3. Antalya Felsefe Günleri/ ‘İzlenimler’ ve ‘Sunum’um
3. Antalya Felsefe Günleri’nden İzlenimler
Hakikat ve Demokrasi Geriliminde Kent başlıklı 3. Antalya Felsefe Günleri, 24-25 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirildi.
‘Kuyerel.org’da duyurumu yapıldığı ve katılımcılarından olduğum için birkaç kelime ile genel izlenimlerimden söz etmenin uygun olacağını düşündüm.
Felsefe Günleri’nin açılış konuşmasını, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Mustafa Akaydın yaptı. Bir hekim akademisyen olduğunu öğrendiğim(iz) Akaydın, ‘sorgulanmayan yaşamın değeri olmadığı’ (Sokrates) tespitinden hareketle, sorgusuz sualsiz (ve küresel boyutta) kabul görmüş ‘neo-liberal/ kapitalist’ iktisadi hayat ve kültürün hegemonyasında, şehrin, ‘demokrasi-hakikat-kent’ ilişkisini sorgulayacak konukları ağırlıyor olmasının müstesna kıymetine değindi.
Felsefe Günleri’nin mimarı, felsefeci Doç. Dr. Çetin Balanuye ise, açılıştaki konuşmasında, ‘hakikat’ ile ‘kalabalık’ (ya da, kalabalığın iltifatına mazhar olmuş ‘gerçeklik’) arasındaki ilişkinin sorgulanmaya değer olduğunu; böyle bir sorgulayışın, olgusal gerçekliği içinde ‘demokrasi’nin hikmetinin de sorgulanması demek olacağını vurgulayarak (tabii, bütün bu andıklarımın, benim kişisel söylemimle bulaşık olduğunu da hatırlatmak isterim) ‘süt kardeşliği’ tasarısının gündemden kaldırılışı örneğinin (‘hakikat-kalabalık’ münasebeti açısından) söz konusu sorgulama için uygun bir hareket noktası olabileceğine değindi. (Sütü olmayan annelerin bebeklerinin, sütü fazla annelerden toplanmış sütle beslenmelerine yönelik ‘süt bankası’ tasarısının, ‘ulema’dan alınan ‘fetva’ ile caiz olmadığına karar verildiği ‘vak’a’dan söz edilmektedir.)
Evet; ‘hakikat’ ne idi. Sunum yapanlar, kendi ‘felsefi ilgi ve duyarlıkları’ ile meseleyi aydınlatmaya çalıştılar. Kişisel eleştirim o ki, akademya dışına da kendini açan bu kabil çabaların, bir yerinden ‘halk’ın da tutunacağı düşünsel tutamakları belirginleştirmesinin dinleyenleri hayatla sıcak temasa hazırlamadaki kıymeti ihmal edilmemelidir. Misal; oturumlara dinleyici olarak katılan bir engelli yurttaşın, engellinin şehir hayatına katılımında karşılaştığı zorlukların (ya da, ‘engelli’ olarak kalabalıktan farklı konumda olanın şehir tarafından kabul/ alımlanış tarzının) hangi hakikat katında ele alınabileceği sorusunun, ilk adımda, ‘belediye hizmetleri kapsamında engellinin hayatının kolaylaştırılması’ talebi olarak değerlendirilmesi (sorunun, ‘belediyecilik’ katına havale edilmek istenişi) dikkati çekici idi.
Benim için en doyumsuz sunumun, hocamız, Sayın Prof. Dr. Ahmet İnam’ın sunumu olduğunu belirtmeliyim. Gerçekten de, derin felsefi birikimini tümüyle şahsi ve samimi bir ifadeye taşımış olan İnam’ın hakikate dair söyledikleri, yukarıda andığım mahsuru da giderecek türdendi. Kaba hatlarıyla; ‘hakikat’le ilişkimizin bir ‘hakikat yolculuğu’, yolculuğunsa, ‘doğruluk-dürüstlük’ ve ‘olgusal gerçeklik’e itibarla kurulmuş bir yolculuk olarak alınması gerektiğini hatırlatan İnam, ‘gerçeklik’in, hakikatin bilinebilir (olgusal) alanı olduğunu, hakikatin giderek kendisini açtığını, hakikat yolculuğunun uçsuz bucaksız bir yolculuk olarak kabul edilmesinin uygun olacağını, hakikatin öncelikle ‘ahlak’ düzleminde gerekli olduğunu, dolayısıyla da, ‘hakikate sahip çıkma, hakikati mutlaklaştırma’ sevda ve iddiasında olanlara karşı sonsuz hakikat arayışının ısrarla savunulması icap ettiğini, hakikat felsefesinin öngördüğü yolculuğun, sadece, geride bıraktığını ‘yol’ olarak değerlendirebileceğini, ötesinin yüründükçe yola katılacağını, yolculuğun ‘otistik’ değil, paylaşılan bir şey olduğunu, o nedenle hakikat yolculuğunun –binbir türlü hakikat arayışı ile- ‘demokrasi’ yolculuğunun da kendisi olduğunu vurguladı.
Tabii, ‘toplumsal/ tarihsel hakikat’ini ayrıştırma, -o ehliyeti kazanmak üzere- yaşanmış olanların olgusal gerçekliği ile buluşma ve toplumsal belleğini arıtıp donatmada nice maluliyeti olan, dolayısıyla, yüzleşmeleri/ hesaplaşmaları gündemine alamamış, o anlamda, fevkalade zaaflı bir toplumsal kendiliğin hüküm sürdüğü coğrafyamızda düzenlenen ‘hakikat’ eksenli felsefe günlerinde o tarafa dair en küçük bir değinin olmaması, en basit ifadesiyle, benim için, şaşırtıcıydı. (Kendi sunumumda meselenin ilkesel ölçülerini hatırlatmaya çalıştıysam da, bu türden toplantılarda kullanılabilecek kişisel zaman –bilindiği üzere- hep sınırlıdır.)*
Nihayetinde; bu vesile ile bir kez daha, beni (bir psikiyatr/ psikanalist olarak) çok sıcak bir şekilde kabul edip içine alan ‘felsefe ailesi’ne, ‘Felsefe Günleri’ne davet eden sevgili Çetin Balanuye’ye, felsefe ve felsefeciye iltifatlarından dolayı tüm Hasanağa Meyhanesi çalışanlarına teşekkürü borç bildiğimi belirtmek isterim.
________________________________
* Öte yandan, ‘hakikat’ arayışına dair söz alınan salonda, ‘mutlak/laştırılmış idealler’in simgesi olan bayrak ve Atatürk posterlerine (baskın ifadeleriyle) yer verilmiş olmasının mesainin samimiyeti açısından çok uygun düşmediğini de belirtmek isterim (bilindiği üzere, hakikat yolculuğunun, ‘hakikatlilik’in en temel erdemlerinden biri, ‘samimiyet’tir). Kaldı ki, hangi adreste hakikat arayışına çıkıldığı da ‘yolculuğun’ ne ile kuşatılı olduğuna delalet etmekte idi: Atatürk Kültür Parkı içinde, Antalya Atatürk Kültür Merkezi.
Sunum/ ‘Çatışmacı Demokrasinin İstikrarı
Hakikat ve Demokrasi Geriliminde Kent başlığı altında gerçekleştirilen 3. Antalya Felsefe Günleri’nde (24-25 Mayıs, 2013) yaptığım konuşmanın (başlığı, ‘Felsefe Günleri’ düzenleyicileri tarafından belirlenmiştir) kaynaklandığı yazılı metni sizinle paylaşıyorum.
1/ Burada olan herkese; ‘hakikat’ ve ‘hakikatlilik’in epeyce gözden düştüğü bugünün dünyasında, ya da, pek de rağbet görmediği Türkiye coğrafyasında, burada olmayı, ‘hakikat/lilik ve demokrasi’ ilişkisini sorgulamayı seçtikleri için şükranlarımı sunuyorum.
Elbet; bu buluşmayı öngören, düzenleyen ve gerçekleştirenlere de, özenleri ve emekleri adına teşekkürlerimi ifade etmek isterim.
2/ 3. Antalya Felsefe Günleri’ne, bir, psikiyatr/ psikanalist olarak katılıyorum. Şimdiye dek, ‘yazınsal’, ‘siyasal’ ve ‘felsefi’ olana, ‘psikanalitik duyarlık’ adını verdiğim bir bakışla bakmanın örneklerini sunmuş olduğum için burada olduğumu düşünüyorum.
3/ a. Oturumumuzun başlığı; ‘ÇATIŞMACI- DEMOKRASİNİN- İSTİKRARI’. Bu başlığı, az önce andığım ‘psikanalitik duyarlık’la ele alacağım.
Başlığın temel öğesinin ‘demokrasi’ olduğu açık. Demokrasinin, ‘çatışma/cılık’ ve ‘istikrar’ bağlamında ele alınması istenmekte.
Öyleyse, ilkin, ‘çatışma’ sözcüğünü yoklayalım.
Sözcüğün kökeni ‘çat’. Kırılan, çatlayan, çarpışan şeylerden gelen sesi yansıtıyor. Şiddeti çağrıştırdığı belli –lakin, alkışlamak için de el çırpmak ve çat-çat ses çıkarmak gerekiyor; şiddetten uzaklaşıyoruz.
Peki, ‘kaş çatıldığı’nda ya da ‘tüfekler çatıldığı’nda ne oluyor? Açık şiddetin, öfke ve hiddetin, öncesi ya da sonrası gibi bir durum. Onlara göndermesi var, ama onlar değil. Bir iç içe geçmişlik sanki.
‘Orta yer’ anlamına da geliyor, çat –alın çatı, mesela. Yine bir orta, ortada buluşma var. Uzlaşıyı çağrıştırıyor. Ancak, sıklıkla da, alın çatı, kendisine yerleştirilenlerle hatıra geliyor sanki.
Çat’ın bir diğer anlamı, ‘iki yolun birleştiği yer’ –yol çatı. Farklı yönlere giden iki yol, gidecekleri yere varmadan önce, birbirleri ile kesişiyor. Farklı yönlere yol almadan önceki ortaklık noktası. Kesişme, çatışma, paylaşma, ayrışma. Şiddetten biraz daha uzaklaştık.
Yaşanan mekânın üstünü örten ‘çatı’ ise, daha yapıcı, daha müşfik, koruyucu ve toparlayıcı. Şiddetten iyice uzaklaştık –ama korur ve toparlarken ötekilerden ayrılığa işaret ettiği de açık.
Köpek ya da deve çiftleşmesine de ‘çatışma’ denmekteymiş. Çiftleşmenin, karşıt cinsiyetler arası, aşk ve nefretle yüklü bir karşılaşma/ karşıtlaşma, o anlamda bir çatışma olduğunu ele alacak zamanımız yok herhalde. Ancak, burada da, karşıtların biraradalığının, bir uzlaşı sıçrayışı olmak anlamında, yeni bir meyveye duruşlarını ayırt etmekteyiz.
3/ b. Bütün bu örnekler bana, ‘çatışma’ dediğimiz ve ilk adımda şiddeti çağrıştıran şeyin, mutlak olarak öyle olmadığını, karşıtını da içerdiğini, -belli bir sınır çerçevesinde- buluşma, ortaklaşma, birbirlerinde yeniyi üreterek yol alma… gibi anlamlara geldiğini de düşündürüyor –ve, bizi o hâli ile ilgilendiriyor.
3/ c. Kökünden kökeninden kalkarak irdelediğimiz ‘çatışma’nın dile getirdiğimiz kullanımlarının tümüyle dışında kalan, bir başka karşılığı ise; ötekini yok sayıcılıktan, ağır hakaret, küfür kıyamet, sille tokat girişmeye, levye, bıçak, tornavida, top, tüfek, vb’leri ile ötekini yok etmeye… uzanan marifetleri kapsıyor. Burada da, karşıtların karşılaşması var. Lakin, karşıtlaşanların/ çatışanların, birbirlerini ‘tesirsiz kılma’ya, birbirlerine ciddi maddi-manevi hasar yaşatmaya teşne oldukları da âşikâr.
4/ a. Demokrasi, en genel anlamında ve öncelikle, ‘özgürlük/ler’ ve karşıtlaşanların, farklı olanların biraradalığını güvencelendiren/ temellendiren bir yaşama terbiyesi ise; ve özgürlüklerin sınırı, ötekinin özgürlüğüne saygı noktasından geçiyor ise; -muhatap ya da muarızını yok saymaya, tesirsiz kılmaya, yok etmeye meyyal olmak anlamında- ‘çatışmacılığın’ (yani, -açık ya da örtük- ‘şiddet’in) demokrasi ile alakası olmadığı, dolayısıyla, o boyutuyla çatışmanın tartışmamızda yeri olmadığı açıktır kanımca.
4/ b. Böylelikle, ‘çatışmacılığı’, demokrasi -ve demokrasinin istikrarı- tartışmamızdan çıkarmış olduk. Öyleyse, karşıt önermelerin çatışması/ karşılaşması, ortaklaşması ve birbirlerinde yeniyi üreterek yol alması… anlam katında yer açtığımız ‘çatışma’ ile devam edelim yolumuza.
Şunu söyleyelim; gerek demokrasiler, gerekse psikanaliz için anahtar kelime ya da kavram, -andığımız anlam katındaki- çatışmadır.
Anahtardır; zira, demokrasiler de, psikanaliz de, varoluşsallığa dair ‘sav’- ‘karşı-sav’ nitelikli karşılaşmalardan kaynaklanan ‘çatışmaları sorunsallaştırır’lar (bunun, ‘çatışkı’/ ‘antinomi’ ile [çelişen, karşıt önermeler bütünü –‘çatışık fikirler’] örtüşümünü de aklımızda tutalım isterim). Her ikisinin de temelinde/ merkezinde ‘bedensellik’ varsa da, esasta, karşılaşanlar, duygu, tahayyül, tasavvur ve talep görünümünde savlardır.
5/ a. Öyleyse, bu aşamada, psikanalizin, ‘çatışma’yı nasıl sorunsallaştırdığına bakalım, ve, tespitlerimizin, ‘demokratik siyasi edimsellik’le örtüşümlerini kurmaya çalışalım.
Kimse, analiste, bir çatışmanın adını koyarak gelmez –‘benim şu çatışmam var,’ demez. Bir yakınma, şikâyet ile gelir. ‘Belirti’ anlamına gelmek üzere, psikiyatride, yakınılar, ‘semptom’ (symptom) olarak anılır. Şöyle söyleyelim; belirti, bir ‘iç’ (‘intrapsişik’) çatışmanın (İngilizce, ‘conflict’) ifadesidir –ya da, çatışma, bir belirti ile bize seslenir.
Peki; bu çatışmaya yol açan nedir? Dürtülerden söz etmemiz gerekiyor. Psikanaliz, birbirine karşıt iki dürtü kabul eder: ‘Eros’ ve ‘Thanatos’ –‘yaşam’ ve ‘ölüm’ dürtüleri. Psikanaliz için, ‘varoluşsallık’, karşıtların bir- aradalığıdır. Ama bu karşıtlık, aynı zamanda, ‘haz’ ile ‘gerçeklik’ arasındaki karşılaşmaları da örer.
Şöyle söyleyelim; dürtüler, mutlak ‘doyum/ haz’ arayışı içindedirler. O niyetle, ‘nesneler’ dünyasına -‘gerçeklik ilkesi’ ile kurulmuş dünyaya- yönelir ve o dünyanın mevcut gerçekliği içinde doyum imkânı ararlar.
İşte; dünya hâli içinde, bir yakınma ile analize gelen kişi, esasında, ‘haz ilkesi’ (dürtünün mutlak doyum arayışı) ile ‘gerçeklik ilkesi’ (doyumun koşullara bağlanışı) arasındaki çatışmadan mustariptir.
Hemen bu noktada, demokratik siyasi edimsellik içindeki öznelerin de, -bir anlamda- öznel ihtiyaç ve talepleri ile verili gerçeklik arasındaki çatışmalarını sorunsallaştırdıklarını, orada da, ‘haz’ ve ‘gerçeklik’ ilkeleri arasındaki çatışmanın belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.
5/ b. Analizdeki bireye dönersek; haz ve gerçeklik ilkesi arasındaki çatışmayı bilince yansıyışından alıkoymanın ilk yolu, ‘bastırma’dır: çatışmaya yol açan istemin bastırılması. Bir diğer yol ise, tam bastırılamayan isteme, belirtisel bir çıkışın (‘symptom formation’/ ‘belirti biçimlenişi’) sağlanması. Demek ki, belirti, tam olmasa da, simgesel bir doyumdur. Fakat, her ikisi de, ‘marazlı’ yollar. Zira, verili gerçekliği dönüştürerek ‘kendi olma’ya imkân tanımıyorlar. O anlamda, verili –varoluşsal- gerçeklikleriyle ‘yüzleşme/ hesaplaşma’, bir başka deyişle, ‘hakikat’ yoluna koyulma olanağı yok bu kimselerin.
5/ c. İşte; çatışmaların sorunsallaştırımı, analizanın, çatışmalarının yol açtığı -bastırma ya da belirtisellik olarak yansıyan- savunma örtüntülerinin kuruluş tarihçesi, bir başka deyişle, haz ve gerçeklik ilkesi çerçevesinde yaşadığı karşılaşmaların (biz buna, ‘nesne ilişkileri’ diyoruz) hikâyesi içinde yol almasıdır. Nihayetinde, sonuçlarından yakındığı bir hayat hikâyesinin müellifi tarafından yeniden ele alınması/ çözümlenmesi (‘analiz’i) ve yeniden yapılandırılmasıdır, söz konusu olan. Bu, muhatap olduğu ve bir şekilde içselleştirdiği gerçeklikle ilişkisinin ‘yaratıcı’ bir çaba ile dönüştürülmesi ve ‘kendilik’in (‘self’in) yeniden yapılandırılması anlamına gelir. Bütün bu yaratıcı edimselliğin, analistle uygun ‘ilişki’ içinde gerçekleştiğinin de altını çizelim.
5/ d. Peki; psikanaliz, ‘verili kendiliğin dönüşümü’nü gerçekleştiriyor ise, bunu, hangi ilkesellikler üzerinden sağlıyor? En temel ilkeler şunlardır:
1. ‘Serbest çağrışım’: Analizanın, aklından geçen (bilincinin kıyılarına vuran) her şeyi, hiçbir engele/ yasağa tâbi olmadan dile getirmesidir. Demek ki, -biraz kendi konumuza yaklaşırsak- verili gerçeklik içinde varoluşsallığın sorunsallaştırımı, öncelikle, ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’nden geçer.
2. ‘Analistin yüksüz ve yansız bir dinleyici olması’: Analistin, analizanı, herhangi bir üst değer ya da yargıya başvurmaksızın, yargılamadan, yönlendirmeden dinlemesidir. Yalnızca, halden anlayıcı (‘empatik’) bir dinleyiciliktir onunki. Kös değil, ‘samimi’ bir dinleyicilik. Bu da, demokrasilerde, bireylerin –ya da, toplumsal kimliklerin- mevcut çatışmaları içinde özgürce ve selametle yol alabilmelerinin, herhangi bir ‘ulvi, müstesna, mütehakkim’ değer ve ölçüye tâbi olmamakla (kendileri olarak ‘tanınma’larıyla) mümkün olduğunu söyler bize.
6/ a. Tekrar oturum başlığımıza dönersek, -psikanalitik deneyimden de ilhamla- ‘çatışmacılık’ın telkin ettiği yok sayıcılık ve ötesi şiddete itibarla, istikrarı bir yana, demokrasinin kendisinin dahi mümkün olmadığını bir kez daha vurgulayabiliriz.
Onun ötesinde, demokrasiler, -seçilmiş ‘politik tavır’lar üzerinden- şu düzeylerde anılabilir.
İlk düzey, -bilhassa bizde de geçerli ve makbul olan- ‘polemik’ düzeyidir. Polemik, Yunanca ‘polemos’tan geliyor. Karşılığı, savaş, düşmanını yok etme çabası –şiddet yüklü, çatışmacılığa yakın. Bizde istikrar kazanmış olanın, tümden paydos edilmemişse, ‘düşük düzeyli/ polemikçi (bir) demokrasi’ olduğunu söyleyebiliriz -öyleyse.
Diğer politik tavır ve demokratik düzey ise, ‘ikna’ esaslı olanıdır. Hakikat yolculuğunda derinlik sağlamaya müsait değilse de, iknanın, ikna edilmeye de açıklıkla birlikte olması durumunda, çatışmaların sorunsallaştırımında göreceli bir kıymeti vardır. Bizde ‘ikna’nın harcıâlem örneklerinin, parmak sallama, gözdağı verme, tehdit, vs. olduğunu reddedemeyiz.
Bir üçüncü düzey ise, ütopik gibi görünen, çatışmaların ardındaki ‘hakikat’e doğru yol almayı öngören, ‘içtenlik’ ve ‘dürüstlük’ ilkelerine sadakatle yolunu yürüyen bir tür ‘hakikatlik’ çabası anlamındaki demokratik siyasi edimselliktir. Kanımca, demokrasilerin ‘gelişimci istikrarı’ da o yönelim içinde aranmalıdır.
6/ b. Şimdi; psikanaliz, analizanın, verili gerçekliğinden/ çatışmalarından kalkarak kendi kişisel hikâyesi içinde içtenlik ve dürüstlükle yol alması ve o suretle yürünen bir ‘hakikat yolculuğu’ ise; acaba, buraya dek kurduğumuz örtüşümlerden hareketle, demokrasiler benzer bir yolculuğa nasıl çıkabilir? Kısaca şunları söyleyebilirim:
1. Herkesin kendi çatışmalarının hikâyesi içinden yol alıp özgürce kendisini ifade edebilmesi ile,
2. Bireylerin ya da kimliklerin (ulusal, sınıfsal, soysal, inanışsal, kültürel, vb.) gerek kendi hikâyelerine bakar, gerekse ötekinin hikâyesini dinlerken, -mutlaklaştırılmış/ üst değerlere tâbi olmaksızın- özgür bir ilişkisellik içinde hareket edebilmeleriyle,
3. Bireysel ve toplumsal çatışmalarla ‘yüzleşme’nin/ ‘hesaplaşma’nın, o anlamda, çatışmaların içinden yürüyerek yeni bir bireysel ve toplumsal varoluşsal gerçeklik üretebilmenin (‘siyasal yaratıcılık’ın) göze alınması ile.
Kadim dostu Fliess, Freud’a, analizin ne zaman sonlanmış kabul edileceğini sorar. Freud, ‘Ne zaman analizan analizin sonu olmadığını kabullenir, o zaman,’ diye yanıtlar dostunu.
Kanımca, ‘demokrasi/ler’ de, ancak, kendileri ile ilgili arayışın sonsuzluğu –ucu açıklığı- kabul edilmek koşulu ile istikrar kazanacaktır. Bir başka deyişle, ‘demokrasi/lerin istikrarı ve zenginliği’, çatışmaların üstünü örtmeyen, onları içtenlik ve dürüstlükle sorgulayıp sorunsallaştırabilen bir yaşama terbiyesi ve ‘hakikatlilik’ ehliyeti ile temin edilebilecektir ancak. Ya da, demokrasilerin güvencesi, ‘demokrasi’nin kendisidir.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | 2 Comments
Sevgili Haluk Hocam, Antalya’daki felsefe birlikteliğimizi kusursuz bir nesnellikle ifade etmiş, olan-bitenin tadını bir kez daha almamızı sağlamışsınız. Sağolun. Gerek sunumunuzun perpektif ve kavramsal yönlendirişi, gerekse dostça muhabbetinizin kattıklarını düşündüğümüzde, vaktinizi bizden esirgemediğiniz için bir kez daha teşekkür ederiz… Çetin Balanuye
Çok teşekkür ederim sevgili Çetin Hoca’m. Çok naziksin; sağolasın.