‘Eminönü ve Cağaloğlu Tarafları’

31Ağu09

 

 

 

 

 

                                                  

Milliyet Sanat dergisinin Ağustos 2006 sayısında yayımlanmıştır.

 

 

Gezgin/ci bir baba hindi, yine, İtalyan yokuşundan indi. Şehir, o hafta sonu, -kibrin ve büyüklenmeciliğin yenik düştüğü- dayanışmacılığın alçakgönüllü renklerine bürünmüştü. Gezgin/ci pek sevindi. Sarıyla kırmızıyla, kanatlanan sevinciyle yokuş aşağı bir nevi ‘rolling stone’ idi.

 

‘Stone the Rolling Baba’, her ne hâl ise, Kasımpaşa’nın şampiyonluğuna olduğu yerden pankart açıp selama duran Tophane Tayfun’un âlicenablığı karşısında şaşkın parkın önünden geçerken, gözü, her zaman olduğu gibi, işçi kardeş heykeline ilişti. Vakti zamanında, memleketin proletaryasının halim ve selimliğini temsil edecek ölçüleri içinde, bir elinde çekiççiği ile oracığa iliştirilmiş olan heykel, aynı âlicenab ahali tarafından, kellesi, her iki kolu (omuzdan) ve sol bacağı (kökten) koparılmak suretiyle memleketin neredeyse ‘yok-proletarya’sının ifade kazanacağı ölçülere indirilmişti. ‘Yok-proletarya’ heykelinin önünden hüzünle, b/inek araba deryasının egzost dumanı içinden esefle geçen baba hindi, nihayet, Karaköy Meydanı’na indi. Köprü’ye vurdu.

 

‘Kimi düdüktü, ötüyordu; kimi dumandı, tütüyordu; ama hepsi hepsi, geçim derdindeydi’ kalabalığın. Yoksa, bir o muydu keyif ehli? Ne münasebet –çaktı selamı Bir Garip Orhan Abi’sine. Sırf keyfine ardındaki Süleymaniye’yi ve Yeni Cami’yi -öteden geliyorsan Galata Kulesi’ni- örtmek üzere inşa edilmiş güvenlik burçlarının, burç içlerine yerleştirilmiş çarşaf bulmaca üstadı ‘Özel Güvenlik Ltd. Şti.’ elemanlarının ve ‘lalesi ile buluşan İstanbul’un inadına, gezgin/ci baba, ilkin, bir eli annesinin yumuk elinde tramvaylı çocukluk köprüsünden; sonra, diğer eliyle, vapurlu, düdüklü, dumanlı ve karlı düşlerine, “beni burada arama anne/ kapıda adımı sorma/ saçlarına yıldız düşmüş/ koparma anne/ ağlama”lı dizeleriyle ‘Şafak Türküsü’ne, şaire, şiire, çocuk kadar saf ve kırılgan Ahmet Kaya’nın yanık sesine tutuna tutuna, bir ‘şehrayin’ misali, gençlik yıllarını ve fıçılarla birayı yüklediği gönlünün Galata Köprüsü’nden geçti -‘Garabet-ül New Galata’yı geride bıraktı.

 

Üç gidiş, üç gelişli (bereket, ortasında hızlı tramvay geçişli) azman, bırakıldığı yerden, tarifsiz çirkinlik örneği beton uzantıları, duvarları, merdivenleri ve kuytularından dışa vuran sidik kokuları ile Meydan’a sökün ediyordu. Gezgin/ci baba, durdu, kendi kendine, ‘Nasıl bir azim, nasıl bir ruh hâlidir ki o, güzelim Boğaz ve bir Yeni Cami arasına bu betonu dökebilmekte?’ diye, sordu. Kendi sorar, kendi söyler halleriyle alt geçite vurdu. Üstü ne ise, altı da o –bir nevi sahtelikler pazarı- idi: ‘5 YTL’ye doldurulabilen çuvallar, 5YTL’ye saatler (‘Kurtlar Vadisi saati’ de gelmişti o arada), beşi 5 YTL’den külotlar, ve her yerde illa, Neşeli Adam Sefer Hamdiler (Teksas şapkası, siyah gözlüğü, purosu, siyah papyonu, atkılı siyah pantalonuyla bitirim Amerikalı), kıvır kıvır kıvırtan dansöz Şakiralar, kendi dışındaki tezgâhtan habersiz kıvrana kıvrana sürünmekte ve bilinmez hedeflere gar gar kurşun yağdırmakta olan komandolar ve daha neler neler… Eh, madem, gündelik yaşamla harmanlandığında ya da harman yerini aynaladığında sanat, modern ötesi oyunbazlığına (‘postsanat’) evriliyordu, o hâliyle alt geçit, baskın biyografik ve kültürel referansını bir galeride Tayland Usulü Körili Tavuk servisi yaparak yansıtan Rirkrit Tiravanija’nınkinden ya da kendi dışkısını içerdiği varsayılan teneke kutuların üzerine imzasını atan Piero Manzoni’nkinden daha fazla ‘sanatlı’ olmalıydı (bakınızdı: Sanatın Sonu, Donald Kuspit).

 

Gezgin/ci baba, postsanat alt geçidinden üste çıktı, Yeni Cami’nin güvercinli merdivenlerini tırmanacaktı ki, dikkatini, bir dizi darağacı çekti. Sonra fark etti, yem ölçekli güvercinli sevap edinme noktalarıydı onlar, darağacı değildi. Bir vaktin, kuru, çatlak elleriyle yem tepsisini uzatan amca ve teyzelerinin yerini almışlardı (yazar kasa fişi de verilmekte miydi; veriliyorsa, kdv’si, varsa, eğitime, öteye-beriye ayrılan katkı payı ne idi?) –yoksa, ‘happening’ miydi bir nevi, iki yılda bir uçup gelen şehir kuşu bienal miydi? Neydi? Sorgucu kuş, suali geride bıraktı, merdivenleri uçtu, suyu çekilmiş şadırvanlı avluya, oradan, dört fil ayağına oturtulmuş bir büyük, dört yanında dört yarım, köşelerinde birer küçümen kubbesiyle, yapımı (Safiye ve Turhan Sultan’lı öyküsüyle) yıllarca süren, 1663’te, mimar başı Mustafa Ağa sayesinde son noktası konan ve uzun ömürlü İstanbul tarihçesinde ‘yeni’ kalan ‘Yeni Cami’nin huzur dolu iç mekânına kondu. Allah razı olsundu; kapılar, pencere doğramaları, bölmeler ahşap kalmış, her yer temiz ve tertipliydi. Dinlendi. Cami duvarına bitişik ‘Hünkâr Kasrı’nı da gezebilir miydi peki? O mümkün değildi. İstanbul Ticaret Odası’nın himmeti ile sürmekte olan onarım faaliyeti, Gaudi’nin ‘Sagrada Familia’sı ile boy ölçüşmeye niyetli idi –kimselerin acelesi yoktu.

 

Gezgin/ci sorgucu baba, yavaşça, cami mahallinden ayrıldı, eh artık, Mısır Çarşısı’na, çiçekçilere, kuşçulara uğramadı, şu Borsa binasını bi’ gezsem dedi, ‘İzniniz var mı?’ diyen kıravatlandırılmış delikanlıya sunabileceği izin belgesi yoktu, izinciyi sordu, yemeğe çıkmıştı, gezemedi, bahtına yandı, kıravatlandırılmışın müstehzi bakışları altında kendisini sokağa attı, saltanatında en fazla toprak kaybeden talihsiz padişah I. Abdülhamid’in türbesinin penceresinden doğru rahmetliye dualarını göndermekte olan müminlerin yamacından, mis gibi kokoreç kokuları arasından, Büyük Postane’nin önünden geçip -Sirkeci Garı’na da uzaktan selamla- yokuşa vurdu. Gençliğinden o yana yıllar boyu yaptığı gibi sırt sırta vermiş o iki kalemcinin vitrinleri önünde durdu, kalemlerin de kalemcilerin de büyüsü bozulmuştu.

Büyüsü dönük gezgin/ci baba, bir vakitler, her gün, bu günün Ankara Caddesi’ni Bâbıâli Caddesi olarak telaşla tırmanan ve kitapçı dükkânlarının camları ardında, fısır fısır kendisi konuşulsun, içinden sıcacık bir şeyler aksın, sanat ve düşünce dünyasının can damarı olan cadde gün gelsin kendi tesiri altında kalsın diye yanıp tutuşan Mai ve Siyah’ın ‘iyi huylu’ delikanlısı Ahmet Cemil’i yâd ederek, zamanında koca imparatorluğun idari merkezi –şimdilerin, polis kalabalığı ile çevrili valilik binası- olmuş Bâbıâli’ye uzaktan bakmakla yetinerek, Müslümanlık hayrına suriçine yapılmasına izin verilmiş İran Konsolosluk binasını sağına alarak, Osmanlı bürokrasisinin bilvesile maliye de tedris ettiği ‘Düyun-u Umumiye’den devşirme ‘İstanbul (Erkek) Lisesi’nin delikanlı korucusu tarafından kapıdan püskürtülerek, köhnemiş Cumhuriyet Gazetesi binasının otoparklaştırılmış avlusundaki -bir vakitlerin İttihad Terakki Fırkası’na ‘Merkez-i Umumilik’ de etmiş- ahşap konağın tahta perdeler arkasında onarılmakta olduğunu ümit ederek ‘Rüstem Paşa Medresesi’ne yöneldi.

 

‘Eh, bu topraklarda bir vakitler iyi ki Sinan soyundan insanlar da yaşa(tıl)mış,’ dedirten, dışarıdan karemsi, ortadaki şadırvanı ile avlusu sekizgen şipşirin bir medreseydi. Şimdilerde, o soy insanların yokluğunu telafi eden kültür, önce, kapı önüne kurulmuş otoparkı ve kâhyalık heyeti ile, sonrasında, kapıya astığı tabelaları ile belli etti kendisini: ‘Türk Dünyası Parkı ve Türkler Galerisi’ (tedbirsizi üç yüz bir kere çarpacak iddiayı kavrayamadığı gibi, kavrayabildiğine denk geleni içeride bulamadı da gezgin/ci), ‘T. C. İstanbul Valiliği, Türk Dünyası ve Akraba Toplulukları Koordinatörlüğü’… -neyse, ‘Gezebiliyor muyuz?’ hamlesini yaptı yine. Zararsız olduğuna kanaatle müsaade edilse de, gezgin/ci, şadırvan tarafını merkez alan koordinasyon yetkilisinin takipçi bakışlarını hissetti üstünde. Akraba toplulukların katkılarını esirgemediği, kapısı bacası dökük, döküklüğüne yer yer asma kilitler vurulmuş dünyayı göz ucuyla süzen gezgin/ci, müsaadeye şükranlarıyla dışarıya attı kendisini.

 

Sırada, zamanın siyahi kızlarağası Beşir Ağa’nın camii vardı. Ağa’nın 1745’te ibadete açtığı (rehber kitabın zarafetinden dem vurduğu) camiyi imamı kapatıp gitmişti –demek, turistin iltifat etmeyeceği çapta olan ibadetgâhın, öyle, beş vakit açık kalması caiz değildi, meraklısı son cemaat sahanlığında vaziyeti idare edebilirdi. Gezgin/ci baba, bütün bu kapalılığı, yasakçılığı, meraksızlığı ve merak edene saygısızlığı, Türk Dünyası Parkı ve Türkler Galerisi’nin bir devamı olarak mütalaa edip ilk Türk bankasının eskice binalarından Emniyet Sandığı’nın kapısı üstündeki rengi atmış ışıklı kırmızı-beyaz tabelayı arkalarındaki tarihi hiçe sayan öteki nursuz binlerce tabelanın yanına koyarak, binanın önündeki Mithat Paşa’nın yalnız ve derin bakışları ile kendininkileri bir süreliğine çakıştırıp nedense o ân geceki Barselona-Arsenal Şampiyonlar Ligi final maçı saadetiyle içi hafifleyerek, Şengül Hamamı’nı -orada yaşayanlara sorsa da- bulamayarak, artık bulmak da istemeyerek, Cağaloğlu Hamamı’nın akça-pakça edip saldığı turistlere gülümseyerek gerisin geri beğenmediği Köprü’ye vurdu, Köprü altındaki gözdesi Asker’in yerine kuruldu.

 

Vakti kerahetle birlikte karısı da, rakısı da, kavunu da gelmişti. Kadehini, aşk ve sevda misali huysuz ve tatlı kadına, en güzel günlerini geçmişte yaşamış İstanbul’a kaldırdı: “Şarkılar seni söyler/ dillerde nâme adın…”

 

Haziran, 2006



No Responses Yet to “‘Eminönü ve Cağaloğlu Tarafları’”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: