirimize göz kırparız. Hiyerarşiyi reddederiz. Her türlü hiyerarşiyi. Dünyanın pisliğini olduğu gibi kabullenir, buna rağmen nasıl hayatta kaldığımıza dair hikâyeleri paylaşırız. Münasebetsiziz biz, kopuğuz”. Korkmayın; “[e]vrendeki yıldızların yarısından fazlası [da] hiçbir takımyıldıza ait olmayan yetim yıldızlardır. Takım yıldızların hepsinden daha fazla ışık verirler”. (12)

İş, sessizce birleşiyor olmakta -yetimlikte, kopuklukta. Rakı içerken içimize o karanfili düşürebilmekte. Bir ağacın yanımız sıra tıkır tıkır işlemesinde. Alıp o karanfili sana verebilmemde. Senin de bir başkasına. Derken, değil mi ya, karanfil elden ele.

“Görüyorsun ya”, sevgili okur, “bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.” (13)
________________________________________
1. Alıntı yaptığım Komünist Manifesto’nun bendeki örneği, Süleyman Arslan’ın çevirisi. Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Mart 1976 [aradan geçmiş 40 yıl!]. Bu arada, ‘proletarya’nın bir gösteren olarak hükümsüz kabul edildiği modern sonrası (neo-liberal) küresel kapitalizm koşullarında, ‘emeğini ücret karşılığı satanla satın alan arasındaki sömürü ilişkisi’nin (bizatihi, sınıfların somut görünürlüklerinin ötesindeki ‘ilişki’nin kendisinin) belirleyiciliğini vurgulamak üzere sözkonusu dipnotu bilhassa alıntıladığımı da belirteyim.
2. Agy., s. 31.
3. Bizdeki ilk basımı 2009, üçüncü basımı, 2015 (çev. Aylin Onocak, Ayrıntı Y.).
4. Agy., s. 76, 77.
5. Agy., s. 114.
6. Kapitalist kültürün siyasetin çehresini de belirlediğini belirten Sennett şöyle der: “Modern siyasi performanslarda, kişiliğin pazarlanması, siyasetçinin tarihçesinin ve görev geçmişinin bir anlatısını sık sık ve artan bir şekilde dışarıda bırakıyor; çünkü çok sıkıcı” (agy., s. 117). Evet; nesnesine sadakatle iş gören ve öyle kabul görmek isteyenler çok sıkıcı! “[D]emokrasi tüketimi örnek aldığında, kullanıcı dostu haline geldiğinde” (agy., s. 121) -benzetmek münasipse- zanaatçı olarak yurttaşın bilmek, öğrenmek ihtiyacı gayri meşrudur; münasebetsiz ve can sıkıcıdır.
7. Çev. Aslı Biçen, Beril Eyüboğlu, Oğuz Tecimen, Metis Y., Aralık 2016.
8. Agy., s. 35.
9. Agy., s. 37.
10. Agy., ‘Ben de Arkadya’dayım’ başlıklı yazı. (Arkadya: “Eski Yunan’da sade ve mutlu bir ırkın yaşadığı rivayet edilen dağlık bir ülke. Asude bir kırsal alan” -çev. notu.)
11. Agy., s. 12.
12. Agy., s. 26, 27.
13. Son iki paragraf, Edip Cansever’in, Yerçekimli Karanfil kitabından ve aynı isimli şiirinden alıntıyla kurulmuştur.



No Responses Yet to “Zanaat, sanat, ‘modern meritokrasi’ ve ‘Hoşbeş’”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: