Merhum Kemal Basmacı Bey’le Hasbıhal/ I

07Eki08

 

Tanju Duru’nun anısına…

 

 Varlık dergisinin Kasım 2008 sayısında yayımlanmıştır.

 

Sevgili Kemal Bey… Tam da aşk hikâyeniz üzerine kurulu romana bir 84. bölüm kurup sizin ağzınızdan doğru yazara (‘Masumiyetime Dönüp Bakarken’ falan gibi) fiyakalı bir şeyler döktürmeyi kuruyordum ki -kurula kurula- kurnaz yazarınız bitiverdi oracıkta. Meğerse, hikâyenizi yazdırmak üzere Nişantaşılı Pamuk Bey’i tutmuşsunuz! …diyordum ki, yazarınızla anlaşıp daha (İletişim Y. hesabıyla) yüz kırkıncı sayfada biz ‘postmodern okuma temrininden yoksun’ okuru çoktan ‘Mutluluk’ bahsine davet etmiş ve yazarınızla bizleri tanıştırmış olduğunuzu -yüzüm kızararak- fark ediverdim. Dahası, madem müstakbel müzegezerin göreceği eşyanın hikâyesini nakletmekmiş muradınız yalnızca, sizden doğru yazara (‘Beni neden bir ben olarak bıraktın bir başıma!’ yollu) bir şeyler söyleme olanağı da yok madem, dedim bari sizinle hasbıhal edeyim… demez olaydım, Kemal Bey, tam (bakın, yazarınızın ‘takıntılı titizliği’ bana da bulaştı) Orhan Pamuk beyefendiyi arama kararınızı bizimle paylaşmanızdan on beş (İletişim) sayfa(sı) sonra (12 Nisan 2007’de, sevgiliniz Füsun’un yaşasa ellisini idrak edeceği günde -tam da o günde!) aramızdan ayrılıvermişsiniz meğerse…

 

Neyse, okur, kahramanına baka baka bakıyor ya hayata, hani aşk hikâyenizin en trajik kırılma ânından sonra geçen son yirmi yılı bir çırpıda toparlayıp uzun uzun ‘Masumiyet Müzesi’ ve ‘Kolleksiyonculuk’ bahislerini açıyorsunuz ya (şimdi, arkanızdan konuşup günahınızı da almayayım, belki de, Pamuk Bey’in kalemine öyle denk gelmiştir, Keskinler’in evinde çatı arasındaki perdesiz küçük odanızda birlikte yuvarlarken rakıları öyle akmamıştır mevzu) benim de aklıma alakasız bir şey geldi: Pamuk Bey, hazırlıklı gittiğiniz ilk görüşmenizle ölümünüz arasındaki 5723-1743=3980 birim müze gezme zamanının hangi noktasında aldı acaba Nobel’i? Ya da, ‘tıpkı bir roman yazar gibi’ ama nihayetinde ‘müzelik eşya katoloğu’ hazırlama işini teklif edeceğiniz sıra, “[h]ikâye anlatmayı ciddi bir şekilde seven, işine bağlı bir adam” diye “duymuş[luğunuz]” olan -heveskâr- bir yazar olabilir mi, o adam?

 

O uğursuz Avrupa yolculuğuna çıktığınız ve Füsun’u kaybettiğimiz tarih 1984’ün ağustosu olduğuna ve siz, son on beş yılda gezip gördüğünüz 1743. müze sonrası Pamuk Bey’le buluştuğunuza göre, tarih 1999, o ilk buluşmadan bahis açtığınızda, “[o] gittikten sonra bir zamanlar (çeyrek yüzyıldan çok) Füsun ile seviştiğimiz yatağa uzandım” demenize bakılacaksa, en az, 1975+25= 2000 ya da ‘müzenizdeki her eşyanın ayrıntılı bir hikâyeye ve iyi bir hikâyeciye ihtiyaç duyduğunu ayrımsadığınız mehtaplı gece yarısı’ esas alınacaksa, 2005 olmalı. Kemal Bey, üşenmedim, kitaplığımdaki Orhan Pamuk romanlarına baktım ve ‘tıpkı roman yazar gibi müzelik eşya kataloğu hazırlamaya talip, ciddi bir şekilde hikâye anlatmayı seven işine bağlı adam’a dair şunları buldum: Cevdet Bey ve Oğulları (1983), Sessiz Ev (1983), Beyaz Kale (1985), Kara Kitap (1990), Benim Adım Kırmızı (1998)… Her ne kadar, faşist 12 Eylül darbesi öncesinde yaşanan toplumsal çalkantıyı, duvar yazılarından okumak, sağa-sola bomba koyup birbirini vuran sağcılarla solcuların çatışması diye tanımlamakla yetinen (şoförünüz Çetin Efendi’nin tabiriyle, ‘çocuk gibi iyimser’) safça bir kişiliğiniz varsa da (vaktin ‘burjuva’sı şahsınızda nasıl tecelli etti ise), tuttuğunuz yazarın ‘sükse’sine de o denli duyarsız kalmış olamazsınız herhalde. Yoksa, -şakacı yazarınıza özeneyim hadi ben de- Amerikalarda tahsil ettiğiniz ‘iş idaresi’ne mi dahildir bu tecâhül-i ârifâne tutumunuz. Efendim? ‘Romansal/yazınsal gerçeklikle hayatın gerçeklerini bir tutmayalım!’ mı, diyorsunuz? Kemal Bey, lütfen! Roman kendi yazınsal gerçekliğini öyle kurmuşsa -bile isteye-, tutarlılık beklemeye hakkımız yok mudur yani sizce? Postmodern masumiyet ve muafiyetten midir, yoksa, o da? (1)

 

İşte böyle Kemal Bey; üstkurmacalar, kurmacalar, kurmacanın kurmacaları, atlı karıncalar, metinlerarası geçişler, yazınsal gerçeğin yazarı ile gerçek yazar arası oynaşmaşlar, tekmili birden oyunbazlıklar… sizin müzenin ‘masumiyet’i ile ne denli bağdaşırlar, takdir sizindir efendim. Laf lafı açıyor (sanırım sizin orada vakit bol -bizde de şu sıra işler durgun), yazarınız mesaisini tamamlayıp rakılama mekânından ayrıldıktan sonra, “[h]ikâyemin benim hikâyem olacağından, ona saygı duyacağından şüphem yoktu da, benim sesimi onun çıkarmasını yadırgıyordum. Bir çeşit güçsüzlük, zayıflıktı bu. Kendi hikâyemi ziyaretçilere eşyaları göstere göstere kendim anlatmak artık bana olağan geliyordu, hatta sık sık müzemin bitip açılacağını ve bunu yaptığımı hayal ediyordum. Ama Orhan Bey’in kendini benim yerime koymasına, benim sesim yerine onun sesinin işitilmesine sinirleniyordum,” diye aklınızdan geçiriyorsunuz ya, şimdi, -sizin yokluğunuzda yani- en çok da bu sözleriniz içimi acıtıyor. Üç satır hasbıhalle samimiyeti suistimale cür’et etmiş olmaktan korksam da, müsaadenizle yazınsal gerçeklikle hayatın (çivisi çıkmış) gerçekliğini harmanlayayım ben yine de: Daha sizin müzenin romanı piyasaya çıkmadan Kemal Bey, sevgili Füsun’un olduğunu yazarınızın yazarının ağzından öğrendiğimiz sarı yüksek topuklu ayakkabı (televizyonda!) kuzu kuzu yazarın yanı başında sehpa üstünden bizlere göz süzmesin mi! (kameramanın huylanıp yakın plana aldığı bir de sevimli kulaklı çalar saat vardı, nedense bulamadım onu metinde -atladım mı, ne?) Müstakbel müzenizin en nadide parçası ve yazarınızın da öncelikle dikkatini çeken o olmalı ki, daha Çukurcuma’ya geldiği ilk görüşmenizde yine ondan bahis açılmakta: “Bazan bir eşyayı, mesela Şanzelize Butik’te onu ilk gördüğümde Füsun’un giydiği sarı ayakkabıyı eline alıyor, hikâyesini soruyor, ben de anlatıyordum”. Hele hele -hakkını da yemeyelim, iyi iş çıkarmış yazarınız birçok yerde-, hikâyenin şu satırlarını okuyup televizyon camından göz süzen sarı yüksek topukluyu hatırlayınca insanın içi daha da bir tuhaf oluyor: “‘Anladım,’ dedi, vitrine yürüdü. Bir hamlede sol ayağındaki yüksek topuklu sarı ayakkabıyı çıkardı ve tırnakları özenle kırmızıya boyanmış çıplak ayağıyla, vitrinin zeminine basıp mankene doğru uzandı”. Karşınızda boş bir ayakkabı, kırmızı ojeli çıplak bir ayak ve aylardan mayıs bile gelmemiş (28 Nisan 1975) olduğu halde (romanınız tabii bir, aşk ve ‘İstanbul’ romanı olduğu için -solaryumun da olmadığı o vakitler- insan meraklanıyor da) kısa etek altında bir çift uzun güneşten yanmış bacak! İşte, Kemal Bey, o müzelik parçayı -topuklulardan birini: sol teki miydi acaba?-, bu etkileyici resmi (yani, sizin romansal gerçekliğinizden aktardığım kesiti) romanınızda daha görmeden gördük televizyonda, -artık sizden saklayamayacağım- ve Orhan Bey fevkalade sahiplenmişti o güzel parçayı. (Sizce artık ne kıymeti olabilir bilmiyorum ama ‘psikanalitik duyarlık’la baktığımda, siz, yazarınız ve yazarınızın yazarı yazarımız o sarı yüksek topuklu ayakkabıda kesişiyor gibi geldiniz bana: “Orhan Bey, Kemal’i hatırlatıyorsunuz bana” -Füsun’un annesi Nesibe Hala.)

 

Zaman sizin orada nasıl yaşanıyor (bu tarafta tarif ettiğiniz gibi, ânların birbirine ulanması ile mi) bilmiyorum ama inşallah vaktinizi çokça işgal etmiyorumdur, şunu da sormak ihtiyacındayım: Leyla ile Mecnun’unkine eşdeğerli ve “bütün bir âlemin” aşkı olarak andığınız sevdanızın tanığı eşyalar kendi imgeleminiz ve yazınsal gerçeklik içinde birbirleriyle el ele gayet meşru bir şekilde masumiyetinizi örgüleyecekken ve herkes o yazınsal gerçeklik içinde kendi ‘masumiyet müzesi’ni kendi imgeleminde özgürce kuracakken, Çukurcuma’da açmaya niyetlenilen (Sıraselviler üstündeyim, arada gidip bakması kolay oluyor Kemal Bey) o müze niye? Kaldı ki, yazarınıza da anımsatmamış mıydınız: “Illiers-Combray’daki Marcel Proust Müzesi’nde yazarın romanında kahramanlarına örnek aldığı kişiler diye sergilenen portreleri görmemin bana roman hakkında değil, yazarın yaşadığı dünya hakkında bir fikir verdiğini anlattım”. Peki, o zaman bu ısrarlı takdim niye? Sorum, tabii, arka kapakta müze (sizinki daha dış sıvası ile duruyordu son gittiğimde) salon kapısı pervazına yaslanıp poz vermiş olan Orhan Pamuk Bey’e.

 

Bakın şimdi, ‘poz vermiş’ deyince aklıma birden geliverdi, kapaktaki Orhan Pamuk Bey’in Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı duyurulduğunda -belki o kısmına müze gezileriniz falan sebebiyle yeterince dikkat edememişsinizdir- dünyada eşi benzeri görülmemiş (ve dahi, duyulmamış) bir patırtı koptu burada ve ahali (okuma yazması olmak şart değil) küttürt! diye ortadan ikiye ayrıldı (karpuz misali). Bir taraf, kendi konuştuğu dilde roman yazan bir yazarın ‘Nobel’ ödülü almasının ‘milli’ gururunu yaşarken (nihayetinde, entelektüel nitelikli bir başarı olduğu için silik-soluk bir şeydi o da), öte yan, ödül ‘tezgâhının’ arkasındaki emperyalist oyunu teşhis, teşrih ve kaçınılmaz, teşhir telaşına düştü (futbol âlemimizi tasvir münasebetiyle görevli roman kahramanı olarak maça da gönderildiğinize bakılırsa, takdir edeceksinizdir, futboldaki milli başarıların dahi özel telefonlarla kutlanıldığı ülkemizde, o Nemrut Necdet Bey’in, bir telefon olsun açıp ‘Orhan Beyciğim, tebrikler, sizinle gurur duyuyoruz’u bile çok görüşünün bu âlemdeki haklı yalnızlığımıza pek güzel nakışlanmış olduğunu da anayım bu arada). Diyeceğim, Kemal Bey, kendisine sadece yazınsal metni nesne alan, özgün estetik/poetik yordamıyla metne bakmaya niyetleneceklerin o patırtının üstünden atlayıp metne yanaşmaları da pek mümkün olamadıydı. Evet, metin ve ‘metni kuran yazar özne’nin üzerinden atlanarak mesele tüketiliyordu. Peki, ‘yaratıcı mahremiyet(i)’ içinde kalarak masumiyetini muhafaza etmesi beklenen yazar özne ne yapıyordu? Bugün olmakta olanı az önce aktardım, o vakitki eleştirim için de aşağıya (2) bakılsın Kemal Bey.

 

Öte yandan, yazarınızın, otuz yıl boyunca biriktirdikleriniz Çukurcuma müze evinin kuytuluklarında bekleşirken nihayetinde merhum Füsun Hanımefendi’nin annesi Nesibe Hala’yı da işin içine katışı var ki, doğrusu, uğruna roman yazılmış, dahası, ‘takıntılı’ bir aşka adanmış müzenizin çok hoş bir parodisi (ve, bence, romanınızda hüküm süren tek sesliliğin ender kırılıma uğradığı ânlardan biri) gibi durmakta: “Eski bir ayva rendesi vardı, canı reçel yapmak istemişti, ama bir türlü bulamıyordu. Acaba müzede mi kalmıştı? Ben bilirdim, gelecek gelişimde getirebilir miydim?”. Hatta, sokağa çıkma yasağını ihlal edecek kadar Keskinler’den kalkamama nöbetine tutulduğunuz ve giderken müzelik eşya koleksiyonunuza katmak üzere cebinize attığınız rendenin o gece çevirmede askerlerin elinde şüpheli bir nesneye dönüşmesi… -o da pek güzeldi. Aslında yanı başımızda rendemiz, önümüzde birer kadeh buzlu rakımız… (3) daha iyi giderdi ya bu yarenlik, neyse, onu diyordum, Kemal Bey, şimdi bütün bunlar birer imgesel gerçeklik olarak kalaydı, yazınsallık adına daha hoş olmaz mıydı, sizce de? (4)

 

Lakin, müsterih olunuz, yazarınızın yazarı Orhan Pamuk, romanı Türk halkına takdim ederken sizinkinden ziyade heyecanla anlattı bizlere Çukurcuma müzesini. Müzelerin, zamanın mekânsallık kazandıkları yerler olduğunu söyledi. Aşk acısı çeken Kemal’in (sizden söz ediyordu) sevgilisinin yokluğunda avunacağı ona ait eşyaları toplaması gibi, kendisini Kemal’in yerine koyarak eşyalar toplayıp biriktirdiğini veya bulup bir kenara koyduğu eşyaya romanında imgesel bir gerçeklik kurduğunu (ya da yer açtığını) anlattı bizlere. Şimdi, sizin, bir roman kahramanı olarak yaşadığınız aşk ve yitirdiğiniz sevgilinizin anısı ile münasebette olmak, yitimin acısını yatıştırmak ve eşyaya taşınmış duygusal yatırımınızı başkalarıyla paylaşıp yüceleştirmek niyetiyle bir müze kurmayı düşlemenizin yerden göğe kadar hakkınız olduğunu teslim ediyorum. Peki, yazarla kahramanın ilişkisi üzerinden baktığımızda, gerçek yazarın, somut/gerçek nesneler üzerinden ‘imgeselin karşılığı olarak sunduğu’ bir müze kurmasını nereye koyacağız? Lütfen, Kemal Bey, siz binlerce müze gezmiş insansınız, Proust Müzesi’ne ilişkin saptamanızı anımsatmak isterim. “Flaubert’in Madame Bovary’yi yazarken kendisine ilham veren ve tıpkı romandaki gibi kasaba otellerinde, at arabalarında seviştiği sevgilisi Louise Colet’nin saçlarından bir tutamı, mendilini, terliğini bir çekmecede sakladığını, arada onları çıkarıp sevip okşadığını, terliklere bakıp nasıl yürüdüğünü düşlediğini mektuplarından mutlaka biliyorsunuzdur,” diye yazarınıza aktardığınız, kendisinin bilmediği ama duyunca da hoşlandığı örnekteki kadar olsun bir özgünlüğü var mıdır Çukurcuma’nın? Dahası, yazarınıza, “[p]eki siz hiç böyle bir aşk yaşadınız mı Orhan Bey?” diye sorduğunuzda, yanıtı, tren gibi ‘m’lendirerek, “[h]ımmmmm… Konumuz ben değilim” olmamış mıdır? Ya da, Orhan Bey’in yazarı Orhan Pamuk’un, televizyon söyleşisinde, Kemal’de biraz Orhan Pamuk karakteri okuyan gazeteciye verdiği yanıt da, “‘Kemal gibi âşık oldunuz, birisinin eşyalarını biriktirdiniz, yıllarca birisinin peşinden gittiniz mi?’ sorusunu geçelim,” olmuyor mu? Doğrusu Kemal Bey, sizin gezip gördüğünüz müzelerin biletleri, tanıtım kitapçıkları, “çok sevdiği[niz] bazı müzelerden cebi[nize] indirdiği[niz] ucuz bir eşya” ve “müze içindeki yol levhaları” (masumiyeti ihlal suçuna katılanların yürüttükleri de Masumiyet Müzesi’ne getirilecekse)… dışında Çukurcuma eskicilerinde benzerlerine tanık olunacaklardan başka müzede neler olacak (hatta, 56 Chevrolet’nin paslı hurdası -gerçi yazarınız ‘enkaz’ diye anmış- içeri nasıl alınacak), merak etmiyorum desem, yalan kaçacak.

 

Bir de işin duygusal boyutu var Kemal Bey -sizin de buyurduğunuz gibi: “Evet, konu gururdur Orhan Bey. Müzemle yalnız Türk milletine değil, dünyanın bütün milletlerine yaşadığımız hayat ile gururlanmayı öğretmek istiyorum. Gezdim, gördüm: Batılılar gururlanırken, dünyanın büyük çoğunluğu utanç içerisinde yaşıyor”. Bir başka vesileyle de şu: “Oysa resim sanatında milletçe bir bilgimiz, zevkimiz ve hiçbir yeteneğimiz [altını ben çiziyorum Kemal Bey] yoktur. Türk milleti kendi müzelerinde Batı resminin kötü taklitlerini değil, kendi hayatını seyretmeli”. Kemal Bey, roman hayatınız içinde, Türk milletinin resme dair bilgi, zevk ve yeteneği hakkında söz alacak ehliyeti nereden nasıl tedarik ettiğinize dair herhangi bir bilgi yoksa da, şu, ‘dünyanın büyük çoğunluğu’na yansıttığınız kişisel utancın telafisi abartılı bir gurur olmasın müzenizin ardındaki gurur? Ve de, ‘kendi hayatını seyreden ve seyrettiren Türk insanının gururlanması’ söz konusu utanca yenik düşmüş gururun ifadesi değilse nedir, sizce? Yazarınızın yazarı da aynı görüşte olduğunu belirtiyor söyleşisinde: “Orada belki Kemal benim düşüncelerimi seslendiriyor, evet… Bir zenginin, bir prensin, güçlü bir insanın, kendi gücünü, zenginliğini, ne kadar kültürlü ve ince biri olduğunu gösterme azmi vardır… Müzeler genel olarak… [m]illi gurur ya da kişisel gurur hakkındadır”. Yazarınızın yazarı, ayrıca, “[e]n sonunda Kemal’in yaşadığı aşkı ona zehir ediyorlar. Onu utanılacak bir şey olarak yaşıyor… Toplum ona o aşkı utanç içinde yaşaması gerektiğini söylüyor… Geçmişte kalmış şeylerden utanıp onları sessizliğe, karanlığa gömmüyor, koleksiyonunda sergiliyor” da diyor. Vallahi, Kemal Beyciğim, siz yazarınız Orhan Bey’e ne anlattınız, nasıl anlattınız bilemeyeceğim ama yaşadıklarınızdan dolayı toplumsal bir utandırıcılık tutumu (mahalle baskısı yani) ya da sizin kişisel utanma duygunuzla ilgili bir derinliği doğrusu ben yakalayamadım (tutumunuz daha çok ‘olgusal bir tuhaflık’ düzeyinde alımlanıyordu). Her ne hal ise, ancak, Frankfurt Kitap Fuarı’nda (2005’te, ‘Barış Ödülü’nü alırken) yaptığı konuşmada, “[r]oman sanatı, sır gibi saklamak istediğimiz utançlarımızı başkalarıyla paylaşabilmenin bizi özgürleştireceğini bana öğretti,” diyerek yaratıcı çabanın roman sanatı özelindeki imkânlarının altını çizen bir yazar, romanını yazdıktan sonra neden kalkıp bir de müzesini kurar? Nedir bu fazladan gurur/lanma ihtiyacı?

 

Laf buraya dayandı ya Kemal Bey, “[b]elki bazı şeyler, okurlara, müzegezerlere yeterince açık gelmeyebilir, çünkü hikâyemi ve hayatımı size bütün içtenliğimle anlattım, ama onu bütünüyle ne kadar anladım, ben kendim bile bilmiyorum. Onu da geleceğin bilim adamları, müzemizin dergisi Masumiyet’e yazacakları makalelerle açıklasınlar”ın sonrasında, “Füsun’un saç tokaları ve fırçaları ile merhum kanarya Limon arasında ne gibi yapısal ilişkiler olduğunu onlardan öğrenelim” tarzında getiriyorsunuz ya sözünüzün devamını -fevkalade şakacı, ironik tavrınızla-, eh, ‘aşırı yorum’ meraklısı ya da andığınız ‘bilim adamı’ sınıfından olmadığıma göre, şu, ‘koleksiyonculuk/ biriktirmecilik’ meselesine değinmek istiyorum müsaadenizle. Ama oraya gelmeden önce, yazarınızın kotardığı hikâyenize bir de ben bakayım -‘psikanalitik hassasiyet’imle: Nasıl bir aşk hikâyesidir, nasıl kurulmuştur bu hikâye?

 

 

Bir ân ile başlatmış romanınızı yazarınız ve sizin titizliğinize itibarla kaydını düşmüş: 26 Mayıs 1975, saat üçe çeyrek kala bir ân: “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi?” (Yazarınız, yazarının alameti farikası olabilecek bir cümle kuruyor -nakkaşların gizli imzası gibi neredeyse.) Demek, aşk hikâyemiz, bir tür, ‘kadir kıymet bilememe’ hikâyesi olacak, öyle anlaşılıyor. İşte o gün, o ân -öğleden sonra üçe çeyrek kala-, siz, ‘suçtan, cezadan, pişmanlıktan, zaman kurallarından [?], dünya yer çekiminden’ kurtuluyor, ‘Füsun’un sıcaktan ve sevişmekten ter içinde kalmış omzunu öperken arkadan yavaşça sarılıyor ve içine girip sol kulağını da hafiften ısırıyorsunuz’ ki… ‘mutluluktan şekline bile dikkat etmediğiniz’ bir küpe (ki, kim dikkat etsin o halvet hâlinde) uzunca bir ân havada asılı kaldıktan sonra Füsun’un kulağından yere (anlıyoruz ki, çarşaf arasına sadece) düşüyor. Hayatının en mutlu ânını yaşadığını sonradan (iş işten geçtikten sonra) idrak edecek olsa da gün ve saatiyle belleğine kaydını düşen adamın hikâyesi, hikâyeniz yani Kemal Bey, böyle başlıyor. Ve, ‘Hayatımın En Mutlu Anı’ başlıklı ilk bölüm, küpesinin teki kayıp gözlerini kocaman açan Füsun’un, “[b]enim için çok önemi var”ı ile kapanıyor -ve o ân, o küpenin ölüme yolculuğunda da kulağında olacağını bilemeyeceğine göre, ‘çok önemi olmaklık’, yer çekimine yenik düşmeden havada kalakalıyor.

 

Hani, cebinizden çıkardığınız Füsun’un 9 numaralı siyah mayosuyla ‘güzellik yarışması’nda çekilen fotoğrafında Merhamet Apartmanı önündeki sokak lambasının solgun ışığında yansıyan “insani yoğunluğa, ruhsallığa hayretle aşkla, saygıyla” birlikte (ve çekildikten tam 34 yıl sonra) bakıp müstakbel müzeye geçinceye kadar muhafaza edeceğiniz ceketinizin göğüs cebine dikkatlice yerleştirirken fotoğrafı, romandaki son sözüm olsun diye yazarınızı -“zaferle gülümse[yerek]”-, tembihliyorsunuz ya, evet, romanınız o sözle bitiyor: “Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım”.

 

‘O ânın kıymeti bilinseydi, vaat ettiği mutluluk da yakalanırdı, bilinemedi…’ pişmanlığı ile başlayıp ‘çok mutlu bir hayat yaşadığınızın’ okura bir son söz olarak duyurulması ricası ile biten bir hikâye. Evet; o ânın arkası nasıl getirilmiş de mutlulukla akıp giden bir şey olmamış ama son ânda, müzesi ile taçlandırılacak ‘muzaffer’ bir aşkın mutluluğuna dönüşmüş, diye sorduran bir hikâye. Ömrünüz vefa etmedi siz göremediniz ama biz okurlar 24 YTL’yi bastırıp (bereket, Simurg nakitte % 20 iskonta yapmakta) aldığımıza göre romanı, sizin yerinize de bakalım, nasıl olmuş bu işler, ne kadar içten/likli, ne kadar inandırıcı, kimde nasıl, hangi derinlikte yankılanarak.

 

Önce size ve etrafınıza bir bakalım Kemal Bey: Amerika’da iş idaresi okuyup döndünüz, askerliğinizi yaptınız (ama bunlarla ilgili hikâyenize ışık düşürecek tek bir kırıntıyı bile belleğinize nakşetmeden) ve büyüyen fabrikasının ve yeni şirketlerinin başına hayırlı evlat arayışındaki babanız marifetiyle Harbiye’deki dağıtım ve ihracat şirketiniz Satsat’ın genel müdürlüğüne getirildiniz. Amerika’daki ‘iş idaresi’ tahsilinizin, ‘patronun oğlu olmak sıfatıyla başlarına getirildiğiniz sizden yirmi-otuz yaş büyük emektar memur ve annenizle yaşıt iri göğüslü tecrübeli memurelere’ ârıza çıkarmadan müdürcülük yapmaya tahvil edilmekten başka bir hikmeti olmadığı anlaşılıyor. (Ağbiniz Osman ise, evli, iki çocuklu, işi bilen cerbezer bir adam -gibi.) Kadınlara hediyeler almak, uygun bahaneler bulup çiçek göndermek türünden marifetleriyle ‘ince, nazik ve çapkın’ bir erkek olmadığınızı, ‘belki’ olmak istediğinizi de öğreniyoruz daha baştan.

 

Yaşınız otuz. ‘Size herkesin yakıştırdığı’ Sibel’le nişanlanıp evlenmek üzeresiniz (ben değil, yazarınız böyle bir cümle nakışlıyor -nişan düğün bir aradaymış gibi anlaşılıyor). Size yakıştırılan Sibel, Dame de Sion’u bitirmiş, (Paris de demek olan) Sorbonne’da okumuş (ne okumuş allah aşkına Kemal Bey bari bizim için öğreneydiniz!), gelini olacağı için babanızı da (ve muhakkak, şartlı da olsa, annenizi de) mutlu eden bir kısmet (yaşı neydi bu hanım kızın Kemal Beyciğim?). Tek çocuğu olan kızı için (paşa dededen kalan son arsaları da elden çıkarıp sıfırı tüketmiş bir ‘memur’ aile oldukları halde -yazarınız öyle naklediyor) şatafatlı bir nişan yapma arzusundaki emekli elçinin, tahsil ve terbiyesinin hakkını veren, yol yordam bilir, Avrupa olanın kıymetini takdir (Jenny Colon marka çantanın taklidini markasının dikiş ve ipliğinden teşhis) etme ehliyetinde (sizinkilerin mahçup edici zenginliği karşısında, babaannesinin piyano çalışından, anne dedesi tarafından Abdülhamit’e yakınlıklarından dem vurma ihtiyacı duyan), üstelik, evlenmeden önce (yazılı bir akit olmamasına karşın) evlenileceği kabulü ile müstakbel evlilik kurumuna bekâretini yatırımlandırabilme ‘özgürlük’ ve girişimciliğine sahip (daha sonra göreceğiz, J. C. çantadan anlasa da kimden koca oluru -ya da, sizdeki tekinsizliği- anlamaya pek de ehil olmayan) bir hanım, Sibel Hanım. Sekreter konumuna düşmekten korksa da, herkesin çıktığı saatte akşam üzerleri Satsat’taki makamınıza gelip deri koltukta sizinle (muhtemelen, bekâreti teslimdeki isabeti yoklaya yoklaya -on bir ay kadar) sevişen bir Sibel Hanım. 

 

Sibel’le birlikte önünden geçerken vitrinde gördüğünüz (kucağına koyduğunuzda sahte olduğunu şıpın işi anlayacağı) çantaya (o zamanın parası ile) 1500 lira sayıp almak üzere gittiğiniz Şanzelize Butik’te rastladığınız Füsun ise, o vakte dek neredeyse varlığını bile unuttuğunuz, on sekiz yaşında, uzak ve yoksul bir akrabanızın kızı: “Bu ülkede güzellik yarışmalarına katılanlar, nasıl kızlardır, nasıl kadınlardır herkes bilir” diye, ortalama sosyolojik kabulün altını çizen annenizin aksine (ve o yüzden annenizin ilişkisini kestiği -özel terziliğinden de azlettiği) on altı yaşındaki (Nişantaşı Kız Lisesi’nde okuyan) kızının güzellik yarışmasına katılmasına göz yuman, dahası, daha sonra öğrendiğinize bakılırsa, kızını bu işe teşvik eden (annenizin, akraba değil de ‘hısım’ olarak anmak suretiyle ‘uzaktan akraba’lığının ve “çok, çok yoksullardı” diyerek yoksulluklarının altını çizmek ihtiyacı duyduğu -akrabalık yönünün, babadan/anneden doğru olmaklığının 17 ve 77. sayfalarda karışır gibi olduğu) Nesibe Hala’nın (aileye yük olmamak için Şanzelize Butik’te çalışan) kızı. (Nice sonra kendisi ile karşılaştığımızda da bir emekli tarih öğretmeni olarak bulacağımız Tarık Bey, babası.) Misslyn marka basit, yerli malı ruj sürse de, boyama sarışınlardan olsa da, sarı yüksek topukluları, bir şekilde bir yerlerde bronzlaştırmayı becerdiği uzun bir çift bacağı ve müstesna yüz güzelliği ve endamı ile girdiği her yerde (yediden yetmişe) tüm erkeklerin yüreğini hoplatıp kendine baktırtan (yazarınız, öylece ansa da, benim pek tanık olamadığım, ‘insani yoğunluk ve ruhsallığa’ da sahip) taptaze bir kız Füsun.

 

Şimdi efendim, siz nasıl naklettiniz yazarınıza bilemiyorum elbet, lakin, yazarınız tarafından, bu güzeller güzeli kız, güya, sizin niyetinizi fevkalade belli eden (belki de sizinkini bile aşan saflıkta) bir yordam ve kolaylıkla, ‘Teşvikiye Caddesi, Merhamet Apartmanı, numara 131, kat 2, daire 4’teki -“kötü niyetle yarım yapılmış gözükmesini” istediğiniz mavi çarşaflı yatağınızın da hazır edildiği- halvetinize (taklit olduğu anlaşılan çantanın bedeli 1500 lirayı teslim etmek üzere) gönderiliyor (öyle miydi gerçekten, Kemal Bey: daha öncesinde yaşanan -‘başını göğsünüze yaslayıp ağlamasına ve içinizdeki cinsel hayvanın kıvranarak baş kaldırmasına yol açan’- “Şenay Hanım öğle tatilinde evine giderken, kasayı kilitleyip anahtarı da yanına alıyor” gücenikliğine rağmen kasadan o paranın alınıp adreste size teslim edilmesi ya da, “[ö]ğle vakti gelip paranızı aldığınızı söyledim ona,” diye vaziyeti nakledişi o vakit sizin de mi tuhafınıza gitmemişti?)

 

Ve çok geçmiyor, 3 Mayıs 1975 saat iki buçukta (Kemal Bey, allahınızı severseniz, bunları böyle ‘saatiyle dakikası ile’ not alıyor muydunuz ve alıyor idiyseniz nereye, günlük tutuyor idiyseniz neden bizden -ya da yazarınızdan- sakladınız, varsa günlüğünüz yahut çeteleyi tuttuğunuz şey niye müze için muhafaza edilmiyor?), “hayatında ilk defa ‘sonuna kadar giderek’” sevişmek üzere Merhamet’e geliyor. (5) Sonuna kadar da gidiyorsunuz güzel bir şekilde. Eşikte, sonuna kadar gidilen o ilk tecrübe sonrası (ki, ‘Yaz Yağmuru’ başlıklı bahiste, -son yolculuk öncesi ve çift tırnak içinde nakledilmek suretiyle- bir kez daha “sonuna kadar” gittiğinizi romanın orasına kadar gidemeyebileceklere şimdiden çıtlatmış olalım, Kemal Beyciğim) şunları düşünüyor(muş)sunuz: “Mutluluğu boynumda, burnumda, tenimde bir sızı gibi hissediyor, kendimden saklayamadığım gururu bir çeşit sevinç gibi yaşıyordum. Aklımın bir yanıyla, Füsun ile Merhamet Apartmanı’nda daha pek çok kereler [siz çeteleden aktarmış olmalısınız yazarınıza, tam 44 kere] buluşup sevişeceğimizi sürekli düşünüyordum. Bunu ancak hayatımda olağanüstü bir şey yokmuş gibi yaparsam başarabileceğimi anlamıştım” (italikler benimdir Kemal Bey).

 

O akşam, iki kadeh rakıyı yuvarladıktan sonra biraz rahatladığınız Sibel’in liseden arkadaşı Yeşim’in Pera Palas’taki nişanındaki duygunuzu ise yazarınız(ın yazarı) bize şöyle yansıttı: “Sibel eğlenceli, akıllı ve şefkatliydi ve onun yanında yalnız o günlerde değil, hayatım boyunca kendimi çok iyi hissedeceğimi biliyordum”. Sibel’i eve bıraktıktan sonra uzun uzun yürüdüğünüz karanlık sokaklarda aklınızdan geçenlerse şunlar olmuş: “Aklımdan hiç çıkaramadığım, beni aşırı derecede huzursuz eden şey, Füsun’un ilk defa benimle yatması kadar, kararlılığıydı. Hiç naz yapmamıştı, elbiselerini çıkarırken bile kararsızlık geçirmemişti…”

 

… Ah, Kemal Beyciğim, vakit de, yer de daraldı. Sizin, Füsun’un, Sibel’in ve etrafınızın kesişim noktasındayız. Gönül isterdi ki, bir roman kahramanı olarak yapısal özelliklerinizi -yazarınızın (yazarının) yazınsallaştırdığı ölçüleri içinde de olsa- ele alayım, sizi ve hikâyenizi daha derinlikli alımlayışın yazınsal engelleri romanınızda (‘çokseslilik’/‘yaratıcı edimsellik’ açısından) nerede, nasıl etkili olmuş göstermeye çalışayım, tuhaf ve sıra dışı aşkınızın seyrini ve nasıl olup da müzelik bir fikre yerini bıraktığını irdeleyeyim, andığınız bilim adamlarının pervasızlığına denk midir bilemem ama, siz-yazarınız-yazarınızın yazarı arasındaki geçişmeleri (yazınsal düzlemdeki yansıyışları ile) yoklayayım isterdim. Gelecek sefere inşallah. Söz. (6)

 

 

 

 

_________________________________

1. Hoş, böylesi hasbıhallerde dipnot açmak âdetten değilse de, sağlığınızda kalender bir insanmışsınız ya, ona sığınayım, siz oradan (bilmiyorum, oradan burayı işitip görebiliyor musunuz), her ne kadar, ‘romansal/yazınsal gerçeklikle berikini karıştırmaktasınız’ yollu tatsızlık yaşayacak olsanız da, tuttuğunuz yazarın yazarının, yazınsal metinden doğru, belki de bile isteye bile değil, elinde olmaksızın, -sizin nasıl takdir ettiğinizi tam da anlayamadığım- o bildik ‘gerçek yazar kimliği’ ile el sallama huyu olduğunu hatırlatmak isterim (gider ayak, yazarın Kar romanını okuduğunuzu da söylediğinize bakılırsa). Sözgelimi, birbiriyle öpüşen iki yaprakta (s. 570 ve 571), ‘Füsun’dan beş yaş büyük’, nişan vakti (1975) ‘yirmi üçünde’ olduğunun altını (daha önce, s. 132 ve 140’da da) bilhassa çizen yazarınız Pamuk’un yazarı Orhan Pamuk’un da 1952 doğumlu olduğunu ben bu âlemde olanlara hatırlatmış olayım Kemal Bey. Dahası, tabii siz görmediniz romanın son hâlini ya, yazarınızın doğrudan sözü aldığı o sınırlı bölümde (yani, sizin kendisi tarafından ‘Kemal Bey’ olarak anılmanızın bekleneceği ‘tutulmuş yazar Orhan Pamuk’ konumunda dahi) zaman zaman sizden ‘Kemal’ diye söz edişini (yazınsal yazar kahramanla, kahramanın gerçek yazarının aralarındaki sınırın zaman zaman silindiğini) de buradan size fısıldamak isterim.

 

2. Oranın kütüphanesinde muhakkak vardır, benim, İmgenin Tılsımlı Rüzgârı (Yirmidört Y., Kasım, 2006) ve Birgün’deki ‘Senin Adın Koyu Kırmızı Olsun’ başlıklı yazımdan şu kadarını nakledeyim: “[h]angi gazeteye, hangi dergiye elinizi atsanız, hangi televizyon kanalına uzansanız karşınıza bizzat kendisi çıkıveriyor; çıkmak ne kelime, son romanında neyi-nasıl-neden anlattığına dair malumatı kendisi naklediveriyor. Bre aman! deyip kendinizi sokağa atsanız, boy boy-sıram sıram duvar ilanları ile (ille de suretiyle birlik!) yolunuza yeksan oluyor, mübarek, sizinle gidiyor sizinle geliyor. Öyleyse; fevkalade mahrem olması beklenen yaratma sürecinde neler neler ettiğini izahtan geri durmayan, bir yazar olarak önem ve kıymetini yazınsal metnin dışında kurmaya gönül indirenler, metnin üstünden atlayarak değer biçme pervasızlığı gösterenlere şaşmalı mıdır? O vakit, barajdan dönebilecek topa şöyle bir kafa çakmayı da tahayyül etmiş idim: ‘Her şeyin metâlaştırıldığı şu çivisi çıkık dünyada, yazarlık/yaratıcılık da farklı bir duruşu ilham etmeyecekse, bunca yazılan/yaratılan ne işe yarar?’”.

 

3. Kemal Beyciğim, yazarınıza ısmarladığınız kitabın kokusunun buram buram anason olduğuna da buracıkta kalıbımı basmak isterim. Dolayısıyla, bence, dönemin rakı şişelerinin de temini ve -nasıl Meltem Şirketi müzenin destekçisi olacaksa, ondan çok daha yakışığı- uygun bir rakı firması desteğinin sağlanması da ihmal edilmemelidir. Bir küçük ricam da şu: s. 574’teki, ‘Yalnız Bir Giriş İçin Geçerlidir’ ibaresi ile sunduğunuz bilette, ‘Bir Giriş ve Bir Rakı’ diye düzeltme yapabilir miyiz -rakıcı desteği temin edilecekse?

 

4. Yazınsallık adına (yazınsallık içinde kalmak suretiyle) daha tutarlı olan bir örnekten söz etmek istiyorum, Kemal Bey. Doğrusu, müzecilik dolayısıyla milletimizin utanç ve gurur meselelerinden söz edip müzenizin milli maluliyetlerimizin ıslahında da yararlı olacağından dem vuruyorsunuz ya, müze ve edebiyat bahsi açıp Proust’tan Flaubert’e atıflarda bulunurken bizdeki örnekler niye hatırınıza gelmiyor, merak ettim. Adalet Ağaoğlu’ndan söz ediyorum, onun, Öyle Kargaşada Böyle Karşılaşmalar (YKY, Ekim 2002) kitabında yer alan iki yazısından: ‘Üç İstanbul Müzesi’ ve ‘Mahur Beste Galerisi: Behçet Bey Sergisi’. Ağaoğlu, ilkinde, Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’unun eşyaları üzerinden yazınsal bir müze kuruyor. İkincisinde ise, Tanpınar’ın Behçet Bey romanı için aynı şeyi yapıyor. Sizin belki haberiniz yoktu ama işini ciddiye almakla maruf yazarınız hatırlatsa, sahici ve mahalli olanı kıymetlendirme eğilimindeki siz hayır demezdiniz herhalde.

 

5. Sevgili okur; burada, Kemal Bey’in -manevi- huzurunda, ısmarladığı romanın 311. İletişim sayfasında, kendisinin aldığı ‘notlar’dan söz edildiğini de belirtmek isterim doğrusu. Notlar, başlarda olduğu gibi ‘saat-dakika’ titizliği ile alıp başını gitmiş gibi görünüyor -en son paragrafımda işaret ettiğim hassasiyet doğrultusunda ele almak isterim -sonradan (Kemal Bey’in yapısal kuruluşu ile ne kadar alakalı -falan). Ancak, bütün bunları, muhtemel okura Beyefendi’nin bir hoşluğu (‘âleme sinen aşkın’ bir tür parodisi) imiş gibi almanın hissiyatıma daha uygun düştüğünü de şuracıkta anmak isterim: “İlk gidişim Nesibe Hala’nın ‘Akşamları bekliyoruz!’ demesinden on bir gün sonra, 23 Ekim 1976 Cumartesi olduğuna ve Çukurcuma’daki son akşam yemeğimizi Füsun ve Nesibe Hala 26 Ağustos 1984 Pazar günü yediğimize göre, aradan 2864 gün geçmiş. Hikâyesini anlatacağım bu 409 haftada, notlarıma göre onlara 1593 kere [vurgular benim Kemal Beyciğim] akşam yemeğine gitmişim,” örneği için, okurlarımız, s. 310-311’e bakabilirler, sözgelimi. Ya da, Füsun: “Berbere gitmişsin, çok kesmiş, ama yakışmış” -16 Mayıs 1977, Nesibe Hala: “Oğlan çocuğu gibi köfte seviyor, değil mi?” -17 Şubat 1980 örnekleri için, s. 351’e, Hilton’daki nişandan 339 (Füsunsuz) gün sonra 19 Mayıs 1976 Çarşamba günü akşam saat yedi buçukta Çukurcuma’ya doğru yola çıkan Kemal Bey ve beraberindeki Çetin Efendi için, s. 259’a, Keskinler’in masasında Füsun’dan arta kalıp müstakbel müzeye saklanan 4213 adet sigara izmariti için, s. 438’e (her birinin hangi tarihte müzelik parça olarak cebe indirildiğine dair merakın giderilmesi için -müze açıldığında- müzeye), Füsun ve annesi ile birlikte Avrupa yolculuğuna çıkmak üzere Çetin Efendi ile Çukurcuma’ya varış gün ve dakikasının öğrenilmesi için de s. 518’e bakılsın lütfen.

 

6. Huzurdan ayrılmadan -ve, gerek yazarınızın yazarına saygımız, gerekse okura sonsuz hizmet aşkımızdan- her paragraftaki alıntıları da sayfa sayıları ile analım Kemal Bey. Evet; sırasıyla: s. 565; 569; 569, 568, 14, 584; 579, 566; 584; 567, 569, Radikal/ NTV, Banu Güven söyleşisi, 30 Ağustos 2008, 568; 571-572, 578, Radikal/ NTV söyleşi; 579; 11,12; 586; 18,17; 32, 26, 32; 36, 41; 43.

 

Merhum Kemal Bey’le Füsun’un anılan yatakta kaç kez seviştiğini Kemal Bey’in naklinden bir kez daha okumak isteyen okurlarımız s. 225’e, Merhamet Apartmanı’ndaki “bir buçuk aydan iki gün az”= [(30+15) – 2]= 43 buluşma günü ve 44 sevişme adedi bağlantısını yoklamak isteyen meraklı okurlarımız s. 506’ya, mükerrer ‘sonuna kadar gitme’ faslını yerinde müşahade etmek isteyen okurlarımız da s. 529’a baksın lütfen! 44 sevişme adedi/43 buluşma günü münasebetiyle arzulanmayan hamileliklerden nasıl korunulduğu, korunulduysa ne ile ve ilgili malzeme müstakbel müze için alıkonuldu mu, (Kemal Bey’in, sonrasında, Füsun’dan çocuk -hatta, birden çok çocuk- hayalini muhafaza ettiğine bakılırsa) o seferki verimsizlik neye yorulmakta… sorularının çengeline takılan varsa, onlar da lütfen, herhangi bir sayfaya bakmaya -boşu boşuna.



11 Responses to “Merhum Kemal Basmacı Bey’le Hasbıhal/ I”

  1. 1 gülhan avcı

    tebrik ederim!…

  2. 3 eylem

    benim kafam halem basmıyor bu müzeyi gerçekten kemal basmacı mı yoksa orhan pamuk mu oluşturmuş…kitap gerçek bir hikayeden alınma ise zaten müze kurulu yazar geziyor sonra yazıyor…ama basında çıkan haberlere göre müze binasını orhan bey parayla kendisi alıyor…şu müzeyi gezip gören varsa bir zahmet yorumlarını eklesin lütfen…teşekkürler…

  3. 4 Rıfat Özgenç

    Evet, romanın etkisinde kalarak müzeyi gezdim ve beğendim çünkü bir romana ait Dünya’da bir ilk müze. Değişik. Hayret ettiğim, gezdiğim gün müzede bir dünya Masumuyet M üzesini okuyan turistin ziyareti idi. Müzede satılan Masumuyet Müzesinin bir katalog kitabı aldım. Müze binasını Orhan Pamuk almış restorasyondan sonra, Kemal Basmacı’nın verdiği romanda geçen objeler , Fusun’un ayakkabıları, kolyeleri, çantası sigara izmaritleri ( 4 bin kusur adet) v.s ve Orhan Pamuk’un yıllarca toplayıp biriktirdiği eski İstanbul’ a ait resimler ev gereçleri, oyuncaklar ve kendisine ait objeleri sergilemiş. Çok değişik bir müze anlayışı, bir ilk olduğu için tebrik etmek gerek. Ama benim de anlayamadığım, Orhan Pamuk’a sormak istediğim bir kaç soru var. Mesela.
    1. Masumiyet Müzesi binasını , Fusun’un yaşadığı ev diye biliyordum ama kataloğu okuyunca, Bu binanın Çukurcuma’da herhangi bir ev olarak Orhan Pamuk tarafından alındığını öğrendim. Sorum şu : Orhan Pamuk niçin Gerçek binayı satın alıp , orayı müze yapmadı ? Gerçek binayı niçin alamadı. Fusun’un evi hala orada mevcutmu yoksa yıkıldımı? Müzede bir dünya fotoğraf var ama Fusun, Kemal, Sibel, Zaim, Tarık Bey ve karısın bir resmi bile niçin yok. Olsaydı daha iyi olmazmıydı? Kemal ve Fusun mutlaka beraber foğraflar çektirmiştir, o resimler müzede niye yok ? Kemalbey mi resimlerin olmasını istemedi? Orhan Pamuk’un 3-4 romanını okudum ancak Kara Kitabın 20-25 sayfasını okudum sonraki sayfaları okumaya tahammülüm kalmadı medense. Ama bir gün bütün konsantremi toplayıp okumaya çalışacağım inşallah. Füsun’un kaza yaptığı araba plakasından nerede olduğu kimlere satıldığı araştırıldımı acaba yoksa hurda olup gittimi ?

    • 5 haluksunat

      Sevgili Rıfat Bey,

      Özellikle de, Orhan Pamuk Bey’e sormak istediğiniz soruları kendinize saklamayıp bizimle paylaştığınız için size müteşekkirim. Ben de, sorularınızla, kendi adıma (başkasının adına ne mümkün!) ziyadesi ile güldüğümü -sizin samimiyetinize sığınmak suretiyle- cümle âlemle paylaşmaktan kaçınmayayım. Sadede gelecek olur isek, Rıfat Bey; yazınsal metin, kendi yazınsal/imgesel gerçekliğini, kendi imkânları ile kendi mekânında kurar. Onu yeniden üretmek, metnin yaratıcı niteliği oranında, okurun alımlayışına, imgeselleştirimine kalmıştır. Onunla yetimeyip roman kapı(sı)nın önüne konmak suretiyle bir de müzesi kuruluyor ise, bu, en iyimser kabulü ile ‘çocuksu bir ilginçlik’ hevesi, biraz daha kötü kalpli olmayı göze alırsak, yazınsallığın yazar tarafından istismarıdır.

      • 6 zuhal

        Benim Turkcemmi gerilemis acaba yoksa ifadede bir hatami var .. cikamadim isin icinden. Hicbirsey anlamadim yazdiklarinizdan.

      • 7 Rıfat Özgenç

        Zuhal Hanım, haklısınız. Haluk Bey’in yazdıklarını 2-3 defa dikkatle okudum ve ben de ne demek istediğini zihnimde oturtamadım. Bu kadar anlaşılmaz cümleler kurmak Haluk Bey için bir farklılık yaratmak istemesindendir diye düşünüyorum. Maalesef merak ettiğim konulara açıklık getirilemedi.

  4. 8 SEO

    I blog frequently and I genuinely appreciate your information.
    This article has truly peaked my interest.
    I will take a note of your site and keep checking
    for new details about once per week. I opted in for
    your Feed too.

  5. 9 O. Sonsirma

    Kıskançlık etkisi ile yazmış olduklarınız anlaşılmaz bir durumda. Haluk Bey.

  6. 10 Sıdıka Mutlubas

    Zamanımı ayırıp okuduğum için pişmanım.

    • 11 haluksunat

      Pişmanlığınızı geçerli kılacak kadar zamanınızı ayırabilmişseniz yazıma, ne mutlu bana! Hele de, bir adım daha atıp pişmanlıklarınızı sorgulamanıza vesile olabileceksem. Yazmak kadar okumak da emek işidir, Sıdıka Hanım; sesin karşılıksız kalmaması ise bir nimet. Teşekkür ederim. Sevgiler.


Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: