Yaşlanmanın Âdabı ya da Âdabıyla Yaşlanmak Üstüne
Nisan 2010 tarihli Varlık dergisinde yayımlanmıştır.
Kızım Barış Emek’e
-“Mutlu yaşla(nmala)r canım!”
“Biz öyle olmayacağız, buna her birimiz ayrı ayrı ant içiyoruz:
Yaşlı Kral Knut’un verdiği dersi unutmayacağız,
yükselen çağın önünde zarifçe geri çekilmesini bileceğiz.
Ama itiraf etmeli ki, bazen zor oluyor.”
Elindeki romanın (Kötü Bir Yılın Güncesi/ J. M. Coetzee [1]) okuma serüveninde kendisine ait bir yer (‘oda’ demek geçti içinden) açışını sorgular gibi olduğunda, bitirdiğinde yani, saat sabaha karşı dört sularıydı. Elleri soldan sağa birkaç sayfa devşirdiğinde, ‘DEĞİŞME/ Önemli!’ diye düştüğü notu gördü: “Üstümde haksız bir etkin oldu mu? Sanmıyorum. Hatta hiçbir etkin olduğunu sanmıyorum. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum”. Geriye dönüp baktığında (gözlerini kapatmasına gerek kalmayacak denli ıssızdı ortalık), romanın bütününü ılık ılık içine akıtan şeyin (edilgen, kadınsı bir ifade olduğunun da farkındaydı –iç konuşmasında), işte tam da bu satırlar olduğunu teslim etti: “Talihim varmış ki seninle tanıştım. Sen olmasaydın herhalde hâlâ Alan’la birlikte olurdum; ama beni etkilemedin. Seninle tanışmadan önce neysem hâlâ oyum, değişiklik yok”.
Değişmenin en hakikisinin, en sahici ve inandırıcı olanının, ‘değişiyoruz’ seferberliği dayatılmadan (kafalara vurulmadan, yani), dahası, insanın, böyle, hiç değişmemişçesine –o ânki kendini, kendi olarak- yaşadığı bir tür farklılaşma hâli olduğunu, özellikle de ‘psikanaliz’ deneyimiyle bildiğinden ya da hayattaki içten/likli değişme ile romanın yaratıcı ekseninde yaşanan (kahramanın yaşadığı) değişmenin aynı yataktan aktığına kalıbını basar hallere geldiğinden, Anya’nın sözleri gerçekten de içine işledi.
Biraz daha başlara dönüp okuma sürecinin ayak izlerine basa basa metinde yol aldığında şunları gördü: Sydenham Kuleleri’nin çamaşırane dairesinin bir köşesine –ilk bakışta, âdeta sokak serserisinden farksız- bir moruk oturtulmuş, hemen göz hizasına da, ‘domates kırmızısı-çuval tarzında-ciddi kısa’ elbisesi ile (daha sonra, altın tenli –neredeyse, fosforlu-, kapkara saçlı, yirmilerinin sonunda olduğu da kayda alınacak) bir genç kadın getirilmişti. Yalnız ‘moruk’ değil, ortalama bakış için de yerini şaşmış bir ‘melaike’ görünümündeki genç kadın, hâlâ (1995’ten o yana) komşuları yeterince tanımadığı serzenişi ile yarenliğe soyunan ihtiyarı, “…şimdi ilgilenmem gereken başka işler var, o yüzden şu nazik söyleşiyi doğal ölümüne terk etmeye ne dersin”le meali kurulabilecek, bir, “Evet”le (‘hı-hı, haklısın’ –gibi) geçiştirmişti: Hayat okuması ya da sezgileri güçlü, tavır almada inisiyatif sahibi genç ve güzel kadınla, görmüş geçirmiş izlenimi veren, kıvamında bir yaşlı adamın karşılaşması… diye, düşündü, eleştirmen okur: ‘Not aldığım değişmeyi inandırıcı kılacak bir karşılaşma’.
O gün, orada, ihtiyarı, -ev işlerini erkenden bitirmeye ayartan güzel bir bahar günü için- kendisine fazlasıyla karışık ve kasvetli gelen mahrem duygularıyla başbaşa (aklına karpuz kabuğu düşürülmüş bir çaresiz olarak) bıraktığının farkındaydı genç kadın -lakin elden ne gelirdi. Adamsa, bir hafta sonra, meleklere yaraşır poposunu sımsıkı sarmış beyaz pantolonu ile bir hayal misali yakaladığında genç kadını, işi sıkı tutmaya çalışmış, “Tanrım, ölmeden önce şu dileğimi kabul et,” diye fısıldamaya başlamıştı ki, yakıcılığından kendisi de utanıp dileğini geri aldı. (“Ya sen? Sen hiç yoldan çıkmadın mı? Hayır, dedim, galiba hiç çıkmadım. Şimdi de artık çok geç. Bu yaşta yoldan çıksam dönmeye zamanım olmaz.”)
O (‘moruk’), zemin kattaki, öteki (Anya’nın birlikte olduğu adam: ‘solgun, aceleci, tombul ve her dem terli’ Alan Aberdeen) en tepedeki (yirmi beşinci kattaki) dairelerine yol alırken girişte karşılaşmışlardı zaman zaman: “Kızın, sırtı şüphesiz çilli Bay Aberdeen’le olan alakası çok üzücü. İkisini yan yana düşünmek bana ıstırap veriyor, yani yatakta yan yana düşünmek, çünkü sonuçta asıl önemli olan bu [eleştirmen okur, altını çizme ihtiyacını duydu]”. ‘Yazarlık mesleği’nden olan ihtiyar, dünyada neyin yanlış gittiğine, nasıl adaletsiz bir düzen ve çağda yaşandığına dair, diğer beş yazarla birlikte döktürecekleri ‘deneme’ nitelikli (ses alıcıya okuduğu ve müsveddeler hâlindeki) yazılarının bilgisayarda yazım işini –dolgun bir ücretle- kıza teklif ettiği sırada da, “herifin solgun Kelt benzinin kızın altın parıltısına ağır bastığı bir meyve verebileceği” düşüncesi ile ıstırap duymaktan kendini alamamıştı. Eleştirmen okur, ‘yakıcı’ duyguların tesirindeki yazarın dünyanın adaletsizliği algısına onu da kattı. Kaldı ki, dipten akan tatsızlığın kendisi de farkındaydı: “Biz altı éminence grise dişimizle tırnağımızla en yüksek doruğa çıktık, çıktık da ne gördük? Zaferimizin hakkı olan meyvelerin tadını çıkaramayacak kadar yaşlı ve takatsiz olduğumuzu. Sahip olamadığımız zevkler dünyasını süzerek Hepsi bu mu, diye soruyoruz kendi kendimize. Bunca terlediğimize değdi mi?”. Ve yazı teklifi: “Evet, yaparım, dedim; evet, o tarihe yetiştiririm. Herkesin ortasında homurdanmak için, hayallerime uymayı reddeden dünyadan büyülü bir öç almak için bir fırsat çıkmıştı: Nasıl geri çevirebilirdim?”
İhtiyarın homurtularını kâğıda döken Anya kendini esnemelerden zor aldı. Hep siyaset üzerine yazıyordu zira. İnsanlara gına getiren siyaset. Cihaza okunmuş ‘büyük düşünceler’. Halbuki, kriket yaz, eski aşk maceralarından söz et –varsa. Anılarından falan: “Siyaset dışında herhangi bir şey. Siyasette senin yazdığın türden şeyler para etmez. Siyaset öbür insanları bağırarak bastırıp kendi istediğini yaptırmakla ilgili, mantıkla değil.” (2) Eleştirmen, iki insan arasındaki dönüştürücü –sıcak- temasların başladığını okudu o satırlarda. Genç kadın, çamaşır sepetleri taşımadığı günler yarı zamanlı (kulağa, “buz kırığıyla çalkalanmış ve üstüne bir çift horoz taşağı dikilmiş ananaslı ve boğa kanlı rom” tarzı bir Haiti kokteyli gibi gelen) segretaria’sı da oldu ihtiyarın. Hafiften ev işlerine takıldı, banyoya falan el attı, dahası, “bir şeylerin eksik, bir etkiden falan yoksun kaldığı bazı yerlerde” adamın yazdıklarını toparladığı bile oldu (“oysa büyük yazar güya o”, o ise, “küçük Filipinli kız”). Sonra, gözleri ihtiyarın: kötüydü elbet, dişleri daha da kötü (“yerinde olsam alayını çektirip gıcır gıcır iki damak taktırırdım”), bakılmadığını sandıklarında süpürgelik dibinden hızla koşuşturan hamamböcekleri ve sonra o hardal renkli, beklemiş limon kabuğu kokulu tüvit ceketi: “Bir gece vakti dairesine sızıp ceketini çalmalı ve kuru temizlemeye vermeli. Ya da yakmalı.” Hamamböcekli adam da boş değil: “Neyse ki Bay Aberdeen’in yerinde değilim, diye düşünüyorum [aralarında hafiften civelek tartışmalar da başlamıştır], şu alıngan genç kadınla evli değilim. Fakat saçmalıyorum tabii. Bay Aberdeen’in yerinde olmak için sağ elimi verirdim.” –Evet! (dedi, eleştirmen okur –niyeyse).
Peki, Alan, Anya? “Üç yıldır birlikteyiz ve Alan bana karşı hâlâ ateşli, öyle ateşli ki bazen patlayacağını düşünüyorum. İş üstündeyken eski sevgililerim hakkında konuşmama bayılıyor.” Arada, ihtiyarın onu becerip becermediğini soruyor. Hatta, tazminata tahvil edilecek bir tacizi olup olmadığını. Eleştirmen okur, Anya’nın, Alan’la ihtiyar arasındaki insani farka uyanmakta olduğunu (ve giderek, Alan’ı sarakaya aldığını) da hissediyor: “Kurutucudan bir külotumu aşırdı, bundan eminim. Ben gittikten sonra düğmelerini açıp donuma dolandığını, gözlerini kapayıp şahane mabadıma ait hayaller canlandırarak geldiğini tahmin ediyorum. Sonra düğmelerini ilikleyip John Howard ve George Bush’una, onların ne hain olduklarına dönüyor”. Anya’yı yazdıklarında kullanmakta mıdır, acaba –dava açılsa? Paraları, sonra, nereye saklıyor, bi baksa Anya. Moruk ölüp gittiğinde, başkalarının eline geçip heba olmasa o paralar. Ayakkabı kutusunda para saklayanlardan olmalıdır: “İple bağlı mıdır” –“Alan onunla ne zaman dalga geçtiğimi hiç anlamaz. Alığın önde gideni”. Anya’nın Alan’a ilişkin bir iç çatışmaya doğru yol aldığı hissedilmektedir iyiden iyiye. İhtiyar için önemli olma arzusu ile uç veren bir başka çatışmayı yaşamaya başladığı da: “Elbette beni o şekilde düşünüyor. Düşünmemesi için taş olması gerekir, hele ki kokum burnunda, memelerim gözündeyken. Zavallı ihtiyar! Ne diyebilir ki? Ne yapabilir? Bir bebek kadar çaresiz. Bir daktilo makinesi değilsen nesin o zaman? Soruya bak! Ya senden n’aber? Sen nasıl bir makinesin? Fikir çıkarma makinesi mi, makarna çıkaran makineler gibi?”
Anya, giderek, ihtiyarı daha içeriden alımlamakta, kendi dünyasını onunkinin tam karşısına yerleştirmekten çekinmemektedir -tüm sahici etkileşmelerde olduğu gibi: “Pekâlâ. Biraz acımasız gelebilir, ama amacım bu değil. Bir tonlama[n] var –bunu hangi kelimeyle açıklayabileceğimi bilmiyorum-, insanların gerçekten canını sıkan bir tonlama. Her şey soğuk ve kurudur: Tüm cevapları ben bilirim, ne diyorsam odur, benimle tartışmayın, bir yere varamazsınız”. Yazar moruk ya da moruk yazar, ‘karanlık bir çağ’da yaşıyor olmalarının gereksindirdiği ‘ağır’ tondan dem vurur. “Çağın karanlık olması yüzünden niçin nutuklar atıp azarlamaya başlaman gerektiğini anlamıyorum,” der, genç kadın, gayet de güzel bir çağda yaşandığı duygusu ile. Öte yandan, adamda, morukta yani, farklı bir şey vardır –aklı fikri tavşan gibi düzüşmekte olan, evli geçmişine karşın yol yordam öğretip bir kadının yatakta ne bekleyeceğine dair tedrisatından geçirdiği Alan’dan (“seninim daima seninim, diye nefes nefese kalırken Alan geliyor, sonra da ben geliyorum, aramız böyle işte, ateş gibi”) farklı, onu dönüştürecek bir şey –öfkesinden belli: “Alan onu paspas eder. İstesem ben bile onu paspas edebilirim. Onu paspas eder, zaferle çeker giderim. Benim kukla olduğumu mu sandın, derim. Satır aralarını okuyamadığımı mı sandın? Paran senin olsun, ona ihtiyacım yok, yazılarını da kendin yaz. Görkemli bitiş. Perde”.
Alan da sökmüştür, kendi hesabına, internete girip 1934 doğumlu bir Güney Afrikalı romancı ve eleştirmen olduğunu öğrendiği ihtiyarın neliğini: “Altmışlardan bir süprüntü, hepsi bu”. Tapon, kimsenin arzulamadığı malları gacur gucur üreten koca birer çöplükten farksız sosyalizmlerin çöküşünün burukluğunu yaşamaktan öteye gidemeyen, altmışların özgür sevişme ve konuşma yanlısı hippi artıkları: “Uyan artık! –ona öyle demelisin. Dünya yoluna devam ediyor. Yeni bir yüzyıldayız. Artık zalim patronlarla açlıktan ölen işçiler kalmadı. Artık yapay ayrımlar yok. Bu gemide hepimiz beraberiz”. (3)
Yeni bir yüzyılda (‘ve Nuh’un küresel gemisinde’ –eleştirmen okurun uyduruğu) olunsa da, ihtiyarın bankadaki paralarını kendi gemisine yükleyip kendi hesabına yatırımlarda kullanmanın (gemideki sanatı odur zira) hiç de garipsenecek bir yanı yoktur. Baktığı her yerde, kişisel güdülerin işbaşında olduğu, gaddar, sömürücü, açgözlü bir dünya gören, hayatı külliyen bir moralite oyunu gibi yaşayan, iyi ve kötünün ötesinde hepimizi kuşatan bir hayat içinde hasbelkader birer oyuncu olduğumuzu görmek istemeyen duygusal sosyaliste iyi de olacaktır bu. Evet, “büyük meseleler, önem taşıyan meseleler” halledildi çiçeğim. “Siyasette artık hareket kalmadı. Siyaset bir yan gösteri.”
İşte böyle. Kırk iki yaşındaki Alan, bir yandan kendi gemisinin yükünü gözetir, öte yandan -gündüzleri başkalarının seyirliğine sunup geceleri kendisine aidiyetini tescillettirmek suretiyle kendi kendini azdırdığı sevgilisiyle- tavşansı saadetler sürdürürken, arta kalan vaktinde de –artık iş dışı beraber olmayı özleyebilecekleri arkadaşları da kalmadığından, cuma akşamları bile- yirmi beşinci kattaki dairesinden, elde biralar, görebildikleri en uzak noktaya bakarak oyalanmaktadır sevgilisiyle birlikte: “gökdelenler arasından görebildiğimiz tek şey olan Darling Limanı uzantısındaki trafiği seyredip zemin kattaki moruğun anarşist mi, sosyalist mi olduğunu tartışıyoruz. (4) Daha doğrusu baş başa oturuyoruz ve Alan bana zemin kattaki moruğun neyin nesi olduğunu anlatıyor. (…) Yani, bir dala tünemiş iki yaşlı ve yalnız karga gibiyiz burada”.
Böyle böyle, Anya, dal tüneğinden, iki boğa (yaşlı ve genç) arasındaki gergin ipe zıplar: “bir yanda katı kesinlikler [Alan, yatırım danışmanlığı ile birlikte, matematiksel modellemer ustasıdır da], öbür yanda katı düşünceler arasında sıkıştığımı hissediyorum, o kadar ki, bazen, çekilip kendi başıma kalmak istiyorum”. Lakin, yaşlı boğanın kullanıma sunduğu düşünceleri, katı bile olsalar, kendi hâlinde şeylerdir. Halbuki, Alan, genç boğa, yaşlı boğanın bilgisayarına sızmış, bankadaki hesabını –tünektaşı da eyvallah derse- avucunun içine almaya hazırdır çoktan. Öyle şeylerden haberdardır ki, gözetleniyor sanır Anya, ilkin –bilgisayar oyunlarını akıl etmeden: “Ben seni gözetlemiyorum, diye yaygarayı basıyor Alan. Öyle bir şeyi asla yapmam. Ama madem sordun, nereden bildiğimi sana söyleyeyim. O evdeki bilgisayarda bir raporlama programı var. O program bana neler yaptığını rapor ediyor”. Bir tür casus programı yani. Yoksa, moruğun antika fikirleri ‘fare boku’ kadar dahi ilgilendirmemektedir Alan’ı. Anya sorar; nedir, peki, ilgilendiren genç boğayı? Küçük bir çocuk gibi kıpırdanmakta olan Alan’ın utancı üstten akıp gider. Annesinden övgü bekleyen, dikkat çekmeye çalışan bir çocuktur âdeta -açıklar cinliğini: “Her şeyi gördüm. Vasiyetnamesini, avukatıyla evvelki yazışmalarını, banka hesaplarını, parolalarını”. İhtiyarın üç milyon dolardan fazla, -sıradan faizle bankada pinekleyen- parasını, ihtiyarın ruhu duymadan yüksek getiriye yatıracak, ana para sahibinin payını ayırıp getirinin üstünü lüpletecektir –yılda üç yüz bin kadar: “O paranın bir işe yaramasını sağlayacağım, Anya. Banka hesabındaki uykusundan uyandırıp bir değişikliğe koşacağım”. (5)
Evet; Anya oyuna getirilmiş, yazarla iş ilişkilerinde kullandığı CD’ye adamımız söz konusu cinliği işleyip bilgisayarın bünyesine dahil etmiştir çoktan: “Sahtekârlık bu, buna şüphe yok. (…) Öyleyse Alan’ın gününü nasıl –başkalarının paralarıyla sahtekârca, ama (umulur ki) zararsız numaralar çevirmekle- geçirdiği konusunda bana küçük bir ipucu mu verilmiş oluyor? Hayatımı profesyonel bir dolandırıcıyla mı paylaşıyorum?”
Anya, ‘gri’ kuşak uzmanı Alan’ın, yaşlı yazarla karşılaşması sonrası, atını, siyah alanda, “hem de katran karası” bir siyahlıkta koşturmaya başladığının farkındadır, artık. Fakat, bir adam, doğru dürüst konuşmadığı bir adamdan nasıl nefret eder böyle? Hem de nasıl; bir günlük diktatörlük verilse ‘moruk’a, ilk işi, bir duvara dayayıp kurşuna dizdirmek olacaktır, Alan’ı! Niye yapsın peki böyle bir şeyi? “Birincisi, çünkü benim gibi insanlar dünyayı onun gibi insanların elinden aldı –ve de iyi oldu; ikincisi, çünkü seni onun bunak şehvetine karşı korumasız bırakacak.”
‘Şehvet düşkünü moruk yazar’ kurduğu metnin temize çekim işleri bittiğinde, ‘tünelin ucuna’ çıkışı kutlamak ister, Anya ve sevgilisi ile. ‘Sydney’in edebiyat takımını’ beklerken, şampanya ve üç kadeh karşılar onları, yaşlı adamın dairesinde: “Senin Anya’nın o karanlık geçişte bana nasıl bir rahatlık ve destek verdiğini anlatamam”. Ve, Alan –matematik modellemeler uzmanı-, ‘yetmiş iki yaşında, ince kas denetimi zayıflamış, belki de altına kaçıran’ yazarın, Anya’dan sağladığını söylediği rahatlık ve desteği, çeviriverir kolaylıkla bildik ‘oğlanlanlararası’ dile: “Evet,” der, “yaptığı işte bayağı iyidir”. Altına kaçırdığı muhtemel yaşlı yazar, imayı kaçırmaz yine de. Yetmez. Kanırtır Alan, şampanyaları devirdikçe, ‘adsız kalacak bir hainin talanından, ruhu duymadan soyulmaktan’ kurtarıldığını ifşa eder, heceleye heceleye: “Evet, Juan, doğruyu söylemek gerekirse o bendim, seni soymak üzere olan alçak bendim. Ama soymadım. Şu hanım arkadaşım sayesinde. Kukusu tatlı mı tatlı şu güzel hanım arkadaşım”. ‘Hah-ha!’ (‘İngilizce konuşan aklı başında ve sağduyulu, modern dünyanın gidişatına takıklara karnı tok insanlar âlemi’nden doğru patlar kahkahası Alan’ın, eleştirmen okurun kulağında). “Almanya ve Fransa gibi yerlerde insanlar ak sakallı bilgelerin önünde hâlâ diz çökebiliyorlar. Ey Üstat, n’olur anlatın bize, ne oldu da medeniyetimiz bu hale geldi?” ‘Hah-ha!’ “Kuyularımız niçin kurudu, gökten niçin kurbağa yağıyor? Esrarlı küreye bakıp bizi aydınlatın! Geleceğe giden yolu gösterin!” ‘Ha-ha-haa!’ (6)
O gece, yirmi beşinci kattaki tüneklerine dönerken, Anya, Alan’ı (‘yukarıdan vuran parlak ışığın aydınlattığı sarkık gıdısıyla, huysuz, memnuniyetsiz, yarı sarhoş, orta yaşlı, beyaz Avustralyalıyı’) hiç affetmeyeceğini söyledi. Yanıt, yirmi beşince katta asansörün kapısı açıldığında geldi: “Seni açık ve seçik olarak duydum. Ve cevabım ne, biliyor musun, benim küçük kuşum? İkile”. Evet, Anya, Alan’ı ikiletmedi, ikiledi –uzayıp gitti, Alan’ın hayatından.
Nihayetinde –çıkmak gerekiyorsa kerevete-; ‘Çarpıcı Fikirler’ ve ‘İkinci Günlük’ vesilesiyle, herkes (‘Hadi, canım, sen de!’ dedirtmeyecek yazınsal bir evrende), anlamlı, inandırıcı bir devinim/değişim içinde göründü okura ve eleştirmene. Alan, griler içinde sakladığı katran karalığını görünür kıldı –etrafa ve kendine. Anya, tünektaşını ve bindikleri dalı tarttı. Yaşlı bir yazarın satır aralarından yürürken kadınlığının adamın tarzınca yaldızlanışını tattı: “Ilık bir bahar gecesi zahmet edip de kulak verseydim, mırıldandığı aşk şarkılarını eminim asansör boşluğundan duyabilirdim”.
Peki, yaşlı (Alan’ın tabiriyle, hayatın her camında, Pinponlar zahmet etmesin, ibaresiyle karşılaşması kaçınılmaz) yazar? Herkesin ortasında, hayallerine uymayı reddeden dünyaya doğru homurdanabilmiş miydi yeterince? Alan, ‘Pinponlar zahmet etmesin’e takılan ‘moruk’a sesleniyor, tüneğinden: “Derken, aa, o da ne? ‘Aranıyor: Ömürlük deneyime, her duruma uygun bilge laflara sahip Üst Düzey Guru. Uzunca ak sakal tercih sebebidir.’ Kendi kendine, Denemekten ne çıkar, dedin. Roman yazarı olarak çok da göklere çıkarılmadım, bakalım guru olarak çıkaracaklar mı?” (7)
Eleştirmen okur, yukarılarda bir yerlerde seçer gibi oldu, yazarı – J. M. Coetzee, olanı. Anya da, ihtiyarı: “Yaşamanın, fikir sahibi olmanın ve onları açıkça ifade etmenin filan başka bir yolu olduğunu gösterdin. (…) Sen ve ben, iyi bir ilişkimiz vardı –sence de öyle değil mi?- ve dürüstlüğe dayalıydı. Birbirimize karşı epey dürüsttük. Hoşuma gitmişti bu.”
Ve şimdi, “elini sıkıca tutup alnına bir öpücük konduracağım, neleri geride bıraktığını hatırlatan esaslı bir öpücük. İyi geceler, … diye fısıldayacağım kulağına: Tatlı rüyalar, meleklerle iyi uçuşlar, vesaire.” (8)
_____________________
1. Çev. Suat Ertüzün, Can Y., İkinci Basım, Ağustos 2009. Başlık altı alıntı: ‘İngilizce’nin Kullanımı Üstüne’/ s. 155.
2. “Çocukların unuttuğum bir yanı, bitmek bilmeyen şamataları. Yalın bir ifadeyle, bağırıyorlar. Bağırmak sadece avazı çıktığınca konuşmak değil. Aslında bir iletişim biçimi bile değil, rakipleri bastırmanın bir yolu. Üstünlüğünü kabul ettirmenin en katıksız yöntemlerinden biri, üstelik kolay ve son derece etkili. Dört yaşında bir çocuk yetişkin bir erkek kadar kuvvetli olmayabilir, ama daha gürültücü olduğu kesin. Medenileşme yolunda öğreneceğimiz ilk şeylerden biri: bağırmamak.” (‘Çocuklar Üstüne’/ s. 221.)
3.“Piyasa bizim olduğumuz yer, kendimizi bulduğumuz yer. Buraya nasıl geldiğimizi sormasak da olur. Tercih hakkı tanınmayan bir dünyaya doğmak gibi bu, bilinmeyen bir anne-babaya evlat olmak gibi. Buradayız, o kadar. Ve şimdi kaderimizde yarışmak var.” (‘Avustralya’da Siyasi Hayat Üstüne’/ 126.)
4. “Bendeki tarz siyasi düşünceye bir yafta vermeye zorlansam ona kötümser anarşist dingincilik derdim ya da anarşist dinginci kötümserlik veya kötümser dinginci anarşizm: Anarşizm, çünkü tercrübelerimden çıkardığıma göre siyasetteki sorun erkin kendisi; dingincilik, çünkü dünyayı değiştirmeye koyulmak isteyen iradeden, erk güdüsü bulaşmış bir iradeden şüphelerim var; kötümserlik, çünkü gidişatın kökten değiştirilebileceğine ikna olamıyorum.” (‘Düşünceleri Olmak Üstüne’/ s. 211.)
5. “[Sibelius’un Beşinci Senfonisi’ni, bir asır önce bir Finli olarak Helsinki’de dinleyebilseydim] biz insanların böyle şeyleri yoktan üretebilmesiyle gurur duyardım. Bu duyguyu bir de Guantanamo’yu bizim, bizim insanlarımızın yapmasının utancıyla kıyaslayın. Bir yanda müzik üretimi, öbür yanda başkalarına acı vermeyi ve onları aşağılamayı amaçlayan bir düzenek: insanoğlunun elinden gelenin en iyisi ve en kötüsü.” (‘Ulusal Utanç Üstüne’/ s. 53.)
6. “Önce Adam Smith aklı çıkarın hizmetine sundu; şimdi duygular çıkarın hizmetine sunuluyor. Bu son gelişmeyle samimiyet kavramının içi tamamen boşaltıldı. (…) Bu gerçek samimiyet midir, muğlak sorusuna ancak boş bakışlarla karşılık veriliyor. Gerçek mi? O da ne? Samimiyet mi? Ha, evet, ben samimiyim –öyle olduğumu söylememiş miydim?” (‘Özür Dilemek Üstüne’/ s. 117.)
7. “Roman mı? Hayır. Artık o kadar takatim yok. Roman yazmak için koca dünyayı omuzlarında taşıyan ve olayların birbirini izlediği aylar, yıllar boyunca orada tutması gereken Atlas gibi olmak gerek. Şu halimle o kadarını kaldıramam.” (s. 62.) “Şu günlerde toplumsal hayatta öne çıkan (ama kimsenin niçin öne çıktığını hatırlamadığı) bir şahsiyet rolü oynuyorum, kültürel bir etkinlik (sanat galerisinde yeni bir salonun açılışı; bir edebiyat yarışmasındaki ödül töreni) olduğunda tutulduğu yerden çıkarılıp birkaç söz etmesi için tozu alınan, ardından da dolaba geri konan türden bir ünlü.” (‘Yazarlık Hayatı Üstüne’/ s. 199.)
8. Metindeki alıntıların kaynaktaki sayfa sayıları (paragraf bölümlemesi ile) şöyledir: 211, 211; 13; 16, 94; 19, 19, 30-31; 43, 38, 37, 37, 51, 61, 47; 45, 48, 56, 77; 78, 81, 95, 99; 100, 101; 107; 108; 117, 123, 131, 135; 147; 143, 167; 169, 171, 182, 215; 228; 233; 217; 212, 227; 235.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Yazınsal Eleştiri' | Leave a Comment
No Responses Yet to “Yaşlanmanın Âdabı ya da Âdabıyla Yaşlanmak Üstüne”