‘Sorumluluk Etiği’
Taraf yazarı Yıldıray Oğur, 12 Şubat 2009’da hayat(ımız)ın ta gözbebeklerinin içine baktı ve bir yazı yazdı: ‘Demokrasi için telefon dinleyen de dinleten de şereflidir’. Adil olmak (‘adalet’) adına hemencecik şunu söylemek ihtiyacındayım: En az kendisinden sonra söz alan ve itirazi kayıtlar düşenler kadar aklı başında olduğu kuşkusuz, Yıldıray Oğur, başına ne geleceğini bilerek kaşındı ve –başına gelebileceklerden ürküp başını korumaya alanların biçimsel/ muhafazakâr ifadelerinin tersine- ‘vicdan’ının sesine kulak verdi. Görünür ve işitilir olmayı seçti, korkmadı. Bir tür ‘parrhesiastes’ tavrı, ki, gerçekten ‘ahlaki’ açıdan önemsenmesi gereken de bence odur: Genel geçer kabullerden ve yargı/lamalardan korkmayıp doğru bildiğini söyleyebilmek. Vicdanına söylemsel gerçeklik kazandırarak toplumsal hakikatin ortaya çıkmasına kapıyı aralayabilmek. Entelektüel cemaatin sıcak kucağını umursamayıp ‘özne’ olmayı göze alabilmek.
Mugalatanın rehavetine sığınacakları ya da dayatılmış –ve o anlamda, ‘sözde’- meşruiyete dayılanmayı göze alamayacakları baştan kestirerek şöyle atmıştı sorusunu (ve kendini) ortalık yere, Oğur, mealen: Birileri sizi öldürmek istiyor. Ve sizin bundan hiç haberiniz yok. En temel hakkınız olan yaşama hakkınızı korumakla görevli olanlar da yok ortalıkta. Hatta, diyelim, demokratik ve özgürlükçü talepleri ile ‘milli güvenliği’ ihlale yatkınlardan olmanız kabulüyle ‘yok edilmenizin’ caiz olduğuna dair ideoloji pratiği de sunmuşlar canınıza kastetmeye niyetlilerin hizmetine. Yani, yasa koyucu/kollayıcı siyasi irade ile canınıza kastedenler işbirliği içinde. Daha somut olsun: 301ci siyasi irade ile Küçükçüler elele vermiş, hayatınıza kastedecek tezgâhı kurmuş. Ve diyelim, yaşama hakkınıza titizlenen (en temel, ‘Öldürmeyeceksin!’ yasasına yaslanan) ehl-i namus birileri de –güya- üstüne vazife olmadığı halde karanlık adamların ‘mahrem’ konuşmalarını dinlemiş ve sizi haberdar ediyor. Neyi savunursunuz? ‘Yasal’ izni olmadığı halde kuşkulandığı adamların karanlık faaliyetlerini izleyen adamı mı, yoksa, sizin ölümünüzle gerçek olacak cinayet tezgâhının müstakbel faili ama henüz öldürülmediğiniz için masum sayılmaları gereken adamların mahremiyetini mi? Ya da sorumuza dönersek, kastedilen (bizdekinin adı ne kadar o ise!) ‘demokrasi’ olduğunda n’aparsınız?
Soru üzerine söz alanlardan Ahmet Altan, ‘Elhamdülillah hepimiz demokratız bizim burada, Oğur da öyle de, bazen, militanlığı demokratlığının önüne geçiyor. Söz konusu demokrasi, ona kastedenler cuntacı bile olsa, yasadışı ortam dinlemeleri savunmamak gerektiğini bilemeyecek denli öfkesine yenik düşüyor genç adam. Halbuki, savunduğu, yasaya da, hukukun özüne de aykırı. İstediğin kadar yaşam hakkını ya da demokrasiyi savunmak türünden ‘kutsal’ olsun gerekçen. Darbecilerin, Ergenekoncuların da kutsalı yok mu? Kim, hangi kutsalın makbul olduğuna karar verecek? İnsanlık, binlerce yıllık didinmesi ile hukuk kurallarını bulmuş, hukuk, bütün insanlığın ortak ölçüsü olmuşken’.
Şunu söylemek istiyorum, yaşlı adama, o kadarını genç adam da biliyor, ‘vicdan’ın ne diyor? Yaşlı adam kanırtarak örneği kendisi veriyor: Diyelim, birileri çocuğumu kaçırmış, öldürecek. Kaçıranlardan biri yakalandı ve muhtemel cinayetin önüne bir an önce geçebilmek için adama işkence yapıp konuşturulması gerekiyor. Kabul eder miyim? Ederim, diyor, yaşlı adam, babalık vicdanıyla. Bunu yaparım ama yaptığımın insanlığa aykırı olduğunu da bilir ve genel bir kural haline de getirmem. Ve oradan ilhamla, darbeyi önlemek için de hukukun dışına çıkarım ama bunu bir ‘ölçü/ genel kural’ haline getirmem. E peki, genç adamı, açık yürekliliği karşısında önce perhize davet edip ardından lahana turşusunu masaya sürmek neden? Genç adamın, herkesin canının çektiği kişisel ortamı kafasına göre dinleme edimini fetişleştirmek, genel usul haline getirmek gibi bir niyeti mi var -ki?
Ve bir şekilde de soruyor genç adam (ya da ben soruyorum); Taraf’ı ayrıca(lık)lı kılan, ‘Gizli’ ibaresiyle (kurumsal yasallıkla yani) halktan gizlenenleri bir şekilde ele geçirip halkın vicdani takdirine sunmak değil miydi? Çok önemli; genç adam, ‘pratik ahlak’ tartışmasının pek revaçta olmadığı bir ülkede yaşadığımızdan bahisle şunun da altını çiziyor: “Neyin ahlaki olduğunu açıkça tartışmak yerine topu bu tartışmayı sınırlayan yasalara, normlara, inançlara atmak; ahlakı ve yasayı tartışmayı önereni de ‘ahlaksız’ ilan etmek bu toplumda ahlakın, hukukun içselleştirilmesinin önündeki en büyük engellerden biri olagelmiştir”. Cana ya da özgürce yaşamaya kastedenleri uygun yasallıkla izleyecek yargının/ devletin (burjuva demokratik) hukuksallığının belirleyici olacağı güne dek vicdani takibin (‘ahlaki/siyasi’) meşruiyetinin altını çizerek ekliyor, genç adam: “Siyaset, aslında, adalet duygumuz, vicdanımız, baş gösteren pratik ihtiyaçlarla hukuk, yasa, anayasa, hatta ahlak hakkında bitmeyen bir tartışmanın adıdır”. Evet, siyaset, tam da odur.
Hadi, zihinsel temrin olsun, soralım, benzer bir muhakeme doğrultusunda, ‘sivil itaatsizlik’ yanlılarına ne yapacağız? Sözgelimi, zorunlu askerlik yasacılığına karşı ‘vicdani ret’ hakkını kullananlara ne diyeceğiz? Şöyle mi: ‘E dostum, herkes kamusal çıkarlar açısından neyin zorunlu hizmet, neyin reddedilebilir olduğuna dair senin tavrını yasallık ölçütü diye alırsa, nasıl altından kalkarız biz bunun? Senin doğrun iyilik/ doğruluk da, ötekininki necilik?’
Mesele fevkalade geniş. Öyle olduğu için de mevzuya ilgisini üç kitaba yayan Agnes Heller, Türkçeden okumak isteyecekler için üçünü bir araya getirmiş: Bir Ahlak Kuramı (Ayrıntı Y., 2006). İlk kitabın ‘Sorumluluk’ bölümüne, “Fail her zaman sorumludur,” diye başlamış. Şunu anlıyorum: Eylemli/ etken olacaksan sorumluluk almayı bileceksin. Goethe’nin deyimiyle, fail, her zaman suçludur (suçlanmayı göze alandır, diyelim), masum olanlarsa yalnızca seyircilerdir. Verili yasallığın arkasında durup seyirci kalmak, doğru olanı yapmaktan kaçınmamanın sorumluluk alıcı tavrı yanında pek de erdemli sayılmaz –bence de. Örneğin, resmi görevlilerin yükümlülüklerini (bağlı oldukları sözleşmeyi) göz ardı ederek sahte belge düzenlemeleri tavsiye edilebilir mi? Peki, sahte belgeleri düzenleyen, 1944 yılında Budapeşte’deki İsveç konsolosu Raoul Wallenberg gibi, bunları, binlerce Yahudinin hayatını kurtarmak üzere (‘sorumluluk etiği’ uyarınca) düzenlemişse?
Sanırım, hangi koşullarda dinlemenin bağımsız yargı için nesnel kanıt oluşturduğunu tartışmadığımız, ‘sorumluluk etiği’ni, ‘toplumsal iyiye dönük vicdan’ ekseninde irdelediğimiz açıktır. Öyle ise, Heller’e kulak verelim: “İyi için dünya-tarihsel sorumluluk taşıyan ve karanlık zamanlarda ahlak ışığının sönmesine izin vermeyen az sayıdaki insan kendilerinden sonra gelen dünyaya öyle kalıcı bir hizmet verebilir ki onların hatırına kenarda durup seyretmekten suçlu olanlar bağışlanabilir ve unutulabilir. Kendileri ve başkaları için sorumluluk taşıyan böylesi insanların imtihanları ve göğüs gerdikleri sıkıntılar olmasaydı biz insanların iyilik azimleriyle neler başarabileceklerini nasıl bilecektik?”
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | Leave a Comment
No Responses Yet to “‘Sorumluluk Etiği’”