‘Stockholm Sendromu’ ve Ötesi

26Nis12

 

 

 

Alper Görmüş’ün, Aleviler işte bu nedenle ‘Kemalist’ başlıklı yazısından kalkarak, ‘Stockholm Sendromu’ eğretilemesinin, ‘baba/devlet’le ilişkimiz bağlamında, ‘bireysel/toplumsal’ gerçekliğimizin önemlice bir damarına dokunduğunu söylemeye çalışmıştım (Hertaraf, 27 Mart 2012). Bu çaba, büyük toplumsal gerçeklikleri ‘ruhsal/dinamik’ örüntülere indirgeme kolaycılığına (kaba ‘psikolojizm’) değil, o gerçekliklere bize mahsus hangi belirleyici renklerin katıştığını ayrıştırabilme kaygısına yorulmalıdır kanımca.

 

Bilindiği üzere, ‘Stockholm Sendromu’ adlandırması, -altı günlük rehinelik sürecinde, rehin alınanların, soygunculara yönelik, olumlayıcı/onaylayıcı/destekleyici nitelikte, ‘beklenen’le çelişen tutum alışlarını tanımlamak üzere- 1973’te, İsveç’te yaşanan banka soygunundan kaynaklanıyor. (Rivayet o ya, rehin alınanlardan bir hanımın soygunculardan birine iyiden iyiye abayı yaktığını, nişanlısından ayrılıp soyguncunun yolunu beklemeye koyulduğunu da sıkıştıralım araya.)

 

Özgün ‘Stockholm’ olgusu, benim yakınlık kurduğum ‘saldırganla özdeşim’ savunusunun işleyişinden biraz farklı. Zira, andığım ‘ben/ego’ savunusunun kuruluşunda (Anna Freud, 1936), çocuğun, gelişiminin belli bir aşamasında (‘ödipal’ evrede), ‘baba erki’nin belirlediği ‘nesneler dünyası’na/ ‘verili toplumsal gerçekliğe’ adım atarken, ‘anne’ye dönük bazı taleplerinden, baba üzerinden alımladığı narsisistik yitim tehdidi ile vazgeçişi belirleyicidir. Tehditle birlikte hayatın diline sinmiş ‘yasak’ı içselleştirmektedir çocuk. Bu, Anna Freud’un da belirttiği gibi, ‘üstben/superego’ kuruluşunun bir veçhesidir. Bir başka deyişle, ‘babaerkil/ödipal aile’ kültüründe, kültüre katılmanın en temel vesilesi.

 

Aslına bakılırsa tüm varoluşsal hikâyemiz, ‘mutlak narsisistik’ bir evreden (yani, kendimizi dünyanın merkezi gibi yaşadığımız –cennetsi- hayal âleminden) yönlendirici dış  ‘ölçütleri’ kendimize katarak (içselleştirerek/kendimizi o ölçüler uyarınca yeniden kurarak) ‘ötekilerin arasına’ (‘insanlık âilesi’ne) katılma serüvenimizden ibarettir (yakıştırma değil, insanın harcıâlem maddi/ruhsal gelişimi). Öyle bakarsak, ele aldığımız ‘saldırganla özdeşim’in bir üstben düzenleyicisi olarak bünyemize katılmasının öncesinde, ‘narsisizm-nesneler dünyası’ köprüsünden geçerken elimizden tutan (öncelikle de annemizden bize yansıyan) kurucu bir ön ölçü de var: Kendisi üzre cennetimize veda ettiğimiz ‘idea/l’. Üstbenin kuruluşundan önce, ‘ben/lik’in kuruluşunu düzenleyen bir ‘ben/lik ideali’ bu (erkek egemen kültürün o köprü başından da eksik olmadığını/oralara da sızdığını, bilmem hatırlatmama gerek var mı, sevgili okur).

 

Mahut Stockholm Sendromu, soyguncu ‘saldırgan’larla, rehin alınmış banka çalışanlarının işbirliğini/saldırganla özdeşimi anlatıyor. Ancak, burada yaşanan, daha büyük ‘özyitim’ kaygısı ile gerçekleştirilmiş bir savunu olmaktan çok, ‘devlet’in güvenlik güçlerine (bir başka saldırgana) karşı kurulmuş bir işbirliği olmalı: Baba ile ilişki bağlamında İsveç toplumu için ayrıca sorgulanmaya/irdelemeye değer (‘eşkıya’yı devlete teslim etmekten ve bayrak çekmekten biraz farklı yani).

 

Peşrevden gündemimize atlarsak, diyeceğim şu: Bizde, özellikle de ‘devlet’in şahsında ‘baba’nın erki epeyce mutlaklaştırılmış durumda. O nedenledir ki, her biri ayrı ayrı devletin sopasını yemiş toplumsal kesimler, kendi varoluşsal özerkliklerini/özgürlüklerini gözetecekleri siyasi/ideolojik edimsellik yerine, ‘öteki’ne karşı –görece- kazançlı/haklı olmak yolunu benimseyerek devletin sopasına (münasip gördükleri) bir ucundan tutunmak derdindedirler. Üstelik, yalnızca birbirlerine karşı değil, kendi içlerinde de. O ise, siyasi edimselliğin, ısrarla, ‘hiyerarşi-tahakküm-vesayet’ hattından yürütülmesi demektir. Devletin asli sahibi ‘askeri bürokratik irade’, ona ve darbe anayasalarına biat edip Siyasi Partiler Yasası uyarınca yürütülen siyaset, askeri vesayeti tasfiyeye soyunan sivil siyasi iradenin dahi bir şekilde söz konusu ‘askercil’ iradeyi yeniden üretişi (‘devletin derinine düşme/kucağına oturma’), babanın üvey evlat muamelesi güttüğü Kürtlerin -PKK merkezli siyasi hareketinin- bile öteki (Türk) kardeşlerinin sivil siyasi iradesini değil ‘baba’nın maddi/manevi kimliğini esas ve muhatap alışı ve dahi kendi özkardeşleri ile icra ve tasavvur ettiği ilişki (bkz. –en azından- KCK sözleşmesi). Dolayısıyla, her birimizin ötekine husumetini ‘mazur/meşru’ kılacak ilişkilendirmeleri değil, husumetleri varoluşsallığımıza ‘olumsuz’ bir kaygı olarak katan hasmımızla (mutlaklığını idealleştirip saldırganlığı ile özdeştiğimiz ‘kurucu’ devlet ideolojisi ve kurumsallığı ile) yüzleşmeyi  önemsemek, dahası, ‘değişmez/ mutlak ideal’ olarak bünyemize sinmiş olan ‘devlet aklı’nı tasfiye etmektir kıymeti olan. Bu ise, toplumsal/kültürel/kimliksel farklı kesimlerin, giderek bireylerin, ‘kendi olma varoluşsal özerklik mücadelesi’ni, yani, bildiğimiz, ‘demokrasi ve özgürlükler’ mücadelesini öne çıkarmak, sorunu, ‘büyüme’ sorunu olarak almak anlamına gelecektir.

‘Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri’ni yoklayan Jale Parla da, alt başlığı o olan çalışmasında (Babalar ve Oğullar/ 1990), Türk romanının kurucu büyüklerine bakarken, kendi babasını yenilgiye uğratıp yetim bırakmış ‘Batı’ ile karşılaşması içinde söz konusu büyüklerin nasıl ‘babalandıklarını’ ve o babalanışın yazınsal metne katılışını irdeler. İlginçtir; Batı babalanışı ‘ampirizm ve pozitivizm’in öncüsü Zola’nın hayranı, tanrıtanımaz Beşir Fuad, 1887’de, damarlarını keserek intihar ederken, bir yandan da, ‘ampirik ve pozitivist’ bir hamaratlıkla akıp giden kanla birlikte yaşadıklarını kaydeder. Uğruna kendisini feda edeceği raddede kutsanmış bir baba beklentisidir kendisini ele veren: Yok-babayı, öteki baba ile ikame ederken, uğruna kendisini feda edişin trajedisi!

 

Büyümek, erginleşmek ve özerk bir kendilik kurmak, babaya sığınarak değil, babayla vedalaşarak olacak vesselam: Kendi yoluna koyulmak üzere babasızlığı göze alarak, babaya dair uygun ‘yas çalışması’nı yaparak. Hilâl Kaplan’ın güzel kitabının kapağına, Türkiye’nin ‘Ölmeyen’ Babası adını kondururken, alt başlığa da tanısal bir hüküm yerleştirmesi pek isabetlidir doğrusu: ‘Atatürkçü Gençliğin İmkânsız Yası’.

 

Evet; ‘kendimizi bulmak’ dahil, kaybetmeyi göze almakla başlayacak her şey.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



No Responses Yet to “‘Stockholm Sendromu’ ve Ötesi”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: