Hafıza, hakikat ve hakikatlilik

13Ara16

 

Varlık dergisinin Aralık 2016 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

 

 

 

Hiçbir Şey Yerinde Değil (1) başlıklı çalışmasında, Nesrin Uçarlar, ‘Kürt Sorunu’ndan hareketle, ‘Çatışma Sonrası Süreçte Adalet ve Geçmişle Yüzleşme Talepleri’ni ele alıyor. ‘Çatışma sonrası’ deyimi, kuşkusuz, çatışmanın sonlandırıldığına; ‘otoriter bir rejimden, çatışma ya da iç savaş döneminden demokrasi ve barış dönemine’ geçişe işaret ediyor: Gayri adil olandan adil olana; bir ‘geçiş dönemi’. Geçmişte yaşananlara dair ‘hakikat’in arandığı, işlenmiş suçlarla yüzleşip hesaplaşıldığı (sosyal, beşeri ve hukuksal anlamda ‘adalet’in ve ‘hakikatliliğin’ işe koşulduğu), demokrasinin ve kalıcı/ toplumsal barışın inşa edilmeye özenildiği bir süreç. Ben bu yazıda, bizlerin, öylesi bir ‘geçiş süreci’ne ne denli müsait ya da hevesli olduğumuzu; eğer değilsek, nedenini nasılını sorgulamak istiyorum.

 

1/ Denk getirmek gibi bir niyetim yoktu; ne yazık, yazıma başladığım bugün, 10 Ekim 2015’te yaşanan ve yüzün üstünde insanın ölümüne yol açan ‘Ankara Saldırısı’nın yıldönümü. Cumhuriyet tarihinin en ölümcül bombalı (intihar) saldırısının. DİSK’in, KESK’in, TTB (Türk Tabipleri Birliği)’nin, TMMOB’nin, HDP’nin, pekçok sivil toplum örgütü üyeleri ve yurttaşların katılımıyla gerçekleştirilmek istenen ‘Emek, Barış, Demokrasi’ açıkhava toplantısının ortasında patlatıldı bombalar; ‘barış ve demokrasi’ talebinin. Patlama sonrası fevkalade trajik görünümdeki alana ‘cankurtaran’lardan önce polis yetişti; biber gazı ve tazyikli suyu ile. Acı, toplumsal ölçekte paylaşılan bir acı; kayıplar, birlikte yası tutulan kayıplar olmadı. En vahimi oldu; hemen birkaç gün sonra, bir ‘milli’ maç öncesi tribünler dolusu insan, katledilmiş olanlara saygı duruşunu yuhlar, tekbirler ve ıslıklarla tarumar etti ve hatırlattı: “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!” (2, 3)

Olgusal bir döküm yapmak, ‘ötekine nefretle yüklü tarihimiz’in sayfalarını tek tek sıralamak değil muradım; lakin, ıskalamayalım; son ‘Genel Seçim’de, ‘barış, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve emek’ hattında yürüyerek ‘Demokratik Cumhuriyet’ talebi ile ‘Türkiyelileşmek’ kaygısını yaklaşık altı milyon insanla paylaşmış olan ‘Halkların Demokratik Partisi’nin başını çektiği bir açıkhava toplantısıydı bombalanan. Geçmişle yüzleşmenin, hesaplaşmanın eşiği, ‘ateşkes’ anlamında barış, silahların susması ise; barışı, özgürlüğü, eşitliği savunanlar neden ‘hain, bölücü’, ölümleriyle bayram yapılan ve daha çoğuna azmedilen düşmanlar oluyordu? Farklı fikir ve kanaatte olmak değil; bir dakikalık saygı duruşuna dahi tahammül edemeyecek denli ‘insan acısı’nda ortaklaşamamak, yerini failin yanında seçmek! Bütün bu çıkış, bu duygu yükü, tarihsel derinliği içinde ötekine dair (kim olduğu, derdinin ya da niyetinin ne olduğu, onunla arasında neler olup bittiği bilgi ve kanaati üzerinden kurulu) ‘hafıza’nın seslenişi ise, o hafıza neden/ nasıl öyle kurulmuştur; ya da, daha önce, hafızanın hikmeti nedir? (4)

Örneğimizde, ezici çoğunluğun temsilcisi büyük bir kalabalıktan söz ettiğimize göre, söz konusu hafıza da o ‘kolektivite’ adına sesleniyor olmalıdır. Peki, hafıza, o kalabalığın içindeki bireylerin şahsi hafızaları ise, nasıl oluyor da, kolektif bir hafızayı muhatap almaktayız? Hafıza, Tarih, Unutuş adlı kitabında -daha işin başında- şunu hatırlatır, Paul Ricoeur: “Aceleci davranıp hafıza öznesinin birinci tekil şahıs (ben) olduğunu söylersek, kolektif hafıza kavramı da hafıza fenomenolojisinde sadece analojik bir kavram, hatta yabancı bir madde olarak karşımıza çıkar. Şu halde, eğer yararsız bir açmazın içine hapsolmak istemiyorsak, anımsama edimini birine, yani herhangi bir dilbilgisel kişiye (Kim?) bağlamayı bırakıp işe ‘Ne?’ sorusuyla başlamalıyız”. (5) Ve der, ‘Ne?’ sorusundan ‘Kim’ sorusuna geçerken de arada ‘Nasıl?’ sorusuna uğramalıyız.

Yası gaspetmeye, matem duygusunu şehvetle kirletmeye soyunanların, katledilenlerin şahsında katli meşru kılan bir geçmişi hatırladıkları açık; dolayısıyla, ‘Ne?’yi geçip ‘Nasıl?’ı anlamaya çalışalım: Nasıl olmuştur da, aynı ülkede yaşayanların önemli bir çoğunluğu, ‘ortak vatan’da barış içinde bir arada yaşamayı talep eden ‘ötekiler’in katlini (‘yok olmalarını’) bir ‘ideal’ olarak benimsemiş ve ideali makul ve makbul kılan kuşatıcı bir ‘tarih’ okuması ile (‘kolektif hafıza’) bir araya gelmişlerdir?

Ben, meselenin, ‘kendilik kuruluşu’nun psikanalitik kavranışı ile açıklık kazanacağını düşünüyorum -ilk adımda. Kısaca; bebek, anne ile ortak yaşamından kendisini ayrıştırıp ‘narsisistik’ bütünlüğünü (kendi olma alanını) kurarken annenin varoluşsal idealini kendine katarak kendi olmaya adım atar -annede ideal bildiği ile özdeşim kurup kendiliğini tesis eder. Eğer, anne, çocuğa, kendi olma yolunda şans tanıyan (çocuğun sevilirliği ve kabulünü katı bir ideale tâbi kılmayan -sevilmeyi şarta bağlamayıp çocuğunun varoluşsal özerkliğe doğru yol almasından sevinç duyan) bir anne ise, çocuğuna ‘özerk bir birey’ olmanın yolunu açacaktır. Şimdi, büyükçe bir adım atalım ve ölümcül nümayişle düşman bellediklerinin katline tutunanların ‘ideal’le ilişkilerine bakalım. Geniş kalabalığın etrafında toplandığı idealin, ‘Türklük’ ve ‘Müslümanlık’ olduğu açık değil mi? ‘Kendi’ ya da ‘birey’ olma arayışı olmayan; dahası, kendi olmaktan (kendi başına kalmaktan) korkan ve kendini kalabalığın ortak kimliğinde eriten (görünmez kılan); dolayısıyla, kendi dışında kendi olmayı talep edenlerden ölesiye nefret edenlerin kalabalığı değil midir bu kalabalık? Eğer bir toplumun (buradaki geniş kalabalıktan söz ediyorum) iki temel/ kurucu ideali, ‘etnik kimlik’ (‘Türklük’) ve dini inanç (‘İslam’) ise, ve söz konusu idealler fevkalade katı yaşantılanmışsa, farklı olanın (ya da farklılığın) ‘kendiliksel tehdit’ olarak alımlanması da kaçınılmazdır. Bu öylesine yaşamsal bir tehdit algısıdır ki, şiddete, hatta -çoğu kez- ölümcül şiddete yaslanması da eşyanın taiatındandır. Döneceğim.

 

2/ Hafıza; idrak edilen, algılanan ya da öğrenilen şeyin muhafaza edildiği yerdir (bir tür, mahfaza). “Eski Yunanlılar iki ayrı sözcük kullanırlardı, mnémé ve anamnésis; bunlardan ilki beliriveren, deyiş yerindeyse edilgen biçimde ortaya çıkan anıdır; akla gelişi bir duygu, bir pathos gibidir. İkincisi ise, genelde hatırlama, zihinde toparlama adı verilen bir arayışın nesnesi olarak anı.” (6) Peki, bugün burada, bize seslenen hafızanın (“Şehitler ölmez, vatan bölünmez! Tekbiiir!”); yani, -hadi adını koyalım, Kürt sivil siyasetinin de yaslandığı- demokrasi, barış, özgürlük ve eşitlik taleplerini ‘vatan hainliği’ ile eşdeğerli görüp o cenahtan olanlara hayat hakkı tanımayan, bu, kendiliğinden (bir, ‘pathos’ tarzında) haykıran hafızanın yaslandığı ‘hakikat’ ne ola? ‘Şimdi/ burada’, tribünlerden bize seslenenler, ‘geçmişin şimdisi’ anlamında hangi hafıza kaydından hareketle seslenmekte? Ve dolayısıyla, hangi gelecek beklentisini şimdiye (‘geleceğin şimdisi) katmakta; ‘şimdinin şimdisi’ne hangi dikkatle bakmaktadır? (7)

John Locke, üç kavram ve bunların birlikte oluşturduğu kesitten söz eder: ‘Identity, consciousness, self’ (‘kimlik/ özdeşlik’, ‘bilinç’, ‘kendilik’). Ricoeur; -Locke’un, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Felsefi Deneme adlı yapıtını (1690) Pierre Coste’unkinden (1700) sonra ikinci kez çeviren Etienne Balibar’ın kapsamlı yorumunda da belirttiği üzere- Locke’un keşfettiği bilinç kavramının, Batı felsefesinde, Leibniz ve Condillac’tan başlayıp Kant ve Hegel yoluyla Bergson ve Husserl’e kadar uzandığını söyler. “[B]ilinç her zaman düşünce ile birliktedir; her insan bilinç sayesinde ‘kendi[m]’ dediği şey olur ve bu şey onu, düşünen başka her şeyden ayırır.” Bir ‘kendilik’ olarak kendinin (kim ve ne -gibi [özdeş]- olduğunun) bilincinde olan insandan söz etmektedir, Locke. Ricoeur’e göre de, ‘kendinin bilinçteki özdeşliği [bilinçle örtüşümü], bizi, ‘kendilik-bilinç-hafıza’ denklemini kurmaya davet etmektedir: “Gerçekten de ‘şu ya da bu kişinin kimliği/ özdeşliği, bu bilincin, geçmişe ait her tür eylem ve düşünceye geriye dönük olarak ulaşabildiği yere kadar gider. Eski kendi ile şimdiki aynıdır, o eylemi yapmış olan kendi, şimdi onun hakkında düşünen kendi ile aynıdır” (8).

Dikkat ettiysek, Ricouer, üç tür ‘şimdi’den söz etmişti: ‘Geçmişin şimdisi’ (hafıza), ‘geleceğin şimdisi’ (beklenti) ve ‘şimdinin şimdisi’ (dikkat). Dolayısıyla, geçmişin bugüne seslenişine (hafıza) kulak verirken, o sesin (o kaydın) geçmişteki şimdisinin dikkat ve beklentileri, o demektir ki, söz konusu dikkat ve beklentilerinin mahiyetini tayin eden özdeşimleri üzerinden kurulduğunu unutmamak gerekir: Hafızası, dikkati ve beklentisi (geçmişi, şimdisi ve gelecek beklentisi [tahayyülü]) ile her gün kendini yeniden üreten insan. Peki, bugünün dikkat ve beklentilerini -ağırlıklı olarak- özdeşimlerimiz belirliyorsa, ‘hafıza-hakikat’ ilişkisine, hafızanın hakikate sadakatine (‘hakikatliliği’ne) hangi gözle bakmamız uygun düşer?

Az önce, ‘kendinin bilinci olarak kendilik’in kuruluşundan söz ederken beklentinin yanına ‘tahayyül’ü eklemiştim. Kişinin, kendiliğini yeniden üretirken, gelecekte kendisini içine yerleştirmeyi kurduğu (tahayyül ettiği/ imgelediği) ’hayal’/ ‘imge’. Hayal, kişisel/ öznel ihtiyaçlar üzre kurulduğuna; hakikate değil, muhayyile (imgelem) sahibinin ihtiyaçlarına cevap verdiğine göre; ‘hayal hanesi’ (imgelem) ile hafızayı birbirinden nasıl ayıralım? Ricoeur, “[i]mgelem ile hafızanın ortak noktasının namevcudun mevcudiyeti olduğunu, ikisi arasındaki farkın da birinde her tür gerçeklik durumunun askıya alınması sonucu gerçekdışı bir kavrayış olduğunu, diğerindeyse önceki bir gerçekliğin ortaya konulmasının söz konusu olduğunu” söyler. “[B]ir ucunda kurmacanın diğer ucunda sanrının [hezeyan, ‘delusion’] yer aldığı” bir spektrumda boy gösterir imgelem. Hafızanın çalıştığı ‘anı’ ile ‘imgelem’i ayırırken (ki, hafızanın, hem doğrudan gerçekliğin ortaya konulması, hem de kurmacadan sanrıya uzanabilen hatlarda hareket ettiğini söylemiş olmaktadır) Jean Paul Sartre ile tastamam aynı fikirde olduğunu da vurgulayacak olan Ricoeur; “Anı tezi ile imge tezi arasında […] temel bir fark bulunuyor. Geçmiş yaşamımdan bir olayı anımsadığımda onu hayal etmem, onu anımsarım, yani onu namevcut-veri olarak değil, geçmişte mevcut-olmuş-veri olarak ortaya koyarım”ı Sartre’dan alıntılayıp ekleyecektir: “Bu incelemenin başında önerilen yorum tastamam budur”. (9)

Spinoza ise, Etika’sının, II. Bölüm, Önerme 40, Not 1’inde, ‘imgeleme yeterliliği’nin bedenin sınırlılığı ile kısıtlı olduğunu söyler. Söz konusu sınırlılıktan dolayı, insan, tekil örneklerin özgül ayrımlarını silerek evrensel kavramsallaştırmalara gider (sözgelimi, imgelemin gücünü aşacak sayıdaki insan imgesini evrensel ‘insan’ kavramına yoğunlaştırır -kavramın evrenselliği kurulurken tekil belirleyicilik dışarıda bırakılmıştır). Aynı önermenin Not 2’sinde ise, Spinoza; ‘duyular üzerinden, bozuk ve karışık yolla, hiçbir düzeni olmaksızın anlığımıza sunulan tekil şeylerden (algıların bulanık deneyiminden) kaynaklanan kararsız (cognitio ab experientia vaga: vagus) ve imler aracılığı ile (örneğin belli sözcükleri işittiğimiz ya da okuduğumuzda onların imlediği şeylerin anımsanması, imgelenmesi ve onların kendilerine benzer idealarının kurulmasına (imgelemin imgeler üzerinden sanılar -‘opinio’- oluşturmasına) dayalı bulanık ve yetersiz bilgi’den söz edecek ve bu bilgi/lenim düzeyini, birinci türden bilgi olarak adlandıracaktır. ‘Birinci türden bilgi’, güvenilmezdir, yetersizdir, sakattır. ‘Şeylerin doğasal özelliklerine ilişkin ortak kavramsallaştırmalar/ yeterli idealar üzerinden bizi bilgilendiren (ya da, bizi, nedenlerin yeterli bilgisine taşıyan), us’a dayalı bilgi’ ise, ikinci türden bilgi’dir ve güvenilirdir. Demek ki, ister ‘geçmişte-mevcut olmuş[a dair] veri’, isterse ‘namevcut[a dair/ kurgusal; hatta, sanrısal] veri’ olsun; hafıza kayıtları, ‘yeterli idealar’ katına taşınmadıkça ‘hakikate sadakatleri’ sorgulanmaya değerdir. (10)

Spinoza’dan da yararlanarak şunu söyleyebiliriz: ‘Olgusal gerçeklik’in bilinçteki karşılığının ‘hakikate sadakat’le kurulmuş bir karşılık olabilmesi, gerek söz konusu gerçekliğin bellek izlerinin (‘anı-imge’), gerekse de onların imlediklerinin, ‘nedenlerin yeterli bilgisi’ katına taşınabilmeleri ile mümkündür. Öyleyse, hafızanın hakikatin hilafına seslenişinde de, kişinin tutkularına yenik düşmesinin, olgusal gerçekliği adlandırışında ‘hakikat arayışı’ değil ‘ruhsal gerçeklik’in (öznel ihtiyaçların) belirleyici oluşunun payı teslim edilmelidir (Ricoeur ve Sartre’ın hilafına, ‘anı tezi’ ile ‘imge tezi’ arasındaki fark -kanımca- görecelidir), derim.

Kitabının ‘Hafıza ve İmgelem’ başlıklı ikinci bölümünü bitirirken Ricoeur şunları söyleme ihtiyacı duyar: “Aslında böyle şaşkına çeviren bir sonuçla bitirmek yerine, hafıza kuramının tarih kuramına bulaştırdığı güven sorunu diyebileceğimiz soruna geçici bir yanıt bulmak isterdim: Hafızanın güvenilirliği, yani bu anlamda doğruluğu sorunu. Hafıza ile imgelemi ayıran noktayı ele alan bu çalışmamızın tamamında, arka planda sorulmuş olan soru buydu. Çalışmamızın sonunda imgeselliğin hafızaya kurduğu tuzaklara karşın şunu söyleyebiliriz: Geçmiş ‘şeyin’, daha önceden görülmüş, duyulmuş, hissedilmiş, öğrenilmiş şey’in hedefi özgül bir hakikat talebidir. Bu hakikat talebi hafızayı bilişsel bir etmen olarak niteler. Daha kesin söylersek, bu hakikat talebi, hatırlama çabasının son durağı olan tanıma ânında kendini açığa vurur. İşte o zaman bizi eyleyen, maruz kalan, tanık olan kişi hâline getiren bir şeyler olduğunu, bir şeylerin meydana geldiğini hissedip anlarız. Bu hakikat talebine sadakat diyelim”. Dikkat edilirse, Ricoeur, ‘hafıza kuramının tarih kuramına bulaştırdığı güven sorunu’nu, ‘imgeselliğin hafızaya kurduğu tuzakları’, hafızayı kuran ve dillendirenin samimiyet ve dürüstlüğü ile aşmayı dilemektedir. Ama o da, sorunun, ‘kendiliksel’ düzeyde yaşandığının (hakikatle bilişsellik arasına ‘ruhsel gerçeklik’in girdiğinin) farkındadır: “Sorunun esası, hafızanın kimlik arayışı, kimlik isteği ve kimliği benimsemenin hizmetine sunulmasıdır. Bu durumdan kaynaklanan kimi sapmaların endişe verici bazı semptomlarını biliyoruz: Dünyanın şu ya da bu bölgesindeki aşırı hafıza, yani hafıza suistimali, başka bir yerinde de yetersiz hafıza, yani unutma yoluyla suistimal. Öyleyse manipüle edilen hafızanın kırılgan olmasının nedeni kimlik sorunu içinde aranmalıdır. (…) Böylece sorun hafızanın kırılganlığından kimliğin kırılganlığına taşınarak, bir derece ileri götürülür”. (11)

 

3/ Böylelikle, Locke’tan Ricoeur’e (araya Spinoza ve Sartre’ı da katarak), ‘hafıza-hakikat-hakikatlilik’ bağlamında bir çizgi çekmiş olmaktayız. Görünen o ki, kendiliğin hâli hazırdaki kuruluş ve işleyişi (dolayısıyla, hakikate sadakati/ hakikatliliği), geçmişin şimdisi (geçmişteki doğrudan tanıklık ve tanıklığa tanıklıkla yaşanan ânlar [12]), şimdinin dikkatleri (şimdideki doğrudan ve dolaylı tanıklık yönelimleri) ve geleceğe dair beklentiler (hangi hakikat dünyasının insanı olmak istiyorum) üzerinden gerçekleşmektedir. Yukarıda, kendiliğin mayasının annenin temsil ettiği ‘ideal’ ile karıldığını söylemiştim. Söz konusu kurucu ideal, çocuğa ne kadar kendi olma (özerkleşme) imkânı tanıyorsa, o ideali kendiliğin düzenleyici ölçüsü olarak içselleştiren (annenin ideali ile özdeşim kuran) çocuk da o denli özerk bir birey olarak kamusal alana doğru yol alacaktı. Karılan mayadan hareketle kendilik örgüsünün kuruluşu, Locke’un ‘kimlik/ özdeşim hattında andığı, Ricoeur’ün (‘aile içi hikâyedeki’ öteki, ‘psiko-sosyal’ öteki [aile dışı yakın çevre, -ve bize daha yakın bir ayrıntılandırma ile- okul/ ‘eğitim’ çevresi, askerlik ve iş çevresi, tüm iletişim ve paylaşım çevreleri) ve deyiş yerindeyse, tarihsel duruma ait öteki diye adını koyduğu duraklar üzerinden yol alan bir kendini yeniden üretim yolculuğudur. ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez!’ âvazı üzerine kurulu ‘tribün kendilik ve hakikat kumaşı’ da öyle bir yolculukla (‘ruhsal gerçeklik’ tarikiyle) dokunmuştur; ‘dürüstlük’ ve ‘samimiyet’e itibarla, hakikatlilikle değil, ortak dünyanın (kolektif olanın) kurucu idealine (‘Türklük-Müslümanlık’) sımsıkı tutunmak, kendi değil kalabalıktan olmak suretiyle.

 

4/ Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (13) isimli çalışmasında, ‘ideoloji’nin, bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki hayali ilişkinin temsilcisi olduğunu söyler. Peki, nasıl bir ilişkidir bu? “İnsanlar neden gerçek varoluş koşullarını ‘kendi kendilerine tasarımlamak’ [üzere] gerçek varoluş koşullarının hayalî yer değiştirmesine gerek duy[ar]?” Bir başka deyişle, hakikat yolculuğuna çıkmak, varoluşun hakikatine tutunmak yerine, neden gözlerini kendileri için kurdukları hayal perdesinden alamazlar? “Ancak somut özneler için ideoloji vardır ve ideolojinin bu gerçekleşmesi ancak özne aracılığıyla mümkün olabilir: Yani, özne kategorisi ve işleyişi tarafından mümkün kılınır,” der, Althusser. Ve her ideolojinin işlevi, ‘somut’ bireyleri özne hâline getirmektir (‘ideoloji bireyleri özneler olarak çağırır ve adlandırır’). (14) Bireyi somut kılan onun ‘öznelliği’dir. Demek ki, ideoloji, somut bireylere, ‘gerçek varoluş koşulları’na (bir anlamda, hakikate) tutunamama hâlinde ‘hayali/ gerçekdışı’ bir varoluş (kendilik) alanı açmak üzere hayatımıza katılmakta; ‘hayat(ın) adamı’ olmamızı mümkün kılmaktadır. Devletin, en azından son kertede zor kullanımını sağlayan doğrudan ‘baskı aygıtları’ (ordu, polis, hapishaneler) dışındaki aygıtlar (kiliseler, vb dinsel kurumlar, özel ve devlet okulları gibi öğretim kurumları; ailesel, hukuksal, siyasal [partiler dizgesi], sendikal, iletişimsel [basın, radyo-televizyon, vb] yapılar; edebiyat, güzel sanatlar, spor, vb) ‘ideolojik aygıtlar’dır ve bilinçdışı işleyişleri ile egemen sınıfın iktidarını yeniden üretir ve bizi, o hayatın kalabalığına katarlar. Althusser, Marx İçin’de, açıklıkla yeniden vurgulayacaktır: “İdeolojinin bilinç bölgesine ait olduğunu söylemek kabul görmüştür. Marx’tan önceki idealist sorunsalın bulaşmış olduğu bu adlandırmaya kanmamak gerekir. İdeoloji, derinden bilinçdışıdır. (…) İdeoloji, elbette bir temsil sistemidir; ama bu temsiller, çoğu zaman ‘bilinç’le alakasızdır. Bunlar çoğu zaman imgelerdir, kimi zaman kavramlardır, ama öncelikle insanların büyük çoğunluğuna, onların ‘bilincinden’ geçmeden, kendilerini yapılar olarak dayatırlar”. (15)

Paul Ricoeur de, Hafıza, Tarih, Unutuş’unda, hafıza ve kendiliksel tavrı ‘iktidar’ ve ‘inanma’ ihtiyacı ile bağlantılandıracaktır: “Kısaca ideoloji iktidarın çevresinde döner. Nitekim ideolojinin meşrulaştırmaya çalıştığı şey düzenin ya da iktidarın otoritesidir. Burada düzen, bütün ile parça arasındaki organik bağı, iktidar da yönetenlerle yönetilenler arasındaki hiyerarşik ilişkiyi ifade etmektedir”. İşte, Ricoeur’ün, bütün ile parça (kalabalıkla kalabalığa katılan) arasındaki ilişkiyi düzenleyen organik bağı adlandırırken andığı ‘inanma’ yönelimi de (‘bilinçdışı’ süreçler içinde işlediğini söylediğimiz) ideolojiye içerilme ile alakalıdır: “İdeolojinin, bir otorite sisteminin meşruiyet talebi ile bizim inanç terimleri ile verdiğimiz yanıt arasında oluştuğunu öne sürebiliriz”. İdeoloji, bizim kendiliğinden inancımıza bir tür artı değer eklemektedir. Sonuç olarak; “[i]deolojinin, yöneticiler tarafından öne çıkarılan meşruiyet talebine yanıt vermek için yönetilenlerin inancına eklediği artı değerin de yine anlatısal bir dokusu vardır: Kurtuluş, şan, şeref ve aşağılama anlatıları, gönül okşayan ya da korkutan söylemleri besler. (…) Görünürdeki bu düzeyde dayatılan hafıza ‘izinli’ bir tarih, resmi tarih, kamuca öğrenilmiş ve kutlanan tarih zırhını kuşanır.” (16)

Başa dönersek; ötekinin kaybına ve yasına dahi duyarsız, saygısız (17 ) bir tavırdan, kalıcı toplumsal barış ve demokrasi kaygısına yaslanacak olan ‘geçiş dönemi’ne -ya da, katı bir ideal etrafında kurulmuş ‘cemaat’ten ayrışıp kendimiz olmaya (‘kendimiz’ olarak ‘kamusal alan’a katılmaya) doğru- nasıl yol alacağız? Kanımca, ‘temel yaşam hakkı’nda ortaklaşıp ‘insan’ı ideolojilerden bağımsız bir değer olarak merkeze almanın ilk adımını atarak. Giderek, “karşılıklı önyargıların, nefret duygularının ve intikam isteklerinin tarihsel nedenlerini masaya yatırmak ve bunların aşılmasını sağlayacak yöntemleri aramak” (18) suretiyle birbirini dinlemenin, ötekine kulak vermenin imkânlarını yaratarak. Bu, aynı zamanda, geçmişle yüzleşip hesaplaşarak karşılıklı yaralarımızı onarmanın, ortak değerlerde buluşup farlılıkların eşitliğini tanımak yoluyla kalıcı toplumsal barış ve demokrasiyi inşa etmenin de ilk adımı olacak. (19) Öte yandan, bizi ‘biz’ yapan ve egemen kalabalığa katan değerlerimizi (‘ideal’i) dönüştürmenin, bilinçdışı kabulleri ve tutkuları hakikate sadakatle farklı bir kendilik kuruluşuna katmanın, nihayetinde, bir, ‘kendiliksel kaybı’ göze almak olduğunun farkındayım -belki de, ötekinin kaybına duygudaşlıkla (kendi acısında başkalarının acısını idrak ederek) başlayacak her şey. Hakikatten de öte, hakikatle kurduğumuz ilişkinin bizi erdemli kılacağına inanarak. Hakikati bilmek isterken, arayıp bulur ve paylaşırkenki tutumumuzla. (20) Demokratik toplum kuruluşunun erdemli insanlara ihtiyacını unutmadan.

 

NOTLAR

1. İletişim Y., 2015.
2. Üstelik, bu katliam, Suruç’ta yaşanandan birkaç ay sonra gerçekleşmişti (orada da öldürülenler, IŞİD’in kuşatması boyunca altı üstüne gelmiş Kobani’de yaşayanlarla -özellikle de çocuklarla- dayanıışmak üzere yola çıkıp Suruç’ta basın açıklaması yapan ‘Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’ üyesi gençlerdi).
3. Futbol deyince, dün geceki İzlanda maçı sonrası (dünyanın hiçbir yerinde muadili olmayan ünvanıyla) ‘Türkiye Futbol Direktörü’ (sözü edilen Konya’daki İzlanda maçı sırasında da aynı makamda oturan) Fatih Terim’in yaptığı basın toplantısı hatırıma geldi. Kendisine mahsus bozuk Türkçesi ile yenilgiyi teknik olarak tahlil etmek ve sorumluluk almak yerine havadan sudan bahanelere sığınan Terim, nihayetinde, ‘vatanı için aslanlar gibi mücadele edip şehit düşen evlatlar’ söz konusu iken kendisinden beklenen açıklamaları ‘biz burada ne konuşuyoruz’la denkleştiriverdi. Nasıl bir ‘hâlet-i rûhiyye’ ile ‘milli’ olunduğunun timsali Terim’i, sözgelimi, dünya kupası elemeleri kapsamında -sonuç hayrımıza olmadığı için- İsviçre milli futbol takımına maç sonrası sahayı ve soyunma odalarını dar eden hiddet ve şiddeti ile de hatırlamaktaydık. Koca memleketin futbol direktörü olan Terim’in görev zamanında Amedspor Futbol Takımı’nın tüm Türkiye’de nasıl ‘ağırlandığını’ (‘PKK dışarı! Şehitler ölmez, vatan bölünmez!’); Türkiye Kupası elemeleri kapsamında Bursaspor’u dış sahada 2-1 yenerek tur atlayan Amedspor’un oyuncusu Deniz Naki’nin twitter hesabına “… bu galibiyeti topraklarımızda elli günden fazladır süren zulümde hayatlarını kaybedenlere ve yaralılarımıza adıyoruz, armağan ediyoruz. Her biji Azadi (Yaşasın özgürlük!)” yazması sonrası Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu tarafından verilen ve TFF Tahkim Kurulu tarafından onaylanan 12 maçlık ‘resmi müsabakadan men’ ve 19.500 lira para cezasını da hatırlıyorduk o arada. Dahası; Deniz Naki hakkında, ‘sosyal medya hesaplarından terör örgütü propagandası’ yaptığı iddiasıyla 5 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılmış; lakin, Ankara Katliamı faillerinin hiçbirinin canlı ele geçirilememiş olduğunu da.
4. Buradaki ‘bölücülük’ ithamının, ‘ortak vatan’ kavramında dahi husumet, kötü niyet arayanlar tarafından dile getirilmiş olduğunu da paylaşayım. Mesele, bölünmemek değil; koklatmamaktır -ki, bu, ancak, ‘hasetlik’ olarak adlandırılabilir (‘haset’ için, bkz., Varlık, Kasım 2016, ‘Hınç, Haset, Husumet’ başlıklı yazım). Hasetlik raddesindeki bu ‘bölücülük’ ithamı bana hemen Hrant Dink’i hatırlatır. Dink, 2005’te, Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen, ‘İmparatorluğun Son Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları’ konulu konferansların kendi oturumundaki, ‘Dünyada ve Türkiye’de Ermeni Kimliğinin Yeni Cümleleri’ başlıklı konuşmasında şunları söylemişti: “[B]iz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var. Var, çünkü kökümüz burada. Ama merak etmeyin, bu toprakları alıp gitmek için değil; bu toprakların gidip dibine girmek için”. Hrant Dink, Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesini ihlal (‘Türklüğe hakaret’) ettiği gerekçesiyle hakkında açılan dava sonrası tırmandırılan husumet (ve ‘derin devlet’ marifeti) ile gazetesi Agos’un önünde 19 yaşındaki bir genç tarafından ensesine sıkılan silahla katledildi. Davası hâlâ sürmekte!
5. Hafıza…, Metis Y., 2011, s. 21.
6. Agy., s. 22.
7. Ricoeur, Zaman ve Anlatı adlı yapıtında, ‘distentio animi’ye ilişkin (iki kendiliğin birbirinden ayrılması, farklı olması anlamında) şunu söyler: “Şimdi’nin üç hedefini -geçmişin şimdi’si yani hafıza, geleceğin şimdisi yani beklenti, şimdinin şimdisi yani dikkat- birbirinden ayıran distentio’ya distentio animi denir (agy., s. 119).
8. Agy., s. 123.
9. Sırasıyla, agy., s. 63, 71, 72.
10. Yazının sınırlarını gözeterek ayrıntıya girmiyorum. Ancak; okura, bir ‘bilgi/lenim türü’ olarak ’imge’ [imgelem] ve ‘bilinç/lilik’ arasındaki ilişkinin; imgenin yaratıcı edimsellikteki yerinin (ilgili kaynaklar üzerinden) tartışıldığı, ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Spinoza ve Felsefesi (Bağlam Y., 2014) isimli çalışmamın, ‘Etika’nın Sokakları/ İmge/lem/e’ kesitini önerebilirim (agy., s. 148-178).
11. Hafıza…, s.73-74, 100. “Kısaca söylemek gerekirse, hafızanın uygulamaya konulması onun kullanılması demektir. Gelgelelim kullanmak eyleminde kötüye kullanmak anlamı da vardır. Kullanma ile suistimal arasına kötü ‘mimetik’in hayaleti girer. Hafızanın hakikat hedefi işte bu suistimalin tehdidi altındadır (agy., s. 76)” da benzer minvaldedir.
12. Tanıklığa tanıklığın bir örneği olarak ‘Ah!’lar Cumhuriyeti’ başlıklı yazımı hatırlatmak isterim (Varlık, Ağustos 2015).
13. İdeoloji ve…/ çev. Yusuf Alp, Mahmut Özışık, İletişim Y., 2002.
14. Agy, s. 52, 60.
15. Marx İçin [Pour Marx, 1965], çev. Işık Ergüden, İthaki Y., 2002, s. 283. Benzer bağlamda bir yazım için, bkz., ‘Sınıfta Kalmamak İçin ‘Psikanalitik Duyarlık’la İdeolojik İkmal’ (Sınıf İlişkileri, Bağlam Y., 2011 içinde).
Başından bu yana özünü ettiğim, imgelemin (kurmacanın ötesinde) sanrıya kadar uzanan gerçekten sapabilirliği, o geniş (imgelemsel) yelpazede sığınılan ideolojik örüntüler; ruhsal gerçekliğin, -olgusal gerçeklik karşısında- tutkulara yenik düşülerek kuruluşu; kırılgan kimliğe hizmet eden hafıza suistimalleri, unutma, vb, hep, bilinmelidir ki, kendiliğin (o kırılgan kendiliğin) bütünlüğünü muhafazaya dönük (‘bastırma’ vd) ’bilinçdışı’ savunma çabalarının karşılığıdır. Öte yandan, Michel Foucault da, ‘iktidar’ın kendine mahsus kılcallardan yol alışından dem vururken -zımnen- bilinçdışı kabullerden söz etmektedir. ‘Çoban/ Kral’ (daha çok Hıristiyanlıkta hayat bulmuştur -‘pastoral teknoloji’) ilişkisi de (çoban Tanrı’dır, onun peşinden giden sürü onun iradesine / yasasına uyar; yasa gücünü tutarlılığından değil, çobanın iradesine dayalı oluşundan alır), araçsal şiddet kullanmayan ‘siyasal rasyonalite’ de (‘devlet aklı’) bilinçdışı süreçler içinde insana nüfuz eder (‘iktidar ilişkileri’), insanda yürür gider. (Bkz., Foucault’nun seçme metinlerinden hazırlanan dizide, Özne ve İktidar’ı [Ayrıntı Y., 2000 -Gallimard, 1994].) Jean Baudrillard da, Foucault’yu Unutmak isimli metninde (DoğuBatı Y., 2013 [1977]), kendiliklerin boşlukta (‘simülakrum/ hipergerçeklik’ evreninde [bkz., Simülakrumlar ve Simülasyon]) salınışından, ‘büyük çözülme’den söz eder, Foucault’yu miadı dolmuş, mitik, aşılmış şeyler söylemiş olmakla hükümsüzleştirirken; Marksizmin, psikanalizin (hatta, Deleuze ve Guattari’nin ‘arzu/ üretkenlik’ üzerinde kurduğu umudun) hipergerçeklikler dünyası karşısındaki beyhudeliğinden dem vururken, aslında, bilinçdışı süreçlerin nerelerden yol aldığını betimlemektedir.
16. Hafıza…, s. 102, 103, 104-105.
17. Ölüye ve yasa saygı bağlamında iki yazımı anımsatmak isterim: ‘Troya’da Ölmek (Varlık, Eylül 2015), ‘Hayır!’ Dememenin İmkânsızlığını Tatmak ya da Antigone’ (Varlık, Ekim 2015).
18. Geçmişle Hesaplaşma/ ‘Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne’/ Mithat Sancar, İletişim Y., 2008, s. 101.
19. ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla Çatışma ve Demokrasi’ başlıklı yazım da (Varlık, Ocak 2016) buradaki değiniye ışık tutmaktadır: Kamusal alanı sözün özgür dolaşımına açarak çatışmaların sorunsallaştırılması.
20. Öneririm: Hakikat ve Hakikatlilik/ Bernard Wiliams, Ayrıntı Y., 2006 [2002].



No Responses Yet to “Hafıza, hakikat ve hakikatlilik”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: