Meraki Okura Oynanmış Küçük Yazınsal Oyunlar Üstüne
“Paul Auster’ın yeni romanı Görünmeyen (1), dünya eleştirmenlerinin değerlendirmesinde yılın en iyi kitapları arasına alınmakla kalmadı, yazarın en önemli romanı olarak da tanımlandı. Paul Auster bu romanında gerçekle bellek, yazarlıkla kimlik arasındaki belirsiz sınırı irdeleyerek ‘Amerika’nın en görkemli yaratıcı yazarlarından biri’ tanımını gerçekten hak ettiğini bir kez daha kanıtlıyor,” yollu satırları, yeni bitirdiği romanın arka kapağında okuduğunda, ol âlemin –o satırları yazanın, benzerlerini yazanların ve yazdıranların yer aldığı âlemin- meczubu olduğuna karar verdi. Elindeki romanı ve yazarını yere göğe koyamayan kapak arkası yazarının, unutuşun sisi ardından beliren karaltıların yazınsallık üzerinden yaşanan gerçekliğe ağdırılışına (bilinçdışı/bellek, unutuş/anımsayış) ya da kendinde bir gerçeklik olarak yazarın kendiliği ile onu, yazmaya/yaratıcı edime sürükleyen ‘öteki-kendi’ arasındaki çatışmanın yazınsal değer kazandığı (estetik/poetik) akışa dair bir merakı olmuş muydu, merak etti. Öyle ya; yoksa, ‘gerçekle bellek, yazarlıkla kimlik arasındaki belirsiz sınırı irdeleyerek Amerika’nın en görkemli yaratıcı yazarlarından biri olmayı’ hak eden yazarı, eleştirel merceğiyle nasıl ‘visible’ kılsındı –çaresiz, yeniden metne döndü.
İlk bölüm, ‘I’di. O kadardı ve şöyle başlıyordu: “Onun elini ilk kez 1967 baharında sıktım. O tarihte Columbia’nın ikinci sınıfında…”! Kendisine, ‘eleştirmen-okur’ olarak yer açan bu yazının başlığı altındaki ismin, yine bu dergide yayımlanmış Paul Auster incelemesinden (2) doldurulmuşluğu ile huylandı: ‘Hadi hayırlısı, arkası nasıl gelecek bakalım?’ Şöyle: “kitaplara meraklı ve günün birinde kendime şair diyebilecek kadar iyi şiir yazacağına inanan (ya da vehmeden) toy bir yeniyetmeydim”. Austerian tarz ile halvet olacakken, bir de çevirmenle mi hemhal olunacaktı? Doğrusu, ‘… günün birinde kendisine şair diyebileceği kadar iyi şiirler yazacağına inanan … bir yeniyetmeydim’ olmamalı mıydı ya da takdir dışarıya yansıtılmışsa, ‘… günün birinde kendisine şair denebilecek kadar iyi şiirler yazacağına inanan…’ falan?
Çevirmenden sıyrıldı, metne döndü, hatta, kapak dahil her şeyin metne dahil olduğu inancı ile künyeye: “Paul Auster: 1947 yılında ABD’nin New Jersey eyaletinde, Newark’ta doğdu. Daha 12 yaşındayken (…) edebiyata büyük bir ilgi duymaya başladı. Columbia Üniversitesi’nde Fransız, İngiliz ve İtalyan edebiyatı okuduktan sonra dört yıl kadar Fransa’da yaşadı. Fransız yazarlardan çeviriler yaptı”. Eh, üniversitesi tamamdı, yaşı, ilgi alanı ve okuduğu bölüm, o da öyle… Hatta, s. 22’ye gelip de (künyedeki yazar ile anlatıcı-kahraman arasındaki hısımlıktan doğru) işkillenmeyenleri, “kendini henüz hiçbir alanda kanıtlamamış yirmi yaşında biri” ile 1967-1947=20, çıkartma işlemine ayartacak denli de iddialı… ‘Dur ama,’ dedi, ‘Auster bu, oyun içinde oyun –olmalı.’ Hikâyeye döndü.
Paul Auster, anlatıcı-kahramanı Adam Walker’ı, bölüm ‘I’de, bir partiye göndermişti. Orada, o, 1967 baharında elini sıktığı adam, Rudolf Born’du. Bir Fransızdı. Otuz beşindeki Born, partiye, yirmilerinin sonundaki Margot ile gelmişti. Aynı üniversitede, Uluslararası İlişkiler Fakültesi’nde konuk öğretim üyesi idi. ‘Fransız sömürgeciliğinin uğradığı hezimetler’ üzerine ders veriyor, savaşı, ‘insan ruhunun en yalın, en canlı ifadesi’ olarak değerlendiriyor, Vietnam’da savaşacağına hapse girmeyi yeğlediğini söyleyen Walker’a dudak büktüğü anlaşılıyordu. Zaten, Margot ile birlikte, uzaktan, -mahzun duruşu ve asık suratı ile- Walker’ı şairliğe yakıştırmış ve yanılmamışlardı. ‘Evet’ dedi, eleştirmen-okur, ‘Hinliğe meyyal –Amerikalara kadar uzanmış- bir adam, genç bir kadın ve şairlere yaraşır masumiyeti ile yedi metre öteden seçilebilen bir genç adam’. Demek, romanın topacı onlar üzerinden döndürülecekti.
Paul Auster, bu üçlüyle, ‘I’ adlı bölümde şunları yaptı:
1. Fransız bir konuk profesör olarak ABD’de bulunan Rudolf Born’a ilişkin merakıyla –zaten- azdırılmaya teşne okuru, evet, azdırdı: Amerika’da o vakit de yasak olan Küba purolarını, Washington Fransız elçiliğinde görevli biriyle özel ilişkisi (metinde de italikti) sayesinde elde edişini anlattırdı ona. Vietnam’da ‘komünizm belası’na karşı kahramanca savaşanları över, savaşa gitmek yerine mapusaneyi tercih eden şaire dudak bükerken, Kastro hakkında olumlu laflar ettirdi. Kendisi hakkında biraz daha malumat talep eden Walker’a, bir başka sefer (bu laf da metinde italikti) dedirtti.
2. Erotik vurgulu kadın, şair ruhlu masum genç adam karşılaşmasının (hele de, o, ‘tuhaf’ Fransız refakatinde) müstakbel heyecanlı okumaların bir girizgâhı olduğunu hissettirdi (“Bakışında belli belirsiz bir erotizm seziyordum; ama o tarihte [aradan kırk yıl geçmişti, anlatı zamanında Walker ve yazarı aynı yaşta ve yıl, 2007 idi] bana bir işaret vermeye mi çalıştığını, yoksa sırf bakmış olmak için mi baktığını ayırt edemeyecek kadar deneyimsizdim” –gibi. Ya da, partiden ayrılırlarken, “Margot’nun sağ eliyle yüzü[n]e dokunup, ‘Kendine iyi davran’ [ne demekse!] deyişi” –falan, gibi).
3. (ya da, 1. a) Yedi aydır, Born, Columbia’da ders verdiği, ancak, göz ısırımı kıvamında olsun izi kalacak bir karşılaşmaları olmadığı halde, Auster ferahlığı, Born’la Walker’ı partiden hemen iki gün sonra karşılaştırdı. Karşılaşmalarına, Walker’ın, o gün, bir arkadaşına rastlama umudu ile West End Bar’a gitmesi yetti. Born, meraki okur için bir yandan purosunu tüttürüyor, bir yandan da (mahsusen) Der Spigel okuyordu. 1. maddede anılanlarla en ahmak okurun dahi, ‘Aha, bu bir ajan!’ teşhisi koyması işten bile değilken, Auster –duraksayanlar için- Walker’a şunları da söyletti –West End’den doğru: “Tuhaftır, ilk anda ona selam vermeden arkamı dönüp gitmeyi düşündüm. Bu duraksamamın üzerinde durulması gerektiğine inanıyorum; çünkü o tepkim Born’dan uzak durmakla iyi edeceğimi, onunla yakınlaşmanın başıma bela açabileceğini daha o zaman anladığımı gösteriyor [eleştirmen okur kendini tutamadı: ‘Vay!’ –‘bela geliyorum demez ama burada geldiği göze sokulmakta] (…) bütün bunların altında beni sarsan, onun güvenilir biri olmadığı izlenimini uyandıran karanlık ve sinik bir şey vardı” (eleştirmen-okur, hadi hayat bilgisi bir yana, –zamanında- tonla yazınsal metin okumuş bir genç adam olduğunu da öğreneceği Walker’ın, adamdaki bu karanlığın adını koymaktaki beceriksizliğine şaşmadı desek, yalan olur [3]).
4. (ya da, 1. b) Paul Auster, Born’a lafı uzattırmadı: “Geçen gece Margot’yu çok etkilemişsin (…) Çoğunlukla hiç konuşmaya yatkın bir kadın olmadığı halde, cumartesi gecesi partiden eve dönerken yol boyunca susmak bilmedi (…) Peki, ne idi, genç kadının dilini çözen? “Sendin evlat. Senden çok hoşlandı ama aynı zamanda çok kaygılandığını da bilmelisin.”
‘Hayat Bilgisi’ dersinden geçer notla süzülüp gelmiş olsa bile, yirmi yaşındaki delikanlının dayandırıldığı yazınsal eşikten, artık, iki tür hoplama yolu olduğunu düşündü, eleştirmen: Ya, yazarı tarafından, bir roman kahramanı olarak, ‘hayatın kaba akışının okunmasındaki zaafın sorunsallaştırımı’ bağlamında, söz konusu zaafı hazırlayan iç çatışmalarının içinden geçen yazınsal bir yola çıkarılacak ya da, ‘meraki’ okurun yalınkat merakının taşıyıcısı –bir nevi- çizgi roman kahramanı olarak yoluna devam edecekti.
Oynatalım: “O [Margo, yani], senin bu dünyanın tahammül edemeyeceği kadar iyi biri olduğuna, bu yüzden de sonunda dünyanın seni ezip geçeceğine inanıyor”. Evet? “Margot sana yardım etmemi istedi; çok ender olarak benden bir şey istediği için de onun isteğini yerine getirmek boynumun borcu.” Evet? “Babam on ay önce öldü, bana da yüklüce bir miras kaldı.” Evet? Evet; on aydır n’apılacağı kestirilemeyen baba mirası için hayırlara vesile bir şans yakalanmıştı nihayet: “Aylık ya da üç aylık bir dergi, yeni şeyler söyleyen, atak, insanları kışkırtan, her sayısı tartışma yaratan bir dergi. Buna ne dersin Bay Walker [bay/bayan okur, diye okudu, eleştirmen]?” Evet; Bay Born, mirasın yirmi beş bin dolar kadarını bu işe hasredecek, dergi (bir edebiyat dergisidir bu elbet) yılda dört kez yayımlanacak, sayı başına beş bin gözden çıkarılacak, beş bin de yıllık ücret olarak delikanlıya (yayın yönetmenliği gibi bir şeydir teklif edilen) ödenecekti. Kendisini henüz hiçbir alanda kanıtlamamış, edebiyatla ilgili fakültenin ikinci sınıfında, kendisini, ‘kitaplara düşkün ve ileride iyi bir şair olarak anılmasına elverecek şiirler yazma umudunu saklı tutup şiirler karalamakta olan bir yeniyetme’ tarzında tanımlayan delikanlının başına, Auster oyunbazlığı, işte böyle, hikmetli bir kuş kondurmuştu. (4)
5. (ya da, 2. a) Auster, delikanlıyı, profesörün evine akşam yemeğine gönderdi. Delikanlı eve varmadan önce, Born’un başına Paris’te (okurun bilmesine gerek duymadığı) bir iş çıkardı. Profesör güya çok kızdı. Yaklaşık bir hafta Paris’te kalması gerekiyordu. Eleştirmen-okur, yazarın, delikanlı ile Margot’nun arasını yapmaya niyetli olduğunu bir kez daha hissetti. Profesör Born, yemek öncesi, iki ‘koca’ kadeh sek cini yuvarladı, yemekte Burgonya şarabı ile devam etti. Margot’nun yemeklerini beğendiğini belirten delikanlı Walker’a, “Ya Margot’nun kendisini nasıl buluyorsun? Ona da bayılıyor musun?” diye, ‘2. a’ mevzuuna damardan girdi. Kanırttıkça kanırttı. Delikanlı mırın kırın ettikçe, işi, “ [Ne yani] Margot kollarına atılıp da onu becermeni isterse, ilgilenmeyeceksin anlamını mı çıkarmalıyım? Bunu mu demek istiyorsun? Zavallı Margot. Onun kalbini ne kadar kırdığını tahmin edemezsin”lere vardırdı. Bir de üstüne –o kafayla- delikanlının ayrıntılı şeceresini döktürüp Walker’a bile, “Sen öyle misin? CIA casusu musun?” dedirtti. Üstüne konyakları da devirdi ve devrilip yattı. Margot, delikanlı Walker’ın yanaklarına ‘iyi geceler’ öpücüklerini kondururken, “Rudolf Paris’teyken sana bir yemek daha vermek hoşuma gider” demeyi ihmal etmedi ve ‘2. a’ damarına aktı: “Aklım sende olacak”.
Margot, aklını ancak üç gün meşgul tutabildi, üçüncü gün telefona sarıldı: “Rudolf’u takma kafana Adam. O gitti, ben de istediğimi yapmakta özgürüm. Hepimiz özgürüz. Hiç kimse bir başkasına sahip olamaz. Bunu anlıyor musun?” Anlaşılamayacak bir şey yoksa da, Adam, “Galiba” dedi. Kız, “Balığa ne dersin?” diye sorduğunda, “Denizdeki balık mı, tabaktaki balık mı?” sorusu ile yanıt verdi. Eleştirmen-okur, yazarın, Adam Walker’a biçtiği münasebetsizliği nereye koyması gerektiğini kestiremedi. Margot, romanın ihtiyacının o kabil hadiseler olduğunu biliyordu, bildiğinden şaşmadı, peş peşe beş gece yemek yaptı –dolayısıyla, peş peşe beş gece koridorun dibindeki konuk odasında seviştiler. ‘Saf’ adam Adam’a, beşlik tedavi iyi geldi, Margot’dan istifade etti: “Margot, bir noktada, ‘Eğer iyi geliyorsa iyidir, dedi ve o beş gece boyunca bana verdiği armağan bu oldu. Artık kendimden korkmamayı öğretti bana”. Meğerse, bütün bunları profesör, Margot’nun sadakatini sınamak için yapmış ve “kaltak da zokayı yut[muş]tu”. Eleştirmen-okurun asap sükûneti giderek ihlal oldu, ‘Yahu, nedir bu haller, yani sen oraya casus kalibresinde bir adam koy, adam, Columbia Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler hocası olsun ve o adam, sadakat ölçümü için böyle tezgâhlar kursun –pes yani!’ diye hiddetlenirken, profesör bey biraz daha döküldü: “Artık evlenmeyi düşünmemin zamanı geldi, aklı başında hiçbir adam da Margot gibi bir kızla evlenmeyi aklının ucundan geçirmez”. Eleştirmen-okur, ‘Tamam da hocam, madem, evlenilecek ve eğlenilecek kız tefriki şahsınız için de tayin edici, sadakat ölçümü niye?’ yollu, hiddet menzilini de aşmakta idi ki, hoca patlattı: “Nişanlandım. İki hafta oldu. Paris seyahatimde başardığım şeylerden biri de bu oldu”. (5)
Evet; ‘yılın en iyi kitapları arasına alınmakla yetinilmeyen, yazarın en önemli romanı olarak’ da kabul gören roman -daha ilk kırk sayfasında- böyle (kendisini kaptırmış) akıp gidiyorken, hoca, vaadini yerine getirdi, çat diye, altı bin iki yüz elli dolarlık çeki Adam’ımızın önüne koydu: Beşi, ilk sayı, kalanı, yıllık ücretinin ilk çeyreği içindi. Adam, -duraksayıp-dergi işini düşünenin bilhassa da Margot olduğunu hatırlatırken, Born, “Saçmalama. Baştan beri benim fikrimdi. Margot’nun tek istediği seninle yatağa girmekti,” dese de, eleştirmen-okur, ‘E, madem öyle, sadakat testlerine ne gerek vardı, hocam?’ diye üstelemedi. Yazar tarafından tahrik edilen tüm muhayyel okur adına, ‘Romanın duvarına asılan ‘5/ 2. a’ silahı (beş gece peş peşe) patlatıldı, darısı, ‘4/ 1. b’nin başına –bakalım, dergimizin encamı ne ola!’ tarzı, vaziyeti sarakaya alır oldu. Profesör Born, yazarının –‘en önemli romanında’- kendisine yatırımını boşa çıkarmadı: “[S]ende bir şeyler, hoşuma giden bir şeyler görüyorum Walker ve anlaşılmaz bir nedenle senin üzerine kumar oynamak istiyorum. Senin bu işi başaracağına bahse giriyorum. Yüzümü kara çıkarma”.
‘En önemli romanında’, Born ve Walker’ın aralarındaki işleri yoluna koyan Paul Auster, kahramanlarını, Broadway’le 109. Cadde’nin kesiştiği köşedeki bir Küba lokantasına doğru yola çıkardı. Heyecana heyecan katmak gerekiyordu: deneyimli casus hoca ile delikanlı Adam’ı, o karanlıkta, parkın kıyısından yürüttü. Her New Yorklu’nun kâbusu olan, onlar için gerçek oldu. On altı-on yedi yaşlarında kara derili ufaktan bir çocuk silahını onlara doğrulttu ve cüzdanlarını vermelerini istedi. Born, nazlandı, elini ceketinin göğüs cebine götürdü, ‘çıt!’ diye sustalısını çıkardı, hızla yukarıya doğru savurarak çocuğun midesine sapladı. Çocuk inledi ve yere yığıldı. Meğer silah dolu bile değildi. Walker, ambulans için Broadway’e koştu. Döndüğünde çocuk yoktu. Odasına döndü. Ağladı. Born’un çekini yırtıp bir zarfa koyarak ertesi gün kendisine postaladı. New York Post’un akşam postasında Riverside Park’ta göğsüne ve midesine aldığı bir düzineden fazla bıçak darbesi ile öldürülmüş çocuğun haberini okudu. Evine döndüğünde, elden bırakılmış tehdit mektubunu posta kutusunda buldu: “Tek kelime etmeyeceksin Walker. Unutma: Bıçak hâlâ bende ve kullanmaktan hiç korkmam”. Profesör casusun ‘el yazısı’ ile(!) yazdığı tehdit mektubu Adam’ı bir hafta korkuttu. Sonunda polise gitti, anlattı. Polis gittiğinde, Born’u bulamadı. Güya annesi ölmüş ve âniden Paris’e dönmesi gerekmişti. Geriye, (yazarın ifadesinden öyle anlaşılmaktaydı) Adam Walker’a ve romana bir ömürlük vicdan azabı kaldı: Polise gitmekte niye geciktim!
Eleştirmen-okur, ‘II’ başlıklı bölümde, Paul Auster taslağı ikinci bir yazarla karşılaştığında şaşırmadı (kaldı ki, New York Üçlemesi’nden de tanıdıktı bu Auster kalabalığı): “Gençliğimizin karanlık çağlarında Walker’la arkadaştık. 1965’te New Jerseyli, on sekiz yaşında iki üniversite öğrencisi olarak Columbia’ya girdik ve sonraki dört yıl boyunca aynı çevrelerde dolaştık, aynı kitapları okuduk, aynı hevesleri paylaştık”. Ancak, bu ikincisi, eldeki romanın yazar künyesinde yer alan Auster’a daha yakın bir taslaktı: “Babamın üniversiteden arkadaşı, şu koca dünyaya nam salmış biri [diyordu, Walker’ın üvey kızı Rebecca]. Sonunda sizinle tanışmak benim için büyük bir onur”. İşte, Adam Walker, yaşamöyküsü üzerine tasarladığı metnin I. bölümünün taslağı olduğunu söylediği sayfaları, bu James Freeman’a, onun Brooklyn’deki evine gönderdi (hiç ilginç değil, Paul Auster da orada yaşamakta idi ve 2007 baharı, eldeki basılı kitap için de münasip bir zamandı; eleştirmen-okura ilginç gelense, 2007’de, bir adamın bir başka adama dosyasını APS ile göndermesi idi).
Lösemiden ölmek üzere olduğunu düşünen Walker, yaşamöyküsel metninin değerlendirilmesi, toparlanması ve uygun görürse yayımlanması sorumluluğunu ‘dünyaca ünlü çağdaş yazar’ Freeman’a devretmek istiyordu. Gerçi yüz yüze görüşülecekti bir ay kadar sonra ama Freeman yine de son görüşmelerinden (Haziran 1969) o yana neler olduğunu anlatmasını istedi Walker’dan (ABD Posta Servisi’nin laubaliliğinden şikâyetle mektubunu ‘ekspres posta’ ile gönderdi, cevabını da o yolla aldı –anlaşılan, Columbia 1965 girişlilerin internete hiç güvenleri yoktu). Öylelikle, yazar Paul Auster da, kahramanının hayat hikâyesinin –öteki- ayrıntılarını bir mektupla toparlayıp o işi de aradan çıkardı. Lakin, Walker’ın kitabının birinci bölüm sonrası yürümüyordu. Ne yapmalıydı? ‘Dünyaca ünlü çağdaş yazar’, bir keresinde kendisinin de başına öyle bir şey geldiğini, ilk bölümün birinci tekil kişi anlatıcısının ikinci bölümde tıkandığını, çözümü, anlatıyı üçüncü tekil kişi üzerinden kurmakta bulduğunu (‘ben’i ‘o’ yaptığını) yazdı. Aradan bir aydan fazla bir zaman geçti (demek, yüz yüze görüşmeye dair ilk zamanlama biraz aşılmıştı), Walker telefon etti. Yeni bölümü göndermekte tereddütlü idi: “İğrenç, tiksindirici bir şey Jim. Ne zaman aklıma gelse, kusacak gibi oluyorum”.
Bereket; duraksama aşıldı, ikinci bölüm de ekspres postaya verildi. Kitabın adı, 1967 olacaktı. ‘İlkbahar’ gönderilmiş olan bölümdü. Yeni postadan çıkan, ‘Yaz’, yazılmakta olan, ‘Sonbahar’.
“İlkbahar yaza dönüyor. Senin için Rudolf Born baharından sonraki yazdı bu,” diye, ‘ben’i ‘sen’ yaparak ‘Yaz’a başlayan Adam, bu bölümde, Columbia’ya edebiyat mastırı için gelen ablasını okulunu bitirip ayrılan arkadaşının odasına yerleştirdi, üniversite yerleşkesindeki Butler Kütüphanesi’ne görevli olarak girdi. Auster’ın muradı, biraz kitapların dünyasından söz etmekse, biraz da, -zaten roman müşterisine çıtlatılmış olan- abla ile ‘yasak ilişki’ye okuru ve Adam’ı hazırlamaktı –diye, fikir yürüttü kötü kalpli eleştirmen. Yine de, ablanın ve o sayede, yitirilmiş erkek kardeş Andy’nin çağırılması iyi olmuştu romana. Adam’ın romanlaştırılmış yaşamöyküsü içinde, ‘yazınsal taşıyıcı değeri’ olan, bir, ağbi-kardeş ilişkisi kazandırılabilirdi romana. Şöyle: O yaz (Andy kardeşin öldüğü yaz), Andy yedi, Adam, on yaşındaydı ve ablası ile birlikte bir yaz okulundaydılar. Baba şehirde, anne uyumakta iken küçük Andy göle gitti ve boğuldu. Annenin akıl hastanelerinden yardım alacak kadar, babanın, karı-koca ilişkisi ve sıcak aile hayatından yoksun kalmak suretiyle yaşadığı matemin içinde, Adam, (son iki yılı ablasız) sekiz yıl geçirdi. O yıllardan (ve öncesinden) iki şey kaldığını düşünüyordu, kendisine: Biri, Andy’ye yönelik suçluluk duygusu (“Andy erkekti. Bir zamanlar iki erkek çocuktuk, oysa şimdi yalnızca ben varım –batan gemiden kurtulan tek kişi”), diğeri de –elbet, açık-, ablası ile yaşadığı sıradışı cinsel yakınlık.
Çocukken koyun-koyuna uyuma, ‘doktorculuk’, meme uçlarının ilk kabarışı, ilk âdet ve ilk sertleşmelerin karşılıklı göstermeciliği ve seyri, yaşlar on dört/on beşken (aralarında bir yaş vardı) birleşme dışı (ne hikmetse, ‘bir defalık’) eni konu sevişme deneyimi ve yıllara yayılmış (sadece kendi aralarında geçerli kurallarıyla) ‘Andy’nin doğum günü’ törenlerinden cinsel birleşmenin de yaşandığı (ve artık, arkasının hep öyle geldiği) söz konusu ‘yaz’a mahsus ‘karı-koca hayatı’na (o günden, Adam’ın Paris’e hareket edeceği güne tam ‘34’ güne yayılan sevişmelere [6]), ‘olaylar’ peş peşe ‘II’de (‘Yaz’) sıralandı.
‘Dünyaca ünlü çağdaş yazar’ımız James Freeman, ‘Yaz’ı okuduktan bir hafta sonra, Oakland/California’da Adam’ın kapısını çaldı. Metni hiç de iğrenç bulmadığını Adam’ın gözlerine bakarak söyleyemedi. Metni gönderdikten yirmi dört saat sonra hayata gözlerini kapamıştı, Walker. Kapıyı, zamanla öz kızı gibi olan Rebecca açtı. Freeman, üzerine Adam tarafından kendi adı yazılı, içinde, ‘Sonbahar İçin Notlar’ dosyasının bulunduğu zarfı Rebecca’nın elinden aldı. ‘Notlar’, telgraf gibiydi, tam cümleler yoktu. II. bölüm için yapılan tavsiyeyi, Walker, özellikle bu bölümde yerine getirmiş, kendisinden bir, ‘o’ olarak söz etmişti. Notların düzenlemesini Freeman yaptı: ‘O’nun, dersler başlamadan bir ay önce Paris’e gidişi (Fransızcasını mükemmelleştirmekti görünürdeki nedeni), iki yıl önceki gelişinde kaldığı Hôtel du Sud’a yerleşişi, Margot’yu buluşu, sevişmeleri ve muhtelif sevişmelere göndermeler, kaçınılmaz, casus profesör Born’un çıkıp gelişi (ki, âdettendi, Austerian yazınsallıkta, ihtiyaç hâlinde herkes her yere destursuz çıkıp gelebiliyordu), hazır o ortaya çıkmışken, evlilik hevesini kursağında bırakmak üzere eş adayı ve kızı ile tanışıp adamın yediği haltı nakletmek suretiyle Walker’ın suçluluk duygusunu dindirme teşebbüsleri, ol teşebbüsat dahilinde eş adayının kızı Cécile Juin’in Walker’a abayı yakışı, profesörün, dolabında takriben üç kilo kadar esrar yakalatmak marifetiyle Adam’ımızın memleketine postalanışını tezgâhlayışı –tekmili birden, ‘Notlar’da idi.
Paul Auster’ın romanının IV. bölümünün yazarı, ‘sözde’ Jim/James Freeman’dı. Walker’dan kalanların bir roman olarak yeniden yazımı için, Walker’ın ablası Gwyn’ın da onayını alması gerekiyordu. Meğerse, Gwyn, Jim’in de unutamadığı o eşsiz güzellikteki kızdı. Ama Jim’e nasip olmamıştı: “Talihim varmış, otuz yıla yakın bir süredir aynı kadınla beraberim. Onsuz bir hayatı tasavvur edemiyorum”. (Eleştirmen-okur, hemen koştu, ilgili kaynağa baktı: Paul Auster, otuz yıldır, Siri Hustvedt isimli bir hanımla evli idi! -‘Nice nice mutlu yıla Paul!’) Jim, Adam’la aralarında olup bitenden Gwyn’ı telefonla haberdar etti. Walker’dan aldığı emanetin bir kopyasını Gwyn’a gönderdi. Abla, müstesna abla-kardeş ilişkisini teslim etmekle birlikte, Adam’ın andığı cinsel yakınlığın Adam’ın uydurması olduğu (çevirmenin tabiriyle, ‘öyle büyük bir deneyim yapmamışlardı’), o hâliye romanlaştırılmasını doğru bulmadığı görüşünü iletti. Ancak, tüm isimler (kişi ve yer) değiştirilmek suretiyle yayımlanması uygun olurdu. Jim, ne var, ne yok, tüm isimleri değiştirdi –hatta, kendikini de (eleştirmen-okur, yazar Paul Auster’a tatlı tatlı gülümsedi). Ve, Jim, ekledi: “Romanımı geçen yazın (2007) sonlarında bitirdim” (eh, Invisible da 2008’de yayımlandığına göre, tam isabetti!).
Jim (pardon, Paul) yazmaya doyamıyordu. Karısının kız kardeşinin kızının bir Fransız’la evleniyor olmasını bahane edip karısı ile birlikte Paris’e de uzadı ve oradan okura, Balzac uzmanı akademisyen Cécile’le görüşmesini, annesinin ve Born’un ölmüş ve birbirleriyle evlenmemiş olduklarını, Margot’nun (romanın erişemediği bir kuytulukta, öylece) intihar ettiğini ve Cécile’in, Adam’ın cinayetten bahsedişi sonrası suratına tükürmüşlüğünden yıllar sonra dahi duyduğu utancı nakletti. Yetmedi, ‘Cécile Juin’in Günlüğü’ diye bir kesit de ekledi ve onun, Born’un yaşadığı (Atlantik’le Karayip Denizi’nin birleştiği yerdeki) Quillia adasını elli üçündeki ziyaretinden, yetmiş birlik Born’un evlilik teklifi dahil bir yığın şeyden daha söz etti. Hatta, casus eskisi profesörün de romanlaştırılmaya değer bir hayat hikâyesi vardı; şükür, roman orada bitti…
Evet; ‘yaratıcı edimsel duyarlık’la romana bir kez daha dönüp baktığında, eleştirmen-okur, romansal gerçeklik içinde ‘sorunsallaştırılmış’ bir şey göremedi. ‘Demek, çok satanların bile tepesine –kurula kurula- kurulmuş, meraki okurun ilgisini peşine takıp sürükleyen sürükleyici romanlar böyle kotarılıyordu,’ diye düşünmekten de kendini alamadı. Şu değil miydi, ‘yaratıcı (yazınsal) sorunsallaştırma’: Kendinde bir gerçeklik olarak yazarın kendiliği ile onu, yazmaya/yaratıcı edime sürükleyen ‘öteki-kendi’ arasındaki çatışmanın, yazınsal düzlemde görünür/ alımlanabilir kılınması –işte, o yoktu, ‘koca dünyaya nam salmış’ romancının romanında. Ödipal karmaşanın (çözülümünün) uzantısı ‘kandaş ile cinsel ilişki yasağı’nın ihlali, erkek kardeşin ihmal sonucu ölümünün uyandırdığı suçluluk duygusu, kendisinden on-on beş yaş büyük bir çiftin mahremine girme/ ayartılma, yine bir erkek çocuğun öldürülüşü sonrası ihmal algısı üzerinden baskılanmış suçluluk duygusunun ayaklanışı ve kahramanın hayat akışındaki (7) belirleyiciliği… ‘Evet; bütün bunları müşterisi sağlam konular bilip yüzeyel merakla kuşatılı olaylar dizisi hâlinde örgülemek belki bir marifetti; lakin, yaratma cesareti denilen, kendi iç yolculuğunda kendi ile yüzleşmeyi, kendiyle karşılaşmalarının kendisi için olduğu kadar dışarıdan bakanlar için de görünür kılınmasının ‘estetik/poetik’ koşullarını sağlamayı göze alabilen ve becerebilen yaratıcı sanatsal edim yanında söz konusu marifet, olsa olsa, bir tür zanaatkârlık kabulü görmeliydi,’ diye de ekledi, eleştirmen-okur. (8)
Ve, şu yazdıklarını, yazarın kendisinin de bir kez daha –yüksek sesle- okumasını temenni etti: “Korku iyi şeydir, diye devam ettim [metninin ikinci bölümünde tıkanan Walker’a, ‘dünyaca ünlü çağdaş yazar’ seslenmektedir], korku bizi risk almaya, kendimizi aşmaya yöneltir; kendini güvende hisseden hiçbir yazar değerli bir yapıt üretemez”. (9)
Evet; tüm öne çıkarılmış zanaatkârlıklar, korkusu ile yüzleşmekten, kendiyle yüzleşerek kendini aşma çabasından -yaratıcı yazarlığın çilekeşliği’nden yani- korkup kaçanların sığınağı idi…
_______________________
1. A.g.y., çev. Seçkin Selvi, Can Y., 2010 [2008].
2. ‘New York Üçlemesi’ne İki Ayrı Bakış/ Postmodern Olumlayış ve Yaratıcı Edimsellik Açısından Sorgulayış’/ I-IV/ Varlık, sayı: 1180-81, 82, 83. Ayrıca, bkz. İmgenin Tılsımlı Rüzgârı/ ‘Yazınsal Metne Psikanalitik Duyarlıklı Bakış’, Yirmidört Y., 2006.
3. Bir esnaf (‘Shop-Rite marketinin sahibi ve işleticisi’) çocuğu olarak Adam ve ablasının, üniversite öncesi yıllardan başlayarak hangi yazarları ve sinemacıları (Emily Dickinson, Whitman, Tolstoy, Dostoyevski, Hawthorne, Melville, Flaubert, Stendhal, Henry James, Kafka, Beckett, Céline, Wallace Stevens, Eliot, William Carlos Williams…, Keaton, Chaplin, Marx Kardeşler, W. C. Fields, Truffaut, Godard, Bergman, Antonioni, vs.), nasıl da derinliğine ve karşılaştırmalı bir biçimde hayatlarına kattıklarına parmak ısırmaktan gocunmayacaklar eserimizin 100-101. sayfalarına baksınlar lütfen.
4. Olası derginin içeriğinden (şiir, kurmaca, deneme, röportaj, çeviri, sinema, müzik, görsel sanatlar) maliyet hesaplarına kadar bir taslak oluşturan (üstelik, New York’taki ikinci yılını sürmekte olan) yeni yetme Walker’ın (dönemin belli başlı yayın yönetmenleriyle görüşmeler de dahil!) dört-beş gün içinde neler neler yaptığını merak eden okur, romanımızın 28-29. sayfalarına baksın lütfen.
5. Daha ilişkilerinin başında, Margot ve Born’un, Margot’nun eski sevgilisi ile -ve özellikle de Margot’nun talebiyle- yaşadıkları ‘toplu iffet tecrübesi’ne tanık olmak isteyen okur, lütfen, s. 136’ya, babası bir bankanın başkanı, Walker’ın daha önce görmediği burjuva zenginliğinin kerimesi Margot’nun, nasıl olup da kolayca kapı önüne konan bir kadın olup çıktığına –içeriden- tanıklık etmek isteyen okursa başka kapıya.
6. Masumiyet Müzesi’nin Füsun’u ile Kemal Basmacı’sını (Merhamet Apartmanı’nda kırk dört [44] kez sevişmişliklerine dair bilgi ile) rahmetle analım lütfen.
7. Mektupla geçiştirilen ayrıntılara bakılırsa, hukuk tahsili yapmış, yirmi yedi yıl boyunca mağdurları ‘Amerikan toplumunun zalimlik ve umursamazlığı’na karşı korumaya gayret etmiş (“Istersen şiirsel adalet diyebilirsin. Çünkü acı gerçek değişmiyor: Dünyada adaletten çok şiir var.” [s. 69]), dahası, ‘soyadı, öldürülen çocukla aynı’ (boşanmış, çocuklu) bir Afro-Amerikan kadınla evlenmiş, ve dahi, yazarınca, ‘kısırlığa’ münasip görülmüştü (bir yazgısal kefaret gibi alınacaksa), vs.
8. “Merak insanoğlunun yetenekleri arasında en az değer taşıyanlardan biridir. Günlük yaşamda görmüşsünüzdür, meraklı insanların belleği hemen her zaman zayıftır; sonra, bu gibi kimseler genellikle budala oluyorlar. Biri size kaç kardeşiniz olduğunu sorarak söze başlıyorsa, bilin ki candan ilgi duyan bir kimse değildir. Aradan bir yıl geçsin, kendisiyle yeniden karşılaşın, büyük bir olasılıkla kaç kardeşiniz olduğunu soracaktır: Ağzı gene şapşalca yarı açıktır, gözleri gene yuvalarından dışarı uğramış gibi patlak patlaktır. Böyle biriyle dost olmak güçtür; meraklı iki kişinin kendi aralarında dostluk kurmaları ise olacak şey değildir. Merak duygusunun tek başına bize pek yararı yoktur; roman okumakta da bizi öyle çok bir yere götürmez; öykünün sınırları içinde bırakır, o kadar.” (Edward Morgan Forster, Roman Sanatı [The Aspects of Novel], çev. Ünal Aytür, Adam Y., Haziran 1982, s. 129 [Forster’ın, 1927 yılında, Cambridge Üniversitesi’ndeki konuşmalarından oluşmuştur].)
9. Alıntılar için, paragraf ölçeğinde, bkz., s. 9; 22; 15, 16; 17; 18-19; 19, 20, 21; 35, 36, 38, 42; 43, 46, 50, 51; 52, 52-53; 57; 63, 125; 75; 76, 96; 193, 201; 72.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Yazınsal Eleştiri' | Leave a Comment
No Responses Yet to “Meraki Okura Oynanmış Küçük Yazınsal Oyunlar Üstüne”