Psikanalizin Penceresinden Bakarken/ Nöroloji, psikiyatri ve psikanalizin ‘epistemolojik’ sorgulaması/ ‘madde-tin’ bağlamında psikanalitik ‘ilişki’ (*)
Bu metin (dipnotlarda işaret edilenin ötesinde), Libido dergisinin Temmuz-Ağustos 2015 tarihli 16. sayısında yayımlanmıştır.
Nöroloji, psikiyatri ve psikanalizin ilgi nesnelerine bakış ve ele alışlarında ciddi epistemik yönelim farklılığı vardır. Bu ise, en genel anlamda, ‘epistemolojik tutarlılık/bütünlük’ sorgulamasına davet eder bizi. Klinik olgu örnekleri üzerinden izah etmeye çalışalım.
Sözgelimi, nörolojinin, temel klinik olgularından olan ‘epilepsi’ye yöneliminde (nöroloğun bir hekim ve bilim insanı olarak olguyu ele alışında) herhangi bir ikircim ya da tutarsızlık söz konusu değildir. Zira, epilepsi, beynin ilgili bölgesinin sıra dışı elektriksel boşalımının klinik ifadesi ise, klinik ‘görüngüsel’ (‘fenomenal’) değer kazanmış olanla (yani, ‘epileptik nöbet’le), onun bağlantılandırıldığı elektriksel boşalımın ‘maddi’ gerçeklikleri arasında –nöroloğun yapıp ettikleri ve açıklamaları bağlamında- tam bir tutarlılık vardır: ‘Nedeni şu, şöyle şöyle oluyor ve dolayısıyla, klinik patolojik olguyu gidermek için de şu ilacı veriyorum,’ der ve sağaltımı gerçekleştirir nörolog. Tam bir tutarlılık ve ‘epistemolojik sorunsuzluk’tur bu.
Şimdi de ‘psikiyatri’ye bir bakalım. Orada işler biraz karışık. Diyelim, adamın birini getiriyorlar; ve adam, ‘Ben mehdiyim,’ diyor. Tanrı ile konuştuğundan falan söz ediyor. Yani, kendini mehdi olarak ifade eden; bir başka deyişle, ‘görüngüsel’ katta (nöroloğun ‘epileptik nöbet’i gördüğü katta), mehdiliği ‘dil’ine vurmuş bir (‘şizofrenik’) olgu. Şimdi, psikiyatr diyor ki, ‘Evet, burada bir tuhaflık, uzlaşımsal düzeydeki gerçek yargımızı bozan bir hal var’. ‘Evet,’ diyor psikiyatr, ‘bunun aklından zoru’ olmalı. Başkalarının akıl birliği kurduğu yerde, o, aklın sınırlarını zorlamış. Bu, ‘dil’e gelenden (‘Ben mehdiyim’) hareketle kurulmuş ‘tanımlayıcı’ (‘descriptive’) bir ölçüt. E tabii, psikiyatr, bir ‘hekim’ olarak, onunla da kalmıyor, mehdimizin, organik katında da sıra dışı bir şeyler olduğunu düşünüyor. Öyle ya, mehdilikle iltifatlandırılmanın, daha doğrusu öylesi bir iddianın, dünyevi/uzlaşımsal bir gerçeklik olmadığını kabul ediyorsa –ya da, öylesi ‘makul’ bir akla tâbi ise- psikiyatr, ‘E,’ diyecektir, ‘bunun akılhânesi’nde (yani, aklın ikâmet ettiği yerde) de bir ârıza olmalı’.
Elhak, doğru! Maddesiz mânâ olamayacağına göre, her ne kadar ‘uzlaşımsal gerçek algısı’na/‘harcıâlem rasyonalite’ye uymasa da, adamın akılhânesinde, yani beyninde öylesine değişimler olmuş olmalı ki, kendine mahsus (‘subjektif’) bir rasyonalite ile kılı kıpırdamadan mehdi olduğunu söyleyebilmekte. İşte, nörologla psikiyatrın arasındaki epistemolojik yönelim farklılığı: Nörolog, klinik düzeyde gördüğü ile organik düzeyde olanın bağlantısını açıkça gösterebiliyorken, psikiyatr –bir ‘elektrik uyaran’ somutluğunda ve doğrudanlığında- o bağlantıyı ne kurabiliyor, ne gösterebiliyor. Bir başka deyişle, -uzayda yer kaplamayan, sadece zamanda var olan doğal bir oluşum olarak- bilinç katındaki fenomenal bir değişimi (‘Ben mehdiyim’ iddiasını yani), o kişinin uzamsallığındaki bir değişimle irtibatlandırmak istiyor –ama, nafile. Ve, aradaki fark kapanmadıkça –ya da kapanmadığı kadar- psikiyatri, nöroloji gibi epistemolojik tutarlılığı olan bir bilim olamıyor. Bir başka deyişle, iki ayrı epistemik yönelime itibarla, yani, ‘epistemolojik düalite’ ile malul ve melul kala kalıyor, nörolojinin karşısında.
Peki; oradan ‘psikanaliz’e geçelim. Orada işler nasıl seyretmekte ona bir bakalım. Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, öncelikle bir ‘nörolog’dur. Brücke ve Meynert’in laboratuarlarında çalışmış; ‘nöroanatomi ve nörofizyoloji’ye yoğunlaşmıştır ilkin. Hatta, kadim dostu KBB hekimi Fliess’e (1895 nisanında) gönderdiği mektubunda, ‘nörologlar için psikoloji’ bahsine tutkuyla bağlandığını yazmış ve tutkusunun eserini aynı yılın eylül-ekimi gibi, Bilimsel Bir Psikoloji Projesi adıyla dostuna göndermiştir de. Proje, -patolojik olanlar da dahil- ‘ruhsal’ olguları, nörokimyasal/nörofizyolojik düzeyde ve ‘enerji’ akışlarının ‘niceliksel’ değişimleri üzerinden açıklama yönelimindedir. Ancak, Freud’un tutkusu orada bağlanıp kalmaz ve ruhsal olguları, ‘dinamik bilinçdışı’ üzerinden açıklamayı yeğler. Bilim ve meslek hayatı boyunca da, bilinçdışı, hep ilgisinin merkezinde kalır ve ‘psikanaliz’i onun etrafında kuramsallaştırır. (Bu arada, Fransız psikanalist Jacques Lacan’ın, Freud’a ve psikanalize direnci, onun ‘cinsellik’e ilgisine değil de, ‘bilinçdışı’nı herkesin gözüne sokuşuna bağlaması da dikkate değerdir. Haklı da olmalıdır; zira, Kopernicus ve Darwin’den sonra, ‘aklı ile maruf addedilen insan’a üçüncü narsisistik darbeyi de öylelikle Freud indirmiştir –bilincin dışında, bir, bilinçdışı kabulüyle.)
Toparlarsak; evet, psikiyatrinin ‘epistemolojik’ bir ‘düalite’ sorunu var. Peki, psikanaliz ne yapıyor? Onun da böyle bir ‘düalite’ sorunu yok mu? Psikanalist diyor ki, benim muhatabım, ‘kendi olma’ hâli içindeki insandır –yani, ‘kendilik’ (‘benlik’/‘self’) ve dolayısıyla, onun işleyiş ve kuruluş hikâyesi. Doğumla başlayarak, insanın, kendiliğini kurmak üzere kendi ve etrafı ile kurduğu ilişki’yi esas alırım. Yani, bugünkü ‘ben’, tarihselliği içinde, kendi ve öteki ile ilişkinin eseri olmalıdır. Psikanalist o hikâyeyi muhatap alır; hikâyeden de önce müellifinin anlatısını (‘analiz’de dile geleni).
Somutlamak ve mütekabiliyet kurmak için, psikanalizin penceresinden de, ‘histerik konversiyon’un ‘non-epileptik’ ya da ‘epileptiform’ konvülsiyonlu örneklerine bir bakalım. Anılan tablo, psikanalist için (nörolojik ayırıcı tanısı temin edildikten sonra), -genel anlamında- bir ‘belirti biçimlenişi’ (‘symptom formation’), biraz daha dinamik dillendirme ile, bir ‘uzlaşı biçimlenişi’dir (‘compromise formation’). Psikanalist şunu soracaktır; ‘Önümdeki şu kendilik, neden böylesi bir belirtisellik içinde kendini icra etmektedir? Belirti, ihtiyaç üzere sığınılan bir savunma ise, neden böylesi bir savunuya ihtiyacı vardır? Hangi ‘ilişkiler’ hikâyesi içinden yol alarak böylesi bir savunuya eğilimli hâle gelmiştir o kişi?
Olay her zaman şudur: Verili ‘kendiliksel/varoluşsal bütünlüğü’ tehdit eden bir travma (ki, ‘varoluşsal kaygı’ [‘anxiety’] olarak duyumsanır) yaşanmış; travmanın uyandırdığı kaygı, -arkasındaki dürtüsel enerji ‘convert’ edilerek (‘çevrilerek’)- ‘konvülsif’ bir nöbete tahvil edilmiştir. Histerik konversiyonlarda yaşanan kaygı, ‘kadim travma’nın ‘ödipal’ içeriğine ve ödipal nitelikli çatışmaya işaret eder. Bu şu demektir: Vakti zamanında, cinsel dürtü enerjisi uygunca kendi nesnesine akamamış –daha doğrusu, akabileceği ehliyeti kazanamamış- ve dürtünün doyum talebi üzerinden (bilinçdışı düzeyde) tecrübe edilen nesne ilişkisi ‘ruhsal/cinsel gelişim’ sürecine ‘takılma’ (‘fixation’) ile izini düşürerek travmatik bir değer kazanmıştır. İşte; karşımızdaki kendilik, yaşadığı güncel travma ile kadim travmanın belirlediği yere gerilemiş (‘regression’) ve cinsel dürtü enerjisi, ‘erotojenize edilmiş beden’ üzerinden boşalma (‘deşarj’) imkânına sığınmıştır. Bir başka deyişle, yeniden, gerçek -hayat içindeki- nesne yatırımından vazgeçilmiş, çocuksu/temsili (arkaik) –ve, majik- doyum yolu çıkış olarak kullanılmıştır.
Bu hikâye, aynı zamanda, bedenselliğimizden hareketle doyum için dış dünyaya yönelen ‘dürtü’nün ‘haz’ arayışının hikâyesidir. Ya da, bütün hikâye, ‘haz ve gerçeklik ilkeleri’nin o kişinin şahsi tarihselliği içindeki karşılaşmalarından ibarettir. Bir tedavi uygulaması olarak psikanaliz de o hikâye ile uyarlıdır. Analizde olan kişi (‘analizan’) söz konusu tarihselliği içinde yolculuğa çıkar ve yolculuğu süresince ‘meşrebi dahilinde’ aktarımda (‘transference’) bulunduğu analistin aynasında –yani, yine bir ilişkide, ‘aktarım ilişkisi’nde (‘aktarım nevrozu’)- kendini çözümleyerek kendiliğini yeniden kurar.
Böylelikle, psikanaliz, ‘dürtü-nesne ilişkileri-bilinç/bilinçdışı-’ bağlamında bir ‘oluşum ve dönüşüm’ hikâyesine kendini bağlayarak, ‘düalite’ sorununu psikiyatriye havale eder –ya da, hiç üstlenmeyerek yoluna devam eder. Ancak, o aşamada, –psikanalistin değilse de, ‘Ne yapıyor bunlar?’ diye onlara dışarıdan bakanların- temel sorusu şudur: Gerek insan yavrusunun ruhsal doğumu (Margaret S. Mahler’in tâbiridir [1]), gerekse ‘analizan’ın ‘analist’’le ilişkisi bağlamında –ya da, en genel anlamında- ‘ilişki/ nesne ilişkileri’ denen şey, nasıl olup da kendine mahsus bir ‘kendiliksel’ duruşu yapılandırmaktadır? Bir başka deyişle, ‘edimli ilişki’ içinde, nasıl/hangi maddi dolayımla, beden, bir kimliğe/kendiliğe bürünmekte ya da değişip dönüşebilmektedir.
Benim için, yani, uzun yıllar boyunca ‘eğitim analizi’nden geçmiş ve psikanaliz uygulamış biri için, psikanalizin işleyişi ile ilgili bir ‘inanma’ sorunu yok. Nasıl müessir/etkili olduğunu bildik ‘maddi’ düzeyle bire bir açıklama şansım da yok elbet. Her ne kadar, Sigmund Freud, nöroloji ile helalleşirken, ‘Rahat olun, gün gelir, maddi bilimler onu da açıklar,’ yollu hafif ‘mor külhani’ bir çelebilik göstermişse de, vaziyet ve vazife orada durmakta –arzu edene. (2)
Ancak, ta 17. yy. başının Benedictus de Spinoza’sının Etika’sında, ‘Anlığın Doğası ve Kökeni Üzerine’ başlıklı ikinci bölümde yer alan önermesi –gerek, psikiyatrinin ‘düalite’ meselesi, gerekse de, psikanalizin ‘madde-tin’ ilişkisi bağlamında sorgulanışı adına- bir esin ve cesaret kaynağı olarak başucumuzda durmaktadır da: “İdeaların düzen ve bağlantıları, şeylerin düzen ve bağlantıları ile aynıdır” (II, 7). Ve, tanıtlamasından sonra da şöyle bir ‘Not’ düşer Spinoza: “… tözün özünü oluşturuyor olarak algılanabilen her şey yalnızca ve yalnızca tek bir töze aittir; ve dolayısıyla, düşünen töz ve uzamlı töz, bir zaman bu, bir başka zaman şu yüklem altında kavranan bir ve aynı tözdür. Böylece, yine, bir uzam kipi ve o kipin ideası iki ayrı yolda anlatılan bir ve aynı şeydir…”
Yani, yol, kanımca, diyalektik maddecilik’e çıkar. (3)
Dahası; o yolun erbabı Friedrich Engels’in, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu isimli (1888 tarihli) metninin sonuna aldığı, 1845 tarihli ‘Feuerbach hakkındaki tezleri’nin ilkinde yoldaş Karl Marx da şunları söylemiştir: “Bütün geçmiş materyalizmin –Feuerbach’ınki de dahil olmak üzere- başlıca kusuru, eşyayı [şeyleri], realiteyi, hissedilir âlemi müşahhas [somut] insan faaliyeti olarak, pratik olarak, subjektif bir tarzda değil de, sırf obje veya temaşa [görülebilirlik] şeklinde anlamasıdır. Bu yüzdendir ki, aktif yan, materyalizmin aksine olarak, idealizm tarafından geliştirilmiştir. (…) Feuerbach, müşahhas objeler, düşüncenin objelerinden gerçekten ayrı objeler kabul eder, ama insan faaliyetinin kendisini objektif faaliyet olarak anlamaz”.
Marx, tezlerinin 11.’sinde ise sözlerini şöyle bağlar: “Filozoflar dünyayı çeşitli tarzlarda tefsir etmekten başka bir şey yapmadılar. Halbuki, asıl mesele, onu değiştirmektir”.
Nihayetinde; insan faaliyetinin (ki, ‘bilinçdışı/bilinç’ işleyişi içinde tarif etmeye çalıştım) ‘nesnel/objektif’ kıymeti; o anlamda, ilişkinin de kurucu ve değiştirici değeri açıktır benim için. Üstelik, maddeye müdahale terbiyesinin de –kaçınılmaz!- o ilişkiler içinde kurulacağını hatırlatmak isterim. (4, 5, 6)
_______________________________
(*) Metin, 20 Aralık 2014’te, ‘Korkut Yaltkaya’ anısına düzenlenen 9. Klinik Nörofizyoloji Sempozyumu’nda; 23 Aralık 2014 tarihinde de, ‘Salı Düşünceleri Topluluğu’na yapılan sunumda esas alınmıştır. Sunum metninin esinini veren kıymetli çalışmaları (Organo-Dinamik Teorinin Epistemolojik Kritiği [Uzmanlık Tezi, 1986], Histerik Bilinç [Metis, 2007], Madde ve Mana/ ‘Rasyonalitenin Kökeni’ [Metis, 2011]) dolayısıyla sevgili meslektaşım ve dostum Saffet Murat Tura’ya şükranlarımı sunarım.
1. Bkz., Margaret S. Mahler, İnsan Yavrusunun Psikolojik Doğumu (‘The Psychological Birth of the Human Infant’), Metis Y., 2003 (Basic Books, 1975).
2. S. M. Tura’nın anılan çalışmaları ve Jean-Pierre Changeux (Franszı sinir biyoloğu) ile Paul Ricoeur (Fransız filozof) arasındaki tartışmanın yer aldığı Neden Nasıl Düşünürüz/ ‘Etik, İnsan Doğası ve Beyin Üzerine Bir Tartışma’ (Metis Y., 2009 [1998]) isimli çalışma bu noktada aydınlatıcı olabilir. Öte yandan, Lacan’ın ‘bilinçdışı/ psikanalize yönelik direnç’e dair söylediklerine ilaveten; ‘psikanaliz’i kabullenmekteki direnci, ‘savunusal’ bir direnç olarak anmayı daha uygun bulmaktayım ben. Zira, gündelik hayatımıza ‘marazlıca’ yansıyan biliçdışımızı (yani, bastırageldiklerimizi) kendiliğimize (‘kendiliksel/ varoluşsal’ tavrımıza) yapıcı olarak katmanın yolu, görünen ‘kendi olma hâlimiz’e (pazarda dönüp dolaşıp satın almaya meyyal olduğumuz akla) müdahale etmekten geçecektir. Bir başka deyişle psikanaliz, kendi dirençlerinin içinden geçe geçe büyümeye, -o anlamda- ‘kendi ile yüzleşme’ye davettir. Kuşkusuz, hayatı(mızı) dönüştürmek, değiştirmek ve müreffeh kılmanın yolu, ‘yüzleşmeler’i, o anlamda, bireysel/ toplumsal ‘hakikat arayışı’ yolculuğuna çıkmayı göze almaktan geçecekse de, reddetmenin, direncin limanına sığınmanın çocuksu cazibesi de kolay vazgeçilir gibi değildir. Tabii, dinlenen müziğin bir klarinet konçertosu olduğu kanaati salt ne denli sıkıcı olduğuna bağlanmak istendiğinde, kanaat sahibinin çok ciddiye alınmayacağı da unutulmamalıdır (Terry Eagleton’dan esinle).
3. V. Lenin, Felsefe Defterleri’nde (Sosyal Y., 1976), Hegel’in Mantık Bilimi’ni okur ve notlar alırken şöyle şeylerin altını çizer: “Varlıktan ve özden başlayan gelişimin bir derecesinden başka bir şey değildir aslında öznellik –sonra bu öznellik, ‘diyalektik oluşuyla’ ‘sınır taşını kırıp parçalar’ ve ‘tasımın birleştirmesiyle nesnelliğe açılır” (…) Öznellik ve nesnelliğe kalımlı ve soyut bir karşıtlık olarak bakmak, tam tersine çevirmektir işleri. Her ikisi de kesinlikle diyalektiktir” (…) “Düşünce ve kavram olmaksızın, nesne bir tasarımdır ya da bir addır henüz. Düşünce ve kavramın belirlenimleri onlardır ki nesne onların içindedir, onlar’dır” (Hegel, Mantık Bilimi, III. Kitap, s. 360, 367, 339/ agy., s. 149, 183), vb. Doğanın Diyalektiği, Anti-Dühring (F. Engels), Materyalizm ve Ampiryokritisizm (V. Lenin) de aynı minvalde anılmalıdır elbet. Öte yandan, Saffet Murat Tura da, “Beyindeki maddi süreçlerin anlamı sorununu Kartezyenizme de fizikalizme de düşmeden çözmek mümkündür. Diyalektik materyalizm çağımızın metafizik ufkudur,” diyerek bağlar sözünü (Madde ve Mana, s. 258).
4. Yukarıda Etika’daki bir önermesi ile andığımız Spinoza’nın da, nihayetinde, ‘ruh’ ve ‘beden’i (etkenlik ve edilgenlikleri ile birlikte -bir ve aynı şey olmak üzere) ‘toplumsal ilişkiler’in –ve, deyim yerindeyse, ‘ideoloji’nin- kurucu ve taşıyıcısı olarak ele aldığını; politik edimselliği ruh ve bedenleri ile etkileşenlerin/iletişenlerin ruhsal-maddi edimi olarak gören zihniyeti ‘antropolojik’ hassasiyetinin merkezine yerleştirdiğini unutmayalım… -ve, dahi, Etika ile çıkılan yolun, kaçınılmaz, ‘demokratikleşme kuramı’na vardığını. ‘İlişki’ derken, psikanalizin yolu da oralardan geçer. ‘Kendi’ndeki ‘öteki’ni, ötekideki kendini, dolayısıyla, kendi ve ötekinin hemhal oluşundan mürekkep ‘hayat’ı anlama/anladığını dönüştürme kaygısıdır da psikanaliz. (Anılanlara dair, bkz., ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla’/Spinoza ve Felsefesi [Halûk Sunat, Bağlam Y., 2014], ‘Etika’dan Demokrasiye/Teolojik-Politik Edimselliğe Yol Alırken/ I ve II, Birikim, Kasım 2013/295 ve Ocak 2014/297, ‘Gezi/17 Aralık Vak’aları: Demokratik Eylemlilik ve Spinoza, t24, 6 Şubat 2014.)
5. J. P. Changeux’nün, ‘tin’ ile ‘beden’in diyalektik münasebetine (o anlamda, ‘fizikal olmayanın fizikal sonuçlar yaratıp yaratamayacağı’ sorgulamasına) dair şu vurgusu akılda tutulmalıdır: “Özetlemek gerekirse, beyin deyince her şeyiyle tamam ve göreve hazır bir ‘genetik bütün’ değil, türe özgü bir genetik genel çerçeve içinde, birtakım ‘epigenetik’ izlerin art arda ve iç içe beyin dokusunda (nöron ağında) yerlerini alış süreci söz konusu. (…) Doğal olarak böylelikle, beşeri ve sosyal bilimlerle biyoloji arasında da son derece verimli bir ‘ara-yüz’ yaratılmış oluyor (Neden Nasıl Düşünürüz, s. 14). Tabii, iş orada kalmıyor, sinirbilimci uygun ivmeyi kazandığında şunları da ekliyor: “Sahici bir ahlak ve görenek biliminin geliştirilmesine katkıda bulunma imkânı bilimden, özellikle sinirbilimlerinden niçin esirgensin ki?…” (agy., s. 165). Felsefeci kalmakla yetinebilen P. Ricoeur ise sormuştur soracağını: “Birbirimiz hakkında edindiğimiz öznelerarası (intersubjectif) bilgiler, beyinde olup bitenleri daha iyi bilmek sayesinde nasıl zenginleştirilebilir ya da gerektiğinde düzeltilebilir? (agy., s. 107)” Ya da, “Beyne etkide bulunarak değil, karşılıklı deneyimlerimizde bir şeyleri değiştirerek daha fazla uyum elde [edebiliriz]” (agy., s. 102). Heidegger de, insanın ‘özgürlüğü’ sorusunun ‘bilimsel’ kata taşınamayacağını; bilimle düşünce arasında özgün ve verimli bir bağ kurabilmek için öncelikle aralarındaki uçurumu takdir etmek gerektiğini, uçurumu aşmak içinse köprü değil ‘sıçrama’nın uygun olacağını belirtir.
6. Feuerbach Hakkında Tezler’inin III.’sünde, “İnsanların hal ve şartlarla terbiyenin mahsulü olduklarını, binaenaleyh [dolayısıyla] değişik insanların değişik hal ve şartlarla değişik terbiyenin mahsulü olduklarını söyleyen materyalist doktrin, hal ve şartları değiştirenin insanlar olduğunu ve bizzat terbiyecinin [eğiticinin] de terbiye edilmesi [eğitilmesi] gerektiğini unutuyor,” demiştir Marx. Oradan da ilhamla, maddeye tutkunluk, ‘epigenetik nöronal evrim’e müdahil olma (‘ahlaki özne’den ‘nöronal insan’a geçiş ya da, ‘anlam nörobiyolojisi’ kurma) hevesi de demekse (ve dahi, ‘neo-liberal postmodern zamanlar’ın hurdalığa çevrilmiş kendiliği de ibretlik hâli ile ortada ise) ol âhir zamanlarda seyreyle sen gümbürtüyü!
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | 1 Comment
One Response to “Psikanalizin Penceresinden Bakarken/ Nöroloji, psikiyatri ve psikanalizin ‘epistemolojik’ sorgulaması/ ‘madde-tin’ bağlamında psikanalitik ‘ilişki’ (*)”