‘Üsküdar Tarafı’/ Şemsi Paşa Camii ve Ötesi

31Ağu09

 

 

 

Milliyet Sanat dergisinin Ekim 2006 sayısında yayımlanmıştır.

 

 

 

 

Evet, sevgili okur, bahtı güzel şahım; Gezgin/ci Baba, Mümtaz’ın, “Üsküdar bir hazine idi. Bir türlü bitmiyordu”suna hak vere vere, Üsküdar Ülkü Ocakları’nın esnaf komşusu ‘El Ixir El Hayat’tan el ala ala, ‘Şemsi Paşa Camii’ne doğru yolu tutuyor.

 

Şemsi Paşa Camii’nin, -karşı kıyıdaki mübalağa (‘mimari’) çıkıntıları görmezden gelmek, menzile varmak için yardığı bol gürültülü, dumanlı, plastik donatılı ‘kafe’ kalabalıklarını unutmak suretiyle- çalkanan denizin mis gibi kokusu ve serin esintisinin vurduğu rıhtıma nakışlanmış bir tür ‘mücevher’ olduğunu hissediyor, Gezgin/ci. Zarif, sade, kare bir mekâna oturtulan kubbesi, Paşa’nın bitişikteki türbesi ve küçük medresesi ile cevherini ortaya koyan, yine, Mimar Sinan. Üstelik, bu müstesna zevk erbabı, zarafetin yanına güvenliği katmayı da ihmal etmiyor ve hemen mihrabın iki yanına, kendi ekseninde dönebilen iki mermer sütuncuk yerleştiriyor. Niye? Birincisi; deniz kıyısına kurulu caminin zemininde olabilecek oynamalardan vaktin müminleri vaktinde haberdar olsun diye; ikincisi de, ‘Şehit Dede’nin bölünmeme kaydı ile teslim ettiği toprağın Üsküdar Meydanı’na düşenini hoyratça deşeleyen Marmaraycıların mazi gülüne verdiği hasarı yerinde belgelesin diye: ı-ıh, sağ yandaki sütun dönmüyor. Zemini kayık caminin dönmeyen sütununu ve Marmaray meşrebinden gelenlerin cami içine sokuşturdukları alüminyum doğramadan mamul, karanlık, izbe ‘kadınlar bölümü’nü geride bırakıp son selamlığın uzun L bacağına kıvrılan Baba, esintili gölgede, masa üstü piknik tüplü çaydan dem çeken amcaların gönül ferahlığının bir gün kendisine de nasip olmasını, cami avlusundaki herhangi bir mezara doğru avuç açmış kaygılı delikanlının dudaklarını pır pırlatan duaların kabulünü niyaz ederek avlunun dışına atıyor kendisini. Attığı yerin az ilerisinde, yine deniz kıyısında, tepesinde dönen (sırrı, dönüşünde saklı) antenleriyle, beyaz, metal bir kule var. Kulenin üzerinde kulenin hikmetine dair hiçbir şey yok. Kendisine dair hiçbir şey söylemeyen kule, herhalde, Boğaz’ı gözetliyor. Gördüklerini kime söylüyor, bilinmiyor. Ama Gezgin/ci, Sinan’ın mücevherine doğru yol alırken, uzaktan, ketum kulenin mücevherin üzerine çullanmışlığını (içi burkularak) fark etmiş oluyor.

 

İçi burkuk Gezgin/ci Baba, şimdi içe kıvrılıyor -‘Şemsi Paşa Bostanı’ndan doğru yukarı, ‘Rum Mehmet Paşa Camii’ne. Eh, imparatorluk kurmak kolay değil, eskisinden dönüp gelenler makbul oluyor. Rum’dan dönme Mehmet Paşa adına yapılan ve Üsküdar’daki en eski Osmanlı yapılarından olan cami, yüksek kasnağı, kasnaktaki pencereleri ve tuğla duvarlarıyla, gerçekten de İstanbul Gezi Rehberi’nde vurgulandığı gibi, bir Bizans kilisesini andırıyor. Planı ise, fetih öncesi birçok cami ile aynı. Buraya kadarı, ‘mazi gülü’nü yetiştirenlerden devir alınanı. Devir alınandan Marmaray kabilesinin devşirdikleri ise şunlar oluyor: Camiyi meraklısına sıkı sıkıya kapalı tutan kilitli alüminyum doğrama, daha kötüsü olamayacak demir kapıları ve fayans cephe kaplamaları ile WC’ler –bizim Wclerimiz!-, bir adet, Paşa’nın cami arkasındaki türbesine geçit vermemek üzere konulmuş demir parmaklıklı kapı, her yeri kilitleyip serinine çekilmesi için imam beye tahsis edilmiş klimalı ‘rezidans’, ikindi vakti, imam bey ve ailesi hafiften boğazlarını şerbetlendirsinler deyu olgunlarının düşüp üzerinde toplanacağı, gerili geniş dut toplama ağ düzeneği.

 

“Şark bu, güzelliği de burada. Tembel, değişmekten hoşlanmaz, geleneklerinde âdeta mumyalanmış bir dünya,” diyen Mümtaz’ı anımsıyor Gezgin/ci Baba. Bir yandan, kendisi, kendini bulmak adına –şiirde, yazıda- yitik zamanın peşinde koşuştururken, diğer yandan da, – mumyalıktan çözülme niyetine- ahaliye, müstahsil ve canlı rüzgârlara kendilerini bırakmalarını tavsiye eden Tanpınar’ı: “Bizim yapacağımız yeni, müstahsil [üretici] ve canlı bugünün rüzgârına kendimizi teslim etmektir”. Hangi rüzgârsa o teslim olunan, teslimiyet, fırsatçılığı davet ediyor; fırsatçı, yaratıcı olamıyor; yaratmasını bilmeyen, yaratılmış olanın kıymetini bilip ‘muhafaza’ edemiyor –düşmüş dutları yemekle yetiniyor.

 

Dut yemiş bülbül baba, ‘Ayazma Camii’ne doğru yollanmak üzere, İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi’nin Fiziksel Arıtma Tesisi’nin yamacından, bir bu yana gökyüzüne, bir o yana çocukluğunun bayramlarına kolan vuran kayık salıncaklı, salına salına dönen dönme dolaplı lunaparkın şen kahkahaları arasından, ‘Fortis Minor’un İdeal Girişimci Paketi’nin oradan yola iniyor. Devam ediyor. Yoluna gösterişli bir anıt heykel çıkıyor. Adı ne acaba? Ön cephesinde yazılı olanlardan, Ata’nın iki yanına aldığı, göğüsleri dik, bakışları sert, Ata ile bir örnek olmak üzere, sol elleri yanda ve açık, sağ eller sıkılı yumruk, hiddetle ileriye doğru yürümekte olan, kılık kıyafeti bildik ‘biz’e benzemeyen, biri erkek, biri dişi iki genci ile, ‘Ne Mutlu Türküm Diyene!’ anıt heykellerinden olduğunu çıkarsıyor. Heykelin öte yüzünde yazılanlarda ise, Ata’nın kurduğu Cumhuriyet’i, ön yüzde yanına aldığı (Cumhuriyet’ten önce, Şehit Dede’nin de seslendiği) gençlere emanet etmişliği vurgulanıyor. O arada, beyaz sakalı, mazbut ve makbul taifeden olmadığına delalet eden kılığıyla Gezgin/ci Baba’nın sergilediği müstesna meraklılık hâli, kaçınılmaz, heykelin asıl sahipleri olan ‘Şemsipaşa Orduevi’nin kulübedeki nöbetçisini de, sivil giyimli güvenlikçisini de huylandırıyor: “Lütfen uzaklaşır mısınız?”. Baba, daha önce de sık sık karşılaştığı (ve sakalını ağartıp geldiği âlemin asal öğesi olan) yasakçılığın özgün kaynağındaki mümessilleri ile karşılaşmaktan fevkalade müteessir, (beyhude olduğunu bile bile) soruyor: “Nasıl yani? Nihayetinde burası vatandaşın kaldırımı değil mi?”. Yasakçının vatandaş hakkını kaldıracak hâli yok: “E ama siz çok uzun bakıyorsunuz. Hadi lütfen” (lütfen, yaşa hürmeten). Baba, raylı kapılar ardında, gölgelikler ve vatandaşa karşı güvenlik önlemleri altında gazoz höpürdeten tekaüt kalabalığını ve güvenlikçilerini içi daralarak geride bırakıyor.

 

Sokaktaki çocuğun ‘Hello!’sundaki isabetliliği bir kez daha teşhis eden, içi dar tadı kaçık Baba, ‘Ayazma Camii’ne doğru sürükleniyor. Padişah III. Mustafa, hem Boğaz, hem de Marmara tarafından görülebilen tepeye yaptırdığı barok camiye, kendi adını vermek yerine, ‘halk’ın kabulü oradaki ayazmadan dolayı ‘Ayazma’ olduğu için, -padişahlık umdeleri içinde ‘halkçılık’ olmasa da!- içine sinmeye sinmeye ‘Ayazma Camii’ denmesini kabulleniyor – ‘buyrun, bu da halkla ilişki, üst taraftaki de,’ diye iç geçiriyor Gezgin/ci. Yüksek duvarları ve dayanaklar yerine dört basit kemere oturtulmuş kubbesi ile ıhlamur ağaçları arasındaki camiyi içeriden görmek mümkün mü? Ha-yır! Kapalı. Dış duvardaki kuş evlerine, arka mezarlıktan doğru son yolculuklarına uğurlananlardan arta kalan serpuşlu mezar taşlarına bakmakla yetin ve çık.

 

Çıkıyor. Üsküdar’ın arka sokaklarında eski hayattan izler yakalar gibi olarak, ‘betebe cepheli baştan savma mimari’li ucubelerin balkon ipleri ve çamaşırlık uzantılarındaki yeni yıkanmış çamaşırların kokusunu içine çekerek (o arada, çocukluğundaki çamaşır günlerinin telaşına gidip gelerek) meydana doğru iniyor. Nedir efendim durağınız? ‘Kaptan Paşa Camii’. Hadi bakalım. Efendim? Dalga geçme, o da mı kapalı? ‘Hı-hı. Hem de bahçe kapısından. Sımsıkı.’ İmam Bey, kim bilir hangi esrikliğe yenik düşmüş olmalı, diye akıl yormakla kalmayıp, onca yıl tahsil etmek yerine, uygun bir İmam Hatip’ten, hazır maaşla, hava dar lojmanında altında altı ferah entarisi, öylece komodin üzerine atılmış ‘mesai’ sonrası sarığı, yanı başında zevcesi, saadetlerden saadet beğenmişliği içinde bir hayat düşlüyor.

 

Düşlerden aşağı, İskele Meydanı’na yuvarlanıyor –yeniden. Ana caddeden karşıya -‘Mimar Sinan Çarşısı’. Çarşıya düş(ürül)müş bir zarif hamam. Hamamın dış duvarına çullanmış görgü yoksunu tabelalar – içeride besbelli bir alüminyum zulmü var: ‘…Baklava & Dondurma, Milli Piyango, Sayısal Loto, … Eşarpevi, … Kundura (yeni sezon tek fiat 30), eczane, eczane, eczane…, … Gelinlik & Modaevi. Tamam. Peki. ‘Kara Davut Paşa Camii’ne bi’ bak bakalım. Efendim? Fetih öncesi cami örneklerinden diyorsun, kirli morumsu-yeşil demirler kuşanmış diyorsun ve kapalı diye de ekliyorsun. Güzel. Yol boyunca yürü şimdi. Şu soldaki sokaktan gir. Git biraz. Hah, sağa sapan sokaktaki duvarı gördün mü? Tamam, gir bakalım ordaki kapıdan; ne var orada? ‘Ahmediye Külliyesi’ di mi? Ne diyor Murat Abi’n? ‘Üsküdar’daki Lale Devri eserlerinden biri imiş. İnişli çıkışlı araziye uydurulmuşluğu ile doğanın imkânlarıyla barışık, dersane ve kitaplık olarak kullanılan küçük binaları, öteki iki duvarındaki medrese hücreleri, sokak duvarındaki çeşme ve sebili ile bütünsel güzelliği yansıtıyor imiş.’ Peki, sen ne buluyorsun? Söylenenlerin hepsini… artı, hepsini (yani, o bütünlüklü güzelliği) şehvetle (ve vazgeçilmez, alüminyum marifetiyle) doğraya doğraya bugünlere eksilten zevksizliği, hırsla sallanarak Kur’an okuyan yeni yetmenin yalnızlığını ve gerginliğini –öyle mi?

 

Evet, öyle… Gezgin/ci Baba, baskın kültür içindeki kendi yalnızlık ve gerginliğini sırtlanıp Toptaşı Yokuşu’na vuruyor. Yokuşun sonunda, Sinan’ın bir başka harikası, ‘olgun bir sanatçının kendinden emin ustalığı, Atik Valide Camii ve Külliyesi’ olmalı. Şükür, var. Baba, mahçup, anlatıcıya dönüyor: “Valla, inanmayacaksın ama, her şeyi ile çok güzel olan şu külliyenin göz bebeği cami ziyarete kapalı. İşte, imam ve iki kişiden mürekkep cemaati. Kapı önünde namaz kılıyorlar”. Tam da ihtiyacı iken, Baba, beş yarım kubbe ile ana kubbenin, İznik çinilerinin en güzel örneklerinin, seçkin kalem işlerinin, ahşap tavan süslemelerinin, döneminden kalma minber ve vaiz kürsüsünün vereceği esenlik duygusuna erişemiyor. Aradığı esenliğe erişemese de, kapı yanı tabelasına ispirtolu kalemle kondurulmuş olan not hidayete meylettiriyor: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Bütün kötülükler kendi nefsindendir.” (Nisa Sûresi, 79.) ‘Bunca kötülüğü yaşayıp geldiğimize göre, külliyen, nefsimizde bir bozukluk olmalı,’ diye yorumluyor, Baba, Nisa Sûresi, 79’u –‘üç yüz bir’den tırsa tırsa.

 

Gezgin/ci tırsak baba, ‘Oldu olacak, şu Çinili’ye de bir uğrasak’ niyetiyle az yukarı (‘VIP Garajı’ üstüne) çıkıyor. Nefsi kötü Kösem Sultan’ın ruhunu şâd edenler Çinili Cami’de çalınacak çini bırakmadıkları için olsa gerek, kapı imanına kadar açık. İmam da, müminler de, çocuk da, çoluk da rahat. Birkaç çocuk ve dede komşu mekânda çizgi film izliyor -şehitlik beklentisi olan yok gibi.

 

Selamsızdan aşağı Üsküdar Meydanı. Meydana gelmeden önce bir meydan tiyatrosu -tek kişilik, epik: Yırtık pantalonu, omzuna astığı kapağı devrik pırtık deri çantası, yana kaykılmış şapkası… bir muhit meczubu. Esnaf kapı eşiklerine uğramış, ahali igili –mütebessim. “Yemin ediyorum, akli dengem yerindedir,” diyor meczup ve ekliyor: “Delilere ölüüm!”. Alkış, nümayiş.

 

 Ah, Bertolt, kapıyı tıklatmasan da olur.

 

Ağustos 2006



No Responses Yet to “‘Üsküdar Tarafı’/ Şemsi Paşa Camii ve Ötesi”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: