Destursuz Roman Atlarıyla ‘Sahilde Kafka’

19May16

 

Mayıs 2016’da, Varlık dergisinde yayımlanmıştır. 

 

 

 

 

 

 

 

Haruki Murakami’nin Sahilde Kafka (1) (Umibe No Kafuka) isimli romanının arka kapağına baktığımızda, New York Times tarafından, yayımlandığı yıl (2005) ‘Yılın En  İyi 10 Romanı’ arasında değerlendirildiğini, 2006’da ‘World Fantasy’ ve ‘Franz Kafka’ ödüllerine layık bulunduğunu öğrenmekteyiz. Bense, yolu –elbirliği ile ödüllendirilmiş- Sahilde Kafka’dan geçen bir okur olarak yaşadığım tatsızlığı sizlerle paylaşmak, ‘tuhaflıklar silsilesi’ içine sürülmüş Murakami’nin roman atının ne menem bir destursuzluğun mümessili olduğunu (bir ‘yakın okuma’ yaparak) anlamak ve ‘estetik nesnenin kuruluşu’/ ‘yaratısal kaygı’ bağlamında (bir başka yazıda) sorgulamak istiyorum sizinle (2)

Murakami’nin roman atlarının peşine takılmadan önce süvarilerini tanıyalım.

Kalkış noktalarından ilkinde, ‘Karga adlı delikanlı’ çıkar karşımıza –roman o ‘hoşluk’la açılır: “Öyleyse, para meselesi bir şekilde halloldu? diyor Karga adlı delikanlı, o her zamanki sakin konuşma tarzıyla.” Anlatıcı üçüncü tekil kişi gibidir. “Başımı sallayarak onaylıyorum,” (s. 7) der birinci tekil anlatıcı kişi. Hangi anlatıcı, kimi anlatmaktadır –şaşırırız; hele, anlatılanlardan biri ‘karga’ ve dahi, o karga bir ‘delikanlı’ ise. Yol aldıkça, delikanlının, ‘Kafka’ adını alan bir delikanlı, ‘karga’nın da onun –içten içe muhabbete koyulduğu, kendisine yarenlik eden- iç sesi (bir tür, ‘eşlikçi kimlik’) olduğunu teslim ederiz. Murakami’nin seçtiği tuhaflık, ‘karga’nın, tam da bir iç ses gibi değil; içine yerleştiği Kafka adlı delikanlı tarafından –âdeta- bir dış/gerçek ses gibi muhatap alınışıdır. Misal; onay anlamına delikanlı başını salladıktan sonra (iç sese baş sallamayı bir yana koysak bile), ‘karga’, “Ne kadar?” diye de sorar –ve muhabbet roman boyu o minvalde sürer gider (romanın yerlisi oldukça oralı olmayız pek; lakin, temin edilen muafiyet okurla bir sözleşmedir ve yazar ferah ferah o zemine yerleşecektir).

Baş süvarimiz, babası ile arası iyi olmadığı için (Tokya’daki) baba evinden düzdüğü yol çantası ile –içindeki ‘karga’ ile muhabbet ede ede- “dünyanın en sert on beşlik delikanlısı” (s. 10) olmak üzere (15. yaş gününde) ‘adını bile duymadığı’(!) şehre doğru yola çıkan bir oğlan çocuğudur. (3)

Murakami’nin roman atının ikinci süvarisi ise biraz daha gerilerden yola düzülür -1944 ‘Tastepe Olayı’na ilişkin 12 Mayıs 1946 tarihli Amerika [B.D.] Kara Kuvvetleri Haberalma Masası Raporu’yla. İlgili askerlerce yapılan bir dizi görüşme ile oluşturulan rapor, Pentagon tarafından -romanımızın iklimine yaraşır şekilde- ‘Çok Gizli’ ibaresi ile adlandırılıp arşivlenmiştir. İlk görüşülen, Yamanaşi İli, [xxx] kasabası, [xxx] semti devlet okulu 4. sınıf öğretmeni Setsuko Okamoçi, “olayın şokunu hâlâ üzerinden atamamış gibi”dir  (aradan iki yıl geçtiği halde şoku atlatılamamış bir olaya hazırlanmaktayızdır). Mantar toplamak üzere öğrencileri ile ormanlık alana doğru yürüyüşe çıktıklarında, sabah saat onu biraz geçe, “gökyüzünde çok yukarılarda gümüşi bir ışık” (s. 21) görmüşlerdir. İşte, romanımızın ikinci süvarisinin (Nakata’dır adı) daha sonra serdedilecek dizi dizi tuhaflığının (hadi siz deyin ‘tekinsizliğinin’) hikmeti de o ışıkta saklı olmalıdır. Işığın kaynağının anlaşılır, makul bir sebebi yoksa da –ve, yok kalacaktır-, Nakata’mızda bıraktığı izler roman boyu kendini gösterecektir. Bütün çocuklar o ışıkla patır patır devrilip kendilerinden geçmiş, hiçbir tanıya kondurulamayan klinik tablo içinde mışıl mışıl uyuyakalmış, ışığın görüldüğü ândan uyanmaya başladıkları âna dek hafıza kayıtları olmamakla birlikte hiçbir şey olmamış gibi uyanmışlarsa da, Nakata yavrumuzun bilinci kapalı kalmış, geceleri fırıl fırıl oynamaya devam eden gözleri gün ışığı ile aval aval bakar olmuştur. Ne askeri hastanesi kalmıştır, ne üniversite hastanesi; ne kimse derdinden anlamış, ne de kimse derdine derman olabilmiştir. Derken, etibbânın muammasına nüfuz edemediği Nakata oğlan âniden uykusundan uyanıverecek, ‘Neden, nasıl?’ diye ayaklanıveren mahut dünya aklına doğru, -muammayı muhafaza titizliği ile romanımıza yerleştirilmiş olan- psikiyatri profesörümüz şunları fısıldayacatır: “Öğleden önce, saat onda, hemşire çocuktan kan aldı. Fakat hemen sonra biraz tökezleyince aldığı kan yatağın çarşafına döküldü. Kanın miktarı o kadar çok değildi ve çarşaf da hemen değiştirildi. Normalden farklı tek olay buydu. Çocuk, bundan yarım saat sonra kendine geldi”. Murakami’nin süvarisi roman atına atlamaya hazırdır: “Fakat bir süre sonra belleğinin tamamen silinmiş olduğunun farkına vardık. Kendi adını bile anımsamıyordu. Yaşadığı yeri, gittiği okulu, ana babasının yüzlerini (…) hiçbir şeyi anımsamıyordu. Okuyamıyordu. Bulunduğumuz yerin Japonya, hatta dünya olduğunun bile ayırdında değildi. Çocuk, deyim yerindeyse, kafasının içi boşaltılmış da bembeyaz bir kâğıda dönüştürülmüş bir halde aramıza dönmüştü”. (s. 93-94)

Evet; Murakami’nin ‘roman at(lar)ı’nı destursuzca sürecek iki süvarinin yazınsal yolculuklarının başında vaziyet böyledir. ‘Karga/Kafka’ adlı –yeni yetme- süvari, evden bilhassa markaları ile anılan (4) bazı eşyaları ve ablası ile çekilmiş bir fotoğraflarını alıp yazarın, “Her şey bir sır perdesinin ardına gizlenmiş”tirini (s. 13]) de yedeğine katarak yola düzülecektir.  “Kehanet”se “karanlık bir su gibi, hep orada[dır].” Murakami, süvarilerinin destursuz at koşturacağı patikaların –romana- ‘kehanet’ üzre döşendiğine bizi hazırlamak istemekte; sır, merak, gizem, tuhaflık, tekinsizlik, kehanet atbaşı yol almaktadır: “Kehanet, karanlık bir su gibi, hep oradadır. Normalde bilinmeyen bir yerde sinsi sinsi gizlenir. Fakat bir an gelir, sessizce çağlayarak hücrelerini birer birer doldurur”. Kehanet, “Bir düzenek gibi içinde bir yerlerde gömülüdür” (s. 17) –diye de, hatırlatılır delikanlıya. Ve, “Kehanet bir gölge gibi” (s. 19) peşinde, Takamatsu üzerinden ta güneydeki Şikoku’ya doğru –otobüsle ve ‘gayri ihtiyari’- yola koyulur delikanlımız. Bizler kulağımızda ‘kehanet’ kar suyu delikanlıya yoldaşlık ederken, Murakami de, bir genç kız katar delikanlının yanına. “Benim de senin yaşlarında bir kardeşim var” der genç kız ve –muammaya doğru yol aldırmak üzere- ekler: “Özel durumlar yüzünden uzun zamandır görüşmüyoruz gerçi” (s. 31). Kız başını omzuna koyup mışıldarken delikanlımız da kayık yaka bluzun örttüğü memelerin hayali ile sertleşir (“‘İnsan vücudunun bir kısmı neden bu kadar sertleşebiliyor?’ dedirtecek kadar sertleşmişti[r]”). Vaziyeti müsait kılan Murakami kehanet ilmeğini eksik etmez: “Ya benim ablamsa?” (s. 35) diye aklından geçirir, kendisini Sakura diye tanıtan genç kıza kendisini ‘Kafka Tamura’ diye tanıtan delikanlımız.

Takamatsu şehir merkezinde ucuz bir otele yerleşir. Ah! Hatırına, soylu-zengin ailenin kendi kütüphanesinden devşirerek kamuya açtığı ‘Komura Kütüphanesi’ gelmiştir. Takamatsu’nun banliyösünde olmalıdır –ki, oradadır. Üstelik, kırklarının ortasında, uzun saçlı, mükemmel duruşlu, güzel gözlü, nezih ve bilgili yüz ifadeli, dudaklarında müstesna tebessümü ile çok hoş, “Keşke annem bu kadın olsaydı” (s. 56) diye aklından geçireceği kadın da oradadır.

Nakata’mızsa, Nakatalığı ile çarşafa dökülen ‘az’ miktarda kanla ayılması arasındaki rabıtaya akıl sır erdiremediğimiz sıfırlanmış bir hafıza ile uyanışından yaklaşık 25-30 sayfa önce, “Orta yaşlarının sonlarına” gelmiş, kedilerle konuşan bir adamdır. “Merhaba!” der kediye. “Hava ne kadar güzel değil mi?” diye de ilerletir sohbeti. Küçükken bir kaza geçirdiğini, ondan sonra akılsızlaştığını, okuma yazma bilmediğini… itiraf eder kedi arkadaşına. Bir valinin himayesindedir. Uzakta bir yerde ‘Şoei Apartmanı’nda küçük bir odada kalmakta, arada, -kediceyi bildiği için- kayıp kedi aramaya çıkmaktadır –falan.

Dönelim Kafka’mıza. Spor salonunda MD walkman’i ile Prince dinleyen, Komuro’daki mesaisine Burton baskısı Binbir Gece Masalları ile başlayan, Franz Kafka’nın, Şato, Dava, Dönüşüm ve Ceza Sömürgesi’ni (“Kafka bizim içinde bulunduğumuz durumu anlatmak yerine, o karmaşık makineyi saf haliyle anlatmaya çalışıyor” [s. 80] yorumunu yapacak denli!) okumuşluğu olan (kaşla göz arasında Burton baskısı Binbir Gece Masalları’nı bitirip Soseki Natsume külliyatına da geçecektir), gerçekten dünyanın en sıkı 15’liği vardır karşımızda.

Sonra, bir ânda, zifiri karanlıkta otların arasında bulacağız delikanlımızı. Dört saatlik bir bilinç kapalılığından sonra, sol omzundaki acı duygusu ve dışarıdan bulaştığı anlaşılan ‘kan’ lekesi ile uyanmış (New York Yankees logolu beyzbol şapkası dışında her şeyi tamam) bir Tamura’dır uyanan. Ne olduğunu kendisi de anlamamış ve anlayamayacaktır –ki, dışarıdan bulaşmış ‘kan’ ve ‘bilinç kapalılığı’ dışında, olay, bize de bir şey söylememekte ama elbet, merakımız kaşınmaktadır.

Telefon, taksi, New Balance logolu şapkası, Virginia Slim sigarası ve Pepsi-Cola’sı ile Sakura. Yarenlik. Meğerse o da Tokyo’dan gelmiştir Takamatsu’ya. İkisi de aile kaçkınıdır. Yarenliğin ferahlığı ile Kafka’nın sertleşen penisini usulca eline alıp boşaltarak delikanlımızı rahatlatacaktır da Sakura: “Biraz rahatladın mı?/ Çok./ İyi öyleyse… Şimdi düşündüm de keşke gerçekten ablan olsaydım./ Ben de öyle düşünüyorum” (s. 129). Nasıl?

Ah! Bir ‘kan’lı hikâye de 12. Bölüm’den (‘Tastepe’ olayından tam 28 yıl sonra -19 Kasım 1972) bir mektupla gelsin: “Fakat o olay sanki dün olmuş gibi, zihnimden hiç silinmiyor. Sanki bir gölge gibi beni sürekli takip ediyor. Bu yüzden geceleri uyuyamadığım, uyuduğumda ise rüyamda o olayın tekrarlandığı oluyor” (s. 135). Nedir? Efendim; sınıf öğretmenimiz –meğerse- mahut olayın hikâyesini (‘resmi ortam dolayısıyla’) biraz tahrif etmiş; tahrifatı, uzun seneler üzüntüsü ile birlikte bir sır olarak saklamıştır. İyi de; nedir? Hoca’nım, olay günü öncesi rüyasına giren cephedeki kocası ile (“çok farklı pozisyonlarda”!) tahta gibi düz bir kaya üstünde defalarca doyumun doruğuna erişmiş, Tastepe mevkiine geldiklerinde vakitsiz aybaşısı bastırmış, ihtiyacını giderip bir yana savurduğu kanlı bezi bulup getirdiğinde de Nakata oğlanı hınçla tokatlamıştır. Evet? Şu: “Nakata’yı dövdükten sonra çocukların o anlaşılmaz toplu uykusu, kocamın ölümünün habercisi gibi[ydi]” (s. 144).

Elimizde üç kanlı bez (Nakata oğlanın elindeki, çarşafı ve Tamura’nın gömleği), ol meşrep dahilinde ve minvalde kehanete doğru topuklarken Murakami’nin roman atını süvarileri, takılalım peşlerine ve görelim tozuttukları herzeleri. (5)

Kafka Tamura, Saeki hanımın da onayıyla Komura’ya yatılı misafir olur. Yatağı, Saeki hanımın 15’inde, sevgilisi ile seviştiği yataktır. Hangi şehre doğru yola çıkacağına dair kararı bile söz konusu değilken, alınyazısı, -Japonya’yı neredeyse bir ucundan ötekine kat etmesi suretiyle- ihsas edilmiş olan kehanetin yatağına konduruverecektir Kafka’mızı.

Mahut kehanet baklası, Murakami’nin, meseleyi sündüre sündüre, okurunu o yatak etrafındaki tekinsiz arafta süründüre süründüre Ödipusçuluk yaptıracağı Kafka’sının ağzından, “Sen, gün gelecek kendi ellerinle babanı öldürecek, gün gelecek annenle çiftleşeceksin,” diyen baba kelamı olarak da düşecektir okurun önüne; üstelik, baba, kehanetini katmerlendirecektir de: “Gün gelecek … ablanla da çiftleşeceksin”. Kehanetin ön hazzını –küçük küçük imalarla- bize yaşatan Murakami, 15 yaşındaki delikanlıya ‘yıllar öncesinden’ babasının açık açık söylediğini aynı açıklıkla bize iletmek için tam 282 sayfa beklemiştir!

Ve ondan sonra gelsin hayalle gerçek arası tekinsiz kasılmalar -Murakami’nin roman atını destursuzca koşturduğu o düşsel ve tahammülfersa tesadüfler hattı.  Kafka’mız, kapalı bir bilinçten kanlı tişörtle uyanıp Oşima’nın (Saeki hanımın yardımcısı; düzgün yüz hatları, ince beyaz bilekleri ile zarif, ‘güzel’  ve  -kaçınılmaz- sıra dışı bir ‘adam’ olarak katılmıştır o da romanımıza) orman evindeki kulübesinde gözlerden ırak tutulurken gözüne iliştirilen (Oşima işi) elyazısı not da okurun kulağına küpelenmiştir nasıl olsa: “Her şey tamamen hayal gücü sorunu. Sorumluluğumuz hayal gücümüzün içinde başlıyor. Yeats, ‘In dreams begin the responsibilities [sorumluluklar rüyalarda başlar] diyor. Tamamen öyle. Ters taraftan bakarsak, rüyanın olmadığı yerde sorumluluk da olmaz, diyebiliriz belki de”. (s. 184-85)

Eh, madem tüm sorumluluk hayal hânesine yıkıldı, gelsin gerisi: Saeki hanımın 20 yaşında öğrenci çatışmalarında öldürülen sevgilisine yazdığı şiirin (‘Sahilde Kafka’), yaptığı bestenin (‘Sahilde Kafka’) ve sevgiliyi temsil eden resmin (‘Sahilde Kafka’) de içine düşmüştür Kafka’mız. Ha o arada baba da aradan çıkarılsın (ve muammaya katılsın): ‘Heykeltıraş Koiçi Tamura (15 yaşındaki oğlu ile yaşadığı) evinde ölü bulundu’ (s. 274) (Tokyo, Nakano Semti, Nogata Mahallesi, 30 Mayıs). Kafka’mız, muamma marifeti ile kehanet akışına eklensin: “Babamın öldürüldüğü günü hesaplayınca, tamı tamına tişörtümün kan içinde kaldığı gün olduğu anlaşılıyordu” (s. 276). Gördünüz mü siz! “Fakat metafor falan olarak değil, gerçek olarak kendi ellerimle babamı öldürmüş olabilirim. İçimde öyle bir his var. Evet, gerçekten de o gün Tokyo’da değildim. (…) Ancak, ‘Sorumluluk rüyalarda başlar’ değil mi?” (s. 285) Değil mi?

Çocukluğunda evin köşelerine çekilip çekilip kedilerle sohbete durmuş, doğanın ve dünyanın bin tür gerçeğini kedilerin ağzından almış, işte, o mahareti ile kayıp kedi peşinde –roman atının sırtında- Nakata’mızın karşısına bu kez bir köpek çıkmış, köpek ağız hareketlerinden ‘açıkça’ anlaşıldığı üzere, “Kalk ayağa ve beni izle!” (s 171) diye emretmiş ve Nakata’mız da, itaatle, kendisini –kılığı ile birlik- Johnnie Walker olarak takdim eden zatın evine sürüklenmiştir. Aman bir de ne görsün; buzlukta topak topak kedi başları! Tam da ‘Susam’ı aramaya çıkmışken! Madem öyle J. W. de katılsın âleme: “Kedileri öldürüyorum, çünkü onların ruhunu topluyorum. Topladığım kedi ruhlarıyla özel bir kaval yapıyorum. Sonra o kavalı çalarak daha büyük ruhları topluyorum” (s. 197). Nihayetinde, Nakata’mız bıçağı kalbine yerleştirivermiştir J. W.’nin. Uyandığında otların arasındadır, ancak, gömleğinde herhangi bir kan izi falan yoktur.

Gidip birini bıçakladığını söylese de, -Murakami’nin adamı olduğunu fark etmiş olmalılar- ‘Hadi amca, hadi… uğraştırma bizi’lerle yolcu etmiştir polisler ihtiyarımızı. ‘Gökten sardalya, istavrit yağacak,’ kehanetleri ile yağdıra yağdıra (s. 237) yola koyulur Nakata’mız. Nereye gitmektedir? Allah dahil, -Haruki Bey hariç- kimse bilmemektedir. Nakata’mız kalbinin sesini dinler, yürür, Tokyo-Nagoya otobanı üzerinde bindiğinden inip uzun yol yolculuğunun kamyonuna biner, şoför Hoşino’nun yamacına yerleşir. Kobe şehir merkezine geldiklerinde de Nakata, nereden nereye niçin gittiğini bilmemektedir.

Şikoku’da mola, Nakata Amca’nın 36 saatlik uykusu, mobilyacı yanında çalışmışlığı olan Nakata’nın Hoşino Bey’in ağrılı ve eğri bel kemiğini yerine oturtuşu, ‘giriş taşı’ muhabbeti (nedir, nerededir, nedendir… Nakata’nın aradığı taşa dair hiçbir fikri yoktur), kalp pusulasının gösterdiği yöne doğru daha batıya, Takamatsu’ya yol alış, pezevenklik sanatındaki mahareti, 1.50’lik boyu ile tam da Murakami’nin aradığı adam olan Albay Sanders’in, Nakata’mızın derdini gözlerinden okuyup “Hoşinocuğum, yoksa aradığın sert ve yuvarlak bir şey mi?” (s. 364) diyerek  mevzuya duhul edişi, her türlü muamelede bitirim oldukları kadar felsefenin kendisini de yalamış yutmuş güzel kızlar, sevişmeler, vs. derken, aranan taşın sunak içinde olduğunu adı gibi bilen pezevengin rehberliği ile taşın bulunuşu, kaldırılışı, indirilişi, bir ağırlaşıp bir hafifleyişi, nihayetinde ‘giriş kapısı’nın (neresi ise orası) açılışı (“Bendeniz Nakata’nın günlerden beri aradığı yer orası işte” [s. 508]. “‘Tesadüfler bazen dehşet verici olabiliyor’ dedi genç adam. ‘Gerçekten çok haklısınız’ dedi Nakata da” (s. 509) –ha ha haa!) ve Nakata Amca’nın 40 saatlik yeni bir uyku ile bir önceki rekorunu kırışı…

Saeki hanım Kafka’ya baktıkça onda 15 yaşındaki sevgilisini görür, Kafka annesine benzettiği Saeki hanıma âşık olur, Saeki hanımın -sevgilisinin ölümünden sonra- tüm Japonya’da yıldırım çarptığı halde hayatta kalanlarla röportaja çıktığı sıra Kafka’nın babasının da öyle bir hikâyeye sahip olduğu anımsanır, kantarın topuzunun hayalden gerçeğe doğru –pıt pıt- oynamasıyla kehanetin anne kısmı tüketilir (“Saeki Hanım’ı düşünüyordum. Onunla seviştiğimiz anları (s. 436). […] Saeki Hanım’la seviştin, onun içine boşaldın. Hem de birçok kez. O da her seferinde içine aldı. Penisin hâlâ sızlıyor. Hâlâ onun vajinasına temas ettiği anları yaşıyor. Orası da sana ait yerlerden biri [Karga, s. 437] … Dün gece senin odanda aramızda olanlar da herhalde o hareketin bir parçası. Dün gece yaptığımızın doğru olup olmadığını bilemiyorum [Saeki hanım Kafka’ya (s. 443)] … Pazartesi sabahı olana kadar sevişmeye devam ediyor, zamanın akıp giderken ardında bıraktığı seslere kulak veriyorsunuz [Karga, s. 445]) ve kehanetin abla kolu da rüya(lanma) marifetiyle halledilir (“Fakat rüyamda Sakura’yı gördüm. Belki rüya bile değildi. Her şey çok berrak ve tutarlıydı. Bulanık tek bir an nokta bile yoktu [s. 513] … ‘Çıkar’ diyor buyurgan bir ses tonuyla [abla içindeki Kafka’ya]. ‘Sonra da bu olanları unutalım’ [s. 516] Babanı öldürdün. Annenle seviştin. Şimdi de ablanın içindesin. [Karga] (…) Boşaldım [s. 516]”).

Nakata’mızsa, yanlış yola saptıklarında karşılarına çıkıveren ‘Komura Kütüphanesi’nin kapısından dudaklarındaki şu mırıltı ile geçecektir: “Evet. Dün gece yatmadan önce de taşla uzun uzun konuştum. Aradığımız yer kesinlikle burası” (s. 525). Saeki hanımla konuşmaktır dileği. Karşılaşma tamı tamına şöyle seyreder: “Bendeniz Nakata konuşmak istiyorum./ Ne hakkında acaba?/ Taş hakkında konuşacağım. Giriş taşı hakkında konuşmak istiyorum” (s. 533) … Eğer yanılmıyorsam, ben herhalde senin gelmeni bekliyordum [Saeki hanım]./ Evet. Sanırım öyledir. Fakat biraz zaman aldı. Çok beklemediniz umarım. Bendeniz Nakata elimden geldiği kadar hızlı davrandım ama en çabuk böyle mümkün olabildi” (s. 543). Mutlak bir mutabakat vardır aralarında; ‘Yıldırımlar düştüğü gün girişi açtım’, ‘Oh, iyi yapmışsın, isabet olmuş’, ‘Haklısınız’, ‘Senin de hakkın var buna’… gibi. Havaya giren Nakata, kendisinden ve bizden sakladığı şeyi de sıkıştıracaktır o ara: “Jonnie Walker [J. W.] Bey’in yönlendirmesiyle orada olması gereken on beş yaşında bir delikanlının yerine adam öldürdüm. Bendeniz Nakata yapmak zorunda kaldım” (s. 545). Beklediği adamı bulmanın huzuru ile Saeki hanım da hayatını (Montblanc kalemiyle) yazıya döktüğü üç dosyayı beklediği adama teslim edecek, bekle(n)diği gibi usulcacık ölecektir. Nakata’mız da, emaneti yakıp kül ettikten sonra odasına çekilecek; beyaz, garip bir nesnenin ağzından kıvrıla kıvrıla çıkışı ile birlikte aramızdan ayrılacaktır.

Nihayet; öldürülmüş bir baba, evi yakın zamanda terk etmiş bir oğul ve -aklı dönük gibi görünse, mucize hâleleri ile dolaşıyor olsa da- yaşlı bir adamın söylediklerinden hareketle Takamatsu taraflarına uzanan polis, tedbiren Oşima’nın kulübesine nakledilen, dağ kulübesinden patikalara, patikalardan ormana -bilvesile, yeni bir ‘hayaller Disnayland’ine- ve tefekküre dalıp bütün bu tesadüfler ve mucizeler anaforunu ‘ sorunsallaştırmalara’ duran Kafka oğlan (“O neden beni sevmedi acaba? Ben annemin sevgisine layık değil miydim acaba? … Annemin beni sevmemesi, bende önemli bir sorun olduğu için miydi acaba? Vücuduma doğuştan bulaşan pislik gibi bir şey mi taşıyorum acaba?”), mesaiye içeriden katılan ‘karga’ (“Gençsin ve güçlüsün, ayrıca uyum gösterme yeteneğin de var. […] Bak, senin annen içinde şiddetli bir öfke ve korku taşıyordu. […] İşte o yüzden, seni terk etmekten başka çaresi yoktu. […] Başka bir deyişle onu affetmek zorundasın [s. 557-58])” ve vicdan muhasebesi ile Saeki hanım (“Çok eskiden terk etmemem gereken bir şeyi terk ettim. Her şeyden çok daha fazla sevdiğim bir şeyi. Zaman gelir de ya kaybedersem diye korktum. O yüzden terk ettim … Tamura beni affedebilir misin? [s. 616]”)…

-elbirliği ile bitirirler ‘roman’ı.

 

 

 

 

_______________________________

  1. Çev. Hüseyin Can Erkin, Doğan Kitap, Ekim 2009.
  2. Okumakta olduğunuz yazının özgün başlığı ‘Murakami ve Destursuz Roman Atı’ idi. Murakami’nin atı eleştirmenini peşi sıra tam 651 sayfa sürüklemiş, kuşkusuz, eleştirmenin tanıklığı ve eleştirel söz alışı da –anca- 8171 kelime ile kayda geçebilmişti. Romanlar –allah ne verdiyse- tozutup gidebilirdi, ancak, ‘eleştiri’ söz konusu ise, muhayyel okurun sabır haddini gözetmek kaçınılmazdı. Dolayısıyla, okur dostu iyi kalpli Varlık editörlerinin kalbini kazanmak üzere metne bir yıl sonra yeniden ayar verildi, yakın eleştirel okumanın ayrıntıları geri çekildi. Ha, sabrını sınamak isteyen hevesli okur var ise –kalmışsa-, söyleyeyim, ‘Murakami ve Destursuz Roman Atı’ haluksunat.com blogunda, ‘Kitaplaşmamış Yazılarım/ Yazınsal Eleştiri’ kategorisi altında bağlı kalacaktır.
  3. 15’ine basacak olan delikanlımızın ‘bankada biraz parası’ ve ‘banka kartı’ da vardır!
  4. Romanın dikkati çeken bir özelliği de, hemen her eşyanın ‘piyasa’ adı (markası) ile anılıyor oluşudur.
  5. Herze: Boş, abes, beyhude söz, hezeyan.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



No Responses Yet to “Destursuz Roman Atlarıyla ‘Sahilde Kafka’”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: