‘Atlıkarınca’, Dönüyor, Dönüyor…
Taraf Gazetesi’nde, 14 Nisan 2011’de yayımlanmıştır.
“Cinsel istismarın bir cinsiyeti vardır -ki bu, erkektir.” (1)
Taşrada bir aile. Bir anne, bir baba, bir oğul ve bir kız. Bir de atlıkarınca. Baba, aklı yazılmamış şiirleri ve geldiği büyük şehrin hevesinde. Kadın sokulgan, kız masum, oğul ekşimiş. Atlıkarınca dönüyor. Onlar atlıkarıncanın önünde. Fotoğrafa ve hikâyelerine durmuşlar.
O bayram gününde o ailenin avlusunda bir kurban kesildi. Kan akıtıldı. Baba, telaşlı, ürkek. İrkilip irkilip gözlerini kaydırıyor öteye beriye. Kurbanın kanından çocukların alnına bir nişan bırakıldı. Baba, iyiden iyiye tedirgin. Anne yemek hazırlama derdinde. Baba, çocukları kapıyor, doğru banyoya. Sıkı sıkı sabunlayıp kanı akıtıyor çocukların bedeninden. Çocuklar arınıyor. Kasabın bıçağına kaydırılmış öfkesinden belki kendisi de. Oğlanda var bir tatsızlık ama. O hep var. Su, akıtmıyor onun öfkesini.
Baba, uydusuna getirip banyoya kadını çekip alan cinsinden. Küvette, duvara dayayarak. Yatakta sonra. Kurbandan gözünü kaydıran babanın şehevi hamleleri çocukların dikkatinden kaçacak gibi değil ama. Saçlar taranıyor sonra. Bu kez, sıkı sıkıya taranan saçları ile kendini aynadaki kendisinden alamayan bir baba. Bir erkek. Kahvaltıda, çatalı bıçağıyla, tıkır tıkır kahvaltı eden bir ailenin reisi o. Çocuğuna masa başında dört işlem talim ettirirken de. Taşrada bayram sabahı ziyarete gelen komşularını kapıdan uğurlamakla yetinen bir aile düzeni kurmuş kendisine. Kendisine yakıştıramadığı taşrada. Etrafla duygu alış-verişi pek yok. Geleni gideni de. Duygularını şiirlerine akıtmaya çalışıyor. Akıtıp şiir kitabı olmaya. Şiir kitabı olup kitaplaşmaya. Aynalarda kurmaya çalıştığı hayran olunası kendiliğine. Kitaplarının, masasının, yazı makinesinin tozunu alıyor ikide birde ve inceden inceye. Raflarda kitapları hep bir hizada olacak. İleri geri oynamalarına, koyduğu yerden kıpırdamalarına tahammülü yok.
Şehirdeki anneannenin felç haberi. Eğreti durulan taşradan kente dönüş. Direksiyondaki babanın gözlerini kapatıp ailenin yolculuğunu sonlandırmak isteyen oğlanın hayali ile. Bu kez yoldaki köpeğe toslayan baba. Kurbanına son görevini yapamayacak kadar katılaşıp kalan baba. Defnedilen köpeğin kanını karısının ve çocuklarının elinden su döküp arındırma telaşına düşen de yine o baba.
Evinde işinde şehir hayatına tutunmaya çalışan annenin mesaileri sonra. Evde felçli bir anneanne, bir adam ve ergenliğe doğru yol almakta olan bir kız çocuğu. Babanın gözlerini kapatma hayallerinden kendini dışarlıklı kılıp kurtulan genç oğlan çocuğu uzakta. Dinmemiş öfkesi ile. Bir türlü kilidi onarılmayan kapısı aralık banyoya çekilen anne. Kız ve anneanne tanık ama. Sonra, aynı banyoya çekilen kız çocuğu. Bir kadın, anneanne tanık yine. Anne uzakta. Çocuğunda olup bitenlere de uzak. Gözlerini yummak istiyor belki de kendi kendine. Olmuyor elbet. Olmaz. Anneanneye gece yatmadan önce hikâyeler okuyan kızın hikâyesi, hikâyedeki kızın hikâyesi ile çakışıyor sonra. Adamakıllı. Gözyaşları içindeki kızının hikâyesine işinden erken dönen anne de tanık oluyor. İnanmadığı, konduramadığı adamın aklını çözüyor sonra. Ve çözülüyor herkes. Gerçekle hayalin, masumiyetle hoyratlığın tekinsiz çemberinde dönen atlıkarınca da boşanıyor zembereğinden. Oğlan, taşradan ayrılmadan tahta atını keserle parçalamıştır zaten. Yolunda gitmeyen, dizginlerine asılıp yoluna koyamadığı atını çoktan.
Ensest, layıkınca ve münasibince “birbirleriyle evli olanlar dışındaki aile üyeleri arasında, sözlü ya da sözsüz, fiziksel ya da görsel her türlü” cinsel tasalludun adıdır. Olgusal evrensel gerçeklik üzerinden de malum, ensest, bir, ‘aile içi eril şiddettir’. Ailede baskın olan, başat olan erkeğin zorbalığı. Erkek-egemen kabullerin ibretlik resmi.
Elimde bir kitap var: Türkiye’de Ensest Sorununu Anlamak. (2) Sorunu anlamak için beri gelecek olanlar, orada (benim burada ayrıntısına giremediğim) nice gerçekle yüzleşecekler: Olan biteni anlayamayan, sanki hep öyle olurmuş sanan, kendisini sevdiğini, koruduğunu düşündüğü babasına, ağbisine, dayısına, eniştesine kötülük konduramayan, bir tuhaflık fark etse bile suçu kendisine yıkan, suçlarsa, suçlananın, ailesinin başına geleceklerden korkan çocuklarla. Bizim çocuklarımızla. Namuslarına sürülecek lekenin derdine düşen ailenin ve lekenin temizlenme geleneğinin karşısında, ‘kirli kız’ (bana ‘ibne’ diyecekler) çaresizliği ile yalnız bırakılmış çocuklarımızla. Saldırgan yerine mağdur çocuğu evden uzaklaştırarak başkaca mağduriyetlere vesile olan, çocuğuna güvenmeyen, inanmayan, ağbisinden hâmile kaldığı DNA testi ile tespit edildiğinde dahi, ‘Olamaz, bu test yanlış, biz bu kızı öldüreceğiz,’ diye kızının üstüne çullanan ailelerle karşılaşacağız. Aileyi kutsayan, aynı erkek-egemen kaygılarla zehirlenmiş sağlık, kolluk ve hukuk erbabının kadın bedeni ve dünyasına yönelik hoyratlığı ile. Katlanan mağduriyetlerle. Ruhları kanatılan, dünyaları karartılan çocuklarımızla karşılaşacağız.
Faaliyetleri ile meşhur JİTEM’in faili meçhulleri ile annelerinin dilinde masal dinleyip uyuyacakları analı-babalı uykularından yoksun bırakılmış (Min Dît), anasının dilinde konuşup yazmaktan, düşünüp öğrenmekten yasaklanmış (İki Dil Bir Bavul) çocukların ve çocuksu masumiyetleri ile ‘anaakım’ duyarsızlıklara canları pahasına gazetecilik dersi verenlerin (Press) hikâyesinden sonra, yüzleşmelerden pişkinlikle kaçmayı, her daim ‘saldırganla özdeşleşme’yi marifet bilenlerin riyakârlığını, -hem de, ‘ötekileştirdiğimiz kötüler’e yıkmadan- hanemize işleme yürekliliği gösteren Atlıkarınca filmine emeği geçen herkesi şükranla anmak isterim. Ve mümkün olsa, elbet, her sabah, Atatürk’ün çizdiği yolda, varlığını Türk varlığına armağana and içmek üzere hazrola geçirdiğimiz -‘Mustafa Kemal’in askerleri’- minik elleri, ürkek kıpırtılı dudaklarıyla çocuklarımıza armağan edilmesini. Bütün çocuklarımıza.
___________________________________
- Sandra Butler, Conspiracy of Silence: The Trauma of Incest, 1985.
- Hazırlayan, Alanur Çavlin-Bozbeyoğlu, 2009.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Yazınsal Eleştiri' | 2 Comments
Çok gecikmiş bir teşekkürüm var size Haluk Bey. Filmin hak ettiği ilgiyi hala göremediğini düşündüğüm için de herkese teessüflerim…
Evet; çok cesur, sinemasal düzeyi müstesna bir filmdi. Hem ele almaya cesaret ettiği konusu, hem de ele alış düzeyiyle takdiri hak ediyordu doğrusu. Lakin, o doğruların, duyarlıkların geçer akçe olmadığı (ne ilginç, deyiş de ‘akçeli’) bir ülkede/ dünyada yaşayageldik, öyle de (katmerlendirerek hatta) gidiyoruz. Ben de teşekkür ederim. Sevgilerimle.