‘Hınç’la Yüzleşmek/Hesaplaşmak
Varlık dergisinin Temmuz 2016 sayısında yayımlanmıştır.
“sorgusuz iklimlerden geçmişiz, damıtılmış acılardan
ikrarı ölümle inkârla sınanmış zamanlardan”(*)
1912’nin 31 Ekim’inde Viyana’da doğan Jean Améry’nin annesi Katolik, babası Yahudi idi. Birinci Dünya Savaşı’ndan sağ çıkamayan babadan yetim kalan Améry, annesi tarafından bir Katolik olarak yetiştirildi. Üniversite çağında edebiyat ve felsefeye heves etse de, –maddi güçlükleri dolayısıyla- sonunu getiremedi. Nazi işgaline karşı Belçika’da Direniş Hareketi’ne katılan Améry, yakalandıktan sonra, Auschwitz, Buchenwald ve Bergen-Belsen kamplarında tutsak kaldı.
Ben, bu yazıda, adındaki (‘Hens Meyer’) Alman esintisinden kurtulmak üzere Fransızca tınılı bir isim seçen Jean Améry’nin, bir Yahudi olarak (daha doğrusu, bir Yahudi olduğu kabulüyle) maruz kaldığı/kalınan ‘insanlığa karşı işlenmiş suç’la ve onun biriktirdiği ‘hınç’la (‘ressentiment’) yüzleşmesine/hesaplaşmasına tanıklık ederken, kendi birikmiş ve birikmekte olan acılarımıza da bir ışık düşsün istiyorum.
Acıya dokunmak ve hakikat
‘Acıya dokunmak, hakikat, yas ve yaratma edimi’ başlıklı yazımda (1), Marc Nichanian’ın, ‘büyük acı’nın, -‘olgusal gerçeklik’ sınırında kalınmak suretiyle- ‘soykırım’ diye anılmasına itirazını anlamaya çalışmıştık. Nichanian, soykırım yerine, ‘Felaket’ sözcüğünü seçiyor, daha doğrusu, seçimini kavramsallaştırıyordu. Zira, yaşanmış olan acının gerçeği –daha uygun ifadesiyle, ‘hakikat’i- olgunun gerçeklik sınırlarını aşmaktaydı. Dolayısıyla, o raddede yaşanan acı, tanığından da yoksundu. Ne tanığı vardı ‘Felaket’in, ne de dili. Tanık, felaketini –o insani derinlikte- deneyimleyerek karanlıklara karışmış; hakikatini de peşi sıra sürükleyip aramızdan ayrılırken ardında şu soruyu bırakmıştı: Olgusal gerçeklik sınırında kalarak ‘Felaket’in içinden yol almak, acıya dokunmak mümkün değilse, -‘ölüm’ün de ötesinde- ‘kaybedilmiş insanlığın’ yası nasıl tutulacaktı -suç, soy sopla birlikte, insanlığı da kırıp geçen bir suçsa? Böylesi bir suçun ‘bağışlanması’/ ‘affı’ mümkün müydü, peki? Jacques Derrida ile ortaklaşarak, “yalnız ve yalnız affedilemez olan affedilir,” diyecekti Nichanian. “[B]ağışlanmanın kırılgan eşiği, bağışlanma beklentisi (ya da, talebi) ile bağışlanmanın mümkün olmadığının idraki ve samimi kabulü arasında uzanır,” diye ekleyecektim ben de.
Jean Améry’nin, Suç ve Kefaretin Ötesinde (2) başlığı ile kitaplaşan, ‘Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri’ de, Nichanian aracılığı ile yürüttüğümüz, içeriden yol alarak anlamaya çalıştığımız meseleye yoğunlaşmakta. Améry de, gördüğü ağır işkenceler ve kamp tutsaklığı ile mağduru olduğu ‘Suç’u, ‘kefaret’inin ödenmesi ile telafisinin mümkün olmadığı bir suç olarak yaşamakta; yaşadığının karşılığı olan ‘Hınç’ duygusu ile yüzleşmeye, ‘alt edilmişliğin üstesinden gelme’ yollarını sorgulamaya çalışmaktadır.
Hınç birikirken
Améry, kitabına yazdığı önsözde, “İtiraf ederek ve tefekküre dalarak kurban varoluşunun bir incelemesine veya, eğer öyle uygun görürseniz, bu varoluşun yapısal bir tasvirine vardım,” der. Frankfurt’taki büyük Auschwitz Davası başladığı sırada, 1964 yılında, yani, tam yirmi yıllık suskunluğunun ardından itiraf ve tefekkürlerini seslendirmeye başlamış; “adeta boğucu bir efsun kırılınca, ansızın her şey dile dökülmek ister ol[muştur]”. Mesele, ‘Auschwitz’den ibaret de değildir; oraya geliş sürecinin olduğu kadar, yaşananların Alman toplumu ve geniş insanlık ailesi tarafından nasıl ele alındığı da tayin edicidir -‘suç ve kefaret’in ötesine geçişte olduğu kadar, ‘Hınç’ duygusunun ele alınışında da.
Améry, Temmuz 1943’te, Belçika’da, anadili Almanca olanlar arasında Nazi karşıtı propaganda çalışmalarını yürütürken Gestapo tarafından ele geçirilmiş ve Birinci Dünya Savaşı’ndan kalan işkenceye tahsis edilmiş Breendonk Kalesi’ne atılmıştır. Nice demir parmaklı kapıdan geçildikten sonra varılan, dışarıya hiçbir çığlığın sızamayacağı bir zindandır işkence mekânı.
“Ve derken sırtımda, bedenimin şu saate kadar unutamadığı bir çatırtı ile birlikte bir parçalanma gerçekleşti. Eklem başları yuvalarından fırladı. Kendi bedenimin ağırlığı bir çıkığa sebebiyet verdi, boşluğa kaydım ve yerinden fırlamış, sırtımdan yukarıya doğru gerilmiş ve artık tersine dönerek başımın üstünde bitişmiş kollarımın ucunda asılı kaldım,” diyerek aktarır ters askıya alınışını. Silinmez bir biçimde işkence görenin içini dağlayan acı deneyimi, yalnızca bedensel bir algı da değildir; duyu(m)sal yolla ‘ölüm’ sezgisine açılan bir patikadır da o.
İşkence göreni ölüm yoluna çıkaran acı, işkence yapanı da, sıradan bir yüzden sıyırıp ‘Gestapo’ kılandır: “Yani ‘kötülüğün sıradanlığı’ diye bir şey yoktur ve Eichmann kitabında bunu yazan Hannah Arendt, o insanlık düşmanını sadece kulaktan dolma bilgilerle tanımış; onu yalnızca cam kafesin ardında görmüştür”. (4) İşkence, elbet, Alman Nasyonal Sosyalizmi’nin buluşu değildir; ancak, Gestapo, -her terörist devletin muradı olan- kendi politikası açısından önemli bilgilere ulaşma amacının ötesinde, ‘kötülüğün verdiği gönül rahatlığı ile’ de işkence yapmaktadır –tadını çıkara çıkara; coşkuyla, hazla; ölçüsüz ‘öz-genişleme’ ve sadizmiyle kendini tanrısallaştırarak: “Zira bir insanı tümüyle bir beden ve inleyen bir ölüm ganimeti haline getirebilen biri, tanrı ya da hiç değilse yarı-tanrı sayılmaz mıydı?” (5)
Bir insanın içine işleyen en dehşet verici şeydir işkence; ve yaşanan, Améry’nin içine ‘Hınç’ duygusunu da işleyecektir. Zira, işkence, ‘insanlık haysiyeti’ni hiçe sayan şeydir. Tepemize inen ilk darbe ile birlikte ‘dünyaya güven’imizin sarsıldığı; -yazılı ya da yazısız bir sözleşme dahilinde- ötekinin bizi gözeteceği, ‘fiziksel ve metafizik varlığımıza saygı göstereceği’ kabullerimizin alt üst olduğu; yaşanan mağduriyet karşısında ‘yardım elinin uzanacağı’ insani beklentimizi boşa çıkaran bir deneyimdir.
“İşkence deneyiminden geriye salt bir kâbustan öteye geçebilen bir bilgi kalması mümkünse eğer, bu ancak büyük bir hayret ve dünyaya yabancılaşma olabilir ve bundan sonra kurulacak hiçbir insani iletişim bu yabancılaşmayı gideremez (…) kimliği diye adlandırabileceği şeyin yerle bir olduğunu görmenin şaşkınlığını bir daha üzerinden atamaz (…) bir daha asla dünyaya ısınamaz (…) hemcinsini insan-karşıtı olarak deneyimlemiş olmak, işkence mağdurunun içinde birikmiş bir dehşet olarak kalır: Bu dehşet, umut ilkesinin hüküm sürdüğü bir dünyayı görebilmesini engeller”. (6)
*
‘Hınç’ duygusunu biriktiren ya da yaşanan mağduriyetlerin hınca doğru akışını kolaylaştıran acı, ‘bedensel’ olanın ötesinde bir şeydir. Zira, beden, acısıyla bir şekilde baş edebilir; zor -hatta imkânsız- olan, ‘tinsel’ acıyı dindirmektir. İşkencelerde, zulmün murat edildiği nakil koşullarında ve kamplarda yaşananların hınca doğru akışını temellendiren, maruz kalınan ‘hiçe sayılmışlık’, kimliği içinde kabul görmemişlik ve aşağılanma duygusudur.
Améry, doğulan toprağın ve içine doğulan dilin gerçek sahiplerinden sayılmamalarının, daha baştan, söz konusu tinsel acıya zemin hazırladığını söyleyecektir. Kendi deneyiminden hareketle sorduğu soru şudur: ‘İnsan yurda ne kadar ihtiyaç duyar?’
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda doğmuş olmakla birlikte, Améry, kendisini, ‘yüce millet’ hayalleri kurmamış; aile albümünde subaylar, yüksek devlet memurları olmayan; silah arkadaşlarıyla buluşmalara, milli heyecanlarla yüklü şenliklere, törenlere… özel antipatisi olan biri olarak tanımlar: “Almanya’daki insanların hiç de uzun sayılamayacak bir süre öncesine kadar ucube entel diye adlandırdıkları biriyim sadece ve yıkıcı eğilimlerden de arınmış değilim”. (7)
Doğduğu ve büyüdüğü ülkenin kendisi için ne kadar ‘vatan’ olduğuna dair duyguları çatışmalıdır, Améry’nin. Her ne kadar, içine doğulan çevre, gramerini bilmeden öğrendiğimiz anadilimiz gibi ‘biz’e ait ve, “bizimle birlikte büyür, içimize kök salar ve bu sayede bizde güven duygusu doğuran bir aşinalık kazanır”sa da; (8) onu ‘kendiliğinden’ hak edilmiş bir yaşantıya çevirecek olan, söz konusu kabulün (o, kendilik algısının) ‘öteki’nin indinde ‘kendiliğinden’ tanınmışlığı olmalıdır –içselleştirilmiş eşit yurttaşlık ilkesidir bu.
Peki; çok gerekli midir, olmazsa olmaz mıdır, bir ‘yurt’a aitlik? ‘Kültürel enternasyonalizm’ neyimize yetmez? Améry, haklı olarak (‘oranın ötekilerle eşdüzeyde kendine ait olmadığı’ ihsası ile büyümüşse de), bir yurda aidiyetin ne denli önemli olduğunu, yurt bellediği ülkeden kaçmak, başka bir ülkeye ve dile sığınmak zorunda kaldığında daha doğrudan deneyimlemiş; kültürel enternasyonalizmin, ancak, ‘ulusal güvenin topraklarında’ yaşanabileceğine; yurdun, güven duygusu demek olduğuna kanaat getirmiştir: “İnsanın bir yurda ihtiyaç duymamak için, önce ona sahip olması gerekir”. (9)
Acı olan o ki (ya da, biriken olumsuz duyguların hınca doğru akışına yol veren), Améry, herkes için kıymetinin tartışmasız olduğuna inandığı ‘vatan’ın, kendileri için zaten kazanılmamış olduğunu fark edecektir kaçış koşullarında: “[B]iz ülkemizi kaybetmiş değildik, tersine o memleketin hiçbir zaman bizim mülkümüz olmadığını anlamak zorunda kalmıştık. Bu ülkeyle ve onun insanlarıyla bağlantılı olan her şey, bizim için varoluşsal bir yanılgıydı. İlk aşk olduğunu sandığımız şey, oradakilerin deyimiyle, ırk ayıbıydı”. Yurt hasretinin, herkes için olduğu kadar kendileri için de kendini avutucu bir acıma olduğunu söyler Améry. Ancak, onların deneyiminde, yurdu sahiplenişin ‘yasadışı’lığı duygusu da hasrete sızmaktadır bir şekilde: “Yeri geldiğinde, alkolle gevşemiş bir halde, Anverslilere [özgü] yöresel ağızlarda halk şarkıları söylüyor, yurt dağlarını ve ırmaklarını anlatıyor, belli etmeden gözyaşlarımızı siliyorduk. Tam bir duygusal sahtekârlık! Bunlar sahte belgeler ve çalıntı soykütükleriyle memlekete yaptığımız yolculuklardı. Biz zaten olduğumuz, ama olma hakkı taşımadığımız bir şeyi taklit etmek zorundaydık; ne kadar çılgınca, hilekârca bir girişim.” (10)
Akıbet(in)e de yansıyacak; ama geçerken belirtelim ki, Améry, yaşananın, ılımlı bir kendine acımanın ötesinde, geçmişlerinin parça parça sökülmesinden ibaret bir “özyıkım” olduğunu söyleyecek; “ki bu da kendini hor görmeden ve kayıp benliğinden nefret etmeden gerçekleştirilemezdi,” diye de ekleyecektir: Zorla elden alınan, koparılan bir geçmiş ve yiten özsaygı ile birlikte kendine yönelik nefretin ateşleyicisidir bu! Biriken hınçla yüzleşmede (ve, hıncı hâle yola koymada), savaş sonrası yurda dönüş de onarıcı bir imkân sunmayacaktır. Zira, dönülen yeri herkes için eşitçe ve doğrudan yurt yapan bir ‘Devrim’ sonrası değildir dönüş. Dolayısıyla; “nasyonal sosyalist iktidar dışarının zoruyla devrildiğinde[n], bizlerin dönüşü yurt için sıkıntıdan başka bir şeye yol açma[mıştır],” diye de vurgulayacaktır, Améry. (11)
*
Hınç duygusu ile yüzleşmeye soyunurken, Jean Améry’nin muradı, olgusal düzeyde yaşananları aktarmak değildir; ‘tin’in kırılgan hatlarındaki onulmaz yaralanmaları anlamaya çalışmaktır: “Şurası doğru: Ben burada doğrudan doğruya Auschwitz’i anlatmak, belgesel bir rapor sunmak istemiyorum: niyetim Auschwitz ile Tin arasında gerçekleşen yüzleşme üzerine konuşmak”. ‘Tin’in Sınırlarında’ başlıklı ilk bölümde, o derinden yaralanışta, ‘entelektüel’ yaşantılamanın belirleyici olduğunu da dile getirecektir. Peki, kimdir ‘entelektüel’? “Bir entelektüel, benim burada getirmek istediğim tanıma göre, en geniş anlamda tinsel gönderimler sistemi içinde yaşayan insandır.” Entelektüel olmanın, belli bir uzmanlık alanındaki yetkinlikle alakası yoktur; çok iyi doktor, avukat, filolog, vs. olunabilir ama entelektüel duyarlık başka bir şeydir. Dolayısıyla, bedensel kıvraklık, fiziksel cesaret isteyen kamp hayatı özellikle de entelektüel için zordur. Hatta, esirleri bir arada tutan ortak dile (‘kamp argosu’na) katılmak bile imkânsızdır onun için. “Yani entelektüel, salt bir bilinç içeriğinden başka bir şey olmayan ve toplumsal bir gerçekliğe yaslanarak pekişemeyen düşüncesiyle yapayalnızdı[r].” Ahlaki sorgulayışıyla, olanı ‘verili bir olgu’ olarak karşılamakta yetersizdir. “Ortada Yahudileri ve siyasi hasımlarını ölüme sürükleyen, çünkü kendisini ancak bu biçimde gerçekleştirebileceğine inanan bir Almanya vardı. Ne vardı yani bunda?” diyerek sineye çekebilecek halde değildir o. Ya da, ‘E, Yunan medeniyeti de kölelik üzerine kurulu değil miydi yani’ demelere çok içeriden kırılarak yanıt verendir. İnanmış bir Marksist ise, kampta yaşananları sınıf mücadelesinin kaçınılmaz serüveni içinde değerlendirebilir ve gelecek güzel günlere inancı ile yaşadıklarını anlamlandırabilir (‘öyle ya, faşizm aşamasına giren kapitalizm elbet insan kasaplığına da soyunacaktır’). Ya da, dindar kişi, öte dünyanın vaat ettiği güzel günlere inancı ile bugünün acılarına daha kolaylıkla katlanabilir. Şöyle der, Améry: “[Halbuki] biz kuşkucu-hümanist entelektüeller, belirleyici anlarda kendi edebi, felsefi, sanatsal tanrılarımıza boş yere yakarırken, onlar politik veya dini inançlarından, öyle ya da böyle, paha biçilmez bir destek alabiliyorlardı”. Birileri için, yaşananlar, Tanrı’yı inkâr etmenin ya da kapitalist çürümenin sonucu iken, hümanist-kuşkucu bir entelektüel için olan biten sapkınca bir şeydir sadece. (12)
Hınçla yüzleşir ve hesaplaşırken
Améry, biriken hınç duygusu ile, geniş Alman toplumunun ve ‘Avrupa medeniyeti’nin tam karşısında değilse de uzağında hisseder kendisini. Uzaklaşma, bizatihi Améry’nin seçimi değildir; evrensel medeniyetin harcıâlem kabulleri ve Alman toplumunun yaşananlara bakışıdır onu uzaklaştıran. Almanya… evet, artık, ‘ulusalcı demagogların ve kışkırtıcıların adını bile duymak istemeyen’ mutlu ve nazik insanların yaşadığı bir ülke gibi görünse de, Améry, aradaki mesafeyi görmezden gelemez: “Çalışkan modern insanların yaşadığı, bu barışçı ve güzel ülkede kendimi rahat hissetmiyorum. Okur bunun nedenini çoktan tahmin etmiş olmalı: Ben, neyse ki soyu yavaş yavaş tükenmekte olan ve genel bir uzlaşma sonucu Nazi kurbanı olarak nitelenen insan türünün bir üyesiyim”. (13) Dolayısıyla, bir ‘kurban’ olarak konuşmakta ve hınç duygularını öylece sorgulamaktadır.
İltica, direniş, hapishane, işkence, toplama kampı… nezaketi bir yana fırlatıp atmak için mazeret olmadığı gibi amaçlanan da o değildir. Améry’nin amacı, kurbanın özel durumunu irdelemektir: “Benim bu konuya katkım, hınç duygularının iç gözleme dayanan bir analizini yapmak olabilir. Benim kişisel görevim, gerek ahlakçılar, gerekse psikologlar tarafından mahkûm edilen ruhsal bir durumun hakkını savunmaktır. Ahlakçılar bir kusur, psikologlar ise bir hastalık olarak görüyorlar bu durumu.” Halbuki, uyum ve günün ihtiyaçlarına tutunmak esas olmalı; Hitler İmparotorluğu’nda yaşananlar bir ‘iş kazası’ olarak bir yana bırakılabilmelidir. Dahası, Alman gençliği de bıkmış usanmıştır artık babalarının altı milyon Yahudiyi öldürmüş olduğu hikâyesini dinlemekten. Sabırları kalmamıştır ‘kindar nefret peygamberleri’ni dinleyecek –gelecek umutları örselenmemelidir. Üstelik, benzer koşullarda başka yerlerde yaşananlar başka türlü mü olmuştur? Uzatmanın âlemi var mıdır? “Nedamet yoktu[r] bu seste. Onu izleyen yıllar içinde, nedamet lafı giderek daha da az duyulur ol[muştur]. Bir parya olan Almanya önce uluslar topluluğuna kabu edil[miş], ardından kendisine kur yapılmaya başla[mış] ve en nihayetinde güçler oyununun yansız bir bakışla hesaba katılması gereken bir unsuru haline gel[miştir].” (14) Améry ise, ‘kin tutanların oluşturduğu o ayıplanan azınlığın’ bir parçası olmayı sürdürecektir.
Suçun ‘kolektif’ niteliğinin farkında olmak, kurban için, hınç duygusu ile yüzleşme ve hesaplaşmada belirleyicidir; hele hele, Almanların kolektif masumiyetinin ilan edildiği ahvalde. Halbuki, Alman işgali altındaki yurtdışında yeraltı yaşamı, gettolardaki fabrika işçiliği, zindanlar, kamplar… hep Alman halkının ortasında yaşanmıştır: “Kendi etraflarında ve bize neler olduğunu çok iyi biliyorlardı, çünkü yakınlardaki bir imha kampından gelen yanık kokularını, tıpkı bizim gibi, onlar da alıyorlardı. Ve kimileri, daha bir gün önce ayıklama rampalarına getirilen kurbanların sırtlarından alınmış olan kıyafetleri giyiyorlardı”. (15)
Peki; kindarlığı ile ayıplanan azınlıktan olmak, hınç duygusuna tutulup kalmak nasıl bir şeydir? Yoksa hasta mıdır bu insanlar? Öyle ya; imrenilecek bir yansızlıkla incelemelerini sürdüren nesnel bilim insanları, politik baskının geç ortaya çıkan hasarlarından olmak üzere “TK (Toplama Kampı) Sendromu”nda toplamamışlar mıdır hınçla yüklü kalabalığı; bozulmuş karakter özellikleri, asabi hareketlilikleri, düşmanca içe çekilmeleri ile? Améry de sorgulamaktadır; ancak, bir yandan ‘geç bunları anam babam’ dünya hâli, bir yandan Alman toplumunun suçun kolektifliğini kabulde giderek öne çıkan gönülsüzlüğü ve nihayet, vaziyetin, bilimsel nesnellikle ele alınıp halledilebilir ruhsal/bedensel hasarlar toplamı olarak değerlendirilişi, Améry’nin daha da bir kendi öznelliğine tutunmasını kaçınılmaz kılmaktadır: “Eğer ben hınç duygularımın arkasında duruyor; sorunumuzu değerlendirirken ‘tarafgir’ yaklaştığımı kabul ediyorsam, ihtilafın ahlaki hakikatinin tutsağı olduğumu bildiğim içindir”. Muhatapları ile sürdürdüğü tartışmada ‘nesnel’ olunması talebi de o yüzden mantıksız gelmektedir kendisine. Zulüm denen şey, öyle ölçüye vurulacak nesnellikle yaşanan bir şey değildir ki sonrasında da öyle ele alınsın. Ha, Führerlerinin peşinden giden failler için elbet ahlaki bir sorun yoktu; nihayetinde, ne gerekiyorsa o yapılmakta idi, yeterince hızla kürek sallayamayan tutsağın kafasına kürek sapının inmesinden daha makul bir şey olamazdı. Améry de diyor ki, o kürek darbeleri kafasında hâlâ uğuldayan kişi ben isem, müsaade edin de kürek darbelerinin ahlaki hakikatine tutunmak da benim hakkım olsun. Halbuki, “[t]oplumsal gövde sadece kendini güvence altına almakla meşgul ve hasar görmüş hayatlarla ilgilenmiyor: En iyi ihtimalle, böyle şeylerin bir daha yaşanmaması umuduyla geleceğe bakıyor. Ama benim hıncımın görevi, cürmü suçlu açısından ahlâki bir gerçeğe dönüştürmek; onu kendi canavarlığının hakikati içine çekmek[tir]”. (16) Alman halkıysa, ima edilen kolektif suçun örtbas edilmesini, bağışlanıp unutulmasını ve dünya medeniyetinin geniş ailesi ile birlikte geleceğe tutunmayı talep etmektedir. Daha fazla gücendirilmesinin âlemi yoktur. Ve zaten, suçla zamansal mesafe de giderek açılmaktadır. Nasıl olsa anısı –zamana şans tanınırsa- toplumsal hafıza ve bilinçten silinecektir.
Kendisini, sadece toplumsal işleyişli çarkın basit bir dişlisi olarak görüp toplum içinde erimeyi seçenler ‘yaraların sarılması’nı zamana bırakmaya gönül rahatlığı ile izin verebilirler. Ancak, başına gelenler üzerine tam yirmi yıl düşünmüş olan Améry, hâkim toplumsal taleplere kendini yakın hissetmez; aksine, toplumsal baskı sonucu bağışlamanın ve unutmanın ‘ahlak dışı’ olduğu kanaatindedir. Acıları içe atarak, duygusal çilekeşliğe razı olarak, ortak geleceğe doğru ilerleme şevkine iştirak ederek geçmişte yaşananların güne düşürdüğü izler silinemez: “Aramızda yatan ceset yığınlarını, benim görüşüme göre, bir içselleştirme [bastırma] süreciyle değil, tam tersine güncelleştirerek, daha keskin bir ifadeyle, çözümlenmemiş çatışmaları tarihsel etkinlik alanına taşıyarak kaldırabiliriz”. (17)
Nazi kurbanları tarafından yüksek sesle dillendirilen barışma isteği bir çılgınlık, kayıtsızlık ya da bastırılmış sahici ‘intikam’ talebinin mazoşistçe bir ifadesi olabilir ancak. Dışsallaştırma ve güncelleştirme ise, geçmişin bugüne içtenlikle taşınarak hesaplaşılması ve feshidir –hınçla biriken intikam duygusu da öylelikle çözünecektir.
Maalesef öyle olmamıştır. Şu sözleri, Améry’nin kendine biçtiği akıbetin duyurumu gibidir: “Hıncımı bir koza içinde saklamak zorundayım. Onun ahlaki değerine ve tarihsel doğruluğuna hâlâ inanıyorum. Hâlâ. Daha ne kadar zaman?” Biraz sabır dilemektedir: “Biz kurbanlar, bir zamanlar toplama kampı argosundaki anlamıyla, tepkisel kinimizin ‘işini bitirmek’ zorundayız: Öldürmekti bunun anlamı. İşini bitirmek zorundayız ve yakında bitirmiş olacağız. Kinimizle huzurunu kaçırdıklarımızdan, o güne dek sabır göstermelerini rica ediyoruz”. (18)
Jean Améry, dediğini yapar ve 17 Ekim 1978’de intihar eder –‘işini bitirir’!
________________________________
* lapis lazuli/ Mehmet Altun, babil Y., 2011, s. 20 (‘lapis lazuli’)
- Varlık dergisi, Haziran 2016.
- Çev. Cemal Ener, Metis Y., Ocak 2015.
- A.g.y., s. 53.
- A.g.y., s. 44-45. Biraz konu dışına çıkmakla birlikte, kitabı okurken düştüğüm notu paylaşmak isterim: “Aslında, Arendt o çalışmasında [Kötülüğün Sıradanlığı/ çev. Özge Çelik, Metis Y., 2009], yapılan kötülüğü sıradanlaştırmıyordu; sıra dışının sıradanlaşmasındaki vahamete işaret ediyordu”.
- A.g.y., s. 57.
- A.g.y., s. 61-62.
- A.g.y., s. 79.
- A.g.y., s. 71.
- A.g.y., s. 69. Romancı Erich Maria Remarque, Goebbels’in elçileri tarafından Ticino’daki evinde defalarca ziyaret edilir. ‘Ari ırk’tan olan yazar, mültecilikten vazgeçmesi ve yurda dönmesi için ikna edilmeye çalışılır. İnatçı yazara nihayetinde elçiler şöyle çıkışacaktır: “Tanrı aşkına, yurt hasreti de mi çekmiyorsun be adam!”. Remarque’ın yanıtı Améry’yi teyid eder niteliktedir: “Neden hasret çekecekmişim; ben Yahudi miyim ki?” (a.g.y., s. 65). Okurken bölüm sonuna aldığım notta ise şöyle yazmışım: ‘Yerin yerçekiminden özgürce (seçme iradesini/inisiyatifini kullanarak) kurtulunmadıkça, yer çeker. ‘Yersiz yurtsuzlaşma’ istenci, ancak, reddedebilme hakkı ile mümkündür’. Öte yandan; eğer bir toprak gerçekten bize ‘analık’ etmiş, şefkatle bağrına basmış ve o anlamda ayağımız yere sağlam basmakta ise, ancak o zaman başka bir yerle ikame edilemeyecek bir ‘yurt’tur bizim için orası. Özerk varoluşsallığımızı kurma mücadelemizde yaslanacağımız ‘temel güven’i temin ve telkin eden de öylesi bir yurt olacaktır –tıpkı, koşulsuzca bizi bağrına basmaya hazır ‘anne’mizin, kendimiz olma, özerkleşme (‘büyüme’) yolunda ihtiyacımız olan temel güveni sağlayan kişi oluşu gibi –bu da işi ‘psikanalitik duyarlık’ tarafı.
- A.g.y., s. 73, 74.
- A.g.y., s. 75.
- A.g.y., s. 13, 14, 19, 27. Améry, hapishaneler ve toplama kamplarına ‘agnostik’ olarak girip en son Bergen-Belsen’den de öyle çıktığını belirtmiştir. Bu vesile ile; Améry’nin söz konusu koşullarda ‘entelektüel’in kırılganlığına değinisini, bir başka yazıda, Primo Levi’nin değerlendirmeleri eşliğinde de ele almak isterim.
- A.g.y., s. 88.
- A.g.y., s. 89, 92
- A.g.y., s. 101.
- A.g.y., s. 96, 97.
- A.g.y., s. 95.
- A.g.y., s. 109.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | Leave a Comment
No Responses Yet to “‘Hınç’la Yüzleşmek/Hesaplaşmak”