Çocuğa Kıyanın, Vardır Kendiyle Arasında Bir Kıymık*

21Eyl09

 

 

23 Eylül 2009 tarihli Taraf gazetesinde (‘AKP, Kürtler ve Empati Üzerine’ başlığı ile) yayımlanmıştır.

 

 

 

 

AKP Hükümeti 2002’de iktidara geldi. AB’ye adaylık sürecinde alışılmadık bir dil kullandı, demokratikleşme doğrultusunda bazı değişim/ düzeltim taleplerinin sahiplenicisi oldu. Evet, AKP, Cumhuriyet’in ‘kurucu ideolojisi’ ile ittifak hâlinde semiregelmiş, emek karşıtı, asker ve gerektiğinde darbe yanlısı, ilericiliği söz konusu ideolojinin ‘laiklik’ anlayışı ile sınırlı ‘merkez sermaye hareketi’nin dışında, küresel iktisadi gelişmelerin de açtığı imkânlardan yararlanmak suretiyle sıçrama sağlamış, merkez-dışı/ taşra sermaye birikimine yaslanıyordu. Bu yeni sermaye hareketi ve onun siyasi kitle tabanı, doğallıkla ve elbet, ‘inançsal’ kimlikleri ile de kabul görmek istiyordu.

AKP kitle tabanında yer alanlar (uluorta göbek kaşıyan soyundan geldikleri iddia edilse de) mis gibi Türk, Müslüman, Sünni ve Hanefi olup, üstelik, aynen yukarıdaki abileri gibi 12 Eylül faşizmi ile katmerlendirilmiş ‘devletçi-milliyetçi-askerci’ tedrisattan geçip ‘iyi vatandaş’ ehliyeti kazanmışlarsa da çetrefilli bir durumları vardı yine de: Bir yanda, mensupları ile birlikte yükselen bir sınıf hareketi ve kültürel-inançsal kimlikleri ile hayat ve siyaset sahnesinde kabul görmek isteyen bir kitle tabanı, öte yanda da, ‘gerçek’ iktidarı ona koklatmak istemeyen (kudret ve iktidarını askerden devşiren, asker-bürokrasi-merkez sermaye oligarşisinden mürekkep) kadim ittifak! Aslında, ‘altı çizili bir kimlik olarak Müslümanlık’ diyebileceğimiz şeyi bir yana korsak, katılımcıları aynı kültürel/ ideolojik vasatta büyümüş, temel hasletleri ortak ve özünde sermaye hareketi olan iki gücün çatışmasından kaynaklanmaktaydı gerginlik.

Nihayetinde, aynı sopanın (devlet-asker sopasının) ucundan tutmakta beis görmeyen, lakin, kendi sıçrayışına zemin hazırlayan küresel ahvalin ‘siyasi-hukuksal’ ölçülerini ihmali de mümkün olmayan bir ‘Adalet ve Kalkınma Partisi’ çaresizliği idi, yaşanan. Yani, hem kalkınacaksın, hem de onun, ‘burjuva-demokratik’ ölçüleri içinde hukuksallığını temin edeceksin. Anılan maya ortaklığı ve içinde bulunulan ‘ahval ve şerait’ dahilinde, zor iş!

Şimdi; bu ahval ve şerait içinde, ‘Kürt Açılımı’ da zor iş. Evet, olabildiğince gücümüzü demokrasi ve özgürlüklerden yana koymalı, meseleyi omuzlayana (‘sol’ olarak meseleye baş koyamadığımıza göre!) omuz vermeliyiz. Ancak, omuzlayanın etini budunu, hangi ‘insan’ vasatında ‘Açılım’a yol açmaya çalıştığını serinkanlılıkla değerlendirmez, sürece, gereken katkıyla birlikte uygun gözetimi sağlamazsak, ‘açılım’ denen şey, bildik ‘Milli Birlik’ kıyılarından fazla açılamadan (üstelik, bundan sonraki işlerimizi daha da zorlaştıracak şekilde) onur ve hayal kırıcı bir noktada yelkenlerini söndürebilir.

Peşrevi takiben şuraya geleceğim; biliyorsunuz, andığım akış ve çalkalanış içinde, ‘teröre karşı devletin elini zayıflatıyorsunuz,’ diye mızıldayan muhalefetin de azdırıcılığı ile AKP, 2006’da TMK’de yaptığı değişikliklerle, hem başka yerlerde anılan suçları terör suçu kapsamına alarak ‘terör suçları’ alanını genişletti, hem de, terör suçu olarak yeniden kurguladığı suçların cezasını katmerlendirdi. Böylelikle, ‘örgüt içerisinde herhangi bir hiyerarşik yapıya dahil olmasa dahi örgüt adına eylem yapan kişi örgüt üyesi gibi cezalandırılabilir’in verdiği gönül ferahlığı ile ‘silahlı bir eyleme ya da şiddete bulaşma’ koşulu aranmaksızın (suçla cezanın arasındaki denge de umursanmaksızın), bir ‘siyasi suçlu’nun ömür boyu dahi hapse tıkılma; dahası, taraf olunan Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi görmezden gelinerek 15-18 yaş arasınaki ‘çocuklar’ın da (terör örgütü adına el terlettikleri için) aynı yasanın muhatabı olmaları ‘imkânı’ yaratıldı.

Ben, ‘Kürt Açılımı’nın geliştirilmeye çalışıldığı şu aşamada, ‘toplumsal/ tarihsel hakikat’in görünür kılınması ve tanınmasının önemi ve hakikatin mağdurlarının hâlinden anlama (‘empati’) çabasının kıymetine değinmek istiyorum. Zira, bu çaba ortaya konup kazanımları içselleştirilmeden, bazı ‘pratik’ açılımlar -diyelim- gerçekleştirilebilse bile toplumsal benliğimizdeki hasarları gidermede yeterli olmayacaktır. 

Ana akım kitle iletişim araçlarında başkaca vesilelerle de benzerlerine tanık olduğumuz tepkiler türünden tepkilerin, yukarıda andığım TMK değişikliklerinin kurguladığı bir ‘terör suçlusu çocuk’ olan 16 yaşındaki K. A.’nın (haber7.com’un Sabah’tan alıntıladığı) mektubuna yapılan yorumlara yansıyışına değinmek istiyorum, bir örnek olarak. 44 yıl ceza talebi ile yargılandığını, o durumda, 61’inde ancak ‘topluma kazandırılma’ şansının olduğunu, kendisi gibi çocukların bu ülkede terörist ilan edildiklerini ama Uğur Kaymaz, Enes Ata ve Abdullah Duran gibi çocukları öldürenin devletin silahlı güçleri olduğunu mektubunda anan K. A., “Öldürülen çocuklar mı, öldüren kurşunların sahipleri, dipçikleyenler mi terörist?” diye de soruyor. Haberleştirilen mektuba yapılan yorumlara bir bakalım.

Bir Türkçe öğretmeni, hakikat değil, hakikatin kim tarafından dillendirildiğinin önemli olduğundan hareketle herhalde, kül yutmayacağını, çok zeki öğrencilerin elinden geçtiğini, o mektubun bir (ki, o da terörist faaliyetleri zincirine eklenen baklalardan olmalı!) avukatlık marifeti olduğunu tespit ediyor; bir başkası, ‘bu memlekette rahat duran kimsenin hapse konmadığını’, mektupta yapılanın bir tür timsahlık olduğunu vurguluyor; bir başkası, ‘sen hapisane görmemişsin, bir bezdirirler ki adamı feleğini şaşırırsın’ diye hatılatıyor; bir başkası, ‘sen bu incileri yumurtlayacağına devletine taş atmamayı öğrenmiş olsan daha iyi ederdin’, diye durum tespiti yapıyor; bir başkası, ‘dağda askeri vurdurtup mektupla duygu sömürüsü yapmaya hakkı olmadığını, 44’ün az, 444 yıl ceza verilmesi gerektiğini’ öfke ile dile getiriyor; bir başkası, ‘devletine taş atan ve bayrak parçalayana devletin nasıl olup da yemek verdiğine şaştığını’ alaylı bir şekilde dile getirmeyi seçiyor; bir başkası, Türk halkının yıllarca Kürtlerden yaka silktiğini, Kürt halkının, ‘Kürt Sait’ ve torunlarının yapıp ettiklerinden sonra nefes almasının bile münasebetsizlik olduğunu söylüyor; bir başkası, PKK ve Kürtlerin ‘Büyük İsrail’ projesinin bir parçası olduğu komplosunu işlemeyi seçiyor; bir başkası, mektup karşısında yüreği sızlayacakların olabileceğini düşünerek, oranın beş yıldızlı otel değil mapusane olduğunu hatırlatma gereği duyuyor; bir başkası, içeri konan bu kabil insanların hiç çıkarılmamasını, dışarıdaki yakınlarının da sürülmesini öneriyor, vs., vs.

Şunlar da seçme terkipler: “kimse devletten büyük değil/ Cumhurbaşkanı dahi olabiliyorsunuz/ bizim çocuklarımız niye polise, askere taş atmıyor?/ Kürt diye af mı edelim, yasa önünde herkes eşittir, her şeyin bir bedeli vardır, gerekirse idamları da mübahtır/ Türkçenin yanında bir başka dil resmileşirse babam gibi sevdiğim başbakanı da affetmem/ devlet uyan, vergilerimizle bu adileri besleyeceğine sallandır gitsin/ adam olmayı öğren, eşek kadar çocuksun!/ tarafını belli et, Marksist-Leninist-ateist-Allah, Peygamber, Kur’an, devlet, millet düşmanı PKK’nın mı yanındasın, yoksa, dil-ırk ayrımı gözetmeyen dindar milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin mi -ona göre biz de tavrımızı belirleyelim, inancımızı suistimal etmeyin/…”

Yanıtların aslında her biri ele alınmalı, ‘ruhsal/ dinamik’ örüntülerinin nereye uzandığı irdelenmeli. Çok sadistçe, sopa sahiplerinin sopasını okşamaya (çocuk sallandırmaya hatta!) dünden hazır olma ruh hâlini bir yana koyalım, çok genel anlamında ‘halden anlama/ empati kurma’ eğiliminde olmayanlar, olanlar ve iki arada bir derede kalanlar olarak başlıkları tanımladığımızda (ve ilgisiz ‘9’ yanıtı dışarıda bıraktığımızda), toplam 108 yanıtın, 91’inin değişik düzeylerde empati yoksunu, 12’sinin empatik yaklaşımlı (tümünün de Kürt olduğu izlenimini alıyorum), 5’inin ise ne öyle, ne öyle olduğu sonucuna varıyorum. Sırasıyla, oranlarsak; %84.26, %11.11 ve %4.63. Korkunç bir sonuç!

 

‘Evet; empati, hemen şimdi!’ diyemiyoruz, sorun, ‘yapısal’ bir sorun zira. Benliğimize işleyişi gibi onarımı da uygun koşullarda yaşanacak bir süreci gereksiniyor.

 

 

(*) Bu yazıyı, ‘Gözlerinde Yatmak Zindanı’ başlığı ile (Ahmed Arif’in ‘Unutamadığım’ isimli şiirinden bir dize idi o) Taraf gazetesine gönderdim. ‘AKP, Kürtler ve Empati’ başlığı uygun görülmüş ve bazı küçük eksiltmeler de yapılmış. Muradımız, ‘barış-demokrasi’ mücadelesine katkı olduğu için, meramımıza ilişkin temel vurguya sadakat esastır diyoruz ve bunları önemsemiyoruz. Fakat, bu vesileyle, bir önceki deneyimimden kalkarak, farklının kıymetini de teslim etmek isterim.

 

Efendim, ben bu yazıyı gazeteye önerdiğimde, ‘Hertaraf’ sayfası editörü Songül Miftakhov (‘Tamer Kayas, Taraf Gazetesi Yazarlar Editörü’ göndermesini de muhafaza ederek), öncelikle, ilgime teşekkür edip yazımın değerlendirmeye alındığını bildirdi. Yazım yayımlanmadan bir gün önce de, yazımın ertesi gün yayımlanacağını bildirme zarafeti gösterdi. Radikal İKİ örneği üzerinden ‘içtenlik’ meselesini sorguladığım yazımda, tedirgin edici ana eğilimi vurgulamaya çalışmıştım; yoksa, olması gerektiği gibi olma inceliği gösteren birçok örneğe de rastlamadım değil. Peki, ötekisi neden ‘tedirgin edici’? Toplumsal kendilik kumaşımızı dokuyan ilmeklerden oldukları için. Kumaşın niteliksizliği, ilmeklerin uygunsuzluğunda saklıdır zira.



10 Responses to “Çocuğa Kıyanın, Vardır Kendiyle Arasında Bir Kıymık*”

  1. 1 Nadya

    “… Toplumsal kendilik kumaşımızı dokuyan ilmeklerden oldukları için. Kumaşın niteliksizliği, ilmeklerin uygunsuzluğunda saklıdır zira” Ne müthiş! Ne kadar çok sey anlatan bir cümle! Sağol, beynine, kalemine sağlik!

    • 2 Bernuska

      Ne güzel bir yazi olmus! Yalniz eline, beynine degil, bütün varligina saglik Haluk. Bir nefeste okudum.

      • 3 haluksunat

        Sevgili Bernuşka; sana da, Nad’a da teşekkür ederim. Ve bu vesileyle, buradan da Halil (Doğru) hocamıza seslenelim: Ya, Halilcan, şu TMK ve çocuklar, bölgeye göre takdir hakkı kullanmalar, falan, fıstık… bi hukuk felsefesi attırsana ortaya! Kasımpaşa maçında mı kaldın hâlâ, nedir?

  2. 4 Selcuk

    Aynı empati yoksunluğunu Ali Kırca’nın programında konuşan Kürt çocukları için de gösteremediler maalesef. Asıl daha vahimi son günlerde “en iyi Kürt ölü Kürt’tür” diyenlerin sayısının artması. Bazen empatinin oluşması için bir tetikleyici olması gerekir diye düşünüyorum. Düşünsenize birçok apolitik insan son yıllara kadar Kürtlerin dertleri ile şehit canazeleri dışında ilgilenmiyorlardı bile. Evet empati yoksunu olduklarının yüzlerine vurulabileceği mertebeye geldiler. Bu tabi olumlu bir bakış açısı. Bu topraklarda insanlar yıllardan beri Nazi zulmündeki Yahudiler veya ABD’deki zenci düşmanlığı ile ilgili filmler eşliğinde büyüdüler. Empati sözcüğü kendi alanı dışında Türkiye’de sadece işletme alanında (satıcı ve pazarlamacıların) kullanılan bir jargon. Yine apolitik olanları kastediyorum. Oradaki vicdanlar ne “Büyük felaketteki” Ermeniler için ne de Kürtlerin yıllardır çektiklerine klavuzluk edemiyor o da işin başka yönü.. Yine de diyalektik sürece güvenmekte fayda var. Bu millet ahestede olsa empati kavramının farkına varacak elbet.

    • 5 haluksunat

      Sevgili Selçuğum; ben bu ’empati’ işleri üzerine, Taraf’taki yazımın devamı bir yazı yazdım, onu da koyacağım dükkâna da, hazır sen uğramışken mekâna bir iki laf edeyim. Bir kere ’empati’ kurmak kolay iş değil, belli bir gelişkinliği gerektiriyor ve ‘toplumsal benlik’ (bu biraz benim uydurmam oluyor) düzeyinde baktığımızda, sanırım, her toplumsal konumlanışın ‘öteki’ ile karşılaşmalarından neşet ediyor -ya da, edemiyor. Şimdi, birey ölçeğinde baktığımızda, bir insanın, kendinden çıkıp (kendi olmaktan çıkmak değil, kendi için bir şey beklemeden, anlamında) karşısındakinin yerine kendini koyabilmesi için (ben, buna ‘halden anlama’ diyorum) kendi ile bir kere başının hoş olması, yani, sağlam bir ‘kendiliği/ benliği’ olması gerekiyor -ki, karşısındaki/ öteki, kendi iç çatışmalarını uyaran ya da o çatışmaları yansıttığı bir şey olmasın. Belli yanılma payları ile (sınıfsal, vb. farklılaştırıcı maddi koşulların üstünden atlayarak yani), toplumsal benlik/ duruş da (bir kaba bileşke tarzında diyelim) öyle çalışıyor. O zaman soruyu şöyle soralım, ‘Türk’ toplumunun kendi ile başı hoş mu? Varoluşsal bir sorunu, kimlik sorunu yok mu? Ben, Türkiye Cumhuriyeti’nin, çözülen Osmanlı’nın (ki, kültürel ve sınıfsal olarak yukarıdaki karşılaşmaları/çatışmaları -kendini/kediliğini geliştirici mahiyette-hayatına katamayan bir imparatorluğun çözülüşüdür bu) mirası ve dizinin dibine oturttuklarından ‘millet’ yaratan bir ‘devlet’in cumhuriyeti olmak iddiası ile, başlı başına sorunlu bir kimlik olduğunu düşünüyorum… diyordum, ki, hocam, cumartesiertesi kafasıyla daha fazla şişirmememin isabetinde karar kılıverdim.

      28 Eylül/ Evet; dün bıraktığım yerden az daha devam edeyim: Kanımca, kendi özgün/ nesnel konumlanışları üzerinden (en belirgin anlamda, diyelim, sınıfsal özgün konumlanışlarından kalkarak) söz alma, sözünü kamusal alana taşıma ve ötekinin sözü ile karşılaşma (Arendt’i anımsayalım), o demektir ki, sınıf mücadelesi, ifade ve örgütlülük imkânları kısıtlı olan toplumsal çevrelerin ’empatik’ alımlayışları da kısıtlı oluyor. Zira, andığım tarzda bir maddi süreç, kendilik algısına derinlik kazandıramadığı gibi (çünkü, kapılanıp kaldığı, kendisini yalnızca onunla tanımladığı, herkesin kendisini içinde eritmesi beklenen, ‘devletçi-milliyetçi’ ideoloji kalıyor geriye), ötekini de kendi derinliğinde anlama, alımlama şansı pek olmuyor.

      Laf lafı açarsa, şartlar elverirse, belki biraz daha bir şeyler söyleme imkânım olabilir. Onun ötesinde, Nazilerce zulmedilmiş Yahudi gerçekliğine ya da ABD’deki ‘zenci’lere yaşatılan ırkçı zulme izlediği filmlerle tanıklık etmiş (ve mağdurun yanında yer almış) bir ‘Türk’ milletinden söz ediyorsun. Herhalde, bunlar bile, onların empati kurma gelişkinliğine katkıda bulunmamış, diyorsun. Acaba, bu, Türklerin, ‘Batı’ karşısında eziklik ve haset duyguları yaşamakta oluşlarının bir sonucu olmak hasebiyle (yani, esasta, kendi ihtiyaçları için) ‘mağdurun yanında yer almaları’ anlamına gelmez mi? Ve ilk fırsatını bulduklarında, kendi mağdurlarını yaratmakla maruf bir ulus hâline gelmelerinden de, esas özdeşim kurma eğiliminde olduklarının o filmlerdeki örneklerinde tanıklık ettiğimiz üzere, ‘muktedir olan, güç sahibi ve şiddeti kullanan’ olduğunu çıkarsamak daha doğru değil mi?

      ‘Umutlu olmamız gereken diyalektik’ işini tam anlayamadım.

  3. 6 Selçuk Özdoğan

    Bireyin etrafında olan biteni fark etmesi, farkındalık kazanması ve fark ettiğini olumlu biçimde kişiliğine, davranışlarına yansıtması anlamında süregiden tartışmaların böyle bir farkındalık yaratması anlamında “olumlu diyalektik” diyorum. Bir tanıdığım gelişigüzel zamanlarda kutlama amaçlı silah atardı. Bunu çok olumsuz bir davranış ve birçok insanın da zarar gördüğünü (sohbet, eleştiri, medya, vs.) fark ettiği anda bu davranışını terk etti.

  4. 7 Berna Müküs Kaya

    Ne hos sohbet kurmussunuz burada öyle:)

    Okuduktan sonra biraz aslinda Haluk`un söyledigine benzer seyler düsündüm. Bir soru yönelttim kendime diyelim. Kendi ile empati kuramayan insan, disariyla ne kadar empati kurabilir? Birey kendi icinde kendiyle bir empati duygusu gelistiremedigi sürece, disariya karsi bunu gelistirmekte oldukca zorlanir diye düsnüyorum.

    Selcuk tanismiyoruz gerci ama selam ben Berna:)

    • 8 haluksunat

      Ooo, Bernuşka, selam! Senin bıraktığın yerden alırsam sözü, ‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakış’la ‘Açılım’ başlıklı yazımda, toplumsal kendilikler arası empatinin sağlanabilmesi için, temel ve belirleyici olanın, o toplumsal çevrenin kendi içindeki (benliksel/ kendiliksel) çatışmalarını halletmesi olduğunu söylüyordum ben de. Elbet bazı yasal düzenlemelerin, işi kolaylaştıracağını, hatta, hakim toplumsal çevrenin niyetindeki değişmelere işaret etmesiyle karşı tarafın kabullerindeki değişmelere de ivme kazandıracağını söyleyebiliriz. Ancak, temel sorun, Cumhuriyet’in kuruluş ideolojisi ve sonrasının toplumsal-siyasal pratikleri ile malul, fena halde marazlı bir Türk zihniyet yapısı oluşu. Türk insanının, uygun imkânlarla ve süreç içinde ancak kendi iç çatışmalarını ayrıştırabileceğini ve dolayısıyla, zihniyet yapısını ıslah edebileceğini, ısrarla vurgulamalıyız. Bu ise, en geniş anlamında siyaseti talep etmektir -bir toplumun, farklılıkları içinde, özgürce konuşabilmesi! O yazıda, Hakikat Komisyonları’ndan söz etmiştim. Aslında, kendi özgür ifadesini kamusal alana taşıyan her siyasi pratik bir bakıma bir ‘hakikat komisyonu’dur da. E mesela, Ergenekon Davası da öyle; uygun ve ısrarlı bir siyasi duyarlıkla ele alınabilseydi, sanırım, epeyce kendimizi/ kendiliğimizi sorgulama, kendi iç çatışmalarımızı tanıma olanağı bulabilecektik -ama öyle kuvvetli dirençler var ki!…

  5. 9 Selcuk

    Yeniden merhaba…

    Hocamızın kıraathanesinin yolu sapa olduğu için bir de iş çıkışı yorgunluğu eklenince bazen gecikmeli meclise katılıyoruz.

    Berna merhaba.

    Aslında üzerinde daha fazla tartışılacak bir konu yok galiba. Ben farkındalığın yaratılması açısından bir yaklaşımda bulundum.

    • 10 haluksunat

      Selçuğum; Berna kardeşin psikanaliz sanatına gönül vermiş güzel insanlardandır. Öyle, Halûk Abi’nin kıraathanesinin ‘yolunun sapa’ olduğunu söylersen, az çok ne demek istediğini kestirebilir bak, ona göre… Sen gelmişsin meclisine, otur şöyle, az şekerli kahveni de söyle… rahatla. Her ne hikmetse, eski zaman erkeklerinin iş yorgunu (gerçekten yorulurlar mıydı, karılarına naz mı yaparlardı, bilebilmiş değilim hâlâ) ev halleri geçti gözümün önünden. Her ne hal ise, sen burayı köy kahvesi bil, ortadan da konuş (köy kahvelerinde öyledir zira), biz dinleyelim, birlikte rahatlayalım abicim.


Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: