‘Boğaz Tarafı’
Milliyet Sanat dergisinin Kasım 2006 sayısında yayımlanmıştır.
Doğum tarihi, 1988. Doğum yeri, Haliç Tersanesi. Adı, Mehmet Âkif. Soyadı, Ersoy. Gezgin/ci Baba, ışıklı bir eylül gününde, Âkif’in vapurunda, Boğaz yolunda. Vapurun orta sahanlığında, künyenin altında, Hisarlar arası eski bir Boğaz gravürünün bir ucunda Âkif, ötesinde, Ata. Ata ile arasında akıp duran Boğaz’a sırtını dönmüş kara sakallı Âkif’in mutsuz ve biraz da öfkeli bakışları, ne hikmetse, maviye boyalı ceketle renklendirilmiş. Fotoğraf makineli doğduklarına artık hemen herkesin kanaat getirdiği Japonlardan bir Japon. Oracıkta bitip Âkif ile Ata’nın arasına gerili manzarayı (ikisine de ilişmeden herhalde) makinesinin belleğine alıveriyor. İşbitiriciliğine imrenmemek elde değil.
Şimdi de, esintili güvertede, bir çift. Rusça konuşanı, çocuksu bir hamaratlıkla hem krakerini kırtlıyor, hem konuşuyor, hem de meyve suyunu fırtlıyor. Sapsarı saçlı, mavi gözlü, güzel bir Rus kızı. Çocuk irisi Rus güzeli hamarat kız, göbekli esmer Türk beyine arada dudak uzatmayı ihmal etmiyor. Göbekli Türk beyi, içine çektiği sigaranın dumanını Boğaz’a savurup kızın uzattığı öpücüğü dudağından kapıveriyor; gururlu.
Türk-Rus ortak yapımı seyirlik aşkın omzu üzerinden kıyıya doğru göz kaydırırken Gezgin/ci, bir vakitler, Boğaz denen muhitte, bahara açılan bir yalı kafesi misali, gönüllerdeki aşk perdelerini havalandıran o ‘mehtap gezileri’ni ve Abdülhak Şinasi Bey’i anımsıyor. Yakına düşen sandaldaki beyi görmek isteyen hanımların gözlerini çevirmeyip kayıkçılarına ‘usul ile biraz sandallarını çevirttirdikleri’ günlerin Şinasi Bey’ini: “İşte, tanışma ve sevişmelerin bile çoğu ancak gözleri gözlere bağlayan sırlar gibi olduğu ve nazari [teorik] kaldığı o zamanlarda birbirleriyle böyle uzaktan bakışanlar ve sevişenler için bu buluşmalar eşsiz müsamaha saatleri teşkil eder, biraz daha yakından görmek, görünmek ve görüşmek fırsatı olurdu”.
‘Bütün alakaların merkezi mavi sular’ın menevişlenmeleri içinden akıp uzaktan bakışmalarla sır mihverinde buluşup sevişen masal kahramanlarının mehtap ve musikî âlemine doğru yol alıyor, Gezgin/ci. “Bu bir şehrayindi. Biz, gözlerimizi kamaştıran bir havai fişeğin karanlıklarda vardığı son yükseklikte hulyalarımız ve rüyalarımız gibi şefkatli ve güzel renklerle açılarak parladığını ve ruhumuza döküldüğünü seyrediyorduk!” ‘Biz’, Şinasi Beyler. Etrafta yaşayanlara bir tür savaş oyunları kâbusu yaşatan günümüz havai fişek cinnetinden dönüp bakıldığında, gerçekten, ne kadar da masalsı, diye ürperiyor Gezgin/ci.
“Eh, herkes meşrebine göre şehir biçiyor kendine her şehirden,” diye, dalıyor yeniden: “Hemen hemen aynı yıllarda, kırkların başında yani, bir başka adam, daha genççe bir Tanpınar da, ‘Beyaz Rus göçmeni sabık generaller, miralaylar, Kafkas oyunları, balalaykalarla çalkalanan Beyoğlu ve Bender fabrikalarının lastik tekerlekli arabaları’yla döndürülen bir devran ve ol Şehristanbul’da, mehtap âlemlerinde ‘ay ışığının sularda ördüğü altın uçurumda, saz sesleri arasında batıp giden masal gemisi’ misali bir ‘Osmanlı inkırazı’ anımsıyor; mahsun ve melul. İmparatorlukla birlikte batan ve geride boşluğunu bırakan bir payitaht. Geçmişini yitiren şehre kendi öksüzlüğünü giydiriyor, yerçekimli geçmiş zaman kuyularından dem vuruyor: ‘Hayır muhakkak ki bu eski şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken, bıraktıkları boşlukların kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmede kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz’. Dilinin altından baklayı çıkarıyor. İçindeki boşluk, tarih ve mekândaki boşlukla örtüşüyor. Öylesine kişisel bir boşluk ki o; ya, yüklenen değerleri ile, batan şehirden bir masal gemisi yaratıyor; ya da, aynı şehir, fethi, beş yüz yıl önce değil de daha dün olmuşçasına, çocukça heyecanlar yaşatan bir şehir olup çıkıyor. Malazgirt’le başlayan tarihi hamle onun fethiyle tamamlanıyor. Vatan, bütünlüğünü; o, kendisini, milletini ve dilini hep onda buluyor. ‘İstanbul benim tek sevgim’ hem de ‘insanı aşan sevgim,’ bile diyor. Boğaz’a doğru geçen, Karadeniz’in gümüş telleriyle tellenen vapurları usulcacık okşarken yanan elleri ve memleket hasretiyle, oğluna, ‘hepsinden önce insan sevindirsin seni,’ diye vasiyeti ihmal etmeyen, ‘ama sürgünde değil,/ gurbet ellerde değil,/ öleceğim rüyalarımın memleketinde,/ beyaz şehrinde en güzel günlerimin,’ diye seslenen ve taşlı sürgün yollarını tepen yüreğiyle Nâzım’ın yanında ne kadar da yavan kalıyor”.
Yüz bin eliyle içindeki İstanbul’a dokunan, yüz bin gözüyle içindeki İstanbul’a bakıp yüz bin yürek gibi çarpan o şerham şerham, o budak budak ihtiyar ağacı anımsamak içini acıtıyor Baba’nın ve telaşla dönüyor Şinasi Hisar Amca’nın mehtabına: “Tanrım, inanılır gibi değil, bir yakasında eğlenenin öte yakadakine uykusunu zehir ettiği, hele rüzgârı arkasına alanın çış-tam-güm’ü ile menzilindekileri dinden imandan uğrattığı bir ‘Bosforos’tan o günlere bakınca, o, zarafete”… aynı ırkın evladı olanların inkâr edilemez nefis bozukluğuna yanıyor, bir yandan, “O üç yüz birleri o gül yüzlü zamanlarda, Rabbim, niçin nasip etmedin bizlere,” diye dövünüyor, öte yandan. Lakin, nafile: “Neredeyse, karnından çıkar gibi, çıktığı yalının huyunu suyunu yüklenip kayıkhaneden kendini Boğaz’a salan kayıklar, kayıkların, saz kayığının beklediği şairane Kalender önlerine gelişleri, Kalender önlerinde çalınan ilk fasıllar, saz kayığının usul yön belirlemeleri ile etrafına toplaşan kayıkların cümbür cemaat âdeta canlı bir vücut ya da ‘kökleri belirsiz bir büyük nilüfer’ misali devinişleri, Yeniköy akıntısına kapılıp İstinye önlerinden bir yerden Körfez’e, Kanlıca’ya geçişleri, illa, en gür sesleriyle hanendelerin Körfez’i yankılandırışları, Kandilli, Bebek Koyu ve fasıllar…”
Fâsılalarla fasıllar, uçuşan içli ahlar, Ruşen Eşref’in deyişiyle, ‘kayıktan kayığa tutumlu fısıltılar’, mümkünse ne mutlu, sır mihverlerini gözden göze denk getirip sevişmeler… Derken, “Mehtaba çıkılan geceye başka bir sazın tesadüf etmemesi de lazımdı. Bir gecede ayrı ayrı dolaşarak birbirlerinin seslerini bozabilecek, rakip gibi karşılaşacak ve sazı takip eden kayık ve sandal kafilesini ayıracak iki saz takımının dolaşması o zamanki Boğaz için bir rezalet sayılabilirdi. Kimsenin izan ve vicdanı buna kail olmazdı,” deyişini hatırlıyor, Şinasi Hisar Bey’in, Gezgin/ci. “Kimselerin, anlayışı da, vicdanı da, demek, öyle bir şeye razı olmaz imiş… Vay! Ne günler imiş,” diye iç geçirirken, evvelsi gün, arabasıyla ters (ve, sözün bittiği) yönden üstüne üstüne gelen ‘linçsever’ gencin, mızıldanmalarına, ‘Bak döverim seni,’ tehdidi ile mukabele edişini, peşi sıra, Şinasi Hisar Beyler’in, mehtap âlemine çıkamayan, “pek yaşlı bir mütekait [emekli], yahut bir eski zaman hanımefendisi, ya çıkması teşrifata [protokola] uymayan hatırı sayılır bir zat, yahut bir hasta” için, o yalıların önünden geçerken, “bir alaka, bir muhabbet ve hürmet nişanesi” olarak o kimselere “mahsus bir parça saz” çalmalarındaki inceliği de anımsıyor.
Ve vapur gidiyor… Gezgin/ci Baba’nın Karadeniz’in üfültüsüne saldığı murakabe uçurtmasının kuyruğu martıların canhiraş feryatları ile kesip atılıyor. Gözlerini, karşı tepede, Köprü ayakları ile boy yarıştıran bayrak direğinden, yine bir tür vatan sevgisi ve heyecanı ile bayrağın etrafına yığılmış, birbiri üzerine çullanmış inşaat kalabalığından almaya çalışıyor. Uçurtmanın kuyruğu yeniden uzuyor. “Ne güzel, herkesin keyfi yerinde, bir biz kaldık işgüzar,” diye koynuna mırıldanırken, çatılarından sallandırılan bayraklarıyla çocukluğunun muzaffer inşaat hamleleri ve gördüğü arasındaki bağlantıyı çözmeye çalışıyor. Çözdükçe dolaşıyor. Sallandırma, deyince içinden, çocuk yaşta sallandırılanlar geçiyor. Ellerinde beslenme sepetleri oluyor nedense. Vapur gidiyor. Çocuk sesiyle kükreyen çocukölüsever kekrek paşalar geliyor gidiyor içinden on ikiden eylül bir kere daha vuruluyor.
“Yolculuklar başlamaz yürek çağırmasa/ akıl yorulabilir, yılabilir, ama yüreğin sırtı gelmez yere.”
Vapur gidiyor…
Eylül 2006
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Gezgin/ci Baba' Yazıları | Leave a Comment
No Responses Yet to “‘Boğaz Tarafı’”