Hans’la Ben…
Sevgili Hans’ım, iyi ki sen varsın, yüzdüm geldim, masamdasın ve kalbini açmış bana doğru konuşmaya hazırsın. Evet; diyordun ki, Arendt’ten nakille, insan görünürlüğünü, kendini ifade etme eylemliliği içinde kurduğu, kuruluşuna katkıda bulunduğu, ‘politik ve kamusal’ uzamda tesis eder. E o zaman politika ne imiş (valla tam burada, Fatih Terim’in “Biz kimiiiz? Biiiz…”i tınladı iç kulağımda -ürperdim yeniden)? Evet; “Bu durumda politika, özneler arası bir edim olarak, ‘sözlerin ve eylemlerin iletilmesi ve paylaşılması’ olarak ortaya çıkmaktadır.” Peki, söz, kimin sözü? Politika, kimlerin politikası? İşte o noktada Arendt, ‘çoğulluğun’ (hani, ‘çokseslilik’ demiştik ya biz -Phantomcan or’da mısın?) altını çizecektir: “Bunun temel koşulunu ‘çoğulculuk olgusu, yani dünyada bir insanın değil [açayım: sadece blogcunun değil], çok sayıda insanın yaşaması gerçeği’ oluşturur”. Yaaa! Dahası var: “Varoluşsal anlamda göz ardı edilemeyecek bu çoğulculuğun en belirgin özelliği, içerisinde özü [işte, buyrun, burada da ‘öz’] bakımından ‘herkes aynı, yani insan olmasına rağmen, bu aynılıklarında çok tuhaf bir biçimde yine de farklı olmaları, yani bir zamanlar yaşamış, yaşamakta ya da yaşayacak olan bu insanlardan hiçbirinin diğeriyle asla aynı olmaması'”dır. (Tabii, burada hemen, ‘biz’ kipinin hamallığına soyunan, yani, farklılıkların biraradalığını ve alışverişlilik olanağını -bir yaşama zenginliği değil de- tehdit olarak algılayanlar kalabalığı hatıra geliyor -ister istemez.)
‘Diyalojik Muhabbetler Dükkânı’na müşteri toplamaya özenen blogcunun dostu Hans Abi, şöyle nakledivermiş Arendt’ten: Özgürlük, “istenilene doğru başlangıçta bulunabilmek”tir. Sıradan bir düşünce özgürlüğü, irade özgürlüğü ya da seçim özgürlüğü tarzında gerçekleşmez o özgürlük denen şey: “insan, yalnızca ve ancak edimlerini gerçekleştirmesiyle ve başkalarıyla rahatlıkla konuşmasıyla özgürdür,” diye de alıntılamış Hanscan. Özgür müsün, değil misin -o kadar: kendinle ve başkaları ile ilişkinde! Bu mihenk taşına vurulur illa hayat, diyor, Arendt. Ve o anlamda, “insanlar yalnızca birbirleriyle ilişkili olarak, yani, yalnızca politik olanın alanında ve eylem alanında [özgür olabilir],” diye de vurguluyor Arendt. Evet, özgürlük, böyle bir özgürlüktür ve onun olmadığı yerde de -kimse heves etmesin- politik uzam falan da yoktur -ki, bizde zaten pek heveskârı da yoktur…
-diyeyim ve tüm Phantomcanlara iyi geceler dileyeyim.
Filed under: Konuşma Defteri | 5 Comments
Herkesin kendine has ve özel olmasi durumundan cok, ben, insan özünün cogulculugu nasil bir durumdur diye düsündüm.
Kendi özümüzdeki farkliliklari fark edip, kabullenemedikce, biraraya getiremedikce disaridaki farkliliklarla nasil bas edebiliriz.
Ve hayalet görünür oldu.
Sevgili Bernuşka,
‘Phantom’luktan çıkıp kamusal alanımızda görünür olmayı seçtiğin için kucaklıyorum seni. Doğrusu, o güzel yeşil gözlerindeki ışıltı ile phantom(cu)luğa nasıl razı oluyordun, onu da anlayabilmiş değilim.
Sanıyorum, önce, felsefi kullanımı içinde ‘öz’/’özcülük’te anlaşmamız lazım. Mesela; ‘Türküm, özüm, sözüm doğrudur’ denildiğinde, Türklüğü tanımlayan, dolayısıyla, Türk olunmakla doğallıkla sahip olunan bir ‘doğruluk’tan söz edilmiş olur -özcü bir yaklaşımla. Ben, Freudcu ‘Dürtü Kuramı’ anlayışından kalkarak, insanın doğal özünün iki karşıt gücü içerdiğini söylemiştim. Bana kalırsa, özdeki çoğulluk böyle bir şey olabilir. Özdeki o çoğulluğun hayat içinde nasıl tasarruf edildiği de o kişinin kendiliksel (‘self kuruluşu’ anlamında) farklılıklarını oluşturur. Sanıyorum mesele, kişinin kendisi olurken kendindeki farlılıklar arası çatışmaların farkında olabilmesi, onlarla münasebetini kişiliksel donanımına katabilmesi. Öyle yapabilirse, dışarıdaki farklılıklara da kendisinden kalkarak öyle bakabilir ve kendi dışındaki farklılıkları da kendisini zenginleştirme vesilesi olarak yaşayabilir.
Bu arada, Berna’yı tanımayanlar, lütfen, ‘Asıl Kendi Aramızda Güzeldir Hasret’ yazısına baksınlar.
Bernuşka,
Sonradan şunu da ekleme ihtiyacı duydum: İnsanın kendindeki farklılıklar arası ilişkiyi (yani, iç çatışmalarını) ayrıştırabilmesi, onları kendisi için görünür kılabilmesi önemli -bir, ‘içe bakış’ sorunu. Bunun, esasta, kişinin kendi ile arasına bir mesafe koyabilmesi, bir başka deyişle, kendisine dışarıdan bakabilmesi ile alakalı olduğu açık: Kendine bakan ‘kendi-öteki’. Bunun bir örneğini biz (senin de yaşadığın gibi) analizde deneyimleriz. Analist, uygun bir ilişki içinde, kendimizi kendisinde gördüğümüz ötekidir. İşte, kendimizi farklılaştırabilmemizin, varoluşumuza yaratıcı müdahalenin yolu, o, ötekilik mesafesini sağlayandan geçiyor. Analiz ortamını bir yana koyarsak, bu, ‘kendi-öteki’ olarak kendimiz (artık, ne kadar becerebiliyorsak) ve ilişkide olduğumuz ‘öteki’lerdir (ki, bu, burada yapmaya özendiğim şeyin de zemini idi). Bir diğer örneği de, yaratıcı sanatçının, ‘kendi-öteki’ olarak kendine bakabildiği yaratma sürecinde kurduğu kahramanların çoksesli/çokkatmanlı yazınsal varoluşudur.
Halukcancim bütün bunlari okuyunca biraz karamsarliga kapildim. Ben iki seneden beridir haftada ücer saaten ögrenim analizindeyim ve sahsi görüsüm o ki daha bir kac sene sofada olmam gerek. Peki ama bu durumda böyle bir self refleksiyon toplum genelinden nasil bekleyebiliriz. Herkesin sofaya yatmasi oldukca masrafli bir durum olur diye düsünüyorum. Bu noktada analist görevini biraz politikacilar mi üstlenmeli dersin?
Bernacığım,
Psikanaliz deneyimi, herkesin analizden geçmesini değil, oradaki, ‘yaratıcı sürecin’ yollarından geçmeyi özendirirse, görevini yapmış demektir. Kendindeki görünmezleri görünür kılacağı, kendini arayıp bulacağı, bulduğunu yeniden kurabileceği bir özgürleşme süreci: önyargılardan, dayatmacalardan mümkün olduğunca kendini arıttığı, arayış ve sorgulayışlarını katabildiği bir toplumsal (siyasi) eylemliliğin içinde olma hâli. Kendisini dönüştürüp değiştirirken toplumu da dönüştürüp değiştirme pratiğine kendisini katabildiği bir siyasi eylemlilik. Ayrıca, eklemeliyim, analizdeki, sedir=divan=sofa’da yatan kişi ‘analizan’dır ve o anlamda, ‘kendi analizini yürüten’, bir başka deyişle, kendini dönüştürüp değiştiren süreci yürüten kişi. Analiz ortamı, analist de dahil, sürecin işleyeceği çerçeçeveyi kurar. O da demektir ki, değiş(tir)mek ve dönüş(tür)mek için ‘politikacı’ beklemeyeceğiz, o süreci üstlenecek öznelerin uygun siyasi örgütlülüğünü kuracağız. Bizim burada yaşamaya özendiğimiz deneyim de, daha işte en son Hans’la ‘Defter’e geçen konuşma kayıtlarımız da, aslında bizleri oraya çıkartmalı. Ötesi için, ‘Kitaplarım’ kategorisinin tıklanmasını öneririm.
Dostlukla.