Acıya Dokunmak, Hakikat, Yas ve Yaratma Edimi

14Haz16

 

 

Bu yazı, Varlık dergisi’nin Haziran 2016 sayısında yayımlanmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Felaket’in 101. yılında, aramızda olmayan kadim dostlarımıza adanmıştır.

 

 

 

Elindeki kitap etindeki bıçağı biraz daha ilerletiyor: Edebiyat ve Felaket. (1) İnsanlığa karşı –bu coğrafyada- işlenmiş büyük suçu, suçların suçunu ele almakta. Neden adlı adınca değil de, o suç, ‘Felaket’ diye anılmakta peki? Ve neden ‘edebiyat’? Edebiyattaki felaket mi –edebi metinde yer açılan felaket-, yoksa, felaketin edebiyatı mı –edebileştirilmiş felaket? Sorularla yürüyor bıçak.

 

 

Acıya dokunmak ve hakikat

 

Edebiyat ve Felaket, Marc Nichanian’ın, 2009  Şubat-Haziran İstanbul konferanslarından oluşturduğu metin. Daha kitabının başında, ‘Okuyucunun Dikkatine’ (‘Dikkat!’) diye bahsi açtığında, bıçağın soğuk keskinliği hissediliyor: “Tanıklık, hayatta kalanların yazdığı, bitmek tükenmek bilmeyen gaddarlıkları okumamız için bize sunulan anlatıların dışına genelde pek çıkamaz; bununla birlikte, bu anlatılar, celladın iradesine bir biçimde karşı çıkmak için ‘tarih yazma’ zorunluluğunun bilincini de taşır. Oysa hemen belirtmeliyiz: Felaket, tanığın ölümüdür. Bu nedenle ve yalnızca sonuçları bakımından Felaket, hakikati olmayan bir suçtur; halbuki tarihsel tanıklık, her zaman Felaket ‘hakikat’ini dile getirdiği izlenimini verir; elbette yanıltıcı bir izlenimdir bu”. (2)

 

İşte, bıçağın soğuk keskinliği tam da orada: ‘Felaket’ –sözü edilen felaket- öyle bir şeydir ki, ne tanığı vardır, ne dili. Tanık, felaketini doğrudan deneyimleyerek karanlıklara karışmış; hakikatini de peşi sıra sürükleyip aramızdan ayrılmıştır. Deneyimlenen felaket, -yalnızca sonuçları bakımından (‘olgusal’ gerçekliği ile) evet bir suçtur; lakin, dilsiz hakikati ile hakikati olmayan –hakikatine dokunulamayan- bir suç. Ötesi, gaddarlığın bilincini kurmak üzere celladın tarihini tersyüz etmektir –tarih yazımıdır, olsa olsa. Peki, -daha da acı vereni- suç, hakikati olmayan bir suçsa, ‘affı’, ‘affediliş’ mümkün müdür?

 

Bütün bir konferanslar dizisi bunun üzerine yürüyecektir.

 

*

 

Nichanian’ın Kayserili babası, 1920’de terk etmiş ülkesini ve bir daha da dönmemiş. Merzifonlu anne de, ‘kusursuz bir imha iradesinin açık ve etkili yöntemleri ile’ toprağ(ın)a düşen ailesini geride bırakarak 1923’te ayrılmış, ülkesinden. Uzun ve acılı yolculukların bu iki yolcusu Paris’te karşılaşmış. “Gün gelip Türkiye’ye adımımı atacağım, hayatım boyunca hiç aklıma gelmemişti,” diyen Nichaninan, altını ısrarla (‘Dikkat!’) çiziyor: “Öncelikle her türlü yanlış anlamayı ortadan kaldırmak için ilkesel bir açıklamayla işe başlayayım: Barışma militanlarından değilim. Aslına bakılırsa herhangi başka bir görüşün militanı da değilim ve bunun kesin olarak anlaşılmasını isterim”. (3) Bıçağın kımıldadığı ân.

 

Peki; ölenler öldükleri ile kalmayacaksa, ölmüş oldukları unutulup gitmeyecekse, ‘dostluğa’ tutunmaksa muradımız, ‘tarih’e nasıl bakmalıyız? Tarih, kendiliğinden ‘hakikat’i verir mi? Hektor’la Akhilleus’un Troya önlerindeki karşılaşmalarını hatırlatır, Nichanian. Talan ve ganimet menziline aldıkları Troya önlerindedir Helenler (İ. Ö. 1400) ve nihayetinde –‘bir büyük yiğit, kahraman bir savaşçı’ kabulü gören- Akhilleus ile Troyalı Hektor karşı karşıyadır. Sanki, ‘bakışımlı’ bir savaştır temsil edilen ve Troyalı Hektor, Akhilleus’a Yunanca seslenmektedir Homeros’un İlyada’sında (İ. Ö. 900) ve anlatılan, Troya’nın yok edilişidir aslında: “En azından, bir anlatı aracılığıyla soykırım iradesini ortaya koydular. Ya da daha doğrusu, tam tersine, canı gönülden kurdukları simetrinin metinde yer almasının nedeni, her tür soykırım iradesinin bütün izlerini sonsuza dek silmek değil miydi? O simetri, bu soykırım iradesinin bağrına sonsuza dek yerleşmiş, tarihin kökeninde yer alan soykırım inkârcılığının izi değil midir? Daha doğrudan, hatta daha anakronik bir dille ifade edelim: Bu simetri, tarihin kökenindeki inkârcılığın işareti sayılmaz mı? Eğer her şey başından beri böyle kurulduysa tarih diye bir şey yoktur. Köken de yoktur. Tarih, özü bakımından inkârcıdır”. (4)

 

Öyleyse, insanlığa karşı işlenmiş o büyük suçla, ‘olgu/lar’ ya da ‘olgusal gerçeklik’ katında temas kurmak mümkün değildir. Orası tarihin at oynattığı alandır; ve, tarih, acının hakikatine değil, muzafferin, egemenin mürüvvetine duyarlıdır. Ve o nedenle, Nichanian, tarih atlarının sırtlandığı ‘olgu/lar’ üzerinden değil (zira, o, ‘soykırım’ diye adlandırılan fiile dair olgusal aktarım malzemesidir), mağdurun yaşadığı insani acının karşılığı olan ‘Felaket’ üzerinden bakacaktır yaşanan büyük ‘olay’a (büyük harfle başlattığı ‘Felaket’e).

 

*

 

‘Felaket’ özel adlandırmasını ilk kez seçmiş olan, Nichanian’ın tespitine göre, Ermeni yazar Hagop Oşagan (1883-1948)’dır. 1932-1934 yılları arasında Kahire’de yayımlanan romanı Mnatsortats üzerine verdiği mülakatta (söyleşide, diyelim), söz konusu romanı yazmaktaki emelinin ‘Felaket ile yakınlaşmak’ olduğunu belirtmiştir: “Dolayısıyla derinleşmeyi, yoğunlaşmayı ve özellikle de dürüst bir değerlendirme yapmayı esas alan bir çalışma üslûbu benimsediğimiz sürece, Felaket’e yaklaşmanın da mümkün olduğunu düşünüyorum”. (5) ‘Felaket’ karşılığı, Ağed (büyük harfle!).

 

Türkiye aydınlarının ‘Felaket’ adlandırmasını seçtiklerini anarken, Nichanian, bunu, ‘eminim hepsi iyi niyetle hareket ediyorlar’ diye (bana, kalırsa, ‘eminim’in altını özel bir imâ ile çizerek) aktarır. Ve kendi seçimine dair yanlış anlamaları engellemek üzere de şunu vurgular: “‘Felaket’ sözcüğünü kullanmamın bu tür [‘soykırım’ sözcüğünü kullanmamak yollu] bir kaçınma ile alakası yok. Bunu bir başka adlandırmanın yerine, herhangi bir barışma siyasetinin gereklerine uymak için kullanıyor değilim”. ‘Felaket’ ve ‘soykırım’ aynı şeyler olmadığı gibi, aynı şeyi belirtmeye yarayan iki farklı adlandırma da değildir: “Benim hedefim Felaket olayının kendisidir. Soykırıma yönelik olgularla ilgilenmiyorum, genel olgularla ilgilenmiyorum, hatta kurbanların deneyimleriyle, acılarıyla ve bundan doğan şeylerle de ilgilenmiyorum”. (6, 7)

 

Nichanian, tanıklığın dile gelişinin gereksiz olduğunu söylemez. Mağdurların yaşadıklarının olabildiğince kesinlikle ve ayrıntılı bir biçimde aktarılması elbet lüzumludur. İşkenceler, tecavüzler, canavarlıklar, gaddarlıklar, bütün bunlar, bilhassa da ‘soykırım gerçekliği’ni örten sessizliği kırmak için aktarılmalıdır. “Evet ama, bizim ilgilendiğimiz şey bu değil. Bizi burada ilgilendiren şu ki; tür olarak tanıklık her ne kadar pek çok şeyi başarabilse de yapamadığı bir şey var: Tanıklık Felaket hakkında hiçbir şey, kesinlikle hiçbir şey söylemez.” Daha da somutlanacaksa eğer, tanıklık –Felaketi kuşatan bir tanıklık olacaksa- tanıklıktır; mümkünse, kendi ölümüne tanıklık edebilmiş olmalıdır tanık. Öyleyse, “Hayatta kalmak, inkâr etmektir”. (8)

 

 

Yas ve bağışla(n)ma

 

Peki; ‘olgusal gerçeklik’ten (şu, ‘yüzleşme’ dediğimiz, ‘hakikat’in ‘olgu’ düzeyindeki tesliminden) hareketle ‘felaket’in içinden yol almak, acıya dokunmak mümkün değilse; ‘ölüm’ün de ötesinde, ‘kaybedilen insanlığın’ yası nasıl tutulacaktır –suç; soyun sopun kırıldığı, ‘insanlığa karşı’ işlenmiş suçsa?

 

Üstünde durmamız ve tüm sağaltıcı yaklaşımların da dikkat kesilmesi (dikkatin kesildiği yerden dönüp kendine bakması) gereken nokta o: Suçun hakikati, failin affedilemez  (tanıklığa da elvermeyen) fiili ile kurulmuşsa, kabul edilebilir bir ‘özür’ ve ‘bağışla(n)ma’ mümkün müdür? İşte, bu noktada, Marc Nichanian, Jacques Derrida ile aynı hassasiyeti gösterecektir: “Şimdi ise bambaşka bir alana kaydık; gösterimin imkânsızlığından affetmenin imkânsızlığına. Affedilmesi imkânsız olan bu şeyin ne olduğunu, mutlaka birlikte anlamak zorundayız. Bizden çok önce Derrida bu konu üstünde ısrarla durmuştur. Eğer ‘af’ kelimesinin herhangi bir anlamı varsa, eğer affetme ediminin salt belagatten ya da siyasetten ya da salt tedaviden başka bir anlamı varsa, yalnız ve yalnız affedilemez olan affedilebilir. Af dileme tasarısı (ve dolayısıyla özür dileme tasarısı), yalnızca affedilmez bir durum karşısında anlam taşır. Gerçekten de affedilebilir olan bir şey için af dilemek ne işe yarar?” (9) Şöyle söylemeliyim; bağışla(n)manın kırılgan eşiği, bağışlanma beklentisi (ya da, talebi) ile bağışlanmanın mümkün olmadığının idraki ve samimi kabulü arasında uzanır.

 

*

 

Gelinen yerin anlaşılır olması için biraz daha geriye dönelim; Hektor’umuzun hikâyesine. Hatırlanacağı üzere, İlyada, Akhalar’ın büyük savaşçısı Akhilleus’un öfkesine yoğunlaşır. Apollon’un da oluru ile Khryses, ellerindeki kızını kurtarmak için Akhalar’ın ‘tezgiden’ gemilerinin önüne gelmiş ve şöyle seslenmektedir, Atreusoğlu Agamemnon’a: “Priamos’un [Hektor’un babası Troya kralı Priamos] ilini yerle bir  edesiniz,/ sonra sağ salim dönesiniz evinize./ Alın bu kurtulmalıkları, kızımı verin bana,/ korkun Zeus’un oğlu Apollon’dan, sayın onu”. Her ne kadar Akhalar’ın gönlünde gidip Troya’yı yerle bir etmek ve zenginliklerine konmak varsa da, tüm Akhalar’ı etrafında toplamış olan Agamemnon kızı vermez, fazladan armağan ister. Agamemnon’un tamahkârlığına öfkelenen Akhilleus, kızın geri verilmesini dayatır ve olurunu da söyler: “İş ki güzel surlarla çevrili Troya ilini/ talan etmeyi buyursun Zeus bize”. Tamam, der, Agamemnon, verdim kızı gitti; “Ama barakandan alacağım  kendim gelip/ senin onur payını güzel yanaklı  Briseis’i”ni. Ziyade öfkelenir Akhilleus. Neredese tarih yazımı sarpa saracaktır. ‘Ak kollu’ tanrıça Here ‘gök gözlü tanrıça’ Helen’i gönderir ve yatıştırmaya çalışır Akhilleus’u: “Beni dinlersen kavgayı bırak, kılıçtan çek elini,/ (…) Dinle bak, bu dediğim gerçekten olacak:/ Bir gün gelecek, onun bu cakasına karşılık/ üç kat değerli armağanlar verilecek sana./ Tut kendini, güven bize”. Geri çekilir Akhilleus ve verir ‘güzel yanaklı’ Breseis’i. Ama öfkesi yatışmaz; ne savaşa katılır, ne toplantılara. Baba Thetis çıkar Olympos’un doruklarına, bulur Zeus babayı, der ki, ‘Şu Troyalıların tarafına koyuver de gücünü, görsün Akhalar gününü ve saysınlar oğlumu, muhtaç olsunlar ona ve yükselsin oğlumun ünü’. Akhalar’dan yana tavır takınan karısı Here’nin dırdırından da korkmaktadır koca Zeus; savuşturur Thetis’i ve, ‘Sen,’ der, Here’ye ‘görünmeden dön geri, bırak bana ötesini, yaparız bir şeyler neyse münasibi’.

 

Münasibi odur ki -Homeros’a göre-, savaş epey sürer, ne zaman ki, Hektor tunç kargısını Akhilleus’un can dostu Patroklos’un karnına daldırıp gürültüyle yıkar onu, Akhilleus da Agamemnon’a öfkesini bir yana bırakır, Troyalılara ve Hektor’a yönelik büyük öfkesini ve silahlarını kuşanıp katılır savaşa. Öldürdüğü Troyalılarla tüm mücavir nehirler kan kızılına boyandığında ‘ırmak tanrısı’ Skamandros da öfke ile fırlar yatağından ve gözü dönük Akhilleus’u katıp önüne, kovalar alabildiğine. Nihayet, Hektor çıkartılacaktır Akhilleus’un önüne. Baba Zeus’un kurduğu terazinin kendinden ve Hades’e doğru kaydığını sezinler Hektor. Akhilleus’un kargısını tam boynundan yiyip yere devrildiğinde yalvarır yakarır -ki, meselemiz açısından bam teli de oradan geçer: “Yalvarırım, canın, dizlerin, anan baban adına,/ Akha gemilerinin yanında köpeklere bırakma beni./ Yığınla tunç al, altın al,/ babamla ulu anam armağanlar versin sana,/ ama sen de onlara geri ver gövdemi,/ ateş payını alayım kadın, erkek Troyalılardan”.

 

Öldürmekle öfkesi dinmez Akhilleus’un; canı çektikçe arabası peşi sıra toza toprağa bulaya bulaya sürükler Hektor’un cansız bedenini. (10) İşte; Nichanian bu hikâyeye değinecek ve yası (ve hatta, olası barışı) imkânsız kılanın, Akhilleus’un şahsında tecelli eden (ve tarih yazımını üstlenmiş Homeros’un kaleminden dökülen) bu insanlık dışı tavır olduğunun altını çizecektir. Bu, aynı zamanda, ‘olgusal gerçekliği’ ile yetinilemeyecek olanın, ‘felaket’in de temsilidir.

 

*

 

Peki; ‘barış’ mümkün müdür ya da barış ve bağışla(n)ma arasındaki münasebeti yeniden nasıl sorgulayalım? Nichanian’ın kendisini de rahatlıkla yerleştirdiği Derrida’nın meseleye bakış açısı, nihayetinde, dünya ahvaline itimatsızlığı ifade etmektedir: “Her yerde, en yakın ya da en uzak geçmişi görmek için geriye bakılırken, çoğunlukla pişmanlığın ve affedilme talebinin eşlik ettiği tiyatrovari bir süreç yaşanıyor; onarma, tazmin etme ya da barışma süreci bu. Nasıl yorumlanırsa yorumlansın itirafın ya da pişmanlığın, bir duyuru ya da bir belirti olarak bu biçimde küreselleşmesi ‘birlikte-yaşama’nın bir ölçüde mutasyona uğramasına yol açıyor belki ya da çoktan açtı”. (11) Birlikte yaşam alanları; günah çıkarmalar, pişmanlık beyanları, itiraf ve affedilme talepleri ile ‘tele-teknoji’lerin ve ‘medya’ sermayesinin değiştirip dönüştürdüğü (mutasyona uğrattığı) kamusallığın tiyatro sahnesi gibidir âdeta. Derrida, ‘bağışlanma’ talebi ve barış adına düşülen seferberliğin samimiyetine inanmamaktadır. Nichanian da katılır ona; bir tür ‘barışma tiyatrosu’dur bu; ‘Tin’in tiyatrosu’. Tek dilli ve inkârcı tarihin yazıp sahnelediği bir tiyatro: “Acaba Troyalıların hangi dili konuştuklarını biliyor muyuz? Onların konuşmasına müsaade ettik mi? Kendi dillerinde konuşurken onları dinledik mi hiç? Kurbanlar ve failler, bu olayla ilgili tarihsel tutanaklarda barıştılar. Evet, barışma tiyatrosu kesinlikle tek dillidir ve ebediyen öyle kalacaktır. Yalnızca failin anlatısı tarihte yankılanacak ve gelecek kuşakların vicdanlarına kazınacak”  (12) ve her seferinde yas yeniden gasp edilecektir.

 

Dönüp gelinen yer orasıdır; bağışlanma ve barış talepleri, affedilmenin imkânsızlığının samimiyetle teslimine yaslanmadıkça, ‘yasın yeniden gaspı’ ve ‘bağış/barış’ tiyatrosundan öte bir şey değildir. Derrida’nın saptamasıyla, bir tür araçsallaştırma, sapkınca kolaylaştırıcılık, ayak oyunu ya da kandırmacadan ibarettir.

 

Demokratik olmayan, yüzleşmelere kapılı bir devlet hâkimiyeti altında toplumunu özgürleştirmeye çalışanlara yardım edilmesin mi peki; yanında olunmasın mı o çabanın? Yanıtı şudur Nichanian’ın: “Evet, kendi toplumlarının özgürleştirilmesi için çalışanlara yardım etmek ve hatta onları sevmek gerekir. Ancak affetme ile barışmanın birbirine karıştırılması pahasına değil. Affetme zamanı ile barışma zamanı, birbirinden farklı iki zamandır. Birbirleriyle bağdaşmazlar”. (13)

 

 

Ve edebiyat

 

Eğer ‘edebiyat’tan kastımız, ‘yazınsal yaratıcı edim’ ise; evet, katılıyorum Marc Nichanian’a; acıya, felaketin ta kendisi olan hakikate (dahası; felaketin öncülü toplumsal hiyerarşi/tahakküm örgüsüne) ancak ‘yaratıcı edimsellik’ ile dokunmak mümkündür. Öyleyse, ‘Hangi edebiyat?’ sorusu kaçınılmaz. (14)

 

Michel Foucault, ‘etik’ denen şeyin, kişinin –‘bilgi’ ve ‘iktidar’ bağlamında- kendisi ile kurduğu ilişki olduğunu söyler –kendinde fark ettiğinin hangi ‘iktidar ilişkileri’ kılcalları ile beslendiğinin bilgisi ile kendine bakma yeterliliği olarak etik: Kendinden hareketle kendini yeniden yeniden kurma çabası. ‘Özgürleşme’yi arkasına alarak kendini yeniden ‘kurma/yaratma’ anlamında (‘varoluş estetiği’!) ‘ethos’. Ben, ‘psikanalitik duyarlıklı bakış’ımın verdiği esinle, ‘yaratıcı özne’nin, tam da Foucault’nun işaret ettiği yerde konumlandığını söylemek isterim; ‘estetik/poetik’ ve ‘estetik/politik’ eksenlerin kesişim noktasında.

 

Nedir peki hikmeti, ‘yaratıcı özne’ dediğimizin? Nasıl yaratıcı olunuyor? ‘Özne’ (İng. ‘subject’, Fr. ‘sujet’), bir bakıma, ‘uyruk-tebaa-kul-bende-maruz olan’dır (‘subjection’ın, ‘itaat-boyun eğme-tâbi olma’ anlamına geldiğini hatırlayalım). İşte, ‘yaratıcı’ özne, öznel(l)iğinin o verili hâli ile yetinmeyen, ‘verili varoluşsallığını’ yaşadığı ‘çatışma/lar’ üzerinden ‘sorunsallaştıran’, ‘özgürleşme’ rüzgârını peşine takarak -kimselere aldırmadan- kendinde kendini arama heves ve cesareti gösteren, kendini ‘açık bir yapıt’ olarak inşa etmeyi göze alandır. ‘Politik estetik/pratik özne’, nasıl yaratıcı çabasını kendi ve -kendi ile münasebeti bağlamında- kamusal siyasal alanda eylerse, aynı şeyi, ‘yaratıcı yazar özne’ de ‘hayal’ hânesinde (‘muhayyile’sinde), ‘imgelem’inde eyler. (15)

 

Böylesi bir edimselliğin, ‘samimiyet’i (politik –edimli- alanda ya da yazınsal metinde ‘inandırıcılık’ olarak yansıyan şeyi) ve ‘içeriden, içe işleyen’ türde bir yolculuğu (samimiyetle kesişmek üzere, ‘içtenliği’) gereksediği açıktır. ‘Felaket’e ancak böylesi bir samimiyet, içtenlik dokunabilir –işte o edebiyat; ya da işte, o, edebiyat. (16, 17)

 

 

_______________________________

  1. Edebiyat ve Felaket/ Marc Nichanian, çev. Ayşegül Sönmezay, İletişim Y., 2011.
  2. Agy., s. 8.
  3. Agy., s. 13.
  4. Agy., s. 16.
  5. Agy., s. 23.
  6. Agy., s. 20. Nichanian, ısrarla ve hassasiyetle, ‘reel politik’le değil, insana yaşatılan ‘Felaket’le ilgili olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Hatta, şunları söylemekten de kendini alamaz: “Örneğin İngilizce’de ‘the Armenian Genocide’dan ya da kısaca (daha saçma bir ifadeyle) ‘the Genocide’dan söz ediliyor. Bence bu hakaretlerin en büyüğüdür; hayatta kalanlardan oluşan bütün bir halkın kendi kendine her an yönelttiği gerçek bir hakaret (agy., s. 21). Öte yandan, günümüzde Medz Yeğer’n’in (‘Büyük Felaket’), ‘soykırım’ı telaffuzdan kaçınanlar için (de) kullanışlı bir tabir olduğu bilinmekte.
  7. ‘Soykırım’ tanımı, Rafael Lemkin’in çalışmaları sonucu Birleşmiş Milletler düzeyli bir sözleşme (Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, 1948) ile belirlenmiştir. Sözleşme’nin oluşma sürecini, suçun ölçülerini, vs. daha ayrıntılı olarak, ‘Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması’ndan Kürtlerin Yoksanışına ‘Çözündürme’ Dersleri’ başlıklı yazımdan okuyabilirsiniz (kuyerel.org ya da haluksunat.com). Söz konusu yazıda, ‘soykırım’a yoğunlaşan yaklaşımların, zamana yayılı ‘soykırımsal’ (soykırımların geliştiği iklimi hazırlayan) tasarrufları ihmal etmeye yatkınlıkları yönünden irdelendiğini de hatırlatmalıyım (Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması/ ‘Sessizlik, İnkâr ve Asimilasyon’ ise, Taner Akçam’ın çalışmasıdır –bkz., İletişim Y., 2014).
  8. Agy., s. 157, 32.
  9. Agy., s. 123. Nichanian, Derrida’nın, Le Monde de Débats’da, ‘Yüzyılımız ve Affetme’ başlığıyla 1999’da yayımlanan söyleşisinden yararlanmaktadır.
  10. Hektor, Aias’la teke tek dövüşmesi öncesinde de tüm ölü bedenlere saygıyı ve ölü bedenlerin yurttaşlarına teslimini iki taraf için bağlayıcı bir koşul olarak anmıştır. (Hektor’un ve savaşın akıbetini, karşı tarafın yasına saygıyı [ve olası ‘barış’ı] güvencelendirmek üzere ölü bedenlere ilişkin –insani- taahhüdün kıymetini –kendi günceli ile bağıntısı içinde- okumak isteyenler için, ‘Troya’da Ölmek’ [Varlık’, Eylül 2015]; ve yine, ‘ölü beden-gömülme-yas ilişkisi’ için de ‘‘Hayır!’ Dememenin İmkânsızlığını Tatmak ya da ‘Antigone’’ yazılarımı [Varlık, Ekim 2015] hatırlatmak isterim.)
  11. ‘Fransızca Konuşan Yahudi Aydınlar Kolokyumu’ndan (1998). Edebiyat ve Felaket/s. 205.
  12. Edebiyat ve Felaket/s. 209.
  13. Agy., s. 212-13.
  14. ‘Olgu aktarımlı tarihsellik’ ya da ‘gaddarlığın betimlenmesi/aynalanması’ türü bir edebiyatı kastetmediğini anlıyor olsak da, Nichanian’ın, affı mümkün olmayan felakete ancak ‘imkânsızlığın’ idraki ile dokunulabileceğini iddia ettiği yerde, ‘edebiyat’ın o ehliyete ‘neden/nasıl’ sahip olabileceği ya da hangi edebiyatın o yetkinlikle donatılı olduğu sorusunu boşlukta bıraktığını söylemeliyim. Öte yandan, aşağıda açıklanan hüviyet ve işleyişi ile ‘yaratıcı’ tavrın edebiyata sınırlı tutulamayacağını, -farklı imkânları ile birlikte- tüm sanatlar -özellikle de sinema- için de geçerli olduğunu söylemeliyiz. Elbet, kaba olgusal gerçeklikler/yansıtmalar üzerinden kurmaya çalıştığı soykırım tanıklığı ile giderek sıradan bir macera filmi olmaktan kurtulamayanları (örneğin, Cut, Fatih Akın, Aralık 2014), aynı meseleyi, hafizanın kıpırtıları ve şiirsel dokunuşlarla estetikleştirenlerden (örneğin, Rüzgârın Hatıraları, Özcan Alper, Aralık 2015) ayırt etmek koşuluyla.
  15. ‘‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakış’la Çatışma ve Demokrasi’ başlıklı yazımın (Varlık, Ocak 2016), ‘estetik/politik’ edimsellik bağlamında okunmasını tavsiye edebilirim. ‘Estetik/poetik’ hatta ilişkinse ayrıntıya girmiyorum (ilgilisi, Birey Sorunsalı/ ‘Psikanaliz ve Eleştirel Bir Bakışla Marksizm’, 1999’dan İmgenin Tılsımlı Rüzgârı/ ‘Yazınsal Metne Psikanalitik Duyarlıklı Bakış’, 2004’e her iki yönde de çokça örneğini bulabilir –her ne kadar piyasada tükenmiş olanlarıyla hayırsever bir yayıncı beklenmekte ise de). Yalnız, şu kadarını ekleyeyim: ‘Felaket’in dile gelmez niteliği de bir kez daha hatırlatıyor ki, yaratıcı arayış/kaygı, gündelik/uzlaşımsal dile (‘savunusal’ da diyebiliriz) yaslanarak (‘sığınarak’ da diyebiliriz) almaşık bir dünyayı ışıklandıramaz. Gündeliğin ötesindeki dil ve duruşları ile Dostoyevski kahramanlarının ya da Cervantes’in Don Kişot’unun kendilerinde kırılıma uğrattıkları hayatın; ya da gerçek anlamda şiirin, kırılgan/kırıklı (belki de, kırık-dökük, tamamlanmamış) dile ihtiyaçları bundandır. ‘Çatışma’yı ‘bilinç’ düzeyinde eğleyen değil, ‘bastırılmış’ (‘bilinçdışı’na itilmiş) olanla ‘çoksesli’, ‘çokkatmanlı’ dilde eyleyen yaratıcı tavra.
  16. ‘Yaratıcı edim’, anılan tabiatından da malum, yaşanan bir şeydir. Dolayısıyla, işaret edilen türde bir edebiyatın, ‘yaratıcı yazarlık kursları’ ile heves edilemeyecek bir şey olduğu da aşikârdır.
  17. Bu yazı; ‘neden Felaket?’, Felaket’in temsil ettiği acıya ve hakikate temas edebilmek için ‘neden edebiyat?’ sorularına yoğunlaşmıştır. ‘Tanıklık, yüzleşme, hakikat arayışı, geçmişle hesaplaşma ve barış’ çerçevesinde daha geniş okuma yapmak isteyenler için, Mithat Sancar’ın, Geçmişle Hesaplaşma/ ‘Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne’ (İletişim Y., 2007) ve Nesrin Uçarlar’ın, Hiçbir Şey Yerinde Değil/ ‘Çatışma Sonrası Süreçte Adalet ve Geçmişle Yüzleşme Talepleri’ (İletişim Y., 2015) uygun bir başlangıç olabilir. Ayrıca, -Nichanian’ın ‘Felaket’ tespiti ile örtüşümü içinde- yaşananın derinliği, bağışlanamazlığı ve ‘hınç’ (Resentments) bağlamında Jean Améry’nin Suç ve Kefaretin Ötesinde’si (Metis Y., 2015 [1966]) -Primo Levi’nin, Boğulanlar Kurtulanlar’ı, Can Y., 1996 [1986] ile karşılaştırmalı olarak- okunmalıdır, derim. Ve de, tanıklıklar üzerine kurulu bir anlatı ve değerlendirme olarak; ‘Ah!’lar Cumhuriyeti’ yazım (Varlık, Ağustos 2015).

 

 

 

 

 



No Responses Yet to “Acıya Dokunmak, Hakikat, Yas ve Yaratma Edimi”

  1. Yorum Yapın

Yorum bırakın