‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Çatışma ve Demokrasi

08Oca16

 

 

 

Bu yazı, Varlık dergisinin Ocak 2016 sayısında yayımlanmıştır.

 

 

 

‘Hakikat’e itibar ve ‘hakikatlilik’, bilhassa da ‘neo-liberal’ zihniyetin topumuzu küresel kuşatma altına aldığı ‘modern-sonrası’ zamanlarda iyiden iyiye gözden düştü. Eğer ‘çatışma’, hakikatle münasebetimizin (ya da, o gerginlikli ilişkinin) bir tezahürü (görüngüsü) ise, ‘hakikati arayış iklimi’ olması icap eden ‘demokrasi’ ile çatışma arasındaki hısımlık nedir?

 

Meseleyi, ‘psikanalitik duyarlık’la buluşturmadan önce, ‘çatışma’ sözcüğü ile biraz meşgul olalım.

 

Sözcüğün kökeninin ‘çat’ olduğu açık. Kırılan, çatlayan, çarpışan şeylerden gelen sesi yansıtıyor. Şiddeti çağrıştırdığı belli –lakin, alkışlamak için de el çırpmak ve çat-çat ses çıkarmak gerekiyor; şiddetten uzaklaşıyoruz.

 

Peki, ‘kaş çatıldığı’nda ya da ‘tüfekler çatıldığı’nda ne oluyor? ‘Öfke’ ya da ‘hiddet’in dolayımında şiddete bir gönderme değil mi, çatılanlar? Bir iç içe geçmişlik ya da?

 

‘Orta yer’ anlamına da geliyor çat –alın çatı, mesela. Yine bir orta, ortada buluşma var. Uzlaşıyı çağrıştırıyor. Ancak, sıklıkla da, alın çatı, kendisine yerleştirilenlerle hatıra geliyor sanki.

 

Çat’ın bir diğer anlamı, ‘iki yolun birleştiği yer’ –yol çatı. Farklı yönlere giden iki yol, gidecekleri yere varmadan önce, birbirleri ile kesişiyor. Farklı yönlere yol almadan önceki ortaklık noktası. Kesişme, çatışma, paylaşma, ayrışma. Şiddetten biraz daha uzaklaştık.

 

Yaşanan mekânın üstünü örten ‘çatı’ ise, daha yapıcı, daha müşfik, koruyucu ve toparlayıcı. Şiddetten iyice uzaklaştık –ama korur ve toparlarken ötekilerden ayrılığa işaret ettiği de açık değil mi?

 

Köpek ya da deve çiftleşmesine de ‘çatışma’ denmekteymiş (bak sen!).  Çiftleşmenin, karşıt cinsiyetler arası, aşk ve nefretle yüklü bir karşılaşma/karşıtlaşma, o anlamda bir çatışma olduğunu söylemiyor mu bize, söz konusu mahlukatın cinselliği? Tam da burada, karşıtların biraradalığında, -sıçrayışa dönük uzlaşı olmak anlamında- yeni bir meyveye duruşu ayırt etmek çok mu fantastik kaçar acaba?

 

Bütün bu örnekler bana, ‘çatışma’ dediğimiz ve ilk adımda şiddeti çağrıştıran şeyin, mutlak olarak öyle olmadığını, karşıtını da içerdiğini, -belli bir sınır çerçevesinde- buluşma, ortaklaşma, birbirlerinde yeniyi üreterek yol alma… gibi anlamlara geldiğini de düşündürüyor –ve, bizi o hâli ile ilgilendiriyor.

 

Kökünden kökeninden kalkarak irdelediğimiz ‘çatışma’nın dile getirdiğimiz kullanımlarının tümüyle dışında kalan; ötekini yok sayıcılıktan, ağır hakaret, küfür kıyamet, sille tokat girişmeye, levye, bıçak, tornavida, top, tüfek, vb.’leri ile ötekini yok etmeye… uzanan marifetleri kapsadığını da biliyoruz. Burada da, karşıtların karşılaşması var. Lakin, karşıtlaşanların/çatışanların, birbirlerini ‘tesirsiz kılma’ya, birbirlerine ciddi maddi-manevi hasar yaşatmaya teşne oldukları da âşikâr.

 

Peki; çatışmadan ‘demokrasi’ye uzanırsak; demokrasi, en genel anlamında ve öncelikle, ‘özgürlük/ler’i ve karşıtlaşanların, farklı olanların biraradalığını güvencelendiren/temellendiren bir yaşama terbiyesi ise; ve özgürlüklerin sınırı, ötekinin özgürlüğüne saygı noktasından geçiyor ise; -muhatap ya da muarızını yok saymaya, tesirsiz kılmaya, yok etmeye yönelik- ‘çatışmacılığın’ (yani, -o anlam ve raddede- ‘şiddet’in) demokrasi ile alakası olabilir mi? Tariften ve eşyanın tabiatından mülhem; ‘Hayır!’ Öyleyse, karşıt önermelerin çatışması/karşılaşması, ortaklaşması ve birbirlerinde yeniyi üreterek yol alması… anlam katında yer açtığımız ‘çatışma’ ile devam edelim yolumuza.

 

 

Psikanalizden ilhamla

 

Şunu söyleyelim; gerek demokrasiler, gerekse psikanaliz için anahtar kelime ya da kavram, -andığımız anlam katındaki- çatışmadır.

 

Anahtardır; zira, demokrasiler de, psikanaliz de, varoluşsallığa dair ‘sav’- ‘karşı-sav’ nitelikli karşılaşmalardan kaynaklanan ‘çatışmaları sorunsallaştırır’lar. (Bunun, ‘çatışkı’/‘antinomi’ ile [çelişen, karşıt önermeler bütünü –‘çatışık fikirler’] örtüşümünü de aklımızda tutalım isterim). Her ikisinin de temelinde/merkezinde ‘bedensellik’ varsa da, esasta, karşılaşanlar, duygu, tahayyül, tasavvur ve talep görünümünde savlardır.

 

Öyleyse, bu aşamada, psikanalizin, ‘çatışma’yı nasıl sorunsallaştırdığına bakalım, ve, tespitlerimizin, ‘demokratik siyasi edimsellik’le örtüşümlerini kurmaya çalışalım.

 

Kimse, analiste, bir çatışmanın adını koyarak gelmez –‘benim şu çatışmam var,’ demez. Bir yakınma, şikâyet ile gelir. ‘Belirti’ anlamına gelmek  üzere, ‘semptom’ (‘symptom’) olarak anılır bu şikâyetler. Şöyle söyleyelim; belirti, bir ‘iç’ (‘intrapsişik’) çatışmanın (‘conflict’) ifadesidir –ya da, çatışma, bir belirti ile bize seslenir.

 

Peki; bu çatışmaya yol açan nedir? Dürtülerden söz etmemiz gerekiyor. Psikanaliz, birbirine karşıt iki dürtü kabul eder: ‘Eros’ ve ‘Thanatos’ –‘yaşam’ ve ‘ölüm’ dürtüleri. Psikanaliz için, ‘varoluşsallık’, karşıtların biraradalığıdır. Ama bu karşıtlık, aynı zamanda, ‘haz’ ile ‘gerçeklik’ arasındaki karşılaşmaları da örer.

 

Şöyle söyleyelim; dürtüler, mutlak ‘doyum/haz’ arayışı içindedirler. O niyetle, ‘nesneler’ dünyasına -‘gerçeklik ilkesi’ ile kurulmuş dünyaya- yönelir ve o dünyanın mevcut gerçekliği içinde doyum imkânı ararlar.

 

İşte; dünya hâli içinde, bir yakınma ile analize gelen kişi, esasında, ‘haz ilkesi’ (dürtünün mutlak doyum arayışı) ile ‘gerçeklik ilkesi’ (doyumun koşullara bağlanışı) arasındaki çatışmadan mustariptir.

 

Hemen bu noktada, demokratik siyasi edimsellik içindeki öznelerin de, -bir anlamda- öznel ihtiyaç ve talepleri ile verili gerçeklik  arasındaki çatışmalarını sorunsallaştırdıklarını, orada da, ‘haz’ ve ‘gerçeklik’ ilkeleri arasındaki çatışmanın belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.

 

Analizdeki bireye dönersek; haz ve gerçeklik ilkesi arasındaki çatışmayı bilince yansıyışından alıkoymanın ilk yolu, ‘bastırma’dır: çatışmaya yol açan istemin bastırılması. Bir diğer yol ise, tam bastırılamayan isteme, belirtisel bir çıkışın (‘symptom formation’/ ‘belirti biçimlenişi’) sağlanması. Demek ki, belirti, tam olmasa da, simgesel bir doyumdur. Fakat, her ikisi de, ‘marazlı’ yollar. Zira, verili gerçekliği dönüştürerek ‘kendi olma’ya imkân tanımıyorlar. O anlamda, verili –varoluşsal- gerçeklikleriyle ‘yüzleşme/ hesaplaşma’, bir başka deyişle, ‘hakikat’ yoluna koyulma olanağı yok bu kimselerin.

 

İşte; çatışmaların sorunsallaştırımı, analizanın (analizde olan kişi), çatışmalarının yol açtığı -bastırma ya da belirtisellik olarak yansıyan- savunma örtüntülerinin kuruluş tarihçesi, bir başka deyişle, haz ve gerçeklik ilkesi çerçevesinde yaşadığı karşılaşmaların (biz buna, ‘nesne ilişkileri’ diyoruz) hikâyesi içinde yol almasıdır. Nihayetinde, sonuçlarından yakındığı bir hayat hikâyesinin müellifi tarafından yeniden ele alınması/çözümlenmesi (‘analiz’i) ve yeniden yapılandırılmasıdır, söz konusu olan. Bu, analizanın, muhatap olduğu ve bir şekilde içselleştirdiği gerçeklikle ilişkisini ‘yaratıcı’ bir çaba ile dönüştürmesi ve ‘kendilik’ini (‘self’) yeniden yapılandırması anlamına gelir. Bütün bu yaratıcı edimselliğin, analistle uygun ‘ilişki’ içinde gerçekleştiğinin de altını çizelim.

 

Peki; psikanaliz, ‘verili kendiliğin dönüşümü’nü gerçekleştiriyor ise, bunu, hangi ilkesellikler üzerinden sağlıyor? En temel ilkeler şunlardır:

 

  1. ‘Serbest çağrışım’: Analizanın, aklından geçen (bilincinin kıyılarına vuran) her şeyi, hiçbir engele/yasağa tâbi olmadan dile getirmesidir. Demek ki, -biraz kendi konumuza yaklaşırsak- verili gerçeklik içinde varoluşsallığın sorunsallaştırımı, öncelikle, ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’nden geçer.

 

  1. ‘Analistin yüksüz ve yansız bir dinleyici olması’: Analistin, analizanı, herhangi bir üst değer ya da yargıya başvurmaksızın, yargılamadan, yönlendirmeden dinlemesidir. Yalnızca, halden anlayıcı (‘empatik’) bir dinleyiciliktir onunki. Kös değil, ‘samimi’ bir dinleyicilik. Bu da, demokrasilerde, bireylerin –ya da, toplumsal kimliklerin- mevcut çatışmaları içinde özgürce ve selametle yol alabilmelerinin, herhangi bir ‘ulvi, müstesna, mütehakkim’ değer ve ölçüye tâbi olmamakla (kendileri olarak ‘tanınma’larıyla) mümkün olduğunu söyler bize.

 

 

Siyasi edimsellik ve demokrasiye dönersek

 

Psikanalitik deneyimden de ilhamla, ‘çatışma’nın ima ettiği şiddet düzeyleri ile demokrasi arasındaki mesafeyi yoklamaya çalıştık. Peki, demokratik edimsellik adına seçilmiş ‘politik tavır’lar yelpazesinde hangi düzeyler var?

 

İlk düzey, ‘polemik’ düzeyidir. Polemik, Yunanca ‘polemos’tan geliyor. Karşılığı, savaş, düşmanını yok etme çabası –şiddet yüklü, çatışmacılığa yakın. Sözgelimi, bizde, istikrar kazanmış olanın, -tümden paydos edilmemişse- ‘düşük düzeyli/ polemikçi (bir) demokrasi’ olduğunu söyleyebiliriz.

 

Bir diğer politik tavır (ya da, demokratik düzey) ise, ‘ikna’ esaslı olanıdır. Hakikat yolculuğunda derinlik sağlamaya müsait değilse de, iknanın, ikna edilmeye de açıklıkla birlikte olması durumunda, çatışmaların sorunsallaştırımında göreceli bir kıymeti vardır. Bizde ‘ikna’nın harcıâlem örneklerinin, parmak sallama, gözdağı verme, tehdit, vs. olduğunu reddedemeyiz.

 

Bir üçüncü düzey ise, ütopik gibi görünen, çatışmaların ardındaki ‘hakikat’e doğru yol almayı öngören, ‘içtenlik’ ve ‘dürüstlük’ ilkelerine sadakatle yolunu yürüyen bir tür ‘hakikatlik’ çabası anlamındaki demokratik siyasi edimselliktir. Kanımca, demokrasilerin ‘gelişimci istikrarı’ da o yönelim içinde aranmalıdır.

 

Şimdi; psikanaliz, analizanın, verili gerçekliğinden/çatışmalarından kalkarak kendi kişisel hikâyesi içinde içtenlik ve dürüstlükle yol alması ve o suretle yürünen bir ‘hakikat yolculuğu’ ise; acaba, buraya dek kurduğumuz örtüşümlerden hareketle, demokrasiler benzer bir yolculuğa nasıl çıkabilir? Kısaca şunları söyleyebilirim:

 

  1. Herkesin kendi çatışmalarının hikâyesi içinden yol alıp özgürce kendisini ifade edebilmesi ile,

 

  1. Bireylerin ya da kimliklerin (ulusal, sınıfsal, soysal, inanışsal, kültürel, vb.) gerek kendi hikâyelerine bakar, gerekse ötekinin hikâyesini dinlerken, -mutlaklaştırılmış/ üst değerlere tâbi olmaksızın- özgür bir ilişkisellik içinde hareket edebilmeleriyle,

 

  1. Bireysel ve toplumsal çatışmalarla ‘yüzleşme’nin/‘hesaplaşma’nın, o anlamda, çatışmaların içinden yürüyerek yeni bir bireysel ve toplumsal varoluşsal gerçeklik üretebilmenin (‘siyasal yaratıcılık’ın) göze alınabilmesi ile.

 

 

Nihayet

 

Kadim dostu Fliess, Freud’a, analizin ne zaman sonlanmış kabul edileceğini sorar. Freud, ‘Ne zaman analizan, analizin sonu olmadığını kabullenir, o zaman,’ diye yanıtlar dostunu.

 

Kanımca, ‘demokrasi/ler’ de, ancak, kendileri ile ilgili arayışın sonsuzluğu –ucu açıklığı- kabul edilmek koşulu ile istikrar kazanacaktır. Bir başka deyişle, ‘demokrasi/lerin istikrarı ve zenginliği’, çatışmaların üstünü örtmeyen, onları içtenlik ve dürüstlükle sorgulayıp sorunsallaştırabilen bir yaşama terbiyesi ve ‘hakikatlilik’ ehliyeti ile temin edilebilecektir ancak.

 

 

-ya da, demokrasilerin güvencesi, ‘demokrasi’nin kendisidir. (1, 2, 3)

 

 

 

____________________________

  1. Demokrasinin işleyişini, işleyişin yayıldığı yelpazeyi ve o bağlamda –güncel olarak- bulunduğumuz yeri irdelemek üzere kaleme alınmış olan bu yazının kökeninde, 3. Antalya Felsefe Günleri (Mayıs 2013 tarihli) sunumum vardır.

 

  1. Bu yazıda, ‘çatışmaların sorunsallaştırımı’ bağlamında, ‘demokratik açılım’ şansları değerlendirilmeye çalışılmıştır. Peki; -‘biçimsel/göstermelik’ olanın ötesinde- bir demokrasi içinde yaşamıyorsak; yani, mesele, demokrasinin nitelik kazanması değil de, ‘tahakküm/otokrasi’ye karşı bir eşik atlama, demokrasi ve özgürlükler ‘için’ mücadele ise, çatışmanın ima ettiği ‘eylemli şiddet’ ile münasebetimiz ne olacaktır? Ben, bu noktada, “Hayır!’ Dememenin İmkânsızlığını Tatmak ya da ‘Antigone” başlıklı (‘insan’ olmayı, ‘adalet ve meşruiyet’i esas alan; ‘otoriter legalizm’e karşı, ‘aleni’, -sandıkçı/rızacı olanın ötesinde- ‘kendiliğindenlikçi’, ‘adem-i merkeziyetçi’ ve ‘şiddet kullanmayan’ bir eylemlilik olarak ‘sivil/siyasi itaatsizlik ve direniş’ ve elbet, ‘parrhesia’ tavrına ilişkin –bkz., Varlık, 2015/10-1297) yazımın okunmasını tavsiye ederim.

 

  1. ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Spinoza ve Felsefesi (Bağlam Y., 2014) çalışmamdan küçük bir alıntı: “Caydırıcılığıyla en makbul yaptırımın değil, devredilen gücün ehliyetle kullanılacağı egemenlik tarzının ne menem bir şey olabileceğini sorgulamakta olan Spinoza, şunu sorar: Peki, hem doğal hakkın gözetilmesi, hem de barış içinde toplumsal bir yaşam kurmak üzere antlaşmalara bağlı kalınması, her insanın –bireysel- gücünü topluma devretmesi ile sağlanamaz mı? Yani, tek tek insanların doğal güçlerinden kaynaklanan güçlerini devrettikleri öznenin (üstün gücü kullananın) halk olduğu -bir başka deyişle, ‘[g]ücü altındaki her şeye ilişkin üstün hakka toplu olarak sahip evrensel insan birliği’nin siyasal düzeni demek olan- ‘demokrasi’ ile? (Ya da, kitap kenarına benim düştüğüm tarifiyle, ‘aklı, kendi kendisinin efendiliğini mümkün kılacak üstün güce dönüştürenlerin birliği olarak demokrasi’ ile?)” (a.g.y., s. 314). Dolayısıyla; “‘Hiç kimse üstün güce her şeyi devredemez ve bu zaten gerekli değildir,’ diye başladığı XVII. Bölüm’de de [Teolojik-Politik İnceleme’den söz edilmektedir] Spinoza, ‘[g]erçekten de hiç kimse, gücünü dolayısıyla da hakkını, onu insan olmaktan çıkaracak ölçüde bir başkasına devredemez. Her istediğini yapabilecek bir üstün güç de asla varolamayacaktır,’ der –zulüm kimsenin yanına kâr değil anlamına. Kişisel hak devrinin sınırı, son tahlilde, kamusal hakkın özel çıkara ağır bastığı noktadan geçer” (a.g.y., s. 318).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



No Responses Yet to “‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’ Çatışma ve Demokrasi”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: