Sizin Tanpınar’ınız Hangisi?

11Haz11

 

Varlık  dergisinin Haziran 2011 sayısında yayımlanmıştır.

 

 

 

 

 

 

Alper Akçam’ın, ‘Aydınlanmamış Tarih Köşeleri: Tanpınar’da Değişim’ (1) başlıklı yazısı, Tanpınar’ın yeterince ışık düşürülmemiş, karanlıkta kalıp gözden kaçmış ‘değişimi’ni aydınlatmayı vaat edişi ile okumaya ayartıcı idi. Lakin, oturup bir de üstüne yazmaya dürtenin, “Boşluğa Açılan Kapı (2) adlı yapıtında Tanpınar ile ilgili psikanalitik bir edebi çözümleme çabasına girişmiş” yazarın ta kendisi olmamın ötesinde, giriştiği işten, ‘psikanalitik bir hata yaparak’ çıkmışlığımın tespiti olduğunu da itiraf etmeliyim: “Halûk Sunat, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Bergsoncu ‘tanrısal evrilme’nin dışına taşmış, sanata bakış açısında bir tür devrim yapmış Tanpınar’ı görememiş, Tanpınar’ı baştan sona ‘yekpare’ bir bütünlük olarak değerlendirerek, psikanalitik bir hata yapmıştır”.

Demek, ‘yazınsal metne psikanalitik duyarlıkla bakma’ yordamını kurma özenindeki psikanalistimiz, Bergsoncu alaca karanlığından çıkarak ‘sanata bakışı’nda devrim yapmış bir Tanpınar’a duyarsız kalmış –ve, hata etmiş. Peki, psikanalistimizin, ‘birincil anlamda’, -Akçam’ın aradığı tarzda- Tanpınar’ımızın ‘sanata bakış’ındaki değişmeleri irdelemek ve görünür kılmak gibi bir muradı var mıymış? Yoksa, psikanalistin gözlerinin göremediği, Tanpınar’ın yapısal bütünlüğü içindeki değişmeleri miymiş? ‘Tanpınar’ı yekpare bir bütünlük olarak değerlendirmek’ hatasından dem vurulduğuna bakılırsa, ‘değişme’ denen şey, yoksa, ‘kendiliksel bütünlüğün gözden çıkarılması’ ile mi olmaktaymış? Ya da, sanata bakışı değişenin (değişmişse bile), ‘yazınsal yaratıcı özne/lik’ konumu da mı kendiliğinden değişmekte imiş –ne imiş?

Evet; bu türden soruların ayartısı ile metne adım atmış olalım, ve, ‘Tanpınar’ın değişimlerini kendi tarih köşelerinde aydınlık kılmanın’ yolları nerelerden geçiyor/geçmekte imiş, onları bir anlamaya çalışalım:

i. “12 Eylül 1980 darbesi sonrası, söz yerindeyse yeniden yapılanan kültür ve edebiyat ortamımız”da, “‘Ahmet Hamdi Tanpınar’ın değeri’ üzerine yapılan tartışmalar” bağlamında, “1990 sonrası yaptığı atakla” ‘evrensel ün’e kavuşmuş romancımız Orhan Pamuk’tan, “az sayıda ürettiği metinle tansıksı bir saygınlık uyandırmış” (3) Orhan Koçak’a, ilgili konuda kıymet yükleyebileceğimiz herkes, ‘Yahya Kemal-Tanpınar’ çizgisinin değerinin bilinmediğini, kültürel devamlılıkta kırılma yaratacak ölçüde reddedildiklerini kabul eder. Sözgelimi, Pamuk, İstanbul kitabında, Yahya Kemal’i Türk edebiyatının yirminci yüzyıldaki en büyük şairi, Tanpınar’ı ise, en büyük romancısı olarak anar. Akçam’a göre, kıymet yüklediklerimizin fevkalade takdirine mazhar olmuş bu edebiyatçılarımızın değerlendirilişinde, Pamuk’un yaptığı gibi, ‘en büyük’ nitemi kurarak tartışmaya başlamak doğru bir yaklaşım değildir. Evet, bana da yakın bir duyarlık: Neye göre ‘en büyük’?

ii. Koçak da, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinin reddediciliğinin bir örneği olarak anmaktadır, Tanpınar iltifatsızlığını. 1950’lerdeki evine baktığında gördüğü, Kemalist Cumhuriyet kültürünün (‘resmi görüşün’) makbulü, yerlisi, Fakir Baykurt, reddedileni, yabancısı Tanpınar’dır. Akçam, yaşananın öyle olmadığı kanaatindedir. Köy Enstitülü yoksul bir köylü çocuğu ve köy öğretmeni olan Baykurt’a, açığa alınmak dahil tonla mağduriyet yaşatılmışken, Tanpınar, el üstünde tutulan bir üniversite öğretim görevlisi olarak (yurtdışı geziler, burslar, milletvekilliği, vs.) birçok ayrıcalıkla ödüllendirilmiştir.

Öncelikle ilgili söyleşi metnine (4) gidelim. Orada, Orhan Koçak, okuru ev ahvali ile buluşturmadan önce, Tanzimat’tan 1940’lara dek uzanan süreçte, ‘eski edebiyat’a mevta muamelesi çekildiğinden dem vurur. “Resmi kültür, sadece karşıtını değil, kendisine oranla karmaşık ve çok katlı olanı da içeremiyordu,” der ve, içererek/kuşatarak (devamlılığı içinde) kendini inşa etmeyi reddeden (o anlamda, Tanpınar’ı da yoksayan) tavra işaret eder: Güçlerini Ankara’ya/Anadolu’ya taşıyarak, işi, -kendi iç çatışmaları/kırılganlıkları ile yüzleşmek yerine- kendi içine kapanıp kendi kendine aydınlanmalara (‘Anadolu aydınlanması’) vuran; evrensel idealle mesafesini ‘çağdaşlık’ adını verdiği (harcı, ‘saf Türklük ideali’ ile karılmaya çalışılan) ‘soyut/sahte evrenselcilik’le telafiye duran, resmi kültüre. Bir bakıma, inatçı, kaba; bir bakıma, çocuksu olana. Karşıt tutumlu yazarlarına bir arada yer açmak suretiyle kendisini –ve evrensellliğini- kuran çağdaş kanonları ötekileştirip bir başına (hatta, ‘Güneş Dil Teorisi’ takviyeli) evrensellik inşa etme gayretindeki kültüre. (5)

Yazımın temel kaygısı, Kemalist ‘sol’un (kitle tabanının) sol vehimleri değil elbet. Yalnız geçerken işaret etmiş olayım; Koçak’ın vurguladığı gibi, Tanpınar, “Türk ulusçuluğuna bağlı olup da sadece daha geniş ve daha dolayımlı bir yerlilik düşünmeye” çalışmış, sıradan bir Türk milliyetçisidir. Dolayısıyla, ‘devletçi-milliyetçi’ ana hattı ihlal etmeme özeni ile (zaman zaman su başını tutanlara yalvar-yakar olmuşsa da) Cumhuriyet’in ihsanlarından istifade etmeyi de bilmiş bir kişiliktir. Kendini, ‘Osmanlı-İslam’ çizgisinin dışında, mutlaklaştırılmış bir Türklük kabulü üzerinden kurmaya –ulus(al)laşmaya- özenen Cumhuriyet’in Tanpınar iltifatsızlığı ise, ‘sözde’ iltifatsızlıktır –o anlamda, Koçak herhalde farklı bir şey söylemiyor. Öte yandan, ‘Kemalist Cumhuriyetçilik’in, ‘Fakirler’ üzerinden de yürüyebilecek bir sol tahayyül üretme gayreti de, Kemalist ‘sol’ seçkinci kesimin bir fantezisi olarak alınsa yeridir -ve Koçak, “bağnaz Kemalist sayılabilecek” kendi ev ahalisi ile ilgili tesptini de zaten o minvalde dile getirmektedir (‘bağnazlık’, boyutunda!). (6)    

Devam ediyorum; makalesinin bu noktasında, Akçam, ikbal beklentisi ile münasip kişilere mektuplar döşenen Tanpınar’ı andıktan sonra, bütün bunların “bu yazının [yazısının] edebi içeriği ile ilgili” olmadığını hatırlatıyor. Edebi içeriğin kendisini göstereceği yere doğru (toparlanıp) yol alıyoruz biz de.

iii. Yahya Kemal ve Tanpınar’ın, kendi deyişi ile, “Osmanlı saray kültürü”nü yeni kurulan Cumhuriyet’e taşıma çabalarının, “estetik açıdan olsun”, küçümsenmemesi gereğine işaret ederken sanırım, ‘edebi içeriği’ne doğru ilk adımını da atıyor, Akçam: “Ancak, yüzyıllarca, söz yerindeyse halkı ve halk kültürünü ezen [italik vurgular benim] bu eklektik kültür, kendisini yeni dönem içerisinde de var etmeyi, sürdürmeyi başaramamışsa, burada kabahatli olan Cumhuriyet’i kuran ve onun kültür ve eğitim politikalarına el yordamıyla yön vermeye çalışanlar değil, o ‘eski’nin kendisi, toplumsal iletişimin dışında kalan kavrayış gücü ve imgelem alanı olmalıdır,” diyor. Yani? ‘Bakmayın, öyle, Kemalist Cumhuriyet’in, Osmanlı-İslam kültür çizgisini Türklük kimliğine katma tercihlerinden huylandığı iddialarına, bu beyler, asıl, halkı ve halk kültürünü ezen mahut eklektik kültürün taşıyıcıları olup toplumsal iletişimin dışına düştükleri için halk indinde muteber addedilmemişlerdir’. Doğrusu, ‘estetik açıdan küçümsenmemesi gereken’, ‘halkı ve halk kültürünü ezen’ ve ‘toplumsal iletişimin dışında kalan’ değer yargılarının bir arada anılması pek anlaşılır gibi olmasa da, ‘Köy Enstitücü devşirmeci zihniyet’in ‘halkta –tayin edici- hikmet bulma esaslı ilericiliği’ ile ‘edebi içeriğin’ Yahya Kemal ve Tanpınar’da mahkûm edilmesi gibi geldi, bana.

Söz konusu edebiyatçıların ‘idealist düşünce’ geleneğinden geldiklerini, Batılı olayım derken neyi nasıl yapacaklarını bilememenin kafa karışıklığını yaşadıklarını anıp Cumhuriyet iktidarlarının “her türlü olanağından doya doya” yararlandıklarını da belirten Akçam, bana az önce ‘gibi gelen’ şeye biraz daha açıklık getiriyor: “Her şeye karşın, kültürel ortama egemen olan Ortaçağ’ın doğmatik anlayışını yıkabilmek için birçok devrimci değişimi yapmış, en azından bunun niyetini taşımış [?] ve bu anlamda pozitivist bakış açısı ve olguculuğu öne çıkarmış dönem politikaları ile Kemal-Tanpınar ikilisinin tamamen anlaşabilmesi zaten olası değildir”.

iv. İkinci ‘edebi içerik’ adımında, Yahya Kemal-Tanpınar çizgisinin halk tarafından kabul görmeyişini, edebiyatçıların eserlerini kuruşta yaslandıkları Bergsoncu idealizme, Jungcu metafizik ruhsalcılığa, ‘ölüm’le münasebetlerine bağlayan Akçam, 1943, 1949, 1954, 1957, 1959 tarihli alıntılarla Tanpınar’daki ‘sanatsal-kültürel’ yönelimlerin -kendi tespiti ile- ‘halktan yana/halktan yana değil’ yollu çalkalanmalarını örnekliyor ve 1960’a dayanıyor (bu noktada, Tanpınar, artık, Akçam’ın edebi içerikli tezini temellendirecek kıvama gelmiştir –“çok farklı bir Tanpınar çıkmaktadır karşımıza”): “Şark maddeyi olduğu gibi yahut ilk rastlayışta ona verdiği değişikliklikle kabul eder. Telkin ettiği ilk hususiyetle yetinir”. Halbuki, “Garp ise onu daima elinde evirir çevirir, zihninin karşısında tutar, ondan birtakım başka hususiyetler ve mükemmelleşme imkânları arar, onun hakkında en etraflı bilgiye sahip olmaya çalışır”, vs., vs. Burada önemli olan, Tanpınar’daki büyük değişmeye bizi hazırlayan Akçam’ın, o büyük değişmeyi, madde ile ilişkideki kültürel yaşayış farklılığına hiyerarşik ölçü düşürmek suretiyle ayırt etmek ihtiyacında oluşudur: “Derebeyi üstkültürünün nesneyi yorumlamasını açıkça yeren bu bakış açısı, bir Divan Edebiyatı, aruz eleştirisi yerine de geçebilir”. ‘Derebeyi üstkültürünün nesne yorumu’ndan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne kırılma ânıdır o ân!

v. “Boşluğa Açılan Kapı adlı yapıtında Tanpınar ile ilgili psikanalitik bir edebi çözümleme çabasına girişmiş” yazarınızın ‘psikanalitik bir hata yaparak’ kendi boşluğuna açıldığı yer de tam orası olmalıdır. Zira, tam da o kırılma noktasında Tanpınar yazınsallığında bambaşka bir sayfa açılmaktadır, Akçam’a göre: “Saatleri Ayarlama Enstitüsü, bir olgunluk devri yapıtı olarak kurmacanın önde tutulduğu [?], parodik dilin kullanıldığı, gülmecenin metne iyice sindiği, Bahtin’in ‘yarı komik yarı ciddi’ tür olarak tanımladığı, ‘çok sesli roman’ başlığı altında incelenebilecek ayrıksı bir yere sahiptir. (…) 1961 yılında yayınlanmış son roman, Tanpınar’ın gerçekten de ‘roman’ olan en önemli yapıtıdır”.

Yalnızca, ‘psikanalitik edebi çözümleme çabasına girişip’ uygunsuz bir yerden çıkarak filmin sonunu kaçıran psikanalistiniz değildir sorgulamaya muhatap olan; Tanpınar’ı “kültürde süreklilik seçeneği” olarak gören “düşünürlerimize” de sormak gerekmektedir, ‘hangi Tanpınar’? Öyle ya; “Tanpınar’daki değişim, Anadolu halk kültürünün Köy Enstitülüler aracılığıyla üst kültürde kendini temsil olanağı bulmuş olması, Nâzım Hikmet şiiri, Marko Paşa öncülüğünde açılan gülmece kültürü ile koşut bir biçimde yürümüş gibi” ise, “[ş]imdi Tanpınar’ı ‘kültürde süreklilik seçeneği’ olarak gören düşünürlerimize sormak gerekecektir: Hangi Tanpınar’dır yüzyılımızın en büyük yazarı? Hangi Tanpınar’ı ‘milli bir yazar’ olarak okumalıyız?”.

Akçam, yazısını şu paragraf-cümle ile de bitirmekte: “Tüm edebiyatçılarımızın Tanpınar üzerine yönelmiş duyarlılıklarının bir kez daha anımsattığı en önemli gerçeklik, Tanpınar’ın edebiyat tarihimiz ve edebiyatımızdaki evrilme üzerinde yaptığı ‘saptayıcı’, ‘betimleyici’ değerlendirme çalışmaları olmalıdır”.

Huzuru kalple anlamlandıramayacağım doğrusu. Katkıda bulunmamız gereken ‘en önemli gerçeklik’ anılmak isteniyor -tamam: ‘Tanpınar’ın edebiyat tarihimiz ve edebiyatımızdaki evrilme üzerinde yaptığı saptayıcı/betimleyici değerlendirme çalışmaları’. Vazife üstlenme telaşı ile baksam da, neyi üstleneceğimi tam kestiremiyorum: İtalik olarak vurguladığım sözcük, ‘üzerine’ olsa, Tanpınar’ı, edebiyat tarihimiz ve evrilmeleri üzerine yaptığı değerlendirme çalışmaları ile öne çıkarmamız gerektiğini anlayacağım. ‘Üzerinde’ dendiğine göre, yoksa, o akış ve evrilmelere müessir bir yazara ışık tutmaya mı davet edilmekteyiz? Sanki, ilki daha ağır basıyor. Lakin, o yanı ile de, ‘psikanalitik duyarlıkla’ metne (son çözümlemede, metne yansıyan ‘yaratıcı edim’e) bakan adamın üstüne vazife değil gibi duruyor.

Sonuç

 

i. Evet, başlangıçta, ‘psikanalitik hata yapan psikanalitik duyarlıklı analist’ tespitinin, beni, bir karşı-metin kurmaya niyetlendirdiğini teslim edeyim -yeniden. Hatta, Tanpınar üstüne yaptığım incelemenin, -ondan önce Adalet Ağaoğlu üzerine yaptığım incelemede (7) gerçekleştirmeye titizlendiğim gibi- yazınsal metnin arkasındaki yazar özne ile metin arasındaki geçişliliği irdelemenin bir örneği olduğunu; öylesi bir deneyimin, yazınsal metnin ‘yaratıcı’ çabanın mahsulü olup olmadığını tartmada önemli bir duyarlık zemini oluşturabileceği düşüncemi aktarmaya da niyetlendim -yazınsal metni ‘yaratıcılık’ düzleminde sorgulamanın ‘poetik’ yollarının nerelerden geçtiğini ve o yolları kolaçan eden psikanalitik duyarlığın metne bakarken hangi ‘estetik’ ölçülere itibar ettiğini bir kez daha açıklamaya falan da. Vazgeçtim. (8)

ii. Doğrusu, sayın Akçam’ın, uygun anlamı biçmekte yer yer zorlandığım makalesi içre yaptığım yolculuktan bende kalan izlenim şu oldu: Akçam’ın anafikrini, -özel kıymet yükle(n)diğini yadsıyamayacağı yazar ve ‘düşünür’lerce müstesna bir yere konulan-Tanpınar’ı, -öyle, ölçüye biçiye gelmeyen bir ‘en büyük’ kabulü yerine- kendi ‘siyasi-ideolojik’ duruşunun da onaylayabileceği (yansıtılmış) bir ‘değişim/ dönüşüm’ içinde değerlendirme ihtiyacı belirlemiş olmalı. Hangi Tanpınar? O, ‘tansıksı’ kırılma sonucu, (“temsil ettiği … saray kültürü” ve “çoğul halk kaynağının dışında kalmış bir üstyapı sanatı[?]”ndan kopmak ve ‘millileşmek’ suretiyle) kutsanmış ‘Anadolu halk ideali’ ile buluşan Tanpınar. Gönlümüze öylesi münasip düştüğü için, Nâzım’ın şiiri ve Bahtin’in ‘çoksesliliği’ ile ‘koşutluk’ vehmedilen Tanpınar.  

iii. Bu metinde değindiğim ya da ima ettiğim satır başlarına ilişkin göndermelerimi sunduğum dipnotumla birlikte, Boşuğa Açılan Kapı çalışmamda kurduğum yazınsal/eleştirel tanının Saatleri Ayarlama Enstitüsü için de geçerli olduğunu, hayatının son deminde mucizevi bir Tanpınar kırılması yaşamadığımızı, benim için, ‘en büyüklük’ nitemiyle anılacak bir durumun da olmadığını yineleyerek, sözümü, adı geçen çalışmamın ‘Sonsöz’ünden bir alıntıyla bitireyim:

“(…)

Eğer sanat; sanatçının, yarasını açık tutmasıyla, yarasını usul usul kanatırken oradan hayata doğru bir sıçrayış ivmesi kurmasıyla ‘yaratıcı’ oluyorsa; şair, hayatla karşılaşma ve kapışmalarının kendinde uyandırdığı iç sesleri ayrıştırıp imge yakamozlarıyla şiirini ve hayatını ışıtmakla yaratıcı bir şair olacaksa; ölümcül bir sessizlik olup kendi üstüne (ve kendine) katlanmayı, ‘mutlak’ bir güzellik olup hayatın dışında durmayı seçen bir şiir ya da sürekli gerilerdeki karanlıklarına büzüşmekten medet uman bir şair, ne kadar yaratıcı olabilir?

(…)

Tanpınar’ın durduğu kuytulukta, muhteşem (gösterişli yani!) bir ‘dil makinesi’ kurduğunun, o makinenin içine kurulup belki de Türkçenin gökkubbesine en lezzetli, en hoş tınılı cümleleri nakşettiğinin de, elbet, ayırdındayım. Lakin, kurduğu dil makinesi -hikâye ve romanı- ile hayata açılmaya niyetlenirken, kendini hayata açmaya ne kadar niyetli ya da -yaratıcı duruş anlamında- yüreklidir? Eğer o dil (ve makinesi); tarihiyle, mimarisi ve musikisiyle bir kültürü baştan başa (ışıldaklar tutarak!) yürümeye el veriyor da, iç yolculuklara yelken açmaya geldiğinde sıra, rüzgârı -çoğu kez- kesiliveriyorsa ne demeli -yaratıcı içtenlik adına? Orada, şiirde, kendi başına güzellikler üretmeye duran dil makinesi; burada, hikâyede, romanda, tam da ihtiyaç hasıl olduğunda, genel kültür meselelerini konuşmalara, tefrikalaşmış muhabbetlere, çetrefil (muammalı) anlatılara, kahramanlara dahi yaka silktirtecek sonu gelmez lafazanlıklara duruyorsa -ne demeli?

(…)” (9)

Ne demeli?

               ____________________________

1. Sözcükler/ Mart-Nisan 2011, 3o. sayı, s. 65-72.

2. Boşluğa Açılan Kapı/ ‘Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yapıtlarına Psikanalitik Duyarlıklı Bir Bakış’, Bağlam Y., 2004.

3. Osmanlıca, ‘mûcize’ karşılığı kullanılıyor ‘tansık’: İnsan usunun alamayacağı, şaşırtıcı, olağanüstü olay. Yani, burada, Koçak’ın, az sayıda ürettiği metinle sağladığı ün, akıl almaz ölçüde şaşırtıcı nitemi ile anılmakta. Herhalde, geçerken vurgulanma (ve de, ‘Hangi Tanpınar?’ sorusuna ayrı bir kıymet kazandırma) ihtiyacı duyulmuş olmalı.

4. ‘Türkçe’de Eleştiri/ Bir Tarihselleştirme Denemesi’, söyleşi: Orhan Koçak, Semih Sökmen, Defter Dergisi, 1997, 31. sayı, s. 88-108.

5. ‘Ben-ideali’, ‘yaratma’ ve ‘yapıntı’ tartışması için, bkz., Doğu-Batı dergisinin 56. sayısı’ndaki yazım: ‘Yaratıcı Sanatsal Edim’ ve ‘Yüceltme’nin Psikanalitik Bağlamda Sorgulanışı.

6. Köy Enstitüleri’ne, ‘köylüden Cumhuriyet aydını devşirme enstitüleri’ demekte mahsur görmüyorum. Özellikle de, içinde ‘köy’/lülük geçiyor diye, geçtiği yere, hemen bir sol yakıştırma kabiliyetinde olanlar için altını çiziyorum. ‘Sosyalist’ sol ile ‘halkçılığı’ karıştırmanın da ötesinde, ‘korporatist devletçi-mütehakkim milliyetçi’ yapılanmayı ayırt edememekle (‘sol’ içinde mütalaaya yatkınlıkla) malul bir anlayış. Baykurt, aslı Tahir olan adını, 17-18 yaşında Fakir yapıyor. Kırklı yılların ikinci yarısında (CHP iktidarda yani) Köy Enstitüleri’nde baskıcı tavır öne çıkıyor. 50’li yıllarda (DP iktidarda bu sefer) birçok kovuşturmaya uğramış fakirim Tahir. 27 Mayıs darbesi ile, açığa alındığı görevine iade ediliyor. Darbenin özgürlükçü tavrı şu ölçekte: Yılanların Öcü, tiyatroda yasak, film gösterimi ise Cemal Gürsel’in özel izni ile serbest. Yıl 1965; Baykurt, TÖS (Türkiye Öğretmenler ‘Sendikası’) kurucusu ve başkanı! 1966; ilköğretim müfettişliğinden uzaklaştırılma, kovuşturmalar. 1967; Ant sosyalist dergi katılımı. 1971; Kemalizmin yılmaz ve her daim zinde güçleri bir kez daha darbe yapmış: Baykurt’a yurtdışı yasağı, kovuşturmalar, cezaevi. Yargılandığı TÖS davasından (Askeri Yargıtay’da) 1974’te beraat. Nihayetinde, 1999 Genel Seçimleri’nde ‘Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nden (tabii, şimdiki ÖDP’den apayrı bir telden çalmakta olan ÖDP’den) İzmir milletvekilliği adaylığı. Enstitü sonrası yürüdüğü yol itibarıyla ‘bağnaz Kemalist Türk ailesi’nin makbulü müdür, takdir sizin. Tanpınar’sa, ‘devletçi-milliyetçi’ hatta biatı ve sadakati içinde, -esas ve belirleyici damar o olduğu için- her devrin adamı. Kadim kurucu zihniyetin Tanpınar’a iltifatsızlığı ise, göstermelik: Muhafazakâr kumaşındaki Osmanlı-İslam ilmekleri ile cumhuriyetçi kurucu kendilik algısına –maazallah!- halel getirmeye. Kıssadan hisse: Kişilerle devlet ilişkisini tahlil ve tespitte, yakıştırmalara değil, ‘sınıfsal/nesnel’ ölçütlere itibar edile. Kendimi tekrarı azaltmak niyetine, Tanpınar’ın ‘milletvekilliği’ macerasını takip etmek isteyenler de –bi’ zahmet-, Boşluğa Açılan Kapı’nın, I. Bölüm alt başlıklarından, ‘Eşlikçi Metinler/ Mebusluk Yolları’, s. 70-72’ye, ‘Dünyagörüşsel Bahis’ münasebetiyle de, s. 125-134’e bir göz atıvere.

7. Hayal, Hakikat, Yaratı/ ‘Adalet Ağaoğlu ve Roman Dünyasına Psikanalitik Duyarlıklı Bir Bakış’, Bağlam Y., İkinci Basım, Ekim 2010 (ilk basımı, 2001).

8. Vazgeçtim; zira, beş yüz sayfalık incelemeye bakıp öncelikle ‘psikanalitik hata’ görenin, ya da, metni, ‘Ah, Tanpınar’a fotoğraflarından fal tutan çalışma!’ya indirgeyenlerin muteber olduğu âlemde, beyhude. Yalnızca, söz konusu psikanalitik duyarlıklı ‘poetik/estetik’ bakışın (hatta, kendi duyarlığımla Bahtinci yaklaşımın nerelerde/nasıl kesiştiğinin) örnekleri için, İmgenin Tılsımlı Rüzgârı’ndaki (Yirmidört Y., Kasım 2006) yazılarıma, Yazının Gül Dikeni/ ‘Fethi Naci’ye Armağan’ isimli kitaptaki (İthaki Y., Temmuz 2010), ‘Fethi Naci Eleştirisinin Eleştirisi’ başlıklı yazıma ve ‘haluksunat.com’dan ulaşılabilecek blogumdaki ‘Kitaplaşmamış Yazılarım/ Yazınsal Eleştiri’ başlığı altında yer alan yazılarıma bakılmasını önerebilirim.  

9.  Sadece, Tanpınar’a yüklenen değişimin beslendiği  (köklerinin Anadolu halk kültürüne uzandığı da anıştırılan) ‘gülmece’nin kaynağına bir örnek (yazımıza dair de bir hoşluk) olsun: Tanpınar’ın, Beş Şehir’in 1960 tarihli basımına bir önsöz yazdığına bakılırsa, yıl, hemen hemen o ‘mucizevi’ kırılma yılı. Tanpınar’ın, -herhalde bir kez daha okuyup- kırılma ânına dair mahsur görmediği satırlar olmalı. Şehrimiz Erzurum. Tanpınar, Erzurum’a, Zâkir Bey’in anlattığı, bitmek tükenmek bilmeyen Müslüman mezarlığından geçerek girdiğini naklediyor. Şu meşhur gülmece/mizah işine bağlamak üzere, ben de, Boşluğa Açılan Kapı’dan nakledeyim: “Efendim; bu Zâkir Bey’in, mütareke yıllarında Ermeni sorunu dolayısıyla Erzurum’a gelen Amerikan heyetinin ‘ceneral’ine, büyük taşlık Müslüman mezarlığını ve de küçümen Ermeni mezarlığını gösterip, buna, Ermenilerin kendi ölülerini yemiş olamayacağı bilgisini de ekleyerekten, kısa ve veciz bir misalle, ‘ekseriyet’in kimlerde olduğunu açıklayan zamanın ‘Belediye Reisi Zâkir Bey’ olduğunu; o arada, Tanpınar’ın, Erzurum’da Türklerin daima ezici bir çoğunluk oluşturduğunu bin türlü şekilde göstermenin mümkün olduğuna işaret edip geçerken, asıl, Zâkir Bey’in şahsında tecelli eden hazır cevaplılık ve Erzurum mizahına bayıldığını da belirteyim.” (Boşluğa Açılan Kapı, s. 276-277. Ayrıca, mucizevi kopuşa zemin hazırlayan mizah damarında akan ayrımcı/ nefret düzeyli kimya için, bkz., a. g. y., ‘Irkçılık Bahsi’.)

Tabii, Tanpınar’ın, binbir (ya da ömürlük) duraksama ardından, nihayetinde, gün yüzüne çıkarmaya razı olduğu Şiirler’inin yayım tarihinin, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile aynı (1961) oluşunun da ‘yazar öznenin Bahtinci kopuşu’ tezi bağlamında değerlendirilmesi uygun olur. Öte yandan, Alper Akçam’ın, “Anadolu halk kültürünün yazınsal alandaki taşkınlarını göz önüne getirmeye, görünür kılmaya uğraştı”ğı (a. g. y., s. 433) Karnaval ve Türk Romanı (Ürün Y., 2006) isimli çalışmasında, -Bahtinci bir kopuş örneği olarak- Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne yer vermemiş olması da dikkati çekicidir.



No Responses Yet to “Sizin Tanpınar’ınız Hangisi?”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: