‘Önyargı’ ve ‘tahakküm hiyerarşileri’ bağlamında ‘devlet’

13Oca17

Ocak 2017 tarihinde Varlık dergisinde yayımlanmıştır.

 

 

 

 

Nazi Almanyasını terk ederek ABD’ye yerleşen Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü üyeleri, -başkaca biliminsanlarının da katkısı ile- bir çalışma yürütüyor. Amaçları, ‘önyargı’ denen şeyin, ne olduğunu, nereden kaynaklanıp -‘antisemitizm’ zemininde- nasıl işlediğini anlamak. Anladıkları, tam beş cilt tutuyor: Önyargı Üstüne Çalışmalar. Benim bu yazıda yapmak istediğimse, güldestedeki, ‘Otoritaryen Kişilik’ (‘The Authoritarian Personality’) (1) adlı (önyargı ile otoriterlik arasındaki ilişkinin sorgulandığı) cilde Theodor W. Adorno’nun katkısı olan metinden yararlanarak, ‘önyargı’ ve ‘otoriterlik’ bağlamında, bizdeki ‘devlet’in (bir tür, ‘kendiliksel kip’ olarak) yapısallık ve işleyişini irdelemek.

 

1/ ‘Devlet’ dediğimiz yapı, -en çıplak ve nihai anlamıyla- bir ‘egemenlik/ hâkimiyet’ aracıdır. Hâkimiyet kurmak üzere araçsallaştırılan şeyin menzilinde ise, kaçınılmaz, üstünde egemenlik kurulan şey vardır. Demek, devlet, egemen olanla egemen olunan arasındaki ‘hiyerarşi’nin ifadesidir; ve, söz konusu hiyerarşi, ‘örtük (ideolojik) ya da doğrudan (açık) baskı araçları’ kullanılarak (Louis Althusser), ‘iktidar’ olmaklıktan ‘tahakküm’e uzanan bir minvalde (burada da, Michel Foucault’yu anmış olalım) hayat sahnesine taşınmaktadır.

Foucault, ‘özgürlük ve direniş’in, ‘iktidar’ın sınırları dahilinde mümkün olduğunu; ‘tahakküm’ünse, o raddenin aşılmışlığı anlamına geldiğini söyler. Bizde ise, devletin egemenlik topuzu daha ziyade tahakküm tarafına (‘otokratik’ kutba doğru) kaçar. (Bkz., Notlar/ 1) Öte yandan, tahakküm, -eşyanın tabiatından mülhem- kendisini, hep, ‘düşmanlığa’ mukabilen meşrulaştırandır. Dolayısıyla, tahakküm ve hiyerarşinin devamlılığı açısından, düşmansız olunamaz. Egemenlik topuzu tahakküme doğru kaçan devlet de, kendisini, düşmanları üzerinden tanımlayacak, baktığı her yerde –her halükârda- düşman görmeden edemeyecektir. Bu, bir, ‘önyargılı varoluşsallık’tır. Demek ki, –devlet olma katında, bizde- ‘önyargı ve tahakküm hiyerarşileri’ birlikte mütalaa edilmek durumundadır. Peki, devlet, neden öyle bir hareket eksenine mahkûmdur? Soruyu yanıtlamadan önce, ‘önyargı’ denen şeyin ne menem bir şey olduğunu; yapılanış, işleyiş ve ‘otoriterlik’le ilişkisini anlamak üzere Adornogiller’e kulak verelim.

 

2/ Adorno ve arkadaşları, çalışmalarını, ‘psikanalitik’ yönelimli görüşmelerle başlatıyorlar. Yönelimin psikanalitik olması, görüşülen kişinin, –kendi- ‘bilişsel’ düzeyli (‘Ben şuyum, buyum’ türü) kabul ve tanımlamalarına itibarla; ya da, görgül (‘empirique’) değerlendirmeler üzerinden değil de, daha doğrudan ve derinlikli tanınması ihtiyacından kaynaklanmakta. Zira, Adorno’ya göre de, ‘otoriter kişilik’, (‘toplumsal/ nesnel’ zemini ihmal edilmeksizin -ya da, onunla hemhal oluş içinde) hayata verilen ‘öznel/ tinsel’ bir yanıttır –bize, bir, ‘ideolojik pratik’ tavır olarak yansır ve psikanalitik duyarlıklı bir ele alışı gerekser. (Bkz., Notlar/ 2) Max Horkheimer de, -öylesi bir bakışla- söz konusu ‘önyargılı ve otoritaryen’ kişiliği, ‘anti-demokratik propagandaya açık, gizil anlamda faşist bir antropolojik tür’ olarak değerlendirmiştir.

Peki; gizil anlamda faşistik/ otoriter kişilik ve önyargılılık nasıl buluşmaktadır? Önyargının, otoriterliğin hayata geçişini (ki, giderek, açık faşist ya da mütehakkim bir boyut da kazanacaktır) meşrulaştıran –ona kapıyı aralayan- şey olduğunu söyleyelim öncelikle. Önyargılı kişi, önyargısını yüklediği nesneyi, kendi gerçekliği (nesnelliği) içinde ele almaz -alamaz. Nesne ile ilişkinin uyandırdığı ‘çatışma’nın (‘conflict’), -ki, bu, ‘varoluşsal bütünlük’ düzeyli bir ‘kaygı’ (‘anxiety’) olarak yaşanır- halledilmesine yönelik bir ‘savunu’dur, önyargı. O anlamda, önyargı, ona sığınanın ‘kendiliksel/ yapısal’ zorluğuna delalet eder; bir ‘belirtidir (‘symptom’). Mesnetsiz ve akıl sınırlarını zorlayıcıdır. Sonuçta, Adorno ve arkadaşlarının ‘Yahudi sorunu’ bağlamında görüştüğü (‘önyargılı/ otoriter kişilikli’ olarak niteleyecekleri) kişiler de, doğrudan deneyimlerine dayalı olmayan ve kendi nedensellik bağıntıları içinde açıklayamadıkları tespitlerden hareketle Yahudilerden rahatsızlıklarını dile getirmekte, onları değersizleştirici yargılar öne sürmektedirler. (Bkz., Notlar/ 3)

Önyargı ağırlıklı tutum –‘yapı’nın çarpıklık, marazlılık düzeyi ile bağlantılı olmak üzere- farklı kişiliksel düzeylerde kendini gösterse de, ‘psikodinamik süreci’ni anlamak üzere, görece gerilemeli (‘regressive’) bir örnek olan ‘paranoid kişilik’ üzerinde duralım.

Paranoid kişilik, etraflarındakilerin davranışlarını kendisine yönelik bir tehdit olarak yaşama eğilimindedir: Yeterli dayanağı olmaksızın, etrafındakilerin sadakatten yoksun ve güvenilmez, dahası, onu kullanmak ya da zarar vermek niyetinde olduklarını iddia eder. Tehdit edici imalı davranışları, saygısız, hor görücü bir tutumları vardır etrafındakilerin. Sırlarını paylaşamayacağı (paylaşsa aleyhine kullanma eğiliminde olan) tekinsiz kişilerdir onlar; ve dolayısıyla, paranoid kişilik etrafındakilere öfkeli ve tepkilidir.

Fazlaca psikanalitik ayrıntıya girmeden, paranoid kişinin bu –önyargı ile yüklü- tutumunun, az önce andığımız üzere, bir ‘savunma’ olduğunu söyleyelim. Zira; -‘ruhsal/ kendiliksel gelişim’ sürecinde- dış dünya ile ilişkisinde (‘nesne ilişkileri’) kendi içinde uyanan ‘iyi’ ve ‘kötü’ yaşantıları bütünleyebilme yeterliliğinden (onu temin edecek uygun tecrübelerden) yoksun kalmıştır. Yapısal (‘kendilik’) kuruluşu da, dış dünya alımlayışı da karşıt duyguların uygunca harmanlanışından beslenmemektedir. Dolayısıyla paranoid kişi, dış dünya ile karşılaşmalarında, kaçınılmaz, kendi içinde uyanan ‘kötü’nün karşılığı ‘nefret’i dışarıya yansıtır (‘projection’). Kendisi değil, ötekidir kötü olan. O nefret etmemekte, birileri -ondan nefretle- ona kötülük etmek istemektedir –onun salimliğine ve selametine halel getirmek isteyenlerdir onlar. İşte, önyargı dediğimiz şey, kendinde baş edemediği duyguyu dışarıda temellendiren kişinin, bu tutumuna bir mesnet, bir gerekçe uydurma hâlidir (Bkz., Notlar/ 4) –ki, bu hal, giderek, her türlü öfkenin, saldırganlığın, yok ediciliğin de meşruiyet dayanağını oluşturacaktır. (Bkz., Notlar/ 5) Adorno da, ‘antisemitizm’ zemininde gözlemlediği bu kabil varoluşsal tavrı, ‘düşmancıl aşk’ (‘persecution mania’) olarak adlandırmakta: Kendi bütünlüğünü muhafaza (savunma) derdiyle malul, saldırganlığını yönlendireceği düşmanı olmadan yapamayan ‘faşist kişilik’.

Buraya dek, önyargının mahiyetini, savunusal işlevini anlamaya çalıştık. Söz konusu savunu zemininden hareketle, önyargılı kişiliğin, dış dünya ile ilişkisini düzenlerken, neden/ nasıl otoriterliğe başvurma eğiliminde olduğunu; ya da, tahakküm, nefret, faşistik ifadeleriyle otoriterliğin nasıl olup da önyargılılıkla sarmallandığını ayırt etmeye çalıştık. Şimdi de, buradan, usulca, bir kimlik/ kendilik –kipi- olarak (bizde) devletin önyargılılık ve otoriterliğe yatkınlığını anlamaya doğru yol alalım.

 

3/ Buraya değin vurguladıklarımızdan hareketle, ‘önyargılı/ otoriter’ tavrın ördüğü görüngülerin, ‘kendi olma’, bir tür, ‘kendilik’ sorununu yansıttığını söyleyebiliriz. ‘Kendi olma çabası’, verili hayatla çatışması içinden yol alarak, kişinin, kendini kurma (‘kurucu’) iradesine yol açması ise; kendi olamamak da, kendi olmanın/ hayat içre özgürce serpilmenin ketlenmesi hâli olmalıdır. O anlamda, kendi olabilme yeterliliği, başkalarının da kendileri olma hak ve özgürlüklerini kaçınılmaz biçimde tanıma gelişkinliği, her kendi olamama hâli ise, -beraberinde- başkalarının kendi olmalarını hor görme, kendi olamama erinçsizliğinin müsebbibi bir dış düşmanı ötekinde bulma, her kendi olma arayışına -mümkünse- dünyayı dar etme habasetine yatkınlık demektir. (Öte yandan, özgürce kendi olabilme, kendinde ötekine yer açabilme zenginliği olduğu kadar, ötekinde kendini bulma olanağıdır da aynı zamanda.)

Öyleyse, sorumuzu şöyle soralım: İçinde yaşadığımız (ya da, ömür tükettiğimiz) siyasal coğrafyada, devlet, neden bu denli güvensiz, kuşkucu, tedirgin, içeriden-dışarıdan bütünlüğüne göz koymuş düşmanlarla çevrili, eli sopalı, dili dikenli olagelmiştir? Kararlı bir kendilikten, -herkesin kendi olmasına olanak tanıyıcı- kendiliksel bir ferahlıktan neden yoksundur?

Nasıl, bireyin ‘kendilik’ yapılanması, ‘nesne ilişkileri’ tarihçesinin (yani, temel ihtiyaçları ile yöneldiği dünya içinden yol alışının) mahsulü ise; devlet de, içinden yükseldiği ‘toplumsal/ nesnel’ çatışmaların mahsulüdür. Nasıl, bireyin kendilik donanımı, çatıştığı dış dünyanın ‘gerçeklik ilkesi/ ölçüsü’ etrafında kurulursa; devlet de, ‘egemen’ olma ihtiyacı ile çatışan toplumsal kesimlerin çatışkısının verili gerçekliği etrafında kurar kendini. Nasıl ki, kişilik (kendiliksellik), anılan çatışmalar sarmalında değişen/ dönüşen bir yapı olmak durumunda ise; devlet de, söz konusu çatışmalar bağlamında değişen ve dönüşen (‘egemenlik/ çatışma’ sarmalı kırıldıkça sönümlenecek olan) bir kurumsallıktır.

Şimdi; bu anlayışla, –eli sopalı, dili dikenli- devletimize ve kendisine ilişkin sorumuza döndüğümüzde; bizde, devlet olma mayasının talihsizlikle (büyütmeyen/ geliştirmeyen bir vasatta) karıldığını söylemeliyiz, öncelikle. ‘Muasır medeniyet’ diye esas alınan uygarlığın devleti, sermaye sınıfının (burjuvazinin) monarşiye karşı -emekçi katmanları da yanına alarak- gerçekleştirdiği ‘burjuva demokratik devrim’in (bir ânlık devirme değil, sınıfsal çatışmanın -hakikatin- kaçınılmazca hazırladığı burjuva demokratik devrimin) uluslaştırdığı halka dayalı devleti iken; bizimkisi, eşitsiz üretim ilişkileri içinde önüne çıkan muasır medeniyet karşısında (sahiciliği kalmadığı için) kendiliğinden çözülen padişahlığın (merkezi otoriter kurumsallığın) vârisi, tepeden inmeci bir zihniyetin devletidir. Burjuva demokratik devletin hukuksallığı (ideolojik kendilik algı ve işleyişi, diyelim), kendisini kuran toplumsallığın iç çatışmalarından neşet eden ‘toplumsal sözleşme’lerin (değişmeye/ dönüşmeye açık) bir ifadesi iken; bizimkinin hukuksallığı, toplumun kurucu iradesine kendini kapatan, kendini kurduğu –dayatmacı- ideolojisi etrafında halkına çobanlığa soyunan (‘pastoral’) ya da giderek mütehakkim bir iradenin ifadesidir. (2)

Âşikâr; bizde devletin kendiliksel kuruluşu; iç dünyası ile dışarının karşılaşmalarını kendiliğini zenginleştirici deneyimler katında yaşayamayan, içtenlik ve sahicilikten yoksun, dış dünyayı onlara yansıttığı düşmansı önyargıları ile denetleme, öfke ve otoritesi ile onlara hiza verme telaşındaki ‘paranoid kişilik’ten farklı değildir. Militer/ paramiliter İttihatçı maharet ve itiyatlarıyla, hayatın gerçekliği içinde tüketip aşamadığını yukarıdan dayattığı üst/ün (milliyetçi-devletçi-seçkinci) değerlerle (sopalı-sopasız) tedavülden kaldırma telaşı eksik olmayan; gayri Müslimi, Alevisi, komünisti, Kürdü, kendi hâlinde Müslümanı (3), vs., halkı ile arası ve sicili –esastan- bozuk, marazlı bir devlettir bu devlet.

 

4/ Bugün neredeyiz? On dört yıllık iktidarının önemlice bir bölümünde (diyelim, 2010 Referandumu’na dek) yukarıda andığım ‘kadim’ zihniyeti kırılıma uğratacak (neo-liberal küresel kapitalist açılımla [da] bağdaşık, ‘sınıfsal ve inanışsal kimliğini aşağıdan yukarıya hayata katmaya meyyal’) bir ters dalga olarak harekete geçen AKP iktidarı, döndü, devletin kadim zihniyeti ile (‘milli marazla’) -o da- kucaklaştı: Sündüre sündüre kullanılan ‘ezeli Kürt düşmanlığı’nın yanına ve ötesine, ‘Gezici darbeciler’i, olmadı, -ortak inanış temelinden geliyor olsalar da- ‘Cemaat’i (‘kumpasçı-komplocu’ taifesini yani) ve onunla içli-dışlı çalışan menfur ortaklarını yerleştirdi. Eksik kalan ‘oligarşik’ paranoid bloğunu –Ergenekoncusu, Balyozcusu, vs.- ‘milli ordusu’ ile de tahkim edip, kuvvetler ayrılığını -‘milli irade’ vurgulu- ‘yürütmenin ayrıcalığı’na bağlamak suretiyle, tüm düşmanlarının üzerine ‘müstebit’ bir güç olup yürümeyi göze aldı.

Benim bu yazıyı yazmaktan muradım, münhasıran, mevcut iktidarı ve onu tekelinde tutan ‘fiili Başkan’ı işaret etmek; ‘demokratik hukuk devleti’ne itibarsızlığın racondan bilindiği mahallemizin ‘yasa’ bile tanımaz delikanlılığına soyunmuşluğunu yeniden tarif etmek değil; tanı(m)lamaya çalıştığımız devletten hareketle, toplumsal siyasi iradenin -kurucu hüviyeti ile- hayata katılma eksikliğinin (tarihselliğinin) altını çizmek.

Söz konusu toplumsal siyasi irademiz –şimdiye dek- nereye akmakta peki? Fevkalade ağırlıklı olarak, yapısallığı ve işleyişiyle ortaya koymaya çalıştığımız (önyargılı ve otoriter) devletin –kurucu- kendiliksel değerleri ile örtüşmeye. Düşmanını düşman bellemeye (buna, ‘saldırganla özdeşim’ [‘identification with the aggressor’] demekteyiz). Peki; Antonio Negri’nin adlandırması ile ‘çokluk’ (‘multitudo’[4]), Cemal Bâli Akal’ın Spinoza’dan esinle andığı ‘ortak makul aklı’ [5] tedarikle, kurucu bir güç (‘potentia’) olarak devleti dönüştürmek üzere nasıl harekete geçecek?

Mayadan mülhem; devleti ve sopasını ele geçirip muhtelif düşman tehdidi üzerinden (mahalli ve küresel emek-sermaye çatışmasının, sömürünün de üstünü örtmek suretiyle) tahakkümü meşrulaştırmak, ’ulusalcı/ Kemalist laikçi’ ya da ‘muhafazakâr mütedeyyin’ milliyetçi kılık ve aidiyetleri ile tüm siyasi anaakımların düsturu olagelmişse; söz konusu sahteciliği teşhis ve teşhir etmek olmalız bizim işimiz. Ve… tek tek insanların doğal güçlerinden kaynaklanan güçlerini devrettikleri öznenin (üstün gücü kullananın) halk olduğu -bir başka deyişle, “[g]ücü altındaki her şeye ilişkin üstün hakka toplu olarak sahip evrensel insan birliği”nin (6) siyasal düzeni demek olan; bir başka deyişle, aklı, kendi kendisinin efendiliğini mümkün kılacak üstün güce dönüştürenlerin birliği olarak, ‘demokrasi’ için mücadele.

Denetime ve hesap verebilirliğe kapalı, içinde her türden yolsuzluğu, hukuksuzluğu üretebilen, giydirilmiş hükümleriyle ‘milli irade’sini (‘Dükkân senin!’ kıvamında) müşteri kılıp doludizgin otoriterliğe soyunabilen tüm anlayışların önünü alabilmek için mücadele.

-yoksa, encamımız nafile!..

 
NOTLAR

1. Foucault; siyasi erkin, kendisini özgürlükçü yönelim ve direniş imkânlarına açık tutabilmesi hâlinde, ancak, ‘iktidar’ından söz edilebileceğini; ötesinin bir ‘tahakküm’ düzeni (‘devlet zorbalığı’) olduğunu ifade eder. ‘Devlet aklı’ dediğimiz şey de, aslında, bir ‘yönetme sanatı’dır. ‘Pastoral teknoloji’den (yani, kökenini, İbrani inanışındaki ‘Çoban Tanrı’dan ve Hıristiyanlıkta hayat bulan ‘çoban-kral’ ilişkisinden alan yönetme sanatından) kendisine doğru uzanan bir akıl (‘siyasi rasyonalite’) hattında yer alır. Dolayısıyla, o akla yaslanan devlet, şiddete ve keyfiliğe ihtiyaç duymaz. Hayatın kılcal damarlarına kadar iktidarını akıtan söz konusu ‘rasyonalite’ye karşı özgürleştirici mücadele de, şu ya da bu ‘iktidar kurumu’na karşı değil, bir tekniğe, iktidarın tezahür ettiği her şeye yönelik olmalıdır.

‘İktidar’la ‘tahakküm ilişkileri’ arasındaki ayrımı, ‘sivil itaatsizlik’ deneyimleri de işaret etmektedir. Geçerli yasalara bağlı kalınsa da meşruiyetin ihlal edildiği noktada harekete geçen sivil itaatsizliklerin muhatabı -nihayetinde- ‘genel anlamda adil bir toplum’ (yani, adalet duygusunu yitirmemiş bir toplum) ve devlettir. Sivil itaatsizliğin kuramsal çerçevesine işaret ederken, John Rawls şöyle söyler: “Bana göre genel anlamda adil bir durumun önşartı demokratik bir yönetim biçiminin varlığıdır ve bu anlamda teori, sivil itaatsizliğin yasal demokratik otorite karşısındaki rolü ve uygunluğuyla ilgilenir” (‘Sivil İtaatsizliğin Tanımı ve Haklılığı’/ Sivil İtaatsizlik, çev. Yakup Coşar, Ayrıntı Y., 2013, s. 56). Dolayısıyla, sivil itaatsizlik, ‘çürümüş bir düzenin yıkılması ya da değiştirilmesi’ tarzında bir ‘militan ‘ eylemlilik değildir. Muhalif tepkilerden hareketle ‘iktidar’ ve ‘tahakküm hiyerarşileri’ni ayırt ediyorsak, Rawls şunu da eklemiştir: “[D]evletin baskı aygıtının adil olmayan kurumları ayakta tutmak için devreye sokulması bir haksız şiddet biçimidir ve insanların işte o zaman direnme hakları vardır” (agy., s. 78). Bir anarşist olarak Bakunin de, iktidarla tahakkümü birbirinden ayırt etme ihtiyacı duyar. Tahakküm, denetimsiz iktidardır -kendi içinde bir amaç olarak iktidar.

2. Misal; evrensel ‘sol’ değerleri, ‘özgürlükçülük, eşitlikçilik, demokratlık, insancılık, barışçıllık’, vb. diye teslim ettiğimiz bir noktada, karşımızdaki kişinin kendisini ‘solcu’ diye tanımlaması, anılan değerleri kişilik kuruluşuna içselleştirmiş olduğunun kanıtı ya da güvencesi değildir. Ne denli kişilik kuruluşunun yapıtaşları olup olmadıklarını, ancak, psikanalitik yönelimli bir görüşme içinde anlayabiliriz. Şunu da unutmayalım: “Kişilik baştan beri verili ve hep öyle kalarak çevredeki dünya üzerinde etkide bulunan bir şey değildir; toplumsal çevrenin etkisiyle değişir ve içinde yer aldığı toplumsal bütünden yalıtılamaz”. O nedenle de, kişilik, “ideoloji üzerindeki toplumsal etkilerin dolayımlandığı bir aracı” (Otoritaryen Kişilik Üstüne, s. 9) olarak ele alınmalıdır. Öte yandan, görüşülenlerin ifadesinde yansıyan Yahudi düşmanlığı (‘antisemitizm’), az sonra değinilecek ‘yapısal’ sorunun, çalışmanın yapıldığı toplumsal/ tarihsel vasattaki karşılığıdır, sadece. Yani; özgül (‘evrensel’) olan ‘yapı’dır; ‘önyargılı ve otoriter’ ifadelerini kendi tarihsel/ toplumsal karşılaşmaları içinde kuracaktır. Adorno da şunu vurguluma ihtiyacı duyar: “Bununla birlikte, çalışmamız ilerledikçe, vurgu [antisemitizm vurgusu] yavaş yavaş kaydı. Antisemitizmi, ya da bir başka azınlık karşıtı önyargıyı, kendi içinde sosyopsikolojik bir fenomen gibi çözümlemeyi değil, daha çok, azınlık karşıtı önyargının daha geniş ideoloji ve karakter modelleriyle ilişkisini incelemeyi ana görevimiz olarak görmeye başladık” (agy., s. 15).

3. Şöyle açalım: ‘Hafıza, Hakikat ve Hakikatlilik’ (Varlık, Aralık 2016) başlıklı yazımda da kısmen açıklamaya çalıştığım üzere, ‘kendilik’ dediğimiz şey (kimim, neyim, vb.), düzenleyici ve denetleyici bir ‘ideal’ etrafında kurulur (anneden ayrışıp annenin temsil ettiği ideal etrafında özdeşimlerle kurulan kendilikten söz etmiş oluyoruz). Bu, kendilik kuruluş sürecinin, hoşgörüsüz (kendi olma arayışına izin vermeyen), yaptırımcı bir ideal nezaretinde yaşanışı ‘varoluşsal özerlik’in teminini de zora sokar. İdeal (daha sonra ‘üstben’e evrilecektir) tarafından ipotek altına alınan kendilik kırılgan bir bütünlüktür ve her kırılma eşiğinde ideale ve kalabalıklaştırıcı değerler üzerinden kalabalığa sığınma ihtiyacındadır. Burada anılan Yahudi, bir günah keçisidir aslında. Özyıkımsal tehdidi (kendiliksel bütünlük tehdidini) yansıtmak üzere (denize düşüldüğünde yani) sarılınan bir yılandır o. Önyargılı kişi ise, kırılgan yalnızlığından doğru, aynı düşmana yönelik nefretleriyle buluşan (idealin tedarik ettiği) kalabalığa sığınma ihtiyacında olandır. İşte, önyargılılık dediğimiz şey de, düşmanlığa sözde mesnet kazandıran, eğreti/ marazlı (‘semptomatik’) bir aklileştirmedir .

4. Pekiştirmek gerekirse; ruhsal gelişim sürecinde ‘paranoid’ evreye denk düşen temel savunu, nesne alımlayışını (içsel yaşantıyı) ‘iyi/ kötü’ diye ‘bölmek’ (‘splitting’) ve kötüyü dışarıda bulunan bir ‘düşman’a yansıtmaktır. Bireyin benliksel bütünlüğünü korumak üzere geliştirdiği bu türden tutumlara ‘savunma’ diyoruz. Savunmayı davet eden, dürtüsel istemlerle öznel gerçeklik yargısının (bilinçdışı düzeyde) çatışmasından kaynaklanan kaygıdır. Söz konusu benliksel bütünlüğün tehdit altında hissedildiği, ‘bastırma’ gibi yüksek düzeyli savunmaların yeterli olmadığı durumlarda, dünya ile kurduğumuz eski ilişki (‘nesne ilişkileri’) tarzlarımıza gerileme eğilimi gösterir (bunun kendisi de bir savunmadır) ve daha eski (ilkel) savunma düzeneklerimize işlerlik kazandırırız. Ekleyeyim, bizim, belirtisel (‘symptomatic’) davranış örüntümüzü kuran da bu savunma süreçleridir. Sonuç olarak kendimizi savunmak üzere, ne kadar bastırmanın ötesine geçer ve gerilersek o kadar ilkel savunmalar kullanır, o denli benliksel bütünlük ve zenginliğimizi bozar, gerçek yargımızı da o denli zaafa uğratırız.

5. Görüşülenlerden birisi şöyle diyor: “Hitler’in onlara karşı neden böylesine zalimce davrandığını asla anlamıyorum. Bunun bir nedeni olmalı; bunu kışkırtacak bir şeyler olmalı” -bu örnekte de olduğu üzere, eğer, önyargının yönlendirildiği nesneye yönelik tutumda hiçbir koşul tanımaz duruma gelinmişse (yani, düşmansı duygular o düzeyde ise), o zaman, gerçek hayatta ne yaparsa yapsın, iflah olamayacak denli -‘doğuştan/ yaratılışsal’ olarak- kötü olduğu kabullenilen nesnenin (örneğimizde Yahudilerin) ortadan kaldırılması da kaçınılmazdır -aklın yoludur bu. (Aklın yolu öyle ise, öteki ırkı ortadan kaldırmaya yetkili ırkın, üstün ya da insanlık adına temsil değeri en üst düzeyde mutlaklaşmış müstesna bir ırk olması da kaçınılmazdır.) Söz konusu yönelim, aynı zamanda, doğru olmaları durumunda dahi önemsiz olan birtakım kabahatler için ölçüsüz cezayı reva görmeyi de açıklar (zira, kesilen ceza, başka yerdeki husumetin faturasıdır).

Bütün bunlar, bir başka açıdan da, ruhsal alanda kurulu ‘paranoid dizge’ ve paranoya kuramı ile uyumludur. Zira, paranoid dizge (ve onun uyarınca işleyen paranoya) ilgili olduğu savunu alanında ‘mutlaklık’ ilkesi ile işler. Her şeyi kapsar, hiçbir şeyi dışarıda bırakmaz: “Aşırı önyargılı kişi, ‘psikolojik totalitaryenizm’e, yani kendi amaçladığı totalitaryen devletin aşağı yukarı mikrokozmik imgesi gibi gözüken bir şeye eğilimlidir”. Dolayısıyla, “[s]anki hiçbir şey kendi hâlinde bırakılamaz; her şey katı bir şekilde düşünülmüş ve tözleştirilmiş bir iç grubun benlik idealine ‘eşit’ kılınmalıdır. Dış grup, seçilen düşman, ebedi bir meydan okuyuşu temsil eder” (agy., s. 69). (Paranoid yapının işleyişi hakkında, ayrıca bkz., ‘Toplumsal Paranoya Hattı/ Bilinen Numaralar’ başlıklı yazım: Birikim, Ağustos-Eylül, sayı 220/ 221, 2007.)
______________________
1. ‘Qualitative Studies of Ideology’/ The Authoritarian Personality, Harper and Brothers, New York, 1950. Türkçe’de: Otoritaryen Kişilik Üstüne/ ‘Niteliksel İdeoloji İncelemeleri’, T. W. Adorno, çev. Doğan Şahiner, Om Y., İstanbul, 2003.
2. Bu minvalde, ayrıca bkz., ‘Kamusal Alan, Demokrasi, Falan’ (Gazete Duvar, 7 Kasım 2016) ve ‘Kurucu Bir Değer Olarak Meşruiyet’ (Gazet Duvar, 18 Kasım 2016) başlıklı yazılarım.
3. Burada, ‘kendindi hâlinde Müslüman olmak’tan, devlet ve Diyanet dirayet ve ‘inayeti’ ile kuşatılmamış Müslümanlığı kast etmekteyim.
4. Yaban Kuraldışılık/ Antonio Negri, ’Spinoza Metafiziğinin ve Siyasetinin Gücü’ [L’anomalia Selvaggia. Saggio su Potere e Potenze in Baruch Spinoza] İngilizceden çev. Eylem Canaslan, Otonom Y., 2005.
5. ‘Ortak makul akıl’, vs. için, bkz., Varolma Direnci ve Özerklik/ ‘Bir Hak Kuramı İçin Spinoza’yla’ , Cemal Bâli Akal, Dost Y., 2004.
6. Teolojik-Politik İnceleme/ Benedictus Spinoza, çev. Reyda Ergün, Dost Y., 2008, s. 235 (‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Spinoza ve Felsefesi/ Halûk Sunat, Bağlam Y., 2014, s. 314).



No Responses Yet to “‘Önyargı’ ve ‘tahakküm hiyerarşileri’ bağlamında ‘devlet’”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: