DTK: Demokratik Toplum Kaygısı/ I, II
DTK: Demokratik Toplum Kaygısı/ I
İlkesellik/ Tutkusallık
Belli çevrelerde tanık olduğum tartışmalar (gündelik hayatımızda daha doğrudan yaşadığımız başkaca örneklerinde de olduğu gibi), siyasi gelişmeler karşısındaki tutumumuzun, ‘ilkesel’ değil, ‘tutkusal’ olduğunu düşündürüyor bana. Tutkuyu besleyeninse ‘aidiyet kaygısı’ olduğunu -daha ziyade. Tutkusallık, bizim, özgürce kendimiz olmamızı engelliyor. Ya da, aklın yordamı ile makul ve makbul bir hayata doğru yol almak yerine, bizi, birbirimize düşürüyor. Ortak noktalar, güçbirlikleri ile söz konusu hedefe yürümekten bizi alıkoyuyor tutkusallık. Çakıldığımız yerde (ya da yazıldığımız ocakta) debelenip duruyoruz.
Ben bir sunumumda (ayrıca, bkz. Birikim, sayı: 256-57) belirtmiştim, solculuk, ‘kimlik’ değil, ‘kendilik’ sorunudur. Tutkusallık, bizi, kendimiz olmaktan, kendimize yaslanarak özgürce yol almaktan alıkoyar. Bir başka deyişle, kimlik olarak solculuk, bizi, sol diye adlandırdığımız bir tarafa ait kılar sadece. Kendiliksel manada solculuk ise, ‘ilkesel’ olarak sol diye tanımladığımız değerler/ölçüler üzerinden kendi sol varoluşsallığımızı belirlemeye (eşyanın tabiatından mülhem, ‘değerler’ de hep sınanmak suretiyle muteberdir) davet eder bizi.
Hadi biraz daha somutlayalım; evet, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi gereği, kendi kimlikleri ile var olma teşebbüsü gösteren (hegemonik olanın dışında yerini belirleyen) herkesin -bir şekilde- silinmesini siyaset bellemiş bir ‘Devlet’in uyruklarıyız nihayetinde. Kürt halkı o anlayışın -yakın tarihte- en mağdur edileni, en zulmedilmiş olanı. Evet, zalimin karşısında mazlumun yanında yer almaya başlamanın kaçınılmaz olduğu nokta orası. Özsavunmanın, nefs müdafaasının da meşru addedildiği nokta. Tutkunun da boy attığı topraklar orası. Soru şu: Tutkusallığımızı ne zaman aşacağız?
‘Devlet ve eşek’ yazısı üzerine
‘İlkesel’ olmakla ‘tutkusal’ olmak arasındaki ayrıma işaret etmeye, beni, en son, Sevgili Roni Margulies’in ‘Devlet ve eşek’ başlıklı yazısı davet etti. Margulies, Kürt siyasi hareketi/PKK bağlamında tavır alışlara değinerek, naklediyor: “Biz, diyorlar, devleti de eleştiririz, PKK’yi de eleştiririz”. Margulies, tavrı böyle olanları mücadele birliği içinde görse de, kendisinin ayrı bir yerde durduğuna işaret etmek (kendi ‘sol’ anlayışının nerede farklılaştığının altını çizmek) ihtiyacı duyuyor -anladığım.
Yazısının geri kalan bölümünde uzun uzun, Marksizmden az çok nasiplenmiş herkesin –tabiatıyla- bileceği ve reddetmeyeceği haliyle, son tahlilde, ‘Devlet’in ne olup ne olmadığını anlatıyor bize. Devletin yansız bir konumu olamayacağını, -ben tam adını koymuş olayım- açık ya da örtük baskısıyla -egemen sınıfın- bir hükümranlık aygıtı olduğu gerçeğinin altını çiziyor.
Devlet tahlilini, ‘Devlet eşek dahi olsa binme’ Kürt deyişi ile hükümlendiren Margulies, “Mevcut durumu [Kürt sorunu çerçevesinde yaşananları] değiştirmeyi amaçlıyorsan, er veya geç karşında devleti bulursun”a sözlerini bağlıyor.
Kürt halkının (burada, muarızlarının muhatabı, artık, PKK merkezli siyaset değil de, “Kürt halkı” ya da “büyük bir kalabalık” olmuş oluyor sanki) mevcut durumu değiştirmek istediğini, onun için hareket halinde olduğunu, “gözlerinin üstünde kaşları olsa da” (burada da, yazarın, ‘şair’ olduğunu hatırlıyoruz) değişimi istemekte haklı olduklarını, lakin, karşılarında devleti bulduklarını, değişimin önündeki temel engelin devlet olduğunu, dolayısıyla (‘sonuç’), temel eleştirinin devlete yöneltilmesi gerektiğini vurgulayarak yazısını bitiriyor.
Şimdi, bu örnekten kalkarak şunları vurgulamak isterim:
1. ‘Tutkusallık’ dediğim şey, yaşanan gerçeği ortaya koymak ve o gerçeği dönüştürmeye/değiştirmeye yönelik pratik siyaseti oluşturmak yerine, bağlanılmış bir ‘siyasi (burada, ‘sosyalist’) duruş kararlılığı’nı ve öylece, ötekilerle arasına mesafe koyma (radikal olma farklılığını işaret etme) ihtiyacını yansıtmıyor mu?
2. Evet, devlet son tahlilde odur, peki, devlet her pratiğinde aynı mıdır? Her yerde ve her koşulda devleti aynı siyasi pratik kimliği içinde mi görürüz? ETA karşısındaki (-78 anayasasını yapmış) İspanya’daki devletle (onun önceleri ve) Türkiye’deki devlet, mücadele pratiğimiz açısından hep aynı mıdır? JITEM siyasetli derin devletle, misal, devlet kimliğinin öteki siyasi tezahürleri (aktüel mücadele kademelerinde) hep aynı şekilde mi karşımıza çıkar? Bir başka deyişle, sınıf egemenliğinin siyasi tezahürü, her somut örneği ve tarihsel aşamada hep aynı mıdır? ‘Devrim’ perspektifi dışında, ‘demokrasi mücadelesi’nin pratiği (varsa öyle bir derdimiz), devletin aktüel kimliğini değil de, neyi esas alır?
3. Eğer birer Marksist/sosyalist isek, ‘devlet’ dediğimiz şey de bir ‘egemenlik’ aygıtı ise, her koşulda (devlet kimliği altında veya değil) egemenliklere, TAHAKKÜM ve HİYERARŞİ’lere karşı olmamız (ve, PKK eleştirisine oradan da bakmamız) gerekmez mi?
4. Tutkusallıkla bağlanılan şeyi vurgulama ihtiyacı, giderek, muarızlarının nerede durduğunu ihmal etme yanılsamasına da yol açmıyor mu? (Yazıda, PKK’yi eleştirenler, sonunda, devletin Kürt siyasetine karşı tavır alan Kürt halkını eleştirir gibi bir konuma taşınmaktalar.)
5. Hepsinden vazgeçtik, bu kabil yaklaşımların, -Yıldırım Türker örneğinde de gördüğümüz üzere- ‘temel insan yaşam hakkı’ ile ilgili ihlalleri dahi, ‘N’apalım, devletin dayattığı savaş bu, mukabil tarafın da tepkisini (sivil hedeflere yönelik ölümcül eylemlerini yani!) o koşullarda değerlendirelim (mazur görelim!)’ yollu, ‘insani zaaflara’ kapı araladığını da (marazlı tutkusallıklara meşruiyet kazandırma eğilimini de yani) görmeyelim mi?
DTK: Demokratik Toplum Kaygısı/ II
Sevgili Roni (Margulies), “AK Parti hükümetinin demokrasiden uzaklaşması, giderek ceberutlaşması, diktatörleşmesi”nden yakınan bir Cumhuriyet profesöründen doğru naklediyor (18. 11. 2011, Taraf):
‘Ne yaman çelişki, değil mi? Otokrasinin demokrasiye, otokratların demokratlığa tutunarak ilerlediği süreçte, demokrasinin yolunu açanlara ‘diktatör’ adını vermeye çalışıyoruz. Yeni totalitarizmle demokrasi adına biriktirdiklerimizi savurganca yok eden günümüz diktatörlerinin yanında, çağının koşulları dikkate alınınca Atatürk’le yola çıktığımız aydınlanma koşumuz çok daha fazla önem kazanıyor’”
Silahın ve savaşın demokratik yönelimleri eksiltip şiddet araçlarına sahip olanların elini güçlendireceğine işaretle, “Kürt sorununun çözümünü silahta ve savaşta gören bir hükümetin demokrasiden uzaklaşması kaçınılmazdır. Savaş ile demokrasi beraber yaşayamaz. Savaşın olduğu yerde asker güçlenir, siyasî hayatta önem kazanır, karar mekanizmalarına dâhil olur, demokrasi zayıflar,” diye vurguluyor, sevgili Roni.
10 Kasımlar vesilesi ile Ata’ya özlemini dile getiren profesör ve muadillerinden hareketle de, bu türden özlemlerin (haklı olarak), insani olmadığı gibi, inanılabilir/içtenlikli demokratik kaygılı bir özlem de olamayacağını dile getirerek ekliyor:
“Ah, burada olsaydı da bizi yönetseydi. Burada olsaydı da ‘kendi yapıtı olan ve ileri görüşü ile oluşturulan kurumların’ hiç değişmeden aynen devam etmesini sağlasaydı. Burada olsaydı da yüzde 50 oy almış bir hükümeti deviriverseydi. Onun yerine milletvekillerini kendisi belirleyip atasaydı. Bütün partileri kapatıp sadece gerçekten demokratik tek parti olan CHP’yi bıraksaydı. Hattâ, eli değmişken, birkaç kişiyi de sallandırıverseydi”.
Ve yine, cok haklı olarak ‘cumhuriyet profesörü’ ile demokrasi tanımında anlaşamadıklarını şöylece dile getiriyor:
“Profesör değilim, yanlış biliyor olabilirim. Ama bence demokrasinin tanımı, ‘Astığı astık, kestiği kestik bir adamın, gerektiğinde zor kullanarak, ‘benim istediğim şeyleri yapması’ değildir.
Çünkü önemli olan, adamın yaptıklarını benim isteyip istememem değil, adamın astığı astık, kestiği kestik bir adam olmasıdır. Ve tek bir adamın herkesi yönetmesidir. İyi veya kötü yönetmesi değil, tek bir adamın yönetmesi.”
Ve yine, isabetlilikle, “AK Parti hükümetinin demokrasiden uzaklaşıyor olmasına karşı mücadele etmek gerek. Doğru. Ama bu mücadeleyi Mustafa Kemal’i özleyerek yapanların ne bize faydası var, ne de kendilerine,” diye vurgalayarak sözlerini sonlandırıyor.
‘İlkesellik’ ve ‘tutkusallık’tan dem vurmuştum –yine, sevgili Roni’nin bir yazısından kalkarak, geçenlerde. Şu alıntı ile bitiriyorum:
“Madde 11
Reberiya Koma Civakên Kurdistan
Koma Civakên Kurdistan (Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi) kurucusu ve Önderi, Abdullah Öcalan’dır. Ekolojiye ve cinsiyet özgürlüğüne dayalı demokrasinin felsefik, teorik ve stratejik kuramcısıdır. Her alanda bütün halkı temsil eden önderlik kurumudur. Kürdistan halkının özgür ve demokratik yaşamına ilişkin temel politikaları gözetir ve temel konulardaki en son karar merciidir. Kongra Gel Genel Kurul kararlarının demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü devrim çizgisine uygunluğunu gözetir. Yürütme Konseyi Başkanını görevlendirir. Temel konulara ilişkin Yürütme Konseyi kararlarını onaylar.”
Kürt halkının haklı mücadelesine tutkulu bir yaklaşımımız varsa da, o tutku, artık, ‘ilkesel’ bakmayı da sorumluluk bilmeli.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | Leave a Comment
No Responses Yet to “DTK: Demokratik Toplum Kaygısı/ I, II”