Sol Dingildek Antropolojik Tür

30Nis09

 

 

 

 6 Mayıs 2009’da Taraf Gazetesi’nin ‘Hertaraf’ sayfasında yayımlanmıştır.

 

 

Nazi Almanyasını terk eden Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü araştırmacıları ABD’ye yerleştikten sonra bazı başka bilimcilerin de katılımıyla bir çalışma gerçekleştirdi. Önyargı Üstüne Çalışmalar (Studies in Prejudice/ 1950) genel başlığı altında toplayacakları bu beş ciltlik çalışmanın ‘Otoritaryen Kişilik’ adlı cildine T. W. Adorno’nun yaptığı katkılardan kalkarak bize gelmek istiyorum. Özellikle de Ergenekon münasebetiyle iyiden iyiye açığa çıkan, ilk bakışta, kendini ‘sol’ diye de tanımladığı için ‘Allah, Allah!’ dedirten cinsten vak’alarımıza. Hani, 2002 ve 2007 genel seçimlerinin seçkinci dünya tasavvurlarına çizik atıcı mahiyeti ile işkillenip dingildemelerine tanık olduğumuz, Cumhuriyet Mitingleri, Cumhurbaşkanlığı seçimi, türban yasası değişikliği girişimi ve AKP’nin kapatılma istemli davası ile kariyerlerini zenginleştirip Ergenekon’un eşiğine dayanan muhteremlere.

 

Adorno ve arkadaşları, görüşmeye aldıkları kişilere, Yahudiliğe ve Yahudilik olgusuna nasıl baktıklarını ayrıştırabilecekleri sorular soruyor ve yanıtlarıyla birlikte benliksel kuruluşlarını değerlendiriyorlar. Çalışmanın sonunda, Horkheimer’in deyişiyle, ‘yetkecil (otoritaryen) insan’ olarak isimlendirdikleri, antidemokratik kabul ve propagandaya yatkın, esasta, gizil ‘faşist’ bir antropolojik tür tanımlıyorlar. Bu da şu demek: her ne kadar zarf ‘medeni’ ise de, bu antropolojik türde, mazruf, kurduğu önyargılarla sopalanmaya müstahak ‘öteki’ni yaratmaya teşne ve şartlar denk geldiğinde muarızına sopayı sallamaktan da çekinmeyecek türde.

 

Mevzuyu yeniden gündemime çeken, Fazıl Say’ın Deniz Baykal’a son genel seçimler sonrası yazdığı mektup oldu önce. Sonra (Fazıl Bey’den önce mi, sonra mı, anımsamıyorum) dört hanımın birlikte olmaya adam davet ettikleri televizyon programında, ağızları açık gözleri buluşmanın isabeti ile kamaşık dinledikleri Tarık Akan’ın hikmetli tespitleri girdi hayatıma. Hikmeti ile hayatıma giren Akan, Radikal Cumartesi ekinde (Pınar Öğünç’ün söyleşisi ile) çıktı karşıma bir daha ve bu iki kıymetli insan bu dingildek yazılara ayarttılar beni.

 

Öyleyse, sınırlarımızı gözeterek birkaç başlık üzerinden yürüyelim. Örneğin, Adorno ve arkadaşları, ‘antisemitik önyargı’nın, o yargıyı dile getirenler için benliksel bir ‘işlevi’ olduğuna değiniyor: ‘sado-mazoşist’ savunma ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir işlevsellik. Kendilerine göre yüceleştirdikleri (‘idealize ettikleri’) bir varoluşsal ülküleri var. Hikmeti ve doğruluğu kendinden menkul (tartışmaya/eleştirmeye kapalı) ve o anlamda mazoşistçe bağlandıkları bir ülkü bu. Üstelik, o varoluşsal ülküleri ile özendirici bir örnek olmak değil, o ülkü uyarınca birilerini hizaya getirme eğilimindeler. Koşullar elverdiğinde –ülkünün yadsınılmaz kutsiyeti doğrultusunda- ötekilerini hizaya sokacak ‘şiddet’ araçlarına başvurmak da en doğal hakları: sadizm!

 

Şimdi, ‘sado-mazo’ tonları terennüm eden müzisyenimize kulak veriyoruz: Seçmenin genel siyasi eğilimlerini değerlendirmek üzere yerel seçim sonuçları haritasını önüne yatırmış değerli piyanistimiz çağdaş insan Fazıl Say, Orta ve Doğu Anadolu’nun, ‘kadınları etekli dolaştırmayan, marketlerde bira sattırmayan, bilim ve sanatı yok etmiş, alıp başını gitmiş tarikatleriyle dinci siyaseti tepemize çıkarmış’ AKP tarafından işgal altına alındığı kanaatinde. Bu çağdaş insan, güzelim Türkçesi ile ülkenin asıl sahiplerinin duygularını dile getiriyor: “Mevzubahis konusu olan şey yaklaşık 20-30 milyon insanın endişeleridir”. Vaziyet vahim yani. Ve yaşama ülküleri ile ‘ötekileştirilmiş’ bu 20-30 milyon ‘modern-laik’ insanın, ötekileştirici gerici güçlerin elinden kurtarılmasını istiyor. Ne yapsa yaranamayan Baykal Bey’den de umut kesilmiş. Bakın nasıl bir iradeye sesleniliyor –daha ilk satırda: “Mustafa Kemal Atatürk, bugün bu saatte yaşıyor olsaydı, muhtemelen [ve -müessir olması niyetiyle herhalde- büyük harflerle]: ‘AKDENİZ’DEKİ ORDULAR!!! İLK HEDEFİNİZ, ANADOLUDUR! İLERİ!!! emrini verirdi”. Cümlenin ardından üç nokta geliyor. Üç noktayı, demokratik-siyasi mücadele aşkı ile doldurabilir miyiz? Ne de olsa karşımızda bir ‘sanatçı’ var –ifade zenginliği oradan: Ordu, düşmanı (düşman burada AKP oluyor ve ezeli düşman ‘kahpe Yunanla’ örtüşüyor) Ege’de seçim sonuçları itibarıyla denize dökmüş, bir sonraki hedef, aynı düşmanın işgali altındaki Anadolu! O üç noktanın demokratik-siyasi mücadele terbiyesi ile alakası olmadığına kendisi de açıklık getiriyor: “Atatürk, ‘Ben halkı niye dinleyeyim? Halk beni dinlesin!” demiş. (Bu arada, karşılaştırmalı metin çözümlemesi için bir katkı da Başbuğ’umuzdan gelmedi mi; “TSK olarak hiçbir şeyden çekincemiz yok,” vurgusu ile benzer tavrı “karşı taraftan” da beklediklerini söyleyen ve karşı tarafı ‘Boğaz’ın karşı tarafı’ olarak tanımlayıp bir kez daha aşağılayan söylemiyle?) 

 

Adorno, kendisine, bu türden ‘sözde’ siyasi açılımlar bulan benliksel savunmaların pek akıllı işi olmadığını, bu insanların, karşı oldukları şeyi nesnel gerçekliği içinde anlamak ve hayatı anlamlandırmak yerine kuyruğuna takıldıkları önyargılarla işlerini gören tembeller olduğunu, ancak, ‘doğrusunu ben bilirim’ burnu büyüklüğünden de uzak durmadıklarını vurguluyor. Kuşkusuz, iç sorgulama ve eleştirel alımlayıştan yoksun oldukları için kafaları da karışık.

 

Söyleyebildiklerimizi somutlayacak bir diğer vak’a örneği olarak şimdi de Tarık Akan’a kulak verelim (büyüklenmeci ve inceden saldırgan üsluba da dikkat edelim). Ergenekonlu süreçten bir film çıkar mı sorusuna yanıtı: “Ne 71’in, ne 80’in adam gibi filmini yapabildik ki bunu yapalım. Arjantin ve Yunanistan’dan niye bu kadar güzel işler çıkıyor, çünkü demokrasilerinde bu hataları yapanı yargıladılar”. Ne kadar şık! Darbe ve şeriat tehlikesine eşit mesafede durulup durulamayacağı sorusuna yanıtında ise tam tersi bir şıklık sergilemekte: “Bu toplumu, toplumları ayakta tutan direklere bakalım… [bunların] başında Anayasa [12 Eylül darbe anayasası yani!] gelir, sonra askeri, sonra polis güçleri gelir. Askeri güçten önce MİT’i vardır, bürokratları vardır”. Bu güzellikleri sıralayan ‘solcu’ aydınımız, elbet darbelere karşı olduğunu söylemekten de geri durmuyor ama ‘Darbe Günlükleri’nden bahis açıldığında hiddetleniyor: “O günlükler dediğin nedir? Neyi kast ediyorsun? Sen şayet o günlüklere katılıyorsan hemen keserim konuşmayı, kasetini de alırım. Ben öyle gazetecilerle konuşmuyorum. Günlüklermiş, eee?” İşte böyle… E ama, Atatürk’ün her şeyi son noktasına kadar koyduğunu, 28 Şubat’ın noktaya taş koymaya kalkışanlara münasip bir darbe olduğunu da söylemiş zaten dobra dobra: “Evet, ben orducu, ordu yanlısı bir insanım”.

 

Adorno ve arkadaşları, çalışmalarında, ‘gizil faşist’ olanları görünür kılmış. Bizde öyle bir çabaya gerek var mı, bilmiyorum.

 

 

 

 

.



No Responses Yet to “Sol Dingildek Antropolojik Tür”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: