Merhum Kemal Basmacı Bey’le Hasbıhal/ III
Ocak 2009 tarihli Varlık dergisinde yayımlanmıştır.
Muhterem Kemal Beyciğim, hasbıhalimizin bir önceki bölümünde yazınsal metn(iniz)e dair merakımı şöylece ifade etmiştim: “Acaba, hikâyenizin dillendirilişi ve şahsınızda roman kahramanının kuruluşu, ne denli tutarlı, içten/likli, inandırıcı, çoksesli ve dolayısıyla yaratıcı edimsellik örneği”. Hayatı ve karşı cinsle -aşkî- ilişkinizi yaşayışınız itibarıyla epeyce çocuksu/ gerilemeli, şişkin benlikli/ narsisistik bir yapınız olduğunu paylaşmış ve -romanınızın ele aldığım ilk ana bölümünde- söz konusu yapının yazınsal edimselliğe yansıyan -içeriden yakalanmış- çok güzel örnekleri olmakla birlikte, o verili kimlikle bağdaşımsız kesitlerin de olduğunu belirterek ‘tutarlılık, içten/lik ve inandırıcılık’ açısından iki ayrı düzeye işaret etmiştim. Ya peki, çokseslilik, yaratıcı edimsel tavır? Yalnız ilk ana bölüm değil, romanınız, nasıl başlamışsa öylece sürüp gidiyor, Kemal Bey. Narsisistik ihtiyaçlarınızı doyumlandıran aşk nesnenizle halvetinizde ne ise, sevgiliniz içinizdeki uzaysı boşlukla sizi baş başa bırakıp terk ettikten sonra da hal o, vuslat sonrası da: kendi içinde kırılıma uğramayan, başkalarına pek uğramayan, kendi çalıp kendi söyleyen, katmansız, yaratıcı çokseslilikten yoksun, önü romansal mürüvvetiniz için -bilhassa- kapalı bir anlatı. Nişan sonrasına gidelim mi?
Efendim; nişan gecesini izleyen gün Füsun’un üniversite sınavına gireceği İ. T. Ü. Taşkışla binasını -“altmış altı yıl önce Abdülhamit’i tahttan indiren Hareket Ordusu askerlerinin attığı kurşunların delikleri”ni ve gerekli tarihi bilgiyi ıskalamadan, önünde bekleşen ikbal duacısı anne-babalarıyla- ziyaret edip sınavda yardımcı olması ve “sınavdan sonra onu [size] cıvıl cıvıl bir neşeyle yollaması için Allah’a yalvardı[nız]”. Allah oralı olmadı, Füsun Merhamet’e gelmedi. Gelir diye beklediniz, o vakitki duygunuzu bizlere taşısınlar diye saati (yoksa, o, televizyon camından bize bakan kulaklı sevimliyi mi!), kibrit çöplerini (kaygınızın birim hesabı için olmalı, hatta, desteleyip), Füsun’un ilk buluşmanızda kullandığı çay fincanı, elinde oyalandığı küçük eski vazo, vs., -ve sonraki saire- ile birlikte müstakbel müzeniz için bir yana ayırdınız. Bütünlüklü insani alımlayış ve yaşayışta zaaflı (‘şizoid’ öğelerin de alttan alta işlediği ‘narsisistik’) yapınız münasebetiyle, aşk acınızı, Paradison’un eczanelere dağıttığı iç organlarımız tablosunda ilgili yerlere (müstakbel müzegezer için -mide sol yukarı kesimine) yerleştirdiniz. Kayıp küpesini (ah o küpe!) bulup iade etmediğiniz, daha çok zaman ayırıp daha ciddi bir şekilde matematik dersi vermediğiniz ve çocukluk bisikletini alıp evlerine götürmediğiniz için (yitik aşkınız adına!) hayıflandınız (bense, bütün bunları sizin saflığınızdan öte, yazarınızın [yazarının] aşkı dalgaya vurma eğilimine verdim -tıpkı, güya, Füsun’un önceki aşk hikâyelerinin uyandırdığı kıskançlıkla aranıza, ‘Bazı Nahoş Antropolojik Gerçekler’in yerleştirilmesinde olduğu üzere). ‘Sarkma, Düşersin’ başlığıyla aktarmak niyetine Sibel & Nurcihan tedarikli pikniğe katıldınız, 47 dakikada Bentler’den Nişantaşı’na indiniz: ne o gün, ne de bir başka gün geldi Füsun halvete Merhamet’e. Aşk dediğiniz, iç organ yerleşimli ve oralardan hallolan bir şey olduğuna göre, ‘sevgiliniz’, “[m]utlaka hemen bir başkasını bulmuş olmalıydı, yoksa dayanamazdı. [O günkü hesabınıza göre] yetmiş dört gün önce öğrendiği sevişme mutluluğunu… bir başkasıyla paylaşıyor olmalıydı”. Günlerce ölü gibi yatağa uzanıp acılar içinde ve aptalca (özür dilerim, Kemal Bey, sizin ağzınızdan öyle naklediliyor) onu beklediniz. İki adım ötedeki evlerine bi’ koşu gidip bakmak gelmedi bile aklınıza nedense (“[D]oğrudan evlerine gitmeyi daha önce neden düşünmediğimi sordum kendime”). Nice (tefrikaya müsait zaman aktıktan) sonra koştunuz, kuş ötüşlü zillerine bastınız. ‘Füsun Artık Yok’tu. Babası alıp kızını çook uzaklara götürmüştü -Nesibe Hala (orta kahvenizi yaparken cevabın da telvesini verdi, geldi ve) ekledi, zira, “[s]izinle matematik dersleri de onu çok hırpalamış[tı]” (ilahi Nesibe Hala!), çok üzmüştünüz kızı -sizse çoktan matematik derslerinin anısına sevgilinizin elinin kokusu sinmiş cetvelini ceketinizin iç cebine indirmiştiniz halbuki. Onu size hatırlatan sokakları dolaştınız, o sandığınız gölgelerin peşinden koşuşturdunuz (Taksim Meydanı’nda, hatta, Füsun’un ‘beyaz gölgesi yanılsamasını’ dahi fotoğraflayıp müzeniz için sakladınız! -güvensiz okur s. 186’ya baksın lütfen), Kilyos, Şile plajlarında utangaç bikinili kızlar arasında görür gibi oldunuz (onca derdiniz arasında yaptığınız, “Cumhuriyet’in kurulmasının ve Atatürk devrimlerinin üzerinden kırk-elli yıl geçmesine rağmen, mayo-bikini giyip plajlarda birbirlerinin karşısına utanmadan çıkmayı hâlâ tam anlamıyla öğrenememiş Türk insanının mahçubiyeti” tespiti ile Füsun’un kırılganlığı arasında [tanıyamadık da şu kızı doğru dürüst be Kemal Bey!] içe işleyen bir benzerlik kurmuş olduğunuz nakledildi bize -müstakbel müzenizin söz konusu mahçubiyeti müzelik kılacağına dair umudumuzu tazeledik biz de). Kâh içip içip Sibel’le dansa vurdunuz kendinizi, kâh aşk acısı ile intihar eden Gérard de Nerval’le benzerlik kurup ‘Kaba Oyalanmalar’la oyalandınız. ‘Birbirini vuran komünistler ve milliyetçilerden, soyulan bankalar, taranan kahveler ve oraya buraya konan bombalardan’ ibaretmiş gibi gelen (siyasi) hayat karşısındaki umursamazlığınız ve esrarengiz acınızla Sibel’le ilişkinize tuhaf bir derinlik kazandırdığınızı düşündünüz, esrar genç kadına yetmedi, ‘papyonlu-pipolu’nun karşısında buldunuz kendinizi. Hayattan korkmamanızı söyledi. Pek bir işe yaramadı. Her şey arasıyla ve sırasıyla aklınıza geldiği için -uygun bir roman sayfa aralığı okura talim ettirildikten sonra- Füsun’un güzellik yarışmasından arkadaşı Ceyda’yı sekreterinize buldurup buluştunuz, Füsun’a vermesi için eline bir mektup tutuşturdunuz (mektupta Füsun’a yalvardığınız için müstakbel müzegezerden mahçubiyetinize mektubu -on yıl sonra Füsun’un dolabında bulduğunuzda- Çukurcuma’da okuyamayacağımız tarzda zarfa hapsettiniz -bense bıyığımın altından güldüm, Kemal Bey). Füsun cevap vermedi, siz fala düştünüz, sırası geldi yeniden evlerine gittiniz, kapıyı çaldınız, vurdunuz, yumrukladınız, açan olmadı (anlaşılan, kuş ötüşlü zil de yerinde yoktu), ‘Boş Ev’ buldunuz, oradan Füsun’u size yaşatacak eşyayı cebellezi edip ‘on sekiz’ dakika sonra Merhamet’e uzandınız, boş evden alıkoyduklarınızla (bir parça duvar kâğıdı, kapı kulpu, rezervuarın porselen çekeceği, oyuncak bebek kolu, firkete) yatağınıza uzanıp eşya okşadınız. ‘Yaz Sonu Partisi’ yapıp dut gibi Sibel’le dans niyetine sallandınız, nihayetinde ‘İtiraf’ sahnesi geldi, yalan yanlış da olsa Füsun’la ilişkinizi açıkladınız, Sibel ‘çok iğrenç’ olduğunuzu haykırdı (parti mekânı sizin evdi) sizinkilerin eşyalarından (annenizin güllü çiçekli eski bozuk para çantasını, babanızın siyah-beyaz yazlık ayakkabı tekini) fırlattı (hiçbiri de isabet etmedi), üstüne (geleneksel İstanbul ekmeği katkılı) kahvaltı bile ettiniz güzel güzel. ‘Yalı Hayatının Tesellileri’nden medet umdunuz, aşk acılarınızdan kurtulup bir yandan Füsun’la buluşacağınız, bir yandan da Sibel’le sevişip çocuk/lar yapacağınız “mutlu normal bir aile hayatı” düşlediniz, Boğaz’ın serin sularına vurdunuz kendinizi, küp gibi de içtiniz -olmadı, iyileşemediniz, yalı hayatlarına dair tecrübi bilgi okurun yanına kâr kaldı. Sibel’le Nurcihan kış başı yurtdışına, siz, -onun Paris’ten dönmesine iki hafta kala- ‘Fatih Oteli’ne çıktınız.
Güya o arada önceden aklınıza gelmeyenler geldi, Ceyda’nın ardından adam salmak istediniz, henüz dedektiflik bürolarının açılmasına otuz yıl vardı, olmadı (pes!), adam aramanın ruhsata tabi olmadığını akıl ettiniz, babanızın fedaisi Ramiz’i, o olmadı, emekli -kıyakçı- komiser amcanız Selami Bey’i koştunuz işe, gücü olanın dilediğini eliyle koymuş gibi bulabildiği şehirde onlar da aradıklarını bulamadı -benim bıyığım yeniden oynamaya başladı, Kemal Bey. Her sabah -onca içkiye, berduşluğa rağmen nasıl yaptınızsa- erkenden kalktınız, otelinizden Satsat’ınıza gittiniz, erkenden çıktınız, kendinizi sokaklara vurup bizzat sevgilinizi kendiniz aradınız, olmadı. Sibel döndü, -aşk hikâyenizin şehri İstanbul Uludağsız olmazdı- araya Uludağ mevzuu sıkıştırıldı, Fuaye’deki yemeğinizden bir hafta sonra Sibel yüzüğü gönderdi -kurtuldunuz. Genç bir hanımla aşkına dair en güzide sırrını (nedense ve hiç kulak vermemişseniz de) size açmış olan babanız öldü, morga kondu (Allah rahmet eylesin!), siz pek oralı olmadınız, “[a]nneciğim, babamın takma dişlerini ben aldım, merak etme”yinizle işinize devam ederken, “[p]eki, sen bilirsin” yollu baş sallamakla yetinen annenizle, -Osman da gittikten sonra- “çocukluğu[nuz]da hep istediği[niz] ve sık sık düşlediği[niz] gibi, en sonunda… [o] evde yalnız kaldığı[nızı] düşündü[nüz]” (böylece, ödipal durumlar da çıktı aradan) ve bilvesile evinize dönmüş oldunuz. Babanız Teşvikiye Camii’inden yolculandı, Fatma Hanım (evdeki yardımcınız) malum tılsımlı küpe tekini (aylar evvelinden bulduğu halde -romanın hayhuyu arasında bir türlü fırsatını bulamadığı için o günlerde ancak) çıkardı verdi (tefrikaya -ya da ‘arkası yarın’lara müsait ahval için s. 257’ye bakıla). Ceyda’ya haber salındı, Füsun’a küpe (ve dahi ‘üç tekerlekli’) müjdesi uçuruldu, meğerse onları beklemekte olan Füsun merhamete geldi ve 19 Mayıs akşamına, Dalgıç Çıkmazı, No. 24, Çukurcuma’ya sizi akşam yemeğine mektupla davet etti (okurun sabırlısı s. 259’a dayandı).
Hilton’da onu son görüşünüzden tam 339 gün sonra, çocukluk bisikletiniz, küpeniz ve güllerinizle 19 Mayıs 1976, Çarşamba, saat 19.30’da Çetin Efendi’nin kullandığı 56 Chevrolet ile Keskinler’e doğru yola düzüldünüz. Füsun, sizi, anne-babası ve ‘şişko-sevimli delikanlı’ kocası Feridun’la birlikte karşıladı. Oturdunuz, aç karına iki kadeh buzlu rakıyı -acilen çarpılmak üzere- yuvarladınız, sarhoşladınız, kirazlı ellerinizi yıkamaya yukarı tuvalete çıktığınızda ayna önündeki Füsun’un rujunun kokusunu içinize çekip kendisini (rujunu yani, dermişim) cebinize atarak yerine hikâyenizin can damarı küpeyi bıraktınız (geç katılan arkadaşlar ‘Hasbıhal/ II’, dipnot 6’ya bi’ uzansınlar lütfen) -ki, bırakış o bırakış, hikâyeniz düğümlendi yeniden. Gecenin sonuna doğru iyiden iyiye filmi kopardınızsa da Feridun’un nitelikli (‘Avrupai’) bir (‘sanatsal’) film ve o filmle de Füsun’u meşhur yapmak niyetiyle para desteği peşinde olduğunu kayıtlarınıza aldınız. Gururunuz kırıldı, tamir ettiniz, küpe işini bahane edip Keskinler’e yeniden gittiniz, Füsun küpeleri görmediğini söylerek size (ve bize) eziyete başladı. Mahsusçuktan siz de kendinizi film işlerine kaptırdınız, yaz boyu bahçe sinemalarına çıktınız, bacak bacak üstünde gökyüzüne bakıp sigaralar tellendirdiniz, nihayetinde Füsun huysuzlandı: “Yani sonunda hakikaten parayı vereceksin de, bu film çekilecek mi? Kusura bakma Kemal Ağabey, Feridun utanıyor artık, konuyu bile açmıyor, ama bu senin oyalanmalarından biz yorulduk artık”ı yapıştırdı, -bu, ‘Yeşilçam usulü saf ve temiz hislerle oynama’ tavrı sanırım Füsuncu okurun dahi kalbini burdu- şaştınız (biz, hepten şaştık Kemal Bey). ‘Kalp kırıklığı’ ifadesinin birçok dilde evrensellik kazanmasından da ilhamla ‘porselenden kırık kalp’ örneğini müzeniz için kenara koymanız -bari- acımızı bir nebze olsun hafifletti. Babanızdan o sır verme günü devraldığınız inci küpeler bu sefer devreye girdi, -12 Ekim 1976, Salı, saat 13.40’ta Hacı Salih’te hesap ödeyip- gündüz gözüyle uğrayarak incileri teslim ettiğiniz Nesibe Hala’nın, “[k]ızımı seviyorsanız onlara destek olursunuz. Füsun’u, onu lekeli diye küçümseyecek yaşlı bir zengin adam yerine Feridun’la evlendirmek daha iyi diye düşündük. Onu filmciler arasına sokacak. Sen de koru onu Kemal”ine, “Tabii Nesibe Hala” cevabınızla, Kemal Bey, yazarınız(ın yazarı) geride bırakılmış 310 sayfayı da umursamadan -2864 gün, 409 haftaya yayılacak- tam 1593 gecelik maratonu(muzu) başlattı.
Allah’tan Kemal Bey, yazarınız(ın yazarı), “[i]lk aylarda hiçbir şeyin değişmediğini, değişmeyeceğini, Çukurcuma’daki evde yemek sofrasında [televizyona bakan uzun kenarında, Tarık Bey’le Füsun’un arasında -temassız, belki tuzluğu uzatırken azcık] oturup televizyona bakıp sohbet ederek [ki, pek bir sohbetinize de tanık olamadık] sekiz yıl geçireceğimi hayal bile edemezdim,” kaydı düşmek suretiyle yersiz beklentilere girmekten biz saf okurlarını esirgedi. Saf okurun gözdesi şişko damat Feridun, 1593 gecelik ısrarlı konukluğunuzu [“oturma”larınızı] bir tek kere olsun manidar bulup gereğine tevessül etmedi (yoksa, arkanızdan makaraları koyveriyor muydu), herkes ‘-mış gibi’lemede üzerine düşeni yaptı, sizse, 1593 gece, fırsatını bulduğunuzda Füsun’un özlemini giderecek ne buldunuzsa kaşla göz arasında cebe indirdiniz. Şişko ve Füsun’la birlik olup film işinin ehemmiyetine sığındınız, hatta birlikte filmcilerin Pelür barına dadanır oldunuz. Havaya giren Füsun’un arkadaşça gülümsemelerinden, dahası, dokunarak kulağınıza eğlenceli hikâyeler fısıldamalarından ümitle Feridun için evdeki kanaryadan mülhem (bankadaki hesabıyla birlik) ‘Limon Film T. A. Ş.’yi kurdunuz. Giderek, o muhteşem sevgili ile her gece aynı yatağa giren Feridun’la “Keskinlerin evinin dışında bir iş arkadaşlığı, hatta kişisel bir dostluk” kurdunuz, onu, “arkadaş canlısı, makul ve çok da içten biri” hisseder olup hep birlikte ‘Tombala’lar oynadınız. Kuş fotoğraflarından kare kare büyütüp suluboya resimler yapma hevesi de edinen Füsun’un gözlerinde film yıldızı olma hayallerinin sabırsızlığını okudukça endişeye kapıldınız (sanat için dahi Füsun’un bir başkası ile -‘dudaktan’- öpüşmesini kabullenemezdiniz zira!). Aileyi çıkardığınız Boğaz’daki içkili yemeklerde (Nesibe Hala’nın da kolaylamaları ile) Füsun’un kolu (hatta, bacağı) size daha bir temas eder oldu, ‘tıpkı rüyalardaki gibi önünüzün kaskatı kalktığını’ ürpertici hazlarla fark ettiniz’ (o 44×2’leri hatırladıkça ortalama erkek okurun dahi kasıkları sızlar oldu). Bereket, siz, telaşa kapılmadan, Füsun’un yanında oturuyor olma, tabağının kenarındaki siyah zeytinlerden (‘onun cesaretlendirmesi ve kendi çatalınızla’) ağzınıza atmanın ve çekirdeklerini Masumiyet/ler Müzesi’ne saklamanın mutluluğu ile yetindiniz (itimatsızlar lütfen s. 379’a). Tam 384. sayfaya geldiydik ki, Kemal Bey, yazarınızın (yazarının) aklına bir de ‘Bakmak’ faslı açmak geldi. Zira, ‘bakışma sanatı’ diye bir sanat mütalaa etmekteydiniz güya ve “[b]izimkisi gibi kadın ile erkeğin aile dışında tanışıp görüşüp hiç buluşmadığı bir âlemde, göz göze gelmenin anlamını -belki de gençliği[niz]in bir kısmını Amerika’da geçirdiği[niz] için- zaten geç” anlamıştınız (otuzunuzdan sonra ve Füsun sayesinde -ki, özür dilerim Kemal Bey, bu denli evrensel, insani ve o yaşa çoktan yerli yerini bulmuş bir iletişim/ilişki tarzı için bu kabil tespitlerin size yakıştırılmasına fena halde içerlediğimi -dahası, okurun da makaraya alınmakta olduğuna dair endişemi- saklayamayacağımı hissettim). Örnekten de mülhem, romanınız kimsenin kimseyi (okur da dahil) pek anlayamadığı bir minvalde -hoş, hoş- seyretmekte, neredeyse yaprakların üçte ikisi sağdan sola devrilmiş iken, sizden gelen şu sözün, “[g]erçekten Füsun’u anlıyor muydum? Önemli olan âşık olduğumuz kişiyi anlamaktır elbette. Bunu yapamıyorsak, hiç olmazsa anladığımızı sanmak da iyi bir şeydir”in görece iyiliğini, biz, ancak 579. sayfada idrak edebildik: “hikâyemi ve hayatımı size [yukarıdaki örneği de size reva gören yazarınızı kastetmektesiniz] bütün içtenliğimle anlattım, ama onu bütünüyle ne kadar anladım, ben kendim bile bilmiyorum” (boşuna üzmüşsünüz kendinizi Kemal Beyciğim, o sizin üstünüze vazife değil ki, hasbıhalimizin ikinci faslında çıtlatmıştım da size halbuki). (1) Şu hatırlatmalarsa Kemal Beyciğim, cabası (hani, ‘Tekerrür’ başlığı altında çetele tutulsa yeri): “Füsun’a olan aşkımın, yavaş yavaş [hangi yavaş yavaş -kime seslensem bilmem ki-, geldik 396’ya!] onun bütün dünyasına, onunla ilgili her şeye, onun bütün anlarına ve eşyalarına yayıldığını, müzegezerler özellikle akıllarında tutsun isterim” (-peki). Ve dahi, fesüpanallah raddesinde, bir ‘Dedikodu Sütunu’, ardından bir, ‘Boğaz’da Yangın’ faslı. Posta posta postal faslı: “1980 Eylül’ünde yeni bir askeri darbe daha yapıldı, sıkıyönetim ilan edildi, gece sokağa çıkma yasağı kondu” [s. 325], “12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra, gece saat ondan sonra [sonra, sonra] sokağa çıkma yasağı konduğu için” [s. 350], “12 Eylül 1980’de yeni bir askeri darbe oldu… akşamları saat ondan sonra sokağa çıkmak yasaklandığı için” [s. 419] (-e, tamam! Size değil elbet, Kemal Beyciğim, yazarınıza. Bir kere kuzum, – benim saydığım- on bir kere ‘Atatürk’ten, on altı kere ‘sağ-sol meselesi’nden söz eden siz, 1 Mayıs 1977 katliamını ya da görkemli 1 Mayıs 1978 İstanbul kutlamasını duymamış olamazsınız, değil mi?). Ve yorgunluğu katlayan şu satırlar mîrim: “Ona olan aşkım, takıntım, her neyse [adını biz koyacağız artık], başka biriyle özgürce bu dünyayı paylaşmak yolunu tutamıyordu bir türlü. Bunun şu anlattığım âlemde olmayacağını ruhumun derinliklerinde [nerede?] daha başta [hangi başta?] anlamış, içime dönmüş [ne zaman?], Füsun’u kendi içimde [e, okur?] arama yolunu tutmuştum”. Bizleri katmadığınız iç yolculuğunuzda Füsun’u arıyor olsanız da “[t]akıntıyla sevdiği[niz] ama ‘elde edemediği[niz] birisinden küçük de olsa bir parça koparmanın mutluluğu”nu da ihmal etmeyerek koca Pe-Re-Ja kolonya şişesini ya da Batanay marka ayçiçeği yağı şişesini dahi yürütmelere kadar vardırdınız işi… Ve tam sekiz yıl sonra, ‘Füsun’un Ehliyeti’ bahsi aşkına ilk kez baş başa dışarı çıkar oldunuz (Nisan, 1983!). Meşakkatli çalışmalarınız sırasında Füsun epey ter döktü, “seviştiği[niz] bahar günlerindeki gibi ter içinde kalmış güzel vücudunu uzun uzun” seyretmekle, “sekiz yıl önce ağzı[nıza] aldığı[nız] harika göğüslerinin sarı bir armudu hatırlatan zarif biçimini çıkarmaya, görmeye, hatırlamaya” çalışmakla yetin(ebil)diniz -aşk olsun! Feridun artık iyice kopmuş, kendini filmciliğe ve Papatya’ya vurmuşken altında mavi bikinisi ile sevgiliniz, Tarabya Plajı’na da gittiniz, hikâyenizin tuhaflığını kanırtmak üzere sevgilinizin ‘iffetli kadın’ hallerine dahi müstesna anlamlar yüklediniz. Birbirinize sarılabilmeniz için Tarık Bey’in ölmesi gerekti -öldü: “Onu kollarımda tutmak ne büyük mutluluktu Allah’ım!” Yeni bir hayata yaklaşmakta olduğunuzu hissettiniz, mutlu oldunuz. Limon Filmcilik’i Feridun’a bıraktınız, karşılığında Feridun Füsun’u bıraktı. Füsun, “[ş]una inanmanı ve ona göre davranmanı beklerim. Evliliğim boyunca Feridun ile aramızda karı-koca ilişkisi olmadı. Buna inanman şart!” dedi, şartı kabul edildi. (Evet, bunlar da oldu -olmuş yani- Kemal Bey!) Avukat karar kâğıdını almış, sevgili resmen dulsa da cinsel yakınlaşmaya asla müsaade yoktu (“Füsun locada kendini öptürmez, yalnızca elimi bacağının, dizinin üstüne koymama karşı çıkmazdı”) -talimli olduğunuz için o da tamamdı. İkincil iffetin mümessili dul Füsun, ‘istenmeyi’ şart koştuydu -kahvesiyle, rakısıyla o da yerine getirildi. Annesi, o ve siz (cümbür cemaat) Paris’e birlikte gidilecek, evlilik öncesi çeyiz düzülecekti -o da kabul gördü. Yazarınız(ın yazarı) Türk halkının konsolosluklardan bir vizecik koparmak için ne hallere düştüğünü dahi -o arada- tafsilatlı bir şekilde araya sıkıştırdı (hiçbir şey eksik kalmamalıydı -kalmadı, vizeler alındı). Nihayetinde, 27 Ağustos 1984, saat 12.15’te Çetin Efendi’nin şoförlüğünde (56 Chevrolet ile!) Avrupa yolculuğuna çıkmak üzere Çukurcuma’da bittiniz. Yol üstünde Büyük Semiramis Otel’de süprizi patlattınız yüzükleri çıkartıp Çetin Efendi’ye taktırdınız. O gece Füsun odanıza geldi. Romanınızın başındaki gibi -inandırıcılıktan yoksun- bir hararetle -sayfa beş yüz yirmi dokuzda- bağırışmalarınızı zor zaptederek kan ter içinde bir kez daha “sonuna kadar” giderek seviştiniz. (2) Sonra bir daha ve uzun uzun. Ve sonra öğrendik ki Füsun’umuzun aklı hâlâ artistlikte: “Sen hiç anlamıyorsun. / Neyi?/ Senin yüzünden hayatımı yaşayamadım Kemal… gerçekten artist olmak istiyordum ben”(!?) Üstelik sevişirken -romanınızın tılsımlısı- küpeyi de fark etmemiştiniz. Elinde içki kendini yollara vurdu sevgiliniz. Toplamaya gittiniz. Son şartı arabayı kendisinin kullanmasıydı, kullandı, bastı gaza ve “saatte yüz beş kilometre hızla, sanki ne yaptığını çok iyi bilerek [araba hız/ağaç yaş denkliğini gözeterek sanki -hikâyenizi] yüz beş yıllık bir çınar”ın gövdesine teslim etti. (3)
Huzurunuzdan ayrılırken
Kemal Bey; hasbıhalimizin bu üç bölümü içinde gerek romanınızın etrafında yaşananlar, gerekse de romanınızın akışı üzerinden ‘psikanalitik duyarlıklı’ bakışımla (o hassasiyetin öne çıkardığı) belli başlı noktalara dikkatinizi çekip sizinle paylaştım. Şimdi, oradan arta kalanlar ve ekleyeceklerimle, romanınız Masumiyet Müzesi’ne ilişkin değerlendirmelerimi toparlamak istiyorum, efendim:
Romanınızı bitirdikten, özellikle de okurken altını çizdiklerimle birlikte yeniden gözden geçirdikten sonra -lütfen gücenmeyin- şu duygu ya da izlenime kapıldım: Bu roman, kendini ortaya koyuş edası ile daha ayrıntılı bir psikanalitik bakışı hak etmiyor. Belki de daha doğru deyişle, hak etmiyor değil, oralı değil. O kadar kendinden hoşnut, o kadar kendi mavrasına kapalı bir dünyası var ki, dışarıdan bir bakışı davetkârlığı, dışarıdan bir bakışın kendine ‘eleştirel meşruiyet’ alanı açması olacak iş değil. Peki, davetsiz misafirliğe beni dürtükleyen ne? Herhalde, romanın içinden yürür, etrafında dönenirken kendini hissettiren kapalılık (ya da, hani, sahne ile seyirci arasında ‘Açık Hava’ misali, hendek vardır ya -seyirci seyirciliğini bilsin!) -o olmalı beni kışkırtan.
Şimdi; ruhsal/yapısal açıdan donanımı ‘narsisistik’ (oral/depresif) ağırlıklı bir roman başkişisi (kahramanı/karakteri) olarak neredeyse leyleğin gagasında (otuzunuzda) getirildiğiniz roman hayatınızda (‘uyarınca’ yürüyüp gittiğini söyleyebileceğimiz hayatınızda yani), hısımdan, eşsiz güzellikte, çocuksu (ve çocukça) heyecanları uyaran, kendisine göre on sekizini bitirmiş (annesine göre yeni girmiş), lakin her halükârda yeniyetme/ce Füsun’la yollarınızın kesişmesi (onu ‘elde etme’ye tayin edilişiniz) elbet ilginç bir başlangıç. Değinmiştim, anılan kişiliğinizin yönelimi açısından isabetli olduğu gibi, yazınsal yaratıcı açılım için de elverişli. Sevgilinizin terki ile yaşadığınız kırılma, kendinizi uzaya gönderilmiş bir köpek misali ‘anlamsızlık/yalnızlık’ ya da ‘acı’ içinde hissedişiniz de söz konusu yapının depresif kırılma ve/ya şizoid çekilme/gerileme eğilimi açısından fevkalade tutarlı. Dahası, sevgilinizin yokluğunda olsun (“Merhamet Apartmanı’ndaki yatağımızda yatıyor, Füsun’un çarşaflara sinmiş kokusunu bulmaya çalışıyor, onu gövdemin içinde hissetmek, sanki o olmak istiyordum” [4]), kocasıyla da tanıştırıldığınız o ilk Keskinler ziyaretinizde olsun (“[k]üçükken aynadaki görüntümle deneylere giriştiğim zamanların oyunculuğu ve saflığı vardı üzerimde ve şimdi Füsun’u taklit ederken kendimden kopabileceğimi, ona duyduğum aşkın gücüyle, onun kalbinden ve aklından geçen her şeyi hissedip düşünebileceğimi, onun ağzından konuşabileceğimi, onun ne hissettiğini daha o hissederken anlayabileceğimi, ‘o’ olabileceğimi de şaşkınlıkla seziyordum”[5]), narsisistik yapınızın karşısındaki kadında özdeşimsel/ eşcinsel bir yansımayı yaşantılamasının da (ve elbet, ‘kocalı’ bir eve 1593 gece gönderilişinizin de!) ne kadar tutarlı ve içeriden yakalanmış bir tespit olduğunu özellikle anmak isterim. Ya da, narsisistik ağırlıklı yatırımın -arzu- nesnesi yokken ona ait olanların ‘iç’ edilmesinin (‘alıkonmasının’), bir yandan narsisistik yitimin ikamesi (6), bir yandan da, iğdişlik kaygısı ile gerilenen cinsel edimsellik içinde birer (penis ikamesi ‘fetişistik’-‘anal reseptif/erotik’) çocuksu cinsellik nesne/cikleri olmak niteliğiyle toplanmalarının (‘biriktirmecilik’) ve yaşanan incinmişliklerin ödünleyici yüceleştirimi (‘idealisation’) olmak anlamında ‘narsisistik göstermecilik ve büyüklenmeciliğe [grandiosity]’ vesile bir ‘gurur’ müzesine dönüştürülmeleri tasarısının sizin (yani, romanımızın başkişisinin) yazınsal hareket ekseni/niz olarak kurulmasındaki isabeti de elbet görmezden gelecek değilim. (7) Ha, Keskinler’le yaşanan 1593 ‘oturma’nın (misafirliğin), o vaktin tek sesli (cemaatin idealini ve tekil yetkeyi temsil eden/ ailenin büyüğü kıvamındaki) televizyonunun karşısında ‘ailecek’ sürekli yiyerek-içerek-sohbet ederek gerçekleştirilmesinin anılan yapısal eksenle örtüşümüne (seyretmek-yemek-içmek-sohbet= ‘oralite’) dair isabetliliği de (roman boyu anasonuyla birlikte) edebilenler takdir edecektir elbet.
Diyeceksiniz ki Kemal Bey, ‘E, daha ne olsun ki şekerim?’ Olsun Kemal Beyciğim, olsun, bizim Nobel ödüllü yazarımızın yazdığı romanda daha fazlası olsun (siz, güya, heveskâr genç yazar muamelesi çekseniz de). Eksiği şu: Evet, romanda kurulan kişiliğinize dair atılan çizgiler güzel, ilginç, isabetli… fakat size ve etrafınızdakilere derinlik kazandırmıyorlar, dışsal bir bilginin -yazınsal- onaylayıcısı gibi ışıldıyorlar metinde (tutarlılıkları ve inandırıcılıkları da o ölçüde). Romandaki sesiniz sonra Kemal Bey, hep söylüyorum, çok kendinden emin, çok bir başına -ve başına buyruk-, çok tekil, kendi içinde olsun, bir başka roman kişisinin öz/bilincinde olsun kırılıma uğrayıp çoğullaşmayı kendine yediremiyen bir ses neredeyse. Her şeyi o biliyor ve sanki her şey onun bildiğinden ibaret… çok geveze, her şeyi ama her şeyi anlatmak istiyor, tekrarlardan kendisi bezmiyor bezdiriyor (kendisine dönüp bakmaya da fırsatı olmadığından zahir -dolu dizgin giderken- arada tuhaflıklar ya da sağı-solu devirdiği de oluyor). Füsuncuğum mesela (özür dilerim, Kemal Bey, eleştirel şefkatimden), gerçek hayatınızda da öyle miydi münasebetiniz, bilemeyeceğiz ama, kuzum, derdi neydi şu kızcağızın, ne istiyordu şu hayattan ve hakikaten sizden ne istiyordu, ne idi onu o ölümcül öfkelere sürükleyen artist olma sevdası? Hadi, Sibel üstüne düşeni yaptı, turfanda psikanalistlere taşısın istedi sizi, yalılarda Boğaz tedavisine çekti… olmayacağını anladı kız, çekti gitti (bu arada, son tahlilde Zaim’e gönderilişindeki isabeti de -eşcinsellik bahsinden doğru- anmış olayım). Romanınız biraz da zengin-fakir romanı imiş ya, ne yapsın garibim Füsun da, roman da olmuş bavul kadar o saate, elde imkân da yok, hayat da romanınız misali bavul gibi şişecekse, sürdü 56 Chevrolet’yi çınarın gövdesine, bitirdi romanınızı -dermişim. Ama şunu derim: Tuttuğunuz her kimse Kemal Beyciğim yazar olarak, sizin müzelik eşya kaygınızdan doğru duyulsun istediğiniz sesinize öyle bir yerleştirmiş ki kendi ‘dil makinesini’ (bakın, Ahmet Hamdi Bey de rahmet istedi), hani, bunu olsa olsa, romandaki biçemi kendini yaşama biçimi kılmış bir yazar özne yapar ancak. Kendindeki ötekilere yol vermek, seslerini işitmek ve işitilir kılmak istemeyen, tutturduğu sese (yaratıcı yazınsallığın taşıyamayacağı kadar) narsisizmini yükleyen bir yazar özne.
Tabii, bizde, bizden olana pek inan olmaz, ‘ondan sebep’ (atalarımızın bir filmde böyle konuştuğunu işittiydim -millilik tuzu da ekmiş olalım az), siz hazır ordayken kendisine de sorabilirsiniz gerçi ya ben bu yandakiler için kulak vermiş olayım Mihail Bahtin Bey’e. Diyor ki, “[ö]z-bilinç, kahraman imgesinin kuruluşundaki sanatsal başat olarak kendi başına sanatsal bir dünyanın monolojik bütünlüğünü yıkmaya yeterlidir -ama ancak kahramanın öz-bilinç olarak ifade edilmekle kalmayıp gerçekten bu şekilde temsil edilmesi, yani yazarla kaynaşmaması, yazarın sesi için bir dublör işlevi görmemesi koşuluyla; dolayısıyla, ancak kahramanın öz-bilincinin vurgularının gerçekten nesnelleştirilmiş olması ve yapıtın kendisinin kahraman ile yazar arasına bir mesafe koyması koşuluyla yapabilir bunu. [Sorarım şimdi size Kemal Bey, naklettiğim kadarıyla, sizce, sizle yazar/ınız arasına yapıtın yerleşebileceği kıymık kadar olsun kalmış mıdır bir mesafe?] Kahramanı yaratıcısıyla birleştiren göbek bağı kesilip atılmazsa, o zaman sahip olduğumuz şey bir sanat yapıtı değil, kişisel bir belge olur yalnızca”. Peki, bu, yazarın kahraman(ıy)la ilişkisi için olsun -ama az önce şunu da demiş olduğunu unutmadan: “Yazar kahramanın her şeyi-yutan bilincinin karşısına yalnızca tek bir nesnel dünya çıkarabilir –kahramanınkilerle eşit haklara sahip öteki bilinçlerin dünyasını” (vurgu, Bahtin’in). Kaldı ki, kendi öz-bilincini de, “nihaleştirilemezliğiyle, kapanmamışlığıyla ve belirlenemezliğiyle yaşa[mak]” durumundadır kahraman. Ve bunu (bu, zaten insani anlamda doğal olanı) da, yine, kahramanı, öteki bilinçlerle çoksesli bir ilişkiye sokarak gerçekleştirir yaratıcı yazar: “Kişiliğin sahici hayatına ancak o kişiliğin diyalojik olarak kavranışıyla ulaşılabilir. Çünkü, kişilik, bu diyalojik kavranış esnasında kendisini özgürce ve başkalarıyla etkileşim halinde açığa vurur”.
Hemen geçerken (yazar-kahraman ilişkisinin üstünden) elbet şunun da altı çizilmeli: Yazınsal metne bakılırken, ne hikmetse, kahraman, sanki gökten-kendiliğinden-zembille önümüze inmişmiş, arkasında bildiğimiz dünyadan biri (bir, yazar -kendindeki ötekilerin ebesi- özne) yok-muş gibi yapılır (bakın, Kemal Beyciğim, yalnızca Keskinler’de değil yani, ‘gibi yapma’ marifeti!). Her şey metnin kendisiyle başlamakta ve kendinde bitmektedir sanki. Nedir bu riyakârlık peki? Nedendir? Eğer, yazınsal görünürlük kazanmış insani imgelerden söz ederken doğrudan yazarın kendisinden söz ediliyor sanılacağı korkusu değilse bu, bence, yazarın özne(se)l/nesnel gerçekliğinin yazardan metne doğru hangi imgesellik düzleminde aktığının ve metni, hangi koşullarda yazınsal yaratıcı bir metin olarak dokuduğunun ilgi ve bilgi alanlarında olmamasındandır. Şunun için hatırlattım (ki, hasbıhalimizin ikinci faslının girişinde de -yaratıcı edim adına- benzer malumat yer almıştı), kahramanın ve ötekilerin öz/bilinçlerinden söz ederken, yazarın yazınsal edimselliğinden bağımsız varoluşlardan, bir başka yerden (yazarın ‘bilinçdışı-bilinç’ine değmeden) metne taşınmış var-oluşlardan söz etmiyoruz elbet; ama, yazar öznenin doğrudan kendisinden değilse de, ona ait olan, cemaat içinde bilinen kendisindeki (ya da bilinçli kendilik alanında kendi olarak bildiğinin örttüğü) ötekilerden söz ediyoruz -işte yaratıcı edimselliğin imge işçiliği de orayla (örtük olanla) metin arasında işler. Bahtin, Çernişevski’nin, yazarın ‘öznel’ bakış açısıyla ilgili değerlendirmesinin oluşturabileceği benzer kuşku üzerine (ayrıntısına giremiyoruz ne yazık ki), “hiçbir yazar konumu barındırmayan bir roman olduğu anlamına gelmez bu elbette. Bu tür bir roman genelde olanaksızdır,” deme ihtiyacı duyar ve, “[b]urada asıl söz konusu olan, yazar konumunun bulunmayışı değil, bu konumdaki köklü değişikliktir ve bu konumun alışıldık konumdan çok daha zor olduğu… ve muazzam bir ‘poetik yaratıcılık gücü’nü ön-gerektirdiği[dir],” diye de ekler. (8)
İşte, sizin romana da Kemal Bey, benim daha sonra Bahtin’de bulup sevindiğimle (‘yaratıcı çokseslilik’) örtüşen ‘psikanalitik duyarlıkla’ baktık ve şimdilik bunları gördük. Aynı duyarlıkla, ‘fikir’, ‘olay örgüsü’ ve ‘söylem’ başlıkları altında anılması gerekenler de var elbet. Lakin gün ışıdı yine. Tüm roman kahramanlarıyla birlikte – manevi huzurunuzda Masumiyet Müzesi’nde buluşmak üzere- saadetler diliyorum size. (9)
_____________________________
1. Oraya gelmeden s. 518’e de (27 Ağustos 1984) uğrayabilir isteyen: “Füsun ile Şanzelize Butik’te karşılaşmamızın üzerinden tam dokuz yıl dört ay geçmişti ama ne bunun ne de bu sürede hayatımın ve kişiliğimin nasıl değiştiğinin üzerinde durup düşünmedim bile”.
2. İkincil bekâret ve iffet münasebetiyle bir kez daha yaşanan ‘sonuna kadar gitmeli’ sevişme sonrasının mutluluk rüyası “görüntüleri” Kemal Bey’in siparişi üzerine müstakbel müzegezer için hazır edilmiştir -duyurulur.
3. Paragraf kümelenişi ile alıntılarımızı da sıralayalım: MM/ s. 164, 164,180, 181, 183, 188, 217; 250, 251; 299, 309; 314, 348, 386, 389, 579, 396-397, 425, 473, 492, 506, 509, 537, 539.
4. MM, s. 199.
5. MM, s. 269.
6. “Ama kibriti masadan alıp farkında değilmiş gibi cebime indirirken kalbimde hissettiğim mutluluğun bir başka yanı daha vardı: Takıntıyla sevdiğim, ama ‘elde edemediğim’ birisinden, küçük de olsa bir parça koparmamın mutluluğuydu bu.” (s. 416) Burada, ‘parça koparma’daki yit(iril)ene dönük ‘öfke’ye de dikkatinizi çekmek isterim. Ayrıca, Kemal’in ‘oral/ depresif’ yapısı ile uygunluğu içinde takdire değer olan şu vurguyu da analım: “[Füsun’un eşyalarını] tıpkı yeni bir eşyayı ağzına sokan çocuk gibi ağzıma, tenime değdirdim. Acım gene bir süreliğine yatıştı. Bir yandan da artık bu işe alıştığımı, tıpkı bir uyuşturucu gibi, bana teselli veren eşyalara bağımlı olduğumu ve bu bağımlılığın da Füsun’u unutmama hiç yaramayacağını düşünüyordum”. (s. 199)
7. Bu arada, Kemal Bey, şahsınızın takıntılı-zorlantılı (‘obsessive-compulsive’ [anal erotik/sadistik kişilik]) özelliklerinizin, zamanın denetimine, ayrıntıcılığa, sayısal mutlaklaştırmalara, yinelemelere, anlatınızın istiflemeciliğine, duygusal olanın (aşk/yaşanmışlık anlamında dirimselliğin) -müzelik- eşyaya tahvil edilişine yansıyışındaki isabetliliği de (“Mutlu anlardan geriye kalan eşyalar, o anların hatıralarını, renklerini, dokunma ve görme zevklerini bize o mutluluğu yaşatan kişilerden çok daha sadakatle saklarlar.” [s. 85]) anmış olayım.
8. Yanlış işe mi girdik diye sakın üzülmeyin Kemal Beyciğim, öznel beğenme keyfiyetinin dışında, kendine göre ‘estetik/poetik’ bir alımlayış ve değerlendirişten söz etmekteyiz burada: “Tolstoy’un dünyası baştan sona monolojiktir; kahramanın söylemi yazarın kahraman hakkındaki söyleminin sabit çerçevesine sığdırılmıştır, onunla sınırlıdır” da der mesela Bahtin. Üstelik, kanırtır da: “Tolstoy’un dünyasında (yazarın sesinin yanında) ikinci bir özerk ses belirmez… Tolstoy’un söylemi ve naif monolojik bakış açısı her yere, dünyanın ve ruhun her köşesine sızarak her şeyi kendi bütünlüğüne katar” -vay! Diyeceğim, koca Tolstoy’a da aynı muamele -yani. Metin içindeki paragraf kümelenişleri ile alıntılarımızı da şöylece sıralayalım (Dostoyevski Poetikasını Sorunları/ Mihail M. Bahtin, Metis Y., Eylül 2004’ten): s. 102-103, 100-101, 105, 112; 121 ve bu dipnottaki, s. 108.
9. Kemal Bey’le hasbıhalimizin dışında kalan, sonraki daha ayrıntılı değerlendirmeler için kalkış noktası olabileceğini düşündüğüm bazı ‘notlar’ı da (masumiyetime allah sizi inandırsın -vuruş sayısı iktidarsızlığından) bundan sonraya saklamış olayım.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Yazınsal Eleştiri' | Leave a Comment
No Responses Yet to “Merhum Kemal Basmacı Bey’le Hasbıhal/ III”