‘Yaşam hakkı’ savunusunun toplumsal kurucu değeri üzerine
21 Mart 2016’da ‘kuyerel.org’da yayımlanmıştır.
Türkiye korkunç bir -90’lar yaşadı. Kürt halkı yoğun devlet şiddetine maruz kaldı. O vakte, anadili ile, etnik kimliği ile yoksanmış, ağır kırımlara uğramıştı. -90’lar yaşanagelenleri katmerlendirdi. Köyler yakıldı yıkıldı, insanlar yerlerinden yurtlarından edildi, onurları ayaklar altına alındı. Binlerce ve binlercesi –bilinen failleri ile- meçhule yolculandı. Türkiye Batı toplumunun büyük çoğunluğu, olan biteni, bilmediğinden değil, içten içe onayladığından görmezden geldi. Türk temelli, ‘milli mutabakat’a kayıtlıydı onlar ve ‘Türk/Atatürk milliyetçiliği’ esaslı 12 Eylül Darbe Anayasası da kapı gibi arkalarındaydı.
Korkunç -90’ların sonu, 2000’lerin başı, yerel ve (‘neo-liberal’/ABD merkezli hegemonik) küresel şartlar dahilinde ‘ılımlı’ İslam’a şans tanımaya müsaitti. Küresel soygun düzeninin (kapitalizmin) muhtemelen daha istikrarlı (kitle destekli) işbirlikçilerine ihtiyacı vardı ve karşılığı AKP oldu.
Genel çerçeveyi dağıtmamak üzere ayrıntısına girmiyorum; lakin, 2002-2007 (AKP’nin kuruluş bildirgesi, iktidar oluşu, AB süreci ve Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Genelkurmay’ın, “Atatürkçülüğe, laikliğe ve Cumhuriyet’in temel ilkelerine, sözde değil özde bağlı” adaylık ayarının verildiği muhtıra dönemi) ve 2007-2010 (AKP’nin ‘laiklik karşıtı fiillerin odağı’ olduğu iddiası ile kapatılma, Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül dahil 71 AKP’linin siyasetten beş yıl yasaklanması talebi üzerine kurulu iddinamenin Anayasa Mahkemesi’nce kabul edilişi [Mart 2008], Ergenekon Davası [Temmuz 2008], Balyoz Davası [Haziran 2010], 12 Eylül Anayasası’na dair değişiklik referandumu [Eylül, 2010]) aralığına bugün gelinen yer üzerinden baktığımızda, vardığımız yerin belirleyici dinamiklerinin ve Türkiye siyasi İslam’ının kurucu değerlerinin, yalan dolandan, takiyyeden, demokrasi düşmanı gizli ajandalardan ibaret, bugünlerin hikmetinin –salt- Türkiye siyasi İslamı’nın meşrebinden menkul olduğunu söyleyebilir miyiz? Diyelim, anılan ahlaki sorunlar, ‘öteki’ne aba altında sopa hazırlamacılık… söz konusu kültürün hakikat bileşenlerinden olsun; peki, ezel-ebed, muarızına meşruiyet dışılık (dışarlıklılık) yükleyip muhatap kabul etmeyen, kendini Cumhuriyet’in ve devletin makbulü addedip ‘öteki’ni düşmanlaştıran, darbe tehditlerinin –devletin şiddet tekelinin- arkasına saklanıp ‘siyaset’ ürettiğini var sayan ‘beyaz’ zümrenin hiç mi kabahati yoktu? Anılan süreçleri, ‘Yesinler birbirlerini’ ile ‘darbeci ordu avukatlığı’ arasında geçiren, öfke ve çaresizlik bacayı sardığında ‘Yetmez ama evet’çi düşmanlığından öte siyaset üretemeyen ‘sol’un hiç mi sorumluluğu yoktu? (1)
*
Yukarıda andığım zamandizinsel/siyasal akış, bizi giderek, Roboski’ye, Gezi’ye, 17-25 Aralık’a, ‘Kumpasa getirildik’lere, darbecilerin ve kıdemli derincilerin aramıza karışmasına, ‘Seni başkan yaptırmayacağız’a, devrilen ‘Çözüm’ masasına, 7 Haziran’lara, Ortadoğu’da hâlini bilmeyip –mezhepçilikle- çulunu yırtmalara, Suruç’lara, bombalara, bombalara, Cizre’ye, Sur’a, Silopi’ye, Nusaybin’e, Yüksekova’ya, -insanlığa karşı işlenmiş suçlara rağmen- ‘Bizdensin ya da düşmanımızsın’lara… taşıdı. Dahası; Kürt coğrafyasındaki inkâr, aşağılama ve imha siyaseti, bir ateş topu oldu, geldi, gündelikleşmiş umursamazlığımızın tam ortasında patladı.
Bugün artık, hiçbir ideoloji, siyasi duruş ve aidiyet üzerinden tartımı yapılamayacak en temel hakkın, ‘yaşam hakkımız’ın karşılıklı olarak tehdit altında olduğu sınıra dayandık. O sınır bize, her türden aidiyetin ötesinde, -tüm farklılıklarımızla birlikte- ‘toplum’ olma, birlikte, birbirimizin yaşamını tehdit etmeden, ‘barış’ içinde yaşama tercihinin yegâne çıkış yolumuz olduğunu hatırlatmakta.
Türkiye toplumu kendi içinde –siviller arasında- savaş yaşamadı. Cumhuriyet bir iç savaş üzerine kurulmadı. Devlet adına iktidar olanlar, ‘kurucu/kutsal’ değerler üzerinden kullanılabilir düşmanlıkları her dem canlı tuttular ve gerektiğinde kullandılar. Yeri geldi gayri Müslimler, ihtiyaç duyuldu komünistler ve her fasılda Kürtler düşmanlaştırıldı. Zulümlerden, dökülen kanlardan bugünlere geldik. Şimdi, temel yaşam hakkımıza yönelik tehdidi görmezden gelmemiz, ‘terör’le birlikte yaşamayı öğrenmemiz isteniyor. Halbuki ihtiyacımız, sivil insan hayatlarını gözden çıkarttıran bu ‘intikamcı’ şiddetin yolunu kesecek ‘adalet’ duygusuna ve arayışına bir ân önce tutunabilmektir.
‘Amok, Terör, Savaş’ minvalinde, Dehşetli Zamanlar’ı tüm çarpıcılığı ile gözler önüne seren Wolfgang Sofsky’ye kulak verelim: “Öç alma tutkusu insan nesillerini üçüncü, dördüncü halkaya varıncaya değin birbirine bağlar. Gelecek kuşaklar kendilerinden öncekilerin başlattığını sürdürür sadece. Ataların nefreti sürekli yenilenir. Böylece ölüler çocuklarının ve torunlarının eliyle alırlar intikamlarını. Bu miras gelecek kuşakların sırtına kurşundan bir yük gibi çöker. Tarihin kâbusundan uyanmak imkânsızdır. İntikam tanrıları için geçmiş, hiçbir zaman geçmez. Misillemeden vazgeçmek kendi kökenine ihanetle eşdeğerdir. İntikam düşüncesi düşmanları barışmazlığa zorlar ve gelecek nesilleri geri dönülmez bir biçimde ölülerine zincirler”. (2)
Gelip dayandığımız musibetin bize hatırlattığı şudur bir bakıma: Eğer, temel aidiyetimizi, tüm farklılıklarımızla birlikte, eşitçe, özgürce, barış içinde birlikte yaşama kaygımız üzerinden tanımlamaz da, ‘şiddet’le çatışmak üzere şu ya da bu yandan olmayı seçersek, uçuruma yuvarlanmamız kaçınılmazdır.
Her ne olursa olsun, ötekinin yaşam hakkını gözden çıkaran hiçbir taraf oluşun herhangi bir tarafa kalıcı/insani yararı olmayacaktır.
Hasılı; terörden, terör tehdidinden, şiddetten arınmanın yolu, ‘yaşam hakkı’nın –koşulsuz- ‘toplumsal kurucu değer’ olarak tanınma ve savunusundan geçecektir. (3) *
_________________________
- Kuşkusuz, memleket yangın yerine dönmüşken, niyetim, ‘Yetmez ama evet’ polemiğine takılmak değil. Nesnel, ilkesel, hareket hâlinde bir demokratik siyasi mücadele yerine, ‘tarihsel/kültürel’ aidiyetlere çakılarak tavır almanın uygunsuzluğuna işaret edebilmek sadece.
- Dehşetli Zamanlar/ ‘Amok, Terör, Savaş’, çev. Dilek Zaptçıoğlu, İletişim Y., 2009, s. 198.
- En temel hakka, ‘yaşama hakkı’na dönük kaygının, -büyük doğal felaketlerde olduğu üzere- kendiliğinden bağlayıcı bir değer olmasını bekleyemeyiz. Söz konusu kaygının kurucu değer kazanması için ‘siyasi’ çaba kaçınılmaz. Tam da o noktada, CHP ve HDP’ye tarihsel görev ve sorumluluk düşmekte: Farklılıkların eşitliği, kalıcı barış, özgürlükçü ve çoğulcu bir yaşamın ‘toplumsal sözleşme’ zeminini kurmak üzere tüm öznel ve yapısal ketlerinden arınıp yan yana durabilmek.
* Bu yazı yazıldıktan sonra, İstiklal Caddesi bombası yaşandı. İnternetler işlevsizleşti, yazı elde kaldı. Failin olası kimliği üzerinden tavır alınmıştı. Fail, IŞİD eylemcisi olarak kesinleştiğinde, TAK ihtimaline göre konuşanların hey heyi dağıldı. Fail, kim olursa olsun, Kürt-Türk ve diğer bileşenleri ile ‘demokratik bir ulus’, ‘demokratik bir cumhuriyet’ inşa edip ‘Devlet’in kadim kurucu oyunları bozulmadıkça, dolayısıyla, ‘barış’ samimi olarak bu toplumda derinleşmedikçe, ‘derin iktidar’lara hayatlarımızın yenik düşmesi kaçınılmaz.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | Leave a Comment
No Responses Yet to “‘Yaşam hakkı’ savunusunun toplumsal kurucu değeri üzerine”