Bir Toplumsal Benlik Sorunu Olarak ‘Açılım’
28 Ekim 2009 tarihli Radikal‘in ‘Yorum’ sayfasında yayımlanmıştır.
Ülkemizde, özellikle de son günlerde, ‘ezeli düşmanlıkları ebedileştirmeme’ yönünde umut verici gelişmeler yaşanıyor. Düşmanlıklar, bir anlamda, ‘toplumsal nitelikli çatışma’ların ifadeleri ise, acaba, ‘Açılım’ sürecine, ‘ruhbilimsel’ açıdan nasıl bir ışık düşürebiliriz?
Bir ruhsal tedavi yordamı olarak psikanalize ‘yaratıcı duyarlıkla’ bakanlar, benliğin (‘self’) sağaltımı ve yeniden kuruluşunda, sorunun olduğu kadar, yenileyici ve zenginleştirici olanın da ‘çatışma’dan kaynaklandığını görürler –ki, bir hayat doğrusudur.
Çatışma, yardım alma talebindeki kişinin ‘yakınma’ olarak dile getirdiği, bizimse, ‘belirti/ semptom’ diye adlandırdığımız şeyin ardında yatan, bilinçdışı nitelikli ‘dinamik’ bir örüntüdür. Bu tanımlamadan da anlaşılır ki, bir yakınmanın ve o anlamda bireysel ruhsal bir marazın halli, o yakınmayı hazırlayan çatışmanın tanınmasından, o da demektir ki, çatışma bileşenlerinin ayrıştırılmasından geçecektir. Sorunlu kişi, yakınma olarak dile getirdiğinden mustariptir, ama onu hazırlayan nedenin, yani, o iç çatışmanın bilincinde değildir. Benliksel varoluşunu kısıtlayan ve bir sorun olarak dile getirdiği şeyi hazırlayan çatışma bileşenlerinin bilince akmasını sağlayan, hastanın kendine ve kendisini dinleyen analistine doğru özgürce konuşmasıdır. Psikanalizde buna, ‘serbest çağrışım’ diyoruz. Çerçevesi uygunca kurulmuş özel bir ortamda ve ‘ilişki içre’ konuşulduğunu anımsatarak, buradaki, ‘serbestliğin’ güvencesinin, konuşan kişiyi, yansız-yüksüz-empatik bir tarzda dinleyen (yani, konuşanı yargılamadığı gibi, halden anlayan) bir analistin varlığı olduğunu da eklemek isterim.
‘Açılım’da Toplumsal Benlik Onarımının Yeri
Oradan gündemimize gelirsek, meselemiz, ‘Kürt Açılımı’ diye adlandırdığımız, sonradan (eğer, ‘Kürt’ kısmından korkmadıysak, daha ümit verici), ‘Demokratik Açılım’ diye anma ihtiyacı duyduğumuz bir meseledir. Yaşanış boyutları özel doğalarından kaynaklı farklılıklar göstermekle birlikte, tespitlerimin tüm ‘Milli Sorun/larımız’ için geçerli olduğunun da altını çizerek, ‘Açılım’ın nesnesi olan sorunun, bir, toplumsal benlik/ kendilik sorunu olduğunu söylemeliyim öncelikle. Öyleyse, ilk adımdaki soru da şu olmalıdır: Toplumsal benlik/ kendilik dediğimiz şey, sınıfsal, soysal, dinsel, vb. ayrıştırıcıların (ayırt ettirici özelliklerin yani!) ötesinde, belli bir coğrafyada yaşayan insanların, evrensel insanlık sahnesindeki duruşu ise öncelikle, böyle bir duruştan yana, kendimizde bir arıza, bir maraz görmekte miyiz? Öyle ya, az önce andığım marazlıyı, dinleyenle birlikte bir açılıma taşıyan, marazın, sahibi tarafından idrakidir. ‘Biz’de o -idrak- var mı?
Evet; özellikle de son gelişmelerle, akan kanın durması gerektiği ve takip edilmiş yolun yol olmadığının kabulü anlamında bir idrak farklılaşması var. Fakat, burada da, iki sorun çıkıyor karşımıza: Birincisi; CHP’si, MHP’si ve AP’si (‘Askeriye Partisi’) ile birlikte kayda değer sayıda ahaliden kişinin, ‘son terörist’ mavalının şehir efsanesi kıvamında bir mavranın malzemesi olduğunu daha yakın zamana dek idrak edememiş, lakin, pervasızca dayılanabilmiş olmaları. İkincisi ise, yolun yol olmadığının kabulünün, otuz yıllık süreçte sağlanan ‘demokratik-siyasi’ erginleşmenin değil, şiddetle ‘sorun çözmede’ yaşanan fiili tıkanıklığın eseri olması. Birincisi, toplumsal desteğin özünde yeterince güçlü olmadığına, ikincisi ise, sorunun kabulünün ‘şiddet’in gölgesinde yaşanmışlığına dikkatimizi çekiyor.
Gerçekçi bir durum tespiti yapma ihtiyacının ötesinde, gelinen -görece olumlu- idrak/ kabul noktasını değersizleştirecek değilim. Ancak, üstüme vazife olan ‘uyarı’ şu: Toplumsal bir yakınma düzeyinde dile gelen şeyin giderilmesi, yani, -burada- ‘akan kanın durdurulması’, sorunun hazırlayıcı nedenlerinin (karşılıklı kan dökülmesine yol açan şeyin, yani, çatışma bileşenlerinin) ayrıştırılması, toplumsal bilince çıkması ve zenginleştirici işlevleri ile toplumsal benliğimize katılmaları anlamına gelmeyecektir. Yine psikanalizle benzerlik kurmak gerekirse, bu hal, çatışma bileşenlerini, -ayırdına varmak yerine- bilinçdışında bastırmak eğilimindeki hastanın, yüzeyel bir kazançla direncini/marazlı savunusunu pekiştirmesine benzer. Nafile bir yoldur da; zira, hem kendi hayrına kullanacağı enerjiyi bastırma uğruna heba etmek, hem de, kendisini zenginleştirecek -kendine ait- unsurların kendiliğine katılmasının engellemek suretiyle yaşanan benliksel bir maluliyet halidir bu hal. Üstelik, sorunun bir yerden yeniden uç vermesi de kaçınılmazdır –tabiat kanunu gibi bir şey; bkz. sel felaketi!
Hakikat Komisyonları
Madem ki benzerlikler kurarak ilerliyoruz, hani az önce, psikanalizdeki kişiyi dinleyen analistin dinleyicilik vasıflarından söz etmiştim ya, hadi diyelim, samimi bir ‘sorun kabulü’ ile toplumsal kendiliğimizi ele almaya durduk, peki, sorunumuzu hazırlayan ‘hakikat’lerin ortaya çıkmasına, görünür olmasına yardımcı olacak ‘dinleyen’i nereden bulacağız? İşte, burada, yine bizden önce davranıp deneyimleri ile (Güney Afrika Cumhuriyeti örneğinde olduğu üzere) bize yol gösterenler var: İç savaş ve ağır insan hakları ihlalleri ile tüketilmiş geçmişin ağır yükünden kurtulmak, toplumsal barışı sağlamak ve demokrasiye geçişi kolaylaştırmak üzere kurulmuş ‘hakikat komisyonları’.
Hadi o zaman bir başka soru: Sorunu ya da olası hakikati kabul noktasında zaaf göstermekte isek, bizde acaba, anılan komisyon/lar kurulabilir mi? Bundan aylar öncesinde, Günlük gazetesindeki çok güzel yazısında, sayın Tahir Elçi şöyle diyordu: “Hakikat komisyonlarının en belirgin özelliklerinden biri, resmi niteliğinin olmasıdır. Genellikle ya devlet başkanı veya hükümet tarafından çıkarılan bir kararnameye veya parlamentonun bir düzenlemesine dayanmıştır”. Kimi ülkede Birleşmiş Milletler kurulmalarına aracılık etmiş, kimi zaman muhalif güç ve devlet arasındaki silahlı çatışmanın sona erdirilmesi mutabakatı üzerine kurulmuş. Yani, tümden ‘sivil’ bir faaliyet ve iyi niyet çerçevesinde, kurduk deyince kurulmuş olan bir şey değil. Ayrıca, kurulduğunda, onu güvenilir kılıp yaptırımsal yetkiyle donatacak uygun, yeterli bir toplumsal/ siyasi iklimin de olması gerekiyor. Anlayacağınız, döndük yine başa!
O zaman bir alt soru: AKP’nin, kalkınmanın olduğu kadar, toplumsal ‘adalet’in sağlanmasına dönük samimi ve kararlı bir parti olmaya elverir dayanakları var mı? Dünyanın toplu durumu (küresel iktisadi gelişmeler ve onun pazara dönük ihtiyacından kaynaklanan ‘barış’a yatırım hâli) ve ondan nasiplenip AKP’nin arkasında duran sermaye sınıfının yararcı tavrı ötesinde, AKP’yi iktidara taşıyan kitlelerin siyasi mücadele kimliğinden beslenen (hakikat komisyonlarını da talep edecek) bir ‘demokratik açılım’ aşkından söz edebilir miyiz?
Ve o minvalde bir soru daha: Hem AKP’yi demokrasi ve özgürlükler açılımında daha ileri itecek, hem de, hakikatin ortaya çıkmasına dair talebi, vazgeçilmez ve mümkün kılacak ‘özgürlükçü sol’ nerede? Dili ile dişi ile, düşman ilan ettiklerinin en temel varoluşsal haklarının ihlali üzerine tarihini kuran bir cumhuriyette, (halk düşmanlarından kahraman yaratan sol soytarıları bir yana korsak) şunca adaletsizliğe duyarsız kalmayarak gerçek bir demokrasi talebi ile haykıracak kitlenin siyasi iradesi nerede?
Dahası; hakikatlere görünürlük kazandırılması, demokrasi ve özgürlük taleplerinin yükseltilmesi anlamında, ‘ova’ya intikal süreci, ne kadar, sivil-siyasi pratiğin harcı olabilecektir?
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | Leave a Comment
No Responses Yet to “Bir Toplumsal Benlik Sorunu Olarak ‘Açılım’”