Önyargılı ve Yetkecil Kişilik
23 Temmuz 2008 tarihli Radikal Gazetesi’nin ‘Yorum’ sayfası ve Hyetert’te yayımlanan kısa örneği için yazının devamına bakabilirsiniz.
Uzunca bir dönem ‘Ergenekon’la yattık, Ergenekon’la kâbuslandık ve kalkıp güne onunla başladık. Bir küçük kardeşimin (ergen duyarlılığı ve masumiyetiyle adlandırdığı), ‘ergen’-e ‘kon’uyla. (1)
Nereden nereye, bildik bir gazetecinin -aradaki yaş farkını umursamadan- genç gazeteci adayı hanım kızlara yatırımından söz edilirken kelimeyi bölen bir çağrışımla ağzından dökülüvermişti ergen kardeşimin: ergen-e-kon! Doğrusu, benim de ele almaya çalışacağım meseleyi yazıya aktarmak üzere bilgisayarımın karşısına ilk oturduğumda geldi aklıma aradaki olası bağlantı düzlemi: Bir yanda, adamın ismi üzerinden ‘özdeşimsel’ idealler kurmaya yatkın ergen irisi bir genç kız, öte yanda, o yatkınlığa eril yatırımlarını kondurmaya meyyal ‘solcu’-gazeteci bir adam. Hikâyemizde, yıllar geçiyor, genç kız bir başka tür solcu olurken, adam yaşlanıyor, yaşlandıkça iktidar yatırımı daha da güçleniyor -yaşlanmak, bazılarında iktidar ihtirasıdır da aynı zamanda- ve iktidarı, eli sopalılarla birlik, ulusallaştırmaya soyunuyor alabildiğine. Tabii, bu arada, iktidar tapıncının eril dayanağından söz etmiş oluyorum bir bakıma -farkındayım.
Söz konusu çağrışım şu soruyu davet ediyor bende: Bir kısım aydın çevrede, bu, ‘Er’-gene-‘kon’ türünden solculuğa, bir başka deyişle, güçlüden (gücünü, var saydığı üst/ün milli değerlerle kendisini kuran milliyetçilikten ve yüceleştirilmiş devletten) ve o demektir ki, ‘şiddet’ten yana meylediş nedendir? Bütün bunlar, özgür ve demokratik arayışlarla -tam bir saydamlık ve eleştiriye açıklıkla- hayatın kurulması anlayışının karşıtı ise, nedir bu ‘yetkecilliğin’ / ‘yetkecil kişilik’in (‘authoritarian personality’) kaynağı -hayata ‘hiyerarşik’ bakışın, ‘tahakküm’ yanlılığının?
Soru, yalnızca, ‘ulusalcı’ (‘neo/nasyonalist’) sol ile sınırlı değil. Boyutları farklı olsa da, sorunun önemi, (kuşkusuz, iftiharla kendilerini milliyetçi sağda kabul ve takdim edenler bir yana) derinlerden (sinsice) akan ve uygun ânı bulduğunda uç verip ‘sözde’ daha farklı sol kimlik kabulleri içinde de kendini gösterebilen bir hasleti işaret ediyor oluşunda. Gerçekten sol çizgide kabul ettiğiniz insanların, Hrant’ın katli sonrası (hem de cenazesine katıldıktan sonra, üstelik birileri de tribünlerde, ‘Hepimiz Ogün Samast’ız!’ diye pankart açmışken), Güneydoğu’dan gelen kayıp haberleri sıklaştığında, ‘Hepimiz Mehmet’iz’in de eşdeğerli gerekliliğine (toplumsal yapıcılığına!) inananıp ısrarla savunabilmelerinde. Herkesi mağdur eden savaşa ve şiddete karşı olmak varken, mağrurla mağduru denkleyip mağruriyetin diliyle tınlayarak herkese yönelik ‘duygudaşlık’ (‘empathie’) anlayışını benimseyebilmelerinde. Aynı anlayıştakilerin, geçmişte de, ABD’nin Irak’a müdahalesini, -yine, her koşulda savaş karşıtı olabilmek varken- ‘gerçekçi’ bir serinkanlılıkla ele almaya yatkın (hatta, Saddam’a karşıyım, öyleyse, müdahaleden yanayım!) olabilmelerinde. ‘Cumhuriyet Mitingleri’ne -arkadaki güç (AKP karşıtı darbe davetkârlığı) o denli açıkken- ‘sivil demokratik muhalefet’ hikmeti vehmedebilmelerinde. Türban karşıtlığında (bedenini giyimi-kuşamı ile dillendirme tercih -ve ifade- özgürlüğüne karşıtlıkta). Eşi türbanlı cumhurbaşkanına tahammülsüzlükte. Tahammülsüzlüğün açık adaletsizliğini (367 Vak’ası) görmezden gelip ‘İslamcı faşist tehlike’ üzerine siyasi duyarlık kurabilmelerinde. Söz konusu tehlikeyi siyasi varoluş sebebi addedenlerin tehlike iddianamesindeki inandırıcılıktan yoksunluğu içlerine sindirebilmelerinde. Okunup üflenmiş ‘niyet’le şunca ‘cinayet’i denkleyen Ergenekon kabulüne gönül indirebilmelerinde -de-de-de…
-bir tuhaflık var ama, nerede?
‘Otoritaryen’ Kişilik Üstüne
Nazi Almanyasını terk ederek ABD’ye yerleşen Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü üyelerinin başka bilimcilerle birlikte gerçekleştirdikleri ve ‘Önyargı Üstüne Çalışmalar’ genel başlığı ile beş cilt olarak yayımlanan araştırmalarının ‘Otoritaryen Kişilik’ adlı cildine T. W. Adorno’nun katkısı olan metni (2) inceleyelim ve oradan kendi soru(n)larımıza doğru yol alalım -tuhaflıklar nerelerden besleniyor anlamaya çalışalım.
Bu metinde, Adorno, kişiliksel özellikleri ve -yetkecilliğin kuruluşunda söz konusu özelliklerle birlikte işleyen- toplumsal koşulları değerlendirmek üzere, ruhsal/öznel olanla toplumsal/nesnel olanın ilişkisini, ‘ideoloji-ideoloji pratik’ düzleminde ele alıyor. Yani, toplumsal-politik-iktisadi tutumlarla tinsel/zihniyetsel yapı arasında derinden derine işleyen bağları yoklayarak -Horkheimer’ın deyişiyle- ‘yetkecil insan’ adı verilen (antidemokratik propagandaya açık, gizil anlamda ‘faşist’) bir ‘antropolojik’ türü serimlemeye çalışıyor. Nasıl bir adamdır bu adam? Antidemokratik tavrın içeriği nedir, nasıl işler, kendisini nasıl ortaya koyar? Böyle bir adamı içeriden kuran güçler nelerdir? Nasıl gelişir, nasıl serpilir böyle bir antropolojik tür? Bunlara yanıt arıyor. Belki şunun altını çizmekte yarar var: Bu tür soru ya da sorgulamaların önem ve işlevi, bize, bilişsel düzeydeki değişik kabullere ve yüzeyel isimlendirmelere karşın, bireysel/toplumsal duruş ve tutumların ardındaki belirleyici gerçekliğin ne olduğunu yoklama olanağı vermesi oluyor. (3)
Söz konusu çalışma, ‘antisemitizm’e ilişkin sorgulamalardan yola çıkıyor. Ancak, kendi adlandırmamla, bir tür ‘kendi olma/ kendilik’ (‘self’) sorunsalı çerçevesinde ele alındığında, çok rahatlıkla, Yahudi karşıtlığı (düşmanlığı), ihtiyaç duyulan başkaca karşıtlıklarla ikame edilebilir (bu da bize, bireysel ya da topluluksal -önyargılı ve yetkecil- tavır alışlarda nesnel/toplumsal uyaran ve koşulları farklı olsa da, -o farklılıkların yansıyışları ihmal edilmeksizin- ruhsallığın evrensel boyutunu hatırlatmaktadır). Adorno da şunu vurguluma ihtiyacı duyuyor: “Bununla birlikte, çalışmamız ilerledikçe, vurgu [antisemitizm vurgusu] yavaş yavaş kaydı. Antisemitizmi, ya da bir başka azınlık karşıtı önyargıyı, kendi içinde sosyopsikolojik bir fenomen gibi çözümlemeyi değil, daha çok, azınlık karşıtı önyargının daha geniş ideoloji ve karakter modelleriyle ilişkisini incelemeyi ana görevimiz olarak görmeye başladık”. (4)
Görüşmeye alınan kişilere yöneltilen soruları -sorgulamanın duyarlık eksenini yansıtacak kadar- aktaracak olursam:
a. Bir Yahudi sorunu olduğunu düşünüyor musunuz? Düşünüyorsanız, hangi anlamda? Bu sorun sizi yakından ilgilendiriyor mu? b. Yahudilerle herhangi bir deneyiminiz oldu mu? Ne tür? Herhangi bir deneyiminiz olmadıysa görüşlerinizi neye dayandırıyorsunuz? c. Bir Yahudiyi başka insanlardan ayırt edebilir misiniz? Edebilirseniz, nasıl? d. Yahudiler kadar kötü Hıristiyanlar da var mıdır? e. Yahudilerin; sinema, edebiyat, radyo, üniversiteler, siyaset, iş dünyası, işçi hareketi, vb.de hak ettiklerinden daha çok etkiye sahip oldukları doğru mu? Evetse, bu özellikle neden kötü ve bu konuda ne yapılmalı? f. Onları en çok ne ile suçluyorsunuz? (Burada, birçok olumsuz nitem sayılmış.) g. Toplumsal ayrımcılık ve ayrımcı yasalardan yana mısınız? h. Bir Yahudi, birey olarak mı, yoksa, bir topluluğun üyesi olarak mı muhatap alınmalıdır? i. Yahudiler sizin için bir dert mi, yoksa, bir tehdit mi? j. Bir Yahudi olsaydınız ne yapardınız? (5) -gibi sorular sorulmuş.
Şimdi de, bakalım, antisemitizm özelinde ele alınan örnekler aracılığı ile ‘önyargı’ya ilişkin ne türden çıkarımlar olmuş. Bunları, kendi psikanalitik yorum ve katkılarımla birlikte aktarmak istiyorum (6):
1. Antisemitik önyargının ‘işlevsel’ bir niteliği vardır
Antisemitik önyargı, ruhsal bazı gereksinimlerin ifadesidir. Söz konusu önyargı, hem yetkecillik (yani, bir yetkeye bağlı olma), hem de -o yetke uyarınca- tutum almak için uygun bir çıkış yoludur (bu işleyişiyle, ‘karşıtdeğerlikli’ [‘ambivalence’] iki şeye aynı anda hizmet etmektedir [7]). Kişisel yorumumu katıp biraz açarsam, burada, önyargıyı dillendiren kişinin, ‘sado-mazoşist’ gereksinimlerini doyumlandırdığını söylemeliyim. Zira, önyargıyı dile getirişi, o yargıyı buyuran yetkeye (bir ideal/ülkü olarak da görünürlük kazanmış olabilir söz konusu yetke) kendini bırakmışlığın ifadesidir: mazoşist tutum. Olumsuzlayan yargısı ise, olumsuzladığı nesneyi (8) (burada, Yahudiyi) değersizleştirici niteliğiyle (manevi düzlemde) saldırganlığına bir çıkış yoludur: sadistik tutum (ki, bu, eylemli saldırısı için de bir ‘gerekçe’ oluşturacaktır -ya da oluşturabilir).
Burada vurgulanan, karşıtdeğerlikli ‘sado-mazoşit’ tutum, -‘anal sadistik’ yapının bir görünümü olarak- bireyselliği içinde de değerlendirilebilir. Ama az önce de anıldığı üzere, söz konusu önyargılılık, anal-sadistik yapı tarafından taşınan bir görüngü olmakla birlikte, onun öylece (antisemitik bir önyargı tarzında) görünürlük kazanmasını sağlayan toplumsal/ nesnel koşullardır. Yani, dile getirilen önyargı, hem onu dile getirenin ruhsal iç çatışmalarının ifadesidir ve o nedenle yargının yönlendirildiği nesnenin nesnel gerçekliğinden bağımsızdır; hem de, o tarzda ifade bulduğu için onun öylece görünmesine elveren toplumsal/nesnel koşulların gösterenidir. (Dolayısıyla biz, aynı yapısal özelliklerin, farklı toplumsal/kültürel koşullarda, farklı nesnelere yönelik, farklı bir görünüşsellikle ifade bulduklarını gözlemleriz. Ya da, aynı toplumsal/kültürel koşullarda, aynı ruhsal/yapısal çatışma, başka bir önyargılılık içinde de yansıma bulabilir.) (9)
Bu başlık altında Adorno’nun bir başka değinisi, önyargılı kişilerin, olumsuzlayıcı yargılarını yönlendirdikleri çevrelere ilişkin seçici de olabildiklerine ilişkin. Ancak, burada, Adorno’nun daha önemli değinisi, antisemitlerin, bu söyleneni bir tür ‘zulüm manisi’ (‘persecution mania’) olarak yaşıyor olabilecekleri. Zira, bu yapılar, paranoid kişilik özelliklerini içermekte ve içlerindeki ‘nefret’i, kendilerinin başkalarına yönelik değil, başkalarının kendilerine yönelik nefreti olarak (yansıtılmış hâliyle/ ‘projection’: ‘ben değil, kötü olan o!’) yaşamakta ve nefret edilen, ‘tehdit’in içeriğini/gerekçelerini oluşturan önyargı içinde alımlanmaktadır. Dolayısıyla, bu işleyişiyle, nefret (saldırganlık)-yoğun yapılı kişi için düşman, onsuz olunamayandır (zira, önyargılı kişi, kararsız da olsa kendilik dengesini, -geliştirdiği yargı aracılığıyla- düşmanı üzerinden temin eder). Bunu Adorno, ‘olumsuz aşk’ olarak tanımlıyor ve gizil ‘faşist kişilik’ için de geçerli olduğunu anıyor (ki, elbet, çok anlaşılır). (10) Bir başka dikkati çeken nokta da, azınlık konumunda olanların (karaderili, Meksikalılar, vb.) yaşadıkları baskıları öteki azınlık konumunda olanlarla paylaşmak yerine, onları, üstlerine sinen olumsuzlanmaları yansıtacakları çevreler olarak değerlendirme eğiliminde olmaları. (11)
“Yahudilerin öğrenmesi gereken şey, kendi kötü bireylerini işbirliğine daha yatkın, daha uyumlu hale getirmek üzere eğitmektir. Aslında Ermeniler Yahudilerden daha çok el altından iş çeviriyorlar ama onlar o kadar ortalıkta dolanıp patırtı yapmıyorlar.”
“Kesinlikle, bir sorunun mevcut olduğunu düşünüyorum. Burada belki önyargılıyım. Zenci durumu gibi. Daha insanca davranabilirlerdi… O zaman daha az sorun olurdu.”
‘Meksika kökenli bir Amerikalı olarak, kendini beyaz ırkla özdeşleştiriyor ve “biz üstün insanlar” duygusunu taşıyor. Özellikle zencilerden hoşlanmıyor, Yahudilerdense bütünüyle nefret ediyor.’
‘Katışıksız İtalyan soyundan geliyor.’ “Yahudilerle ilgili sorun, hepsinin komünist olmasıdır; bu nedenle tehlikelidirler.” ‘İş ilişkilerinde “dolandırıcı” olduklarını ve “ birbirlerini tuttuklarını” söylüyor.’ “Aslında Yahudiler kendilerini eğitmeliler.”
2. Ne için antisemitizm?
Adorno, burada, söze, ‘belirti’nin (‘symptom’) psikanalitik anlam ve işlevini açıklamakla başlıyor. Belirti, ruhsal ekonominin özgül bir ihtiyacını karşılar, diyor. Anlamı da oradan kaynaklanır: Dürtüsel istemin özgün nesne yatırımı ile doyumlandırılması ketlenmişse, aynı istem yinelediğinde, ben (‘ego’) -ketlemeyi dayatan güç (üstben/ ‘superego’) aracılığıyla- ‘kaygı’ (‘anxiety’) üzerinden dürtüsel istemi bastırır. Bastırma, söz konusu ‘çatışma’da (‘conflict’/ istemle yasak arasında yaşanan şey -ki, kaygı da bu çatışmadan kaynaklanmaktadır) bir ilk çözümdür. Yetmediği yerde, bastırılan, bir belirtiye dönüştürülerek temsilen ve kısmen doyumlandırılmış olur.
Adorno diyor ki, buraya dek incelediğimiz haller öyle akıllı işi değildir, ‘irrasyonel’dir. Gerçeklikle bağdaşmaz. Öyleyse, antisemitik önyargılar olarak dile getirilen şeyler, en azından belirtisel değerde olmalıdır. Halbuki, bu insanlar, öyle nevrotik bile değil, ‘normal’ kabul edilmektedir! Adorno, bu durumun kuramsal açıklamasının çalışmanın kapsamı dışında olduğunu söylüyor. Bense, antisemitizm vb. önyargılı gerçek dışı alımlayışların, uygun yapısal özellikli öznelerin geçici gerilemeler (‘regression’) üzerinden yaşadıkları ilkel (‘primitive’) savunma örüntülerine bağlı olduğunu düşünüyorum. Sözgelimi, sanrısal düzeyli bir paranoya olgusunda bile, sanrı ve hayat çoğu kez birbirine temas etmeden yaşanabilir (bir yandan beklediği trenin gecikmesi gerçekliğine göre davranışını düzenleyen, öte yandan da, bunun kendisi için oynanmış bir oyun olduğunu ihmal etmeyen paranoyak örneğinde olduğu gibi).
Haklı olarak şunu sorma ihtiyacını duyuyor Adorno: “Antisemitik düşünme tarzları, öznelerimizin yaşamları içindeki hangi amaçlara hizmet etmektedir? … Antisemitizm bireye, onun ergin yaşantısının somut görünüşleri içerisinde ne ‘verir?’” Evet, tamam, diyor, Japon komşunun mülküne göz koymuşsa, niyetini meşru kılmasına elverecek önyargıyı komşusuna kondurmasını anlamak için çok derin açıklamalara ihtiyaç yok. Bizim yanıt aramamız gereken soru şu: Başkaca hayat alanlarında ‘makul’ kabulü gören şunca insan, nasıl oluyor, nasıl bir yarar sağlıyor da, böyle, gerçeklikle bağdaşmayan düşüncelerin peşine takılabiliyor? (12)
Adorno’nun sonraki adımında söylediği şu: Bir kere bu insanların kuyruğuna takıldıkları yargılar tembel işi. Yani, öyle, fazlaca okumaya-araştırmaya falan ihtiyaç duyulmayacak şeyler. Zaten hayatı anlama-anlamlandırmada hiçbir özgün çabaları olmayan bu insanların kafa karışıklığına da ilaç gibi gelecek basitlik ve kolaylıkta oluyor bu türden önyargılar. Şöyle diyor devamla, Yahudiyi bir ‘yabancı’ olarak görme önyargısı, kişinin, kendi toplumsal yabancılaşmasını -bir zahmet- ayrıştırması /tahlil etmesi (ve kuşkusuz, gereğini yapması) yerine, bir azınlığın yabancılığını öne çıkartmak suretiyle -sözde- halletme, görmezden gelme kolaycılığının eseridir: “Varolan bütün kötülükleri Yahudilere yüklemek, sanki bir ışıldak gibi gerçekliğin karanlığına nüfuz ederek, çabuk ve her şeyi kapsayan bir uyuma izin vermektedir”. Tabii, söz konusu ışıldağı tutanların mutlak gerçeği ortaya koyuyormuş gibi yaptıkları sahte ve büyülü tavırları, kafası karışıkların müşteriliği için de bire birdir. Satın aldıkları önyargılarla aynı güven ve büyülü güce onlar da sahip olurlar (“onun katı formülleri ne kadar ilkelse, basmakalıplıkları sayesinde, aynı zamanda o kadar çekici olur; zira çapraşık olanı yalın olana indirgerler -bu indirgemenin mantığı nasıl işlerse işlesin”).
Önyargının dile getirilişini cazibeli kılan dilsel örtüler de vardır. Sözgelimi, ‘Yahudiler nazik bir sorun…’ ifadesi, basmakalıp bir önyargıyı değil, üzerine soru sorulmuş olan şeyi ‘sorunsallaştırma’ sorumluluğunu -âdeta yüksek bir nesnelliği- yansıtıyor gibidir. Şunu eklemek isterim, toplumsal yaşamda sorun olanı işaret etme, hem sorunları saptama ehliyeti anlamında entelektüel, hem de, sorun olanın adını koyma tarzında seçkinci bir hiyerarşiye yaslanır ki bu da önyargılı yetkecile saldırganlığını entelektüalize/rasyonalize etme olanağı kazandırır. Halbuki, çalışmada önyargısız (düşük puanlı) özneler, ilgili soruyu, ‘Evet, bir Yahudi sorunu vardır ama, bu, Yahudilerin değil, onları sorun olarak görenlerin sorunudur,’ diye yanıtlamışlardır.
Entelektüel, seçkinci hiyerarşik tavrın bir diğer örneği de, ‘bütün Yahudiler birdir, birbirlerine benzerler’ genellemesidir. Bu, önyargılı kişiye, bir yandan ayrıntıları ihmal edebilecek kadar meseleye vâkıf adam havası (“doğrusunu ben bilirim”), bir yandan da, bu denli genelleme içine alınabilecek hedef kitlenin genel ve kuşatıcı tedbirlere maruz bırakılabileceğine dair haklılık duygusu kazandırır.
“Böyle önyargılı olmanın iyi bir şey olduğunu sanmıyorum ama elimden bir şey gelmiyor. (…) Onlar için iyi bir şey söyleyemiyorum. Hayır, istisna olan tek kişiyle bile karşılaşmadım. (…) Olabildiğince ince ve uygar davranmış da olsam sonuç değişmeyecekti. İnsanları kazıklıyorlar, onlardan yararlanıyorlar. (…) Onları her zaman tanırım.”
“Evet, sanırım tanıyabilirim… elbette sizin her zaman tanıyamayacağınızı biliyorum. Ama genellikle farklı özelliklere sahipler: daha büyük bir burun ve sanırım yüzleri daha dar; tavırları da farklı… Ama esas olarak, çok konuşurlar ve farklı bir tutumları vardır.”
3. İmgesel düşman
Adorno, bu başlık altında, önyargının yöneltildiği çevrenin kendi olumsuzluğu içindeki gücünün abartılışına değinir: ‘seçilmiş düşmana atfedilen aşırı güç düşüncesi’. Düşman, başkaca önyargılarla küçültülür ve değersizleştirilirken aynı düşmana ‘uğursuz bir güç’ vehmedilmektedir. Şunu katmak isterim, burada önyargılı paranoid yapı, düşmanına vehmettiği tekinsiz güçlülük üzerinden, o gücün yöneldiği kendisi için de bir ‘büyümse(n)me’ tedarik etmektedir. Adorno, çalışmalarında, Yahudilerin siyaset ve ekonomide orantısız bir güce sahip oldukları yargısının (‘Yahudiler pratikte ülkeyi ele geçirdiler. Her şeye dalıyorlar’ gibi) genel kabul gören bir ‘tahakküm tehdidi’ olarak alımlandığını vurguluyor ve şunu da ekliyor: “Böyle öznelerin bu tehdide karşı düşündükleri önlemlerin, açıkça söylemeye cesaret edemeseler de, vehmettikleri tehdidin kendisinden daha az totalitaryen olmadığını kestirmek” zor değildir. Sözgelimi, Yahudilerin demokratik yaşamla uyumlu olmadıklarını, ‘demokratik işbirliğinden yoksun’ olduklarını söyleyip söz konusu uyumsuzları hizaya getirmek için güçlülerin yönetimde olmasının istenmesi (‘gevşek yöntemler kâr etmez’) sıkça rastlanan bir tutumdur.
‘“Irkçı bir kuram”a bağlanamayacağını söylüyor ama Yahudilerin pek fazla değişmeyeceğini, tam tersine “daha saldırgan” olmaya yöneleceklerini düşünüyor. Ayrıca,
“hoşlansak da hoşlanmasak da, sonunda bu ülkeyi yöneteceklerine” inanıyor.’
“Benim Yahudilerle ilişkilerim hep tatsız olmuştur. (…) Herkesi itip kakan, sırnaşık, zümreci, paragöz… Daha kurnaz değiller ama denetimi ele geçirmek için çok çalışıyorlar. Hepsi de birbirine benziyor. (…) Onları bir araya getiren ve her şeye dayanmalarını sağlayan bir şey olduğu düşüncesindeyim. Yahudi dostlarım var; onlara karşı uzlaşmaz bir tutum takınmamaya çalıştım ama er geç onların da sırnaşık ve sevimsiz oldukları ortaya çıktı…”
“Yahudilerden hoşlanmıyorum. Hep sızlanırlar. Ülkemizi elimizden alıyorlar. Saldırganlar. Her konuda hırslılar. (…) Hitler tarzında değilse de, Amerikalılar arasında Yahudilere karşı yasal bir ayrımcılıktan yanayım. Komünistlerin arkasında Yahudilerin olduğunu herkes biliyor.”
4. İki tür Yahudi
Bir başka örtük antisemitik önyargılılık örneği de, Yahudileri, ‘iyi’/ ‘kötü’ Yahudi olarak ayırma ehliyetini kendine vehmetme hâlidir. İyi=dürüst Yahudi, kötü=bezirgân Yahudi. Adorno, bu tutumdaki (genellikle de çok yüksek puanlı olmayan) öznelerin, önyargının yüklendiği kesim üzerinden yaşadıkları duyguyu ikiye bölmek suretiyle dengeleyebildiklerini, bunun geçici olduğunu, ‘iyi’nin bölmeyi kolaylaştıracak somut/kişisel yakınlıklardan kaynaklanıyor olabileceğini vurgular. Kaldı ki, neyin kötü, neyin iyi olduğuna ilişkin keyfi değerlendirmeler iyi/kötü ayrıştırmasının kendisini de bütünlüğü içinde manidar kılmakta, nesnellikten uzaklaştırmaktadır (‘yüksek eğitimli ve ahlaklı iyi Yahudiler/ istifçi ve kazıkçı tüccar kötü Yahudiler’ -gibi). Bu noktada Adorno’nun ilginç bir hatırlatması da, söz konusu ayırımı Yahudilerin kendi içlerinde de yapabilmiş olmaları -ki, bence, bu da, Yahudi düşmanlığı nesnel koşulların uyardığı bir tür düşmanlıkken, düşmanlaştırma ihtiyacının nesnenin gerçekliğinden bağımsız oluşuna bir örnektir: “En azından Almanya’da, ‘yerli’ Yahudiler Doğu’dan gelen göçmenlere ve mültecilere karşı ağır bir ayrımcılık uygulamakta kullanıldılar ve bunlar kendilerini Nazi politikalarının sadece ‘Ostjuden’e [Doğulu Yahudi] yönelik olduğu düşüncesiyle rahatlattılar”.
“Yahudiler birbirlerini tutarlar, para peşinde koşarlar, insanları dolandırırlar. Büyük işler çevirirler. Öyle görünüyor ki, çok geçmeden bu ülkeyi Yahudiler yönetecek. Yahudi soyundan gelen çok iyi bazı insanlar tanıyorum ama onlar safkan Yahudi değil.”
5. Antisemitlerin ikilemi
Bu başlık altında Adorno daha çok ikircimli durumları yansıtıyor. Önyargılı kişi, doğrudan yaşadığı ile önyargısı arasında salınmakta, doğrudan yaşadığını bir yana ayırıp önyargısını muhafaza edebilmektedir. Bir başka tür ikircimlilik de bazı ödünleyici unsurlar üzerinden kendini ele verir. Örneğin, görüşülen kişinin karaderililerle ilgili şu söyledikleri: “Şimdi de yabancılar; insan onlara karşı doğal bir hoşnutsuzluk hissediyor. Ama bir zamanlar hepimiz yabancıydık”. Bence burada, ‘ama bir zamanlar hepimiz’in bir miktar vicdani gerginliği ödünleyici olduğunu fakat ‘şimdiki biz’le ‘şimdiki onlar’ arasındaki hiyerarşiyi ortadan kaldırmadığını, dahası, bir tür yücegönüllülük hakkını kendine sakladığını da atlamamak gerekir. Ya da şu: “Yakında çevremde Yahudiler olacak -aslında şimdi de Yahudi dostlarım var. Bazıları küstah, ama o zaman bazı Gentil’ler de küstah”.
6. Yerine oturmayan burjuva
Özünde sınıfsal nitelikli olan kaygıların, eğer arada Yahudiler varsa, belli önyargılar üzerinden onlara yansıtılışıdır bu başlıkla kastedilen. Bir başka deyişle, iktisadi alandaki bir sorun, kendi nesnel iç işleyişi üzerinden değil, o sorundaki Yahudi parmağı üzerinden yargılanmaktadır. Sözgelimi önyargılı emekçi, yaşadığı yoksulluğu emek-sermaye çatışması ekseni değil, o ilişkiye bulaşmış Yahudinin kötücüllüğü üzerinden açıklama eğilimindedir. Benzer şekilde orta sınıf insanı da, önyargısı ile, Yahudinin, sermaye sınıfından ise, oraya ‘ait olmadığı’nın (orayı hak etmediğinin) altını çizebilmektedir: “Orta sınıftan antisemit, Yahudiyi büyük bir olasılıkla, bugünkü Amerikan uygarlığının standartlarına uymayı başaramayan ve geçmişin bir tür eskimiş ve rahatsız edici kalıntısı olan, âdeta yerine oturmayan bir burjuva olarak görür”. Hatta, “Yahudi, potansiyel faşist zihniyet açısından, soyguncunun mükemmel örneği işlevini görür. Utanmadan saygıdeğer bir yurttaş ve işadamı kılığına giren bir madrabazdır o”.
Benzer nitelikli bir başka örneklemede ise, içsel bir ihtiyaçla nefretin yansıtıldığı ve giderek endişe verici olarak alımlanan nesnenin yaşattığı duygu, belli bir fiziksel gerekçe üzerinden hem ussallaştırılır, hem de, belirsiz endişe somut bir şeye bağlanarak taşınan yük azaltılmış olur: Yahudilerin zaten pis oldukları, fiziksel itiş-kakışa yatkın ve cinselliğe sefilce düşkün oldukları gerekçesiyle onlardan hoşlanmadığını söylemek gibi.
“Ülkeye çok fazla Yahudi göçmen geliyor. Rahat bir yaşama kavuşuyorlar ve yönetimi ele geçiriyorlar. Oysa bir tekiyle bile başa çıkamazsınız. Birçoğu para sahibi olsa bile korkunç pistir.”
“Onların iş dünyasındaki zorlayıcı saldırganlığından hoşlanmıyorum. Saldırgan olmakla kalmıyorlar, ayrı tutulmaları da gerekiyor. Her zaman insanları itip kakıyorlar.”
7. Yargılayıcı olarak savcı
Adorno, “[b]irey içerisindeki çatışma Yahudilere karşı çözümlenmişse [yani, bireysel bir iç çatışma, Yahudilere yönelik bir önyargı kuruluşu/tutumu içinde halledilmişse], bu çözümün kendisi, hemen hiç istisnasız, ahlaki bakımdan rasyonalize edilmiştir [‘evet, öyle düşünüyorum ya da yapıyorum, çünkü, şu şu nedenle ahlaki açıdan da doğru’]. Karşı eğilimlerin [ruhsal iç yapıda önyargılı düşünce ve tutumdan rahatsız olan vicdani öğelerin] yenilgisinden sonra, önyargının içsel güçleri, yendikleri karşıt enerjileri [vicdanın, önyargılı düşünce ve tutuma karşı koyma eğilimindeki enerjilerini] kendi hizmetlerine sokarak [onları da önyargının hizmetine vererek] zaferlerini tamamlarlar. Üstbenlik, âdeta, id’in sözcüsü durumuna gelir,” der ve buradan kalkarak “kişilik içerisinde kendilerini antisemitizmle dile getiren itkileri savcı, vicdanı da yargıç olarak niteleyebilir ve bu durumda ikisinin kaynaşmış olduğunu söyleyebiliriz,” diye de ekler.
Adorno, böylelikle, yansız bir muhakemeye tabi tutulmak üzere suç delilleri dosyasını mahkemeye sunması beklenen savcının tutumundaki olağandışılıktan söz etmektedir. Örneğimizdeki savcı, suçun kanıtlarını toparlayıp iddianamesini düzenlemek yerine suçu görünmez kılmakta, -o anlamda suçludan yana olmakta- dahası, mahkeme de suçlunun fiilini haklılaştırıcı bir tutum izlemektedir. Bu, Adorno’nun deyişiyle, üstben(liğ)in faşist kişilik tarafından ele geçirilmesidir. Tabii, kültürel ayrımcılık öyle bir noktaya gelmişse, yıkıcı itkilerle beslenen düşmanca tavrın da ölçüsü olmayacaktır. Örneğimize dönersek, Nazilerin gerçekleştirdiği Yahudi soykırımından da Yahudilerin sorumlu olması demektir bu. Yani, ölen öylesine murdar ve her türlü zulmü haklılaştırıcı kötülüktedir ki, kabahat, öldürende değil, ölendedir: “O [kadın kocasından söz etmektedir] Hitler’le ilgili pek çok şeyden hoşlanmasa da Hitler’in Yahudiler konusunda iyi bir iş yaptığını düşünüyordu. Bir gün bizim de bu konuda bir şeyler yapmak zorunda kalacağımıza inanıyor”. (Kitapta, ‘İmgesel Düşman’ başlığı altında.)
Bir başka kişi ise şöyle diyor: “Hitler’in onlara karşı neden böylesine zalimce davrandığını asla anlamıyorum. Bunun bir nedeni olmalı; bunu kışkırtacak bir şeyler olmalı” -bu örnekte de olduğu üzere, eğer, önyargımızı yönlendirdiğimiz nesneye yönelik tutumumuzda hiçbir koşul tanımaz duruma gelmişsek (yani, düşmansı duygularımız o düzeyde ise), o zaman, gerçek hayatta ne yaparsa yapsın, iflah olamayacak denli -‘doğuştan/yaratılışsal’ olarak- kötü olduğunu kabullendiğimiz nesnenin (örneğimizde Yahudiler’in) ortadan kaldırılması da kaçınılmazdır -aklın yoludur bu. (Aklın yolu öyle ise, öteki ırkı ortadan kaldırmaya yetkili ırkın, üstün ya da insanlık adına temsil değeri en üst düzeyde mutlaklaşmış müstesna bir ırk olması da kaçınılmazdır.) Söz konusu yönelim, aynı zamanda, doğru olmaları durumunda dahi önemsiz olan birtakım kabahatler için ölçüsüz cezayı reva görmeyi de açıklar (zira, kesilen ceza, başka yerdeki husumetin faturasıdır).
Bütün bunlar, bir başka açıdan da, ruhsal alanda kurulu ‘paranoid dizge’ ve paranoya kuramı ile uyumludur. Zira, paranoid dizge (ve onun uyarınca işleyen paranoya) ilgili olduğu savunu alanında ‘mutlaklık’ ilkesi ile işler. Her şeyi kapsar, hiçbir şeyi dışarıda bırakmaz: “Aşırı önyargılı kişi, ‘psikolojik totalitaryenizm’e, yani kendi amaçladığı totalitaryen devletin aşağı yukarı mikrokozmik imgesi gibi gözüken bir şeye eğilimlidir”. Dolayısıyla, “[s]anki hiçbir şey kendi hâlinde bırakılamaz; her şey katı bir şekilde düşünülmüş ve tözleştirilmiş bir iç grubun benlik idealine ‘eşit’ kılınmalıdır. Dış grup, seçilen düşman, ebedi bir meydan okuyuşu temsil eder”. (13)
8. Düşük puanlı özneler üstüne gözlemler
Adorno, düşük puanlı öznelerin genel özelliklerinden birinin ‘empatik rasyonellik’ olduğunu söylüyor: “Düşük puanlılar antisemitizmi Yahudinin değil antisemitin sorunu olarak görür. Öte yandan, ırksal sorunlar ve azınlık özellikleri tarihsel ve sosyolojik bir bakış açısından ele alınır ve dolayısıyla, katı irrasyonel bir tarzda tözleştirilmek yerine, rasyonel içgörüye ve değişime açık olarak görülür”. Örneğin, düşük puanlılardan biri önyargının nedenlerine ilişkin şunları vurguluyor: “Herhalde en büyük neden, kişinin kendi hissettiği güvencesizlik ya da güvencesizlik korkusudur”. Ve ekliyor: “Benim topluluğumda, Japonlar konusunda en çok gürültü eden insanlar, (Japonların bıraktığı) mülkleri sahiplenmiş olanlar”. Önyargısız özneler kalıplara da itibar etmemekte, olguları genellemeler değil, bireysellikleri içinde ele almaya yatkınlık göstermektedirler. Antisemitizme karşı neredeyse militanca karşı koyuş gösteren bir özne ise, çözüm olarak, özgürlükçü doğrultuda kapsamlı bir eğitim ve farklı dinler arası evliliğin özendirilmesi önerilerini sunmaktadır.
Çalışmada sahte düşük puanlılık da gözetilmiş gibidir. Şöyle bir vurgu anlamlıdır: “Düşük puanlıların duygu yüklü adalet anlayışının sadece yüzeysel bir ideoloji ya da kişinin kendi insancıllığında narsisist doyumun bir aracı olmayıp kişilik içerisinde gerçek bir temele sahip bulunduğunu ve sanki ancak daha sonra kuramsal bir çerçeve içinde ifade edildiğini gösteren belirtiler vardır”. Adorno, düşük puanlıların genel tavrı ile ilgili olarak da şunu vurguluyor: “Önyargısız öznelerin insanların çektiği acılar karşısındaki duyarlılığı, merhamet duyguları, onları ırksal eziyetin tehlikeleri konusunda ciddi biçimde uyarmaktadır”.
Son Genel Seçim Öncesi Bir Küçük Nabız Tutuş
Şimdi de, -kuşkusuz genel hal ve gidişatımıza ilişkin belirleyici istatistiksel bir örneklem olmadığı kabulüyle birlikte- bir tutam insanla görüşen Express’in 22 Temmuz 2007’deki genel seçim öncesinde tuttuğu nabza (14) kulak vermek, nabzın ne denli az önceki başlıklara doğru attığını ayrıştırmak ve edineceğim izlenimle kişisel kanaatimi gözden geçirmek istiyorum.
Express, İstanbul Şirinevler’de on daireli bir apartmanı ziyaret ediyor. Apartmandaki dört aileden birer kadınla bir arada iken yöneltilen sorular etrafında bir konuşma ortamı kuruluyor. Görüşme, görüşülen kadınların yaşamlarına ve yaşamı nasıl alımladıklarına, siyasal ve inançsal duruş ve tutumlarına ilişkin değerli ipuçları barındırıyor. Ben, izlenimsel bir örnek olması niyetine tek bir hanımın ifadelerinden bazı bölümler aktarmakla yetineceğim:
Ö. (15)/ 30 yaşında, Kars doğumlu, ailesi ile birlikte yaşıyor, dokuz yıldır tekstil işçisi. Siyaseti yalnızca evde konuşuyor. Patronunun Karadenizli olması nedeniyle AKP’yi savunduğu düşüncesinde. O nedenle işte arkadaşları ile siyaset paylaşmıyor. Babası bakkal ve herkesle konuşma şansı olduğu için onun eve taşıdıkları üzerinden başkalarının düşünceleri hakkında fikir sahibi olduğu anlaşılıyor: “Mahallede genelde AKP olduğu için, din, laiklik mevzuları ağır basıyor. Bizim en büyük mevzumuz ‘AKP’nin iktidara gelmesi nasıl engellenir?’ Bir ara Genç Parti’nin adı bizde de çok geçti. Annem ona vermeyi düşündü, ‘AKP Genç Parti’nin canını çok yaktı, o da gelirse AKP’nin canını yakar,’ diye. Herkes intikam peşinde. Zaten ülke batmış, kimsenin kurtaracağı yok, bari intikam alınsın…” AKP’ye neden o denli tepkili olduğu sorusuna, AKP’nin milleti salak yerine koymasına kızdığını belirterek, “AKP benim gözümde din sömürüsü ve cebe cukkayı temsil ediyor. AKP’li de bunu yapan kişi işte!” diye ekliyor. AKP’nin kolay örgütleyebildiği cahil inançlılara yönelik çalıştığı kanaatinde.
Kuzey Irak’ta Kürt bölgesinin kurulması ve Türkiye’nin Kürt sorunu çerçevesinde Kürtlerin ne istediği sorulduğunda, “[b]ence her şeyin altında başka hesaplar varmış gibi. Çeşitli sözler, borçlar, ödenekler, başka güçler…” Peki, nedir acaba bu arkadaki hesap? “Amerika. Amerika’nın istediği nedir, pek anlayabilmiş değilim. Duyduğumuz kadarıyla, haritalarda Türkiye’nin bir kısmını Kürdistan olarak gösteriyorlar, bunu meşrulaştırmaya çalışıyorlar herhalde.” Kürtlerin özgürce kendi dillerini konuşabilmeleri, Kürt olduklarını söyleyebilmeleri kötü mü, diye sorulduğunda yanıtı şu oluyor: “Bana bu da bir oyun gibi geliyor. Kürtler sanki böyle bir şey istemiyorlardı da, istiyorlarmış gibi gösteriliyordu. Hep ‘baskılar, baskılar’ deniyor. Kürtlerden de duyuyoruz, ‘Kürt olduğumuzu söylemeye korkuyoruz’ diye. Bunun üzerine bir oyun dönüyor: İstiyorlar ama, söyleyemiyorlar gibi, özgürlükleri olmadığı için sanki başkaldırıyorlar gibi. Özgürlük verildi, bu sefer bu yanlış yorumlanıyor. Yani dediğimiz gibi, birçok ulus var, Lazı var, Rumu var, Çerkezi var… E onlar konuşabiliyordu, Rum olduklarını söyleyebiliyordu, Rumca konuşabiliyordu, Lazca da konuşabiliyordu. Kürt televizyonu olması, Kürtçe konuşulması, bence kazanılmış bir güç değil.” Görüşmeci, Kürt sorunundan devamla Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasının Türkiye için kötü olup olmayacağını soruyor: “İlk önce elimizi kolumuzu bağlayan şeylerden kurtulmamız lazım. Neden güdümlüyüz büyük devletlere? İlk önce onun çözülmesi lazım (…) İpleri kaptırmışız, son dönemde zaten her şeyimizi kaptırdık. Onların oyununu oynuyoruz. Hiçbir kararı kendimizin aldığını sanmıyorum.”
Görüşmecinin bir başka açılımı da askeriye ile ilgili: “Genelkurmay Başkanı’nı nasıl buluyorsunuz?” diye soruyor. Ö.’nün yanıtı şöyle: “Geçmişte askerin müdahalelerini gördük, o zaman çok canlar yandı. Ama AKP’ye bakınca, öyle bir hırslanıyorsun ki, biri canlarını yaksın, onları alaşağı etsin istiyorsun, bu Genç Parti mi olur, ordu mu olur… Ama çok da taraftar değilim ordunun siyasete karışmasına (…) Ordudan bir açıklama yapıldığında, ‘Onlar kim karışmaya hakları yok!’ Halk meydanlara dökülüyor, ‘Onlar kim!’ Medyayı da kısıtladılar. En kötüsü de bu, hiçbir şey öğrenemiyorsun.”
Kanaltürk’ün kendisi için yerinin çok ayrı olduğunu, Tuncay Özkan’ı, konuklarını, Cüneyt Arcayürek’in sohbetlerini çok beğendiğini söyleyen arkadaşına katılıp, “[z]aten bir Kanaltürk var,” diye ekliyor. Haber alma olanağının kısıtlandığını söylemiş olan Ö., düzenli gazete alıyor musunuz, diye sorulmuş olan soruyu da şöyle yanıtlıyor: “Bizde gazete okuma alışkanlığı pek yok. Eskiden arada sırada alınırdı (…) Ama üç-dört senedir gazete alınmıyor. Babam bakkalda okuyor. Haberleri babamdan alıyoruz,” -ve gülüyor.
Abdullah Gül’ün olası cumhurbaşkanlığına ilişkin tutumu ise şu: “Her türlü kararı çok kolay alacaklar, hiçbir denetleme olmayacak. Zaten planlanan da bu, cumhurbaşkanı piyon gibi orada duracak, kararları Tayyip Erdoğan alacak. Bir de eşinin türbanlı olması sakıncası var. Biz artık dışarıda İslami bir devlet gibi görünüyoruz (…) Kesinlikle çok büyük bir artış var başı bağlılarda”. Laikliğin tehlikede olup olmadığı sorulduğunda da, “Her şey çok saman altından yürüyor gibi, bir anda duyuyorsun ki, Atatürk’ün resimleri kaldırılıyor (…) Dolayısıyla, kendi adıma çok korkuyorum. Bir düzen gelecek ve bir sabah sokağa başı açık çıkamayacağız…” diye kaygısını dile getiriyor. İran kastedildiğinde ise, “[ö]nümüzdeki seçimlerde bir daha seçilirlerse, bizde de aynı şey olabilir,” diye açıklıyor fikrini.
Sıra Cumhuriyet Mitingleri’ne geliyor. Herkesin AKP’nin gidişatına karşı meydanlara dökülmüşlüğünü önemsiyor, Ö. Ailecek gitmişler: “Annem de çok istedi gitmek, annemin bu hükümetten çok canı yanmış. Kapalılara karşı annemde büyük bir antipati oluştu.” Hayatında hiç 1 Mayıs’a katılmamışsa da, bir kez F tipi cezaevleri ile ilgili bir gösteriye, bir de sendika kapatılması ile ilgili bir eyleme katılmışlığı var. ‘Sol denen’ partilerin de üzerlerine düşeni yapmadıklarını düşünüyor. Ancak, AKP’nin alt edilebilmesi için solun birleşmesi gerektiği fikrinde. Birleşmelerini istedikleri CHP ve DSP. Onlara da pek güvenemiyor, anlaşamayan çiftlere benzetiyor: “Benim için de ‘birleşin’ sloganı manalıydı, çünkü artık sağ-sol diye bir anlayış kalmadı, en iyisi birleşmeleri (…) Hepsi birleşsin! (…) CHP’ye vermeyecekse insan MHP’ye vermeyi düşünüyor”. Görüşmeci, annesinin AKP’den yana canının neden yanık olduğunu soruyor: “E kızı iş bulamadı! İş arıyorum, yok! Annem din sömürücülerinden hep nefret etmiştir”.
Ortaya atılan bir başka soru, “Kendinizi Atatürkçü olarak görüyor musunuz?” Ö., [b]en şimdiye kadar kendimi hiç bu kadar Atatürkçü hissetmemiştim (…) Bir özgürlüğümüz vardı en azından, bu kadar korkmuyorduk, şimdi laiklik elden gidiyor diye korkuya kapıldık. Belki bu da siyasi bir oyun. Bilmiyorum. (…) Ama sonuçta böyle bir tehlike var. Atatürkçülük de buna karşı,” diye açıklıyor tutumunu.
Diğerleri gibi, Ö.’lerin de hayatında geçim dertlerinin, maddi zorlukların üstesinden gelmede komşu, akraba dayanışması önemli. Patron ücretini ödemiyor, sigortasını da yatırmıyor. Ö. bunu söylerken gülüyor. ‘Maaş’ dediği ücretini verseler özel sigorta yaptırma yanlısı. “Sendika diye bir şey yok.”
Görüşülen dört kişinin de oy vermeyeceği partinin AKP olduğunun anlaşılması üzerine, Ö., “[b]ir de Komünist Parti!” diyor ve hep birlikte gülüyorlar. (Komünistliğin eski ve yeni alımlanışı ile bir kafa karışıklığı yaşandığı anlaşılıyor. Biri, o meyanda, Doğu Perinçek’e saygısını anıyor, bir başkası, onun da komünist olduğunu hatılatıyor, bir başkası, adamın [Perinçek] fikirleri iyi olsa da etrafının ‘cins’ olduğunu ekliyor, saygısı olan saygısını Ermeni meselesinde Ruslardan çokça belge toplamışlığı malumatı ile pekiştirmek istiyor -olası siyasi tercihi sorulduğunda, CHP, MHP ve Genç Parti arasında kararsız kaldığını bildiriyor.) Ö., önceki seçimde DEHAP’a, ondan önce de ÖDP’ye vermiş oyunu. Lakin, “[s]onra sırtını sisteme dayadığını ve demokratik olmadığını” görmüş, ÖDP’nin: “Farklı sesleri susturdular ve bölündüler”. Bu işleri nasıl yaptıkları ile ilgili doğrudan bir gözlemi olmamış. Herhangi bir toplantısına katılmamış. Kürtlerin Meclis’te bir sesi olsun istediği için DEHAP’a vermiş oyunu. Bölme niyetleri olmadığını, ölmek istemediklerini düşünüyormuş. Bütün bu seçimlerine rağmen Cumhuriyet Mitingleri’ne katılma sebebini AKP karşıtlığı olarak açıklıyor yeniden. “Sol diye bir şey kalmadı. Bir tek Doğu Perinçek işte… Benim tek derdim AKP olmasın! (…) Kaldı ki, artık hiçbir partiye inancım yok.”
Ö., en acil çözüm isteyen, en ağır sorunun savaş olduğunu düşünüyor. Sonra da, ‘şeriat’. Görüşmeci, yine de en çok korktuğunu söylediği şeye en az taraftar olanın AKP gibi göründüğünü söylediğinde, “[b]ir yandan da bunların hepsi bir seçim oyunu gibi geliyor. Tam seçim döneminde bu olayların bu kadar artması…” diye kuşkularını dile getiriyor. Ordu ve AKP’yi aynı kefede düşünmüyor. Ordu, sivil siyaset ilişkisine bakışını da şöyle açıklıyor: “Ordu benim için savaşın simgesi, bana ‘her an savaş olabilir’i hatırlatıyor. Siyasetçilere karşı bir güvence olarak görmüyorum, ordunun hükümete el koymasını istemiyorum. Bu iş düzelecekse, halkın iradesiyle düzelsin, ordunun baskısıyla değil”.
Ö.’nün yanıtlarını (bu yazının sınırları içinde) ayrıntılı olarak irdeleme olanağına sahip değilim. Ancak, önyargının ve yetkecilliğe yatkınlığın biçimlenişi itibariyle bir resim kurduğumuzda; öncesinde DEHAP (Meclis’te Kürtlerin de sesi olması isteğiyle) ve ÖDP’ye oy verdiği halde görüşme zamanı -gönülsüz de olsa- CHP-DSP birleşmesine umut bağlamak isteyen, sola niyetle en son Doğu Perinçek’i tanıyan, hayata dair haberdarlığı bakkal babanın dükkânında okuduğu gazeteler ve bakkala yolu düşenlerden aktardıkları ve bir miktar da o vakitki Kanaltürk’ün söyleyip gösterdikleri ile sınırlı olduğu halde her şeyin altında başka hesaplar olduğu kuşkusu ile yaşayan ve tüm siyasi ilgi ve heyecanını (‘bizi büyük devletlerin -somut olarak, ABD’nin- güdümüne sokup onların oyununu oynatan, ülkeyi batıran, dış ülkeler nazarında bizi İslam devletiymişiz gibi gösteren, saman altından su yürüterek Türkiye’yi İranlaştırmaya ve tek özgürlükleri laikliği ellerinden almaya niyetli, Ö.’nün iş bulamamasının ve o nedenle annesinin başı kapalılara düşmanlığının müsebbibi) AKP’nin engellenmesine, dahası, intikamın alınmasına hasreden, ordunun sivil siyasi yaşama elkoyuculuğunu kabullenemese de AKP’nin önünün alınması, canlarının yakılabilmesi, hırsının dindirilebilmesi için CHP-DSP’ye, olmazsa MHP’ye, o da olmazsa Genç Parti’ye, daha da olmadı orduya bel bağlayan ve Atatürk portlerinin durmadan ortadan kaldırıldığı ülkesinde hayatında hiç olmadığı kadar Atatürkçü olan… genç emekçi bir hanım Ö. görmekteyiz. Resim budur!
Sonuç
Önyargılı/yetkecil tavrın ördüğü toplumsal görüngüler, bir tür, ‘kendi olma/kendilik’ sorununu yansıtmaktadır. Kendi olmak, yazılmış olan ne ise hayırlısı ile onu olmak değil de kendi olma yolunun önünün açıklığı (ya da o yolu kendisine açan iradenin kendisi) ise, kendi olamamak da, kendi olmanın/ hayat içre özgürce serpilmenin ketlenmesi hâlidir. O anlamda, kendi olabilme yeterliliği, başkalarının da kendileri olma hak ve özgürlüklerini kaçınılmaz biçimde tanıma gelişkinliği, her kendi olamama hâli ise, -beraberinde- başkalarının kendi olmalarını hor görme, kendi olamama erinçsizliğinin müsebbibi bir dış düşmanı ötekinde bulma, her kendi olma arayışına -mümkünse- dünyayı dar etme habasetine yatkınlık demektir. Öte yandan, özgürce kendi olabilme, kendinde ötekine yer açabilme zenginliği olduğu kadar, ötekinde kendini bulma olanağıdır da aynı zamanda.
Önermem, ağırlıklı olarak ruhsalcı bir duyarlık üzerine kurulu gibi görünse de, aslında, kendi olabilme süreçlerinin nesnel/ideolojik koşulları ve -özne(l)leştirici ideolojiyi taşıyan- pratik özneler üzerinden, bireysel/ruhsal olanla toplumsal/nesnel olanın eytişimsel sarmalını imler. Ve o anlamda, kendi olma/ kendilik meselesi, bireyin kendi özne(l)liği kadar, onu özne olarak tanımlayan/kuran, kurumları (aile, okul, din, vb.), sınıfları, siyasi devimleri de kuşatır.
Anılan duyarlık gereği, önyargılı/yetkecil davranış örüntüleri, bireysel (tekil) ruhsal rahatsızlıkların doğrudan bir görünümü (tezahürü) gibi alınmamalı, ‘uygun koşullarda’ (hızı, şiddeti kişiden kişiye değişse de) herkesin ruhsal gerileme ve ilkel savunular üzerinden tavır alma yatkınlığında olduğu akılda tutulmalı, önemli olanın, kişinin, nesnel gerçekliği ile bağdaşıklık, varoluşsal farkındalık ve kendiyle ilişkisindeki doğrudanlığını bozan ‘uygun koşulları’ ayrıştırmak olduğu unutulmamalıdır.
Oradan mahallemizin ‘u(p)ygun koşulları’na dönecek olur isek: Ülkemizde, ‘devlet-toplum/sınıfsallık-birey’ ilişkilerine baktığımızda, ‘kendi olma’nın toplumsal/nesnel çerçevesinin sorunlu olduğunu söyleyebiliriz, öncelikle. Apayrı bir değerlendirme konusu olacak özgünlük ve genişlikte ise de, şunu söylemeliyiz bir kere: maya, talihsiz karılmıştır. Kurucu ideolojinin kendisini bir devlet olarak kuruşu yeterli -hayata sinmiş- sahicilik ve sicilden yoksundur. ‘Muasır medeniyet’ diye esas aldığı uygarlık, sermaye birikiminin monarşiye karşı -emekçi katmanları da yanına alarak- gerçekleştirdiği ‘burjuva demokratik devrim’in (bir ânlık devirme değil, sınıfsal çatışmanın -hakikatin- kaçınılmazca hazırladığı burjuva demokratik devrimin) uluslaştırdığı halka dayalı, kendisini (keyfen değil, kendini kuran hakikat onu gerektirdiğinden) dini yetkeden ayıran devletiyle (yani, nesnel çelişki ve çatışmaların sarmalında, hayatın/kendi olma gerçekliğinin içinden yapılanmış) bir cumhuriyet iken, bizimkisi, eşitsiz üretim ilişkileri içinde önüne çıkan muasır medeniyet karşısında (sahiciliği kalmadığı için) kendiliğinden çözülen padişahlık yetkesi üzerine kurulu, giderek atkısı ve çözgüsünü -devlet olma iradesini devlete baskınla ele geçirmiş- militer/paramiliter İttihatçı maharet ve itiyatlarla çatmayı gelenek belleyen, hayatın gerçekliği içinde tüketip aşamadığını yukarıdan dayattığı üst/ün (milliyetçi-devletçi-laikçi-seçkinci) değerlerle tedavülden kaldırma telaşında, el konulanı elden kaçırma korkusuyla her dem kendine (içli-dışlı) düşman icat etmeyi tek varoluş dayanağı bellemiş, gayri müslim azınlıkları ile olsun, sınıfsal duyarlıkları üzerinden hayatı yeniden örmeye eğilimli (olduğunu var saydığı) solu ile olsun, Kürdüyle ve inanışları ile sınıfsal konumunu aşağıdan yukarıya hayata katmaya meyyal İslamcısı ile olsun, tüm kendi olma arayışlarına karşı savaşa savaşa Ergenekonlara vurmuş bir cumhuriyet. ‘Türk’üm, doğruyum, çalışkanım’la güne başlayan çocukların, Genelkurmay ihtarları ile uykularına yolculanan büyüklerin cumhuriyeti.
Evet; bu ülkede, siyasi pratikleri, sınıfsal konumları ve etnik-kültürel-inanışsal-cinsel kimlikleri, aile, okul, vb. her türlü kurumsal yaşantısal deneyimleri içinde bireylerin kendileri olması zordur. Her ne olunursa olunsun, bir biçimde, TSE damgalı önyargılara ve yetkenin nizamiyesine sırt dayamak en zahmetsiz ve en makbul yoldur. Hal böyle olunca, kendi olmanın sahici olanaklarından yoksun olanların, ‘Er-gene-kon’cuların kondurmacalarına râm olmaları, Adorno’nun da tespit ettiği tarzda -gözü dönük ve şehevi- yetkenin önyargı sopalarına, dahası, sopanın sapına sarılmaları şaşırtıcı değildir. Zoru aşmanın yolu ise, her dem ve hayatın her alanında (az önce altını çizdiğim ‘uygun koşullar’ı tasfiye etmek anlamında) alabildiğine açıklık, eleştirel kabul, alabildiğine özgürlük ve demokrasi inadıyla tüm tahakküm ve hiyerarşilere karşı mücadeledir -‘sosyalist sol’un hayatı değiştirme/dönüştürme etiği de -geçecekse- oradan geçecektir. (16)
__________________________________________________
1. Yattık, kalktık, yattık, kalktık… -bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca nice ‘derin’ kâbusla nasıl da koyun koyuna yattığımıza dair içgörüden yoksun- bağnaz ‘sol’cuların dahi nasiplenmesine elverecek ipuçlarıyla dolu bir iddianamenin mahkemece kabul edildiği 25 Temmuz 2008 tarihine uyandık. Yaklaşık on gün önce başlayıp ara ara döndüğüm yazıma bugün (26 Temmuz) bu notu düşme ihtiyacını duydum -biline.
2. ‘Qualitative Studies of Ideology’/ The Authoritarian Personality, Harper and Brothers, New York, 1950. Türkçe’de: Otoritaryen Kişilik Üstüne/ ‘Niteliksel İdeoloji İncelemeleri’, T. W. Adorno, çev. Doğan Şahiner, Om Y., İstanbul, 2003.
Bu çalışmada, kişiliğin yapısal kuruluşunu anlamada Freud’un psikanaliz kuramı yardımcı olmuş. Olguların ölçümlenebilir yönleri için de daha görgül/akademik yaklaşımlardan yardım alınmış. Ama şunu özellikle vurgulamak koşuluyla: “Kişilik baştan beri verili ve hep öyle kalarak çevredeki dünya üzerinde etkide bulunan bir şey değildir; toplumsal çevrenin etkisiyle değişir ve içinde yer aldığı toplumsal bütünden yalıtılamaz”. O nedenle de, kişilik, “ideoloji üzerindeki toplumsal etkilerin dolayımlandığı bir aracı” olarak ele alınmalıdır. (A. g. y., s. 9)
3. Burada, geçerken, somutlamam gerekirse, örneğin, kişinin kendisini ‘solcu’ diye isimlendirmesi, o kişinin, solcu olmanın evrensel kabuller içindeki (diyelim, özgürlükçü, eşitlikçi, demokrat, insancı, barışçıl, vb.) değerlerini kişilik kuruluşuna içselleştirmiş olduğunun güvencesi değildir -ki, bu yazıyı kaleme alışımın temel nedeni de, girişte de belirttiğim üzere, ülkemizde, anılan değerlerin, hali hazırda kendisini solcu diye isimlendiren bir kesim tarafından -ilginçtir, yine solculuk adına- kolayca gözden çıkarılabilir oluşudur.
4. A. g. y., s. 15.
5. A. g. y., s. 16-18’den yararlanılmıştır. Bu ve diğer soruların sonunda, görüşülen kişiler, ‘yüksek’ ve ‘düşük’ puanlı olarak ayırılıyor. Yükseklik, önyargılı/yetkecil anlamında bir yüksekliği ifade ediyor -ya da tersi.
6. Alt başlıklar içinde görüşmelerden (italik olarak) bazı kesitler alıntıladım. Başlıklara göre yaklaşık sayfa aralığı belli olduğu için dipnot kullanmadım.
7. Bilindiği üzere, psikanaliz açısından ‘ambivalens’, bir nesne ile ilişkide, karşıt eğilim, tutum veya duyguların (‘sevgi ve nefret’in) aynı nesneye yönelik olarak bir arada -aynı zamanda- var olmasıdır. Adorno’nun altını çizdiği karşıtlık ya da karşıtdeğerlilik ise, sevgi ve nefret gibi iki ayrı dürtünün nesne yatırımları itibariyle karşıtlığını değil, ‘saldırganlık dürtüsü’nün etken/edilgen karşıtlığını ifade etmektedir.
8. Burada kullanılan ‘nesne’ sözcüğü, muhatap alınanı küçülten anlamında nesneyi değil, -psikanalitik ‘nesne ilişkileri kuramı’nın da ana unsuru olan- dürtüsel yatırımın yapıldığı şeyi ya da kişiyi imler.
9. Tabii, bu arada analitik duyarlıklı görüşmenin nitel farklılığını da vurgulamak gerekir. Sözgelimi, görüşülen kişilerden biri, ‘Yahudi sorununa ilişkin ne düşünüyorsunuz?’ sorusunu, ‘Pek bir sorun olduğuna inanmıyorum. Onlar sorunları olmayacak kadar kurnaz’ diye yanıtlıyor. Yani, bir yandan, Yahudileri sorun olarak görmediğini (önyargısız olduğunu) ima ediyor ama öte yandan da ‘sorun’u ‘güçlüğü olma’ya kaydırmak suretiyle ‘kurnazlık’ önyargısını (‘Yahudiler sorunları olmayacak denli kurnazdır’) dışa vurmuş oluyor.
10. Paranoid yapının işleyişi hakkında, bkz., ‘Toplumsal Paranoya Hattı/Bilinen Numaralar’ başlıklı yazım: Birikim, sayı 220/221.
11. Anımsanacağı üzere, Baskın Oran, ‘Sol’da Bağımsız Ortak Aday’ duyurularında hangi mazlumların sesi olunacağı açıklanırken, ‘Cinsel Kimlikler’de -cinsel kimliklerinden dolayı mağdur olanlar kısmında-, kadınlar, eşcinseller ve travestiler arasında anılınca feministlerin çok kızmış olduğunu, onların da, ‘Kimse kendisini değil, bir diğerini savunacak!’ diye reçeteyi düzenlediklerini aktarıyordu. Bir şekilde mağdur kabulü gören AKP’lilerin kendi partileri gibi kapatma davaları sürerken dahi Kürt kökenli temsilcilerle el sıkışmaktan kaçınmaları da benzer bir eğilimin örneğidir. Vaziyetin psikanalitik açıklaması ise, ‘saldırganla özdeşim’ kurarak mağduriyeti telafi etme, etkisinden sıyrılma çabasıdır. Aslında, yetkeye yamanmak üzere önyargılara kapılanmak, bir başka deyişle kendi olmanın kısıtlarını kırmak üzere -siyasi- mücadele vermek yerine eli sopalının sopasını sıvazlamayı seçmek de aynı kapıya çıkmaktadır.
12. Adorno ısrar ettiğine göre ben biraz daha açayım: Ruhsal gelişim sürecinde ‘paranoid’ evreye denk düşen temel savunu, nesne alımlayışını (içsel yaşantıyı) ‘iyi / kötü’ diye bölmek ve kötüyü dışarıda bulunan bir ‘düşman’a yansıtmaktır. Bireyin benliksel bütünlüğünü korumak üzere geliştirdiği bu türden tutumlara ‘savunma’ diyoruz. Savunmayı davet eden, dürtüsel istemlerle öznel gerçeklik yargısının (bilinçdışı düzeyde) çatışmasından kaynaklanan kaygıdır. Söz konusu benliksel bütünlüğün tehdit altında hissedildiği, ‘bastırma’ gibi yüksek düzeyli savunmaların yeterli olmadığı durumlarda, dünya ile kurduğumuz eski ilişki (‘nesne ilişkileri’) tarzlarımıza gerileme eğilimi gösterir (bunun kendisi de bir savunmadır ) ve daha eski (ilkel) savunma düzeneklerimize işlerlik kazandırırız. Ekleyeyim, bizim, belirtisel (‘symptomatic’) davranış örüntümüzü kuran da bu savunma süreçleridir. Sonuç olarak kendimizi savunmak üzere, ne kadar bastırmanın ötesine geçer ve gerilersek o kadar ilkel savunmalar kullanır, o denli benliksel bütünlük ve zenginliğimizi bozar, gerçek yargımızı da o denli zaafa uğratırız.
Şimdi, önyargı dediğimiz şey de (Adorno’nun da vurguladığı gibi) bir tür savunmadır. Ancak, yukarıda anılan yetkecil/gizil faşist kişiliğin kullandığı önyargı düzeneği, çoğu kez, az önce açmaya çalıştığım paranoid düzeyli savunma ile eşdeğerlidir. Peki, bu sözü edilen kişiler tümden akıl hastası mıdır? Hayır, o düzeyin dayatabileceği ölçüde sanrısal (hezeyani) ya da varsanısal (‘hallucinative’) tam bir gerçekten kopukluk göstermezler fakat belli nesne ilişkileri alanında kısmi gerilemeleriyle (paranoid düzeyli savunmalar üzerinden) önyargısal davranışlar geliştirirler. O ölçüde de hayatla kurdukları ilişki bağlamında benliksel verimlilikleri düşük, hayata katılımları verimsiz, gerçeklikle bağıntıları bozuktur.
13. “Nefret, hem nesnenin gerçekliğinden bütünüyle ayrılmış hem de ego’ya tamamen yabancı, hemen hemen otomatik, saplantılı [‘compulsive’] bir tarzda yeniden üretilir ve pekiştirilir.” Burada, yazarın bir başka vurgusu daha var ki, bazı özgül örnekler bağlamında sorgulanması kaçınılmazdır: şunca zulüm hangi bastırılmış suçluluk duygusunu yansıtmak için olabilir acaba?
14. ‘Hangisi İyi, Hangisi Kötü’ başlıklı yazı/ Siren İdemen ve Ayşegül Oğuz, Express, Haziran 2007, sayı 73.
15. Ö. seçimim, bana, diğerlerine göre siyasi bilinci daha dolgun (daha ‘sol’ açılımlı), konumuz için daha tayin edici gelmesindendir.
16. Yazım bitti (30 Temmuz). Biterken yazının perdesine şunlar da düştü: Genelkurmay Başkanlığı tarafından, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda uzun süredir devam etmekte olduğu vurgulanan soruşturmanın basında kamuya yansıtılışı kasıtlı bulunarak T. S. K. mensuplarını gündemdeki meselenin içine çekmek niyetlisi “görünüşte özgürlük ve demokrasi savunucusu… Türkiye’nin istikrarını bozan odaklar ”a yönelik olarak ‘T. S. K.’nın gerçek sahibi yüce Türk milletinin yasal ve demokratik tepki göstermesi doğal beklentisi’ basın duyurusu ile açıklandı (18 Temmuz, ‘Cuma/gece’). 47’si tutuklu 86 sanığın ‘terör örgütü kurmak ve yönetmek, halkı silahlı isyana teşvik ve cinayete azmettirmek’le suçlandığı Ergenokon davasında ilk duruşma 20 Ekim’de (26 Temmuz). Pazar gecesi, İstanbul Güngören’de yol kenarına konan bombanın patlaması sonucu 17 kişi öldü, 150’yi aşkın kişi yaralandı (27 Temmuz). Hürriyet Gazetesi, ilk baskısına, katliamın PKK’nın işi olduğunu manşetten yetiştirdi. Baykal da aynı iddia ile halkı ‘milli tepki’ vermek üzere sokağa davet etti. Halk işyeri ve konutlarını bayraklandırarak PKK’yı lanetledi. İtalya kendi Gladio’su ile hesaplaşmaya -60’ların sonunda başladı. Soruşturma -90’lı yıllarda açıldı. -70’li yıllar ve -80’lerin başı en kanlı yıllar oldu. Söz konusu süreçte, ABD’nin, CIA ve FBI aracılığıyla Hıristiyan Demokrat Parti’ye de milyon dolarla para akıttığı ortaya kondu. Ergenekon iddianamesinin ek belgesinde 2003 tarihli MİT raporundaki örgüt şemasında Baykal’ın da yer aldığı basına yansıdı (30 Temmuz). ‘Yaşlı-duayen gazeteci-ulusalcı-antiABDci-antiemperyalist abi’nin, AKP içinde yer alanların dışında herkesin isyan hâlinde yeni bir düzen ve iktidar arayışında olduğu tespitinden kalkarak ABD’den -aklını başına toplayıp İslamcılara verdiği desteği kendilerine kaydırmak üzere- destek ve anlayış talebiyle araya adam soktuğunun da iddianamede yer aldığı öğrenildi. Anayasa Mahkemesi, oybirliği ile kabul ettiği AKP’nin ‘laiklik karşıtı odak’ olmaklığı iddasına ilişkin davayı karara bağlamak üzere kapandı ve kapanmaya devam etmekte (30 Temmuz)… -kapananlar açıldı, altısı, AKP’nin kapatılmayı hak edecek ölçüde, dördü, hazine yardımı üzerinden cezalandırılacak kadar laiklik karşıtı odak olduğuna hükmetti.
_________________________________________________________________
Önyargılı ve Yetkecil Kişilik
Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün bazı üyeleri Nazi Almanyasını terk ederek ABD’ye yerleşti. Başka bilimcilerin de katkılarıyla ‘Önyargı Üstüne Çalışmalar’ı gerçekleştirip beş cilt hâlinde yayımladılar. Ciltlerden üçüncüsü, ‘Otoritaryen Kişilik’e T. W. Adorno’nun ciddi katkıları oldu: Otoritaryen Kişilik Üstüne / ‘Niteliksel İdeoloji İncelemeleri’. (1)
Adorno, bu metinde, psikanalitik duyarlıkla yapılmış görüşmelere ve onlara ilişkin yorumlarına yer verdi. Yetkecil kişilik (‘authoritarian personality’) özellikleri ile yetkecil kişiliğin yapılanmasında onunla birlikte işleyen toplumsal koşulları değerlendirdi. Ruhsal/öznel olanla toplumsal/nesnel olanın ilişkisini, ‘ideoloji-ideoloji pratik’ düzleminde ele aldı. Toplumsal-politik-iktisadi koşullarla tinsel/zihinsel yapı arasında derinden derine işleyen bağları ayrıştırmaya çalıştı: Horkheimer’ın deyişiyle ‘yetkecil insan’ olarak anılan ‘antidemokratik propogandaya açık’ ve gizil anlamda ‘faşist’ bir ‘antropolojik’ tür nasıl ortaya çıkmaktaydı, sorguladı: Nasıl bir adamdır bu adam? Antidemokratik tavrının içeriği nedir, nasıl işler, kendisini nasıl ortaya koyar? Böyle bir adamı içeriden kuran güçler nelerdir? Nasıl gelişir, nasıl serpilip semirir böyle bir antropolojik tür?
Söz konusu çalışmada, kalkış noktası, Yahudilere (Yahudi azınlığına) yönelik düşmanlık (‘antisemitizm’) idi. Giderek değişti: “çalışmamız ilerledikçe, vurgu yavaş yavaş kaydı. Antisemitizmi, ya da bir başka azınlık karşıtı önyargıyı, kendi içinde sosyopsikolojik bir fenomen gibi çözümlemeyi değil, daha çok, azınlık karşıtı önyargının daha geniş ideoloji ve karakter modelleriyle ilişkisini incelemeyi ana görevimiz olarak görmeye başladık”. Bu da, çalışmaya, egemen ön/yargı ile nesnesi olan azınlık arasındaki ilişkinin evrensel doğasını serimleme olanağını verdi.
Psikanalize az çok bulaşan bilir, ruhsal gelişim sürecinde ‘paranoid’ evre derler, bir evre ve o evreye denk düşen bir tür savunma vardır: nesne alımlayışını (içsel yaşantıyı) ‘iyi / kötü’ diye bölmek ve kötüyü dışarıda bulunan bir ‘düşman’a yansıtmak. Bireyin benliksel bütünlüğünü korumak üzere geliştirdiği bu türden tutumlara ‘savunma’ diyoruz. Burada derinine girmemize olanak yok ama, savunma ihtiyacı, dürtüsel istemlerle öznel gerçeklik yargısının (bilinçdışı düzeyde) çatışmasından kaynaklanır. Söz konusu benliksel bütünlüğün tehdit altında hissedildiği, ‘bastırma’ gibi yüksek düzeyli savunmaların yeterli olmadığı durumlarda, dünya ile kurduğumuz eski ilişki (‘nesne ilişkileri’) tarzlarımıza gerileme eğilimi gösterir (bunun kendisi de bir savunmadır -‘regression’) ve daha eski (ilkel/ ‘primitive’) savunma düzeneklerimize işlerlik kazandırırız. Ekleyeyim, bizim, belirtisel (‘symptomatic’) davranış örüntümüzü kuran da bu savunma süreçleridir. Sonuç olarak kendimizi savunmak üzere, ne kadar bastırmanın ötesine geçer ve gerilersek o kadar ilkel savumalar kullanır, o denli benliksel bütünlük ve zenginliğimizi bozar, gerçek yargımızı da o denli zaafa uğratırız.
Şimdi, önyargı dediğimiz şey de (Adorno’nun da vurguladığı gibi) bir tür savunmadır. Ancak, yukarıda andığımız yetkecil/gizil faşist kişiliğin kullandığı önyargı düzeneği, çoğu kez, az önce açmaya çalıştığım paranoid düzeyli savunma ile eşdeğerlidir. Peki, bu sözü edilen kişiler tümden akıl hastası mıdır? Hayır, o düzeyin dayatabileceği ölçüde sanrısal (hezeyani) ya da varsanısal (‘hallucinative’) tam bir gerçekten kopukluk göstermezler fakat belli nesne ilişkileri alanında kısmi gerilemeleriyle (paranoid düzeyli savunmalar üzerinden) önyargısal davranışlar geliştirirler. O ölçüde de hayatla kurdukları ilişki bağlamında benliksel verimlilikleri düşük, hayata katılımları verimsiz, gerçeklikle bağıntıları bozuktur.
Şimdi de, yazımızın kısıtlılığı ölçeğinde, Adorno’ya dönelim ve görüşmeler sonrası nelerin altını çizmiş önyargı/lılık ve yetkecil kişilik bağlamında, bir bakalım: Önyargılı kişi, bir açıdan, ‘sado-mazoşist’ bir tutum içindedir. Bir yandan yetke ile (bunu, somut bir kişi ya da bir üst ülkü / ideal olarak düşünelim) özdeşim kurarak onun gücüne kendisini bırakmakta (mazoşizm), bir yandan da, önyargının hedef aldığı nesneyi olumsuzlamakta, değersizleştirmektedir (sadizm -ki, koşullar elverdiğinde açık faşist saldırı da buradan yürüyecektir).
Az önce andığım paranoid gerileme neticesinde ise, önyargılı kişi, başkasına yönelttiği ‘nefret’ üzerinden kendisine yönelik nefretin yolunu (nefret eden ben değilim, o!) açmakta, giderek, savunma kaygısı içinde düşmansız yapamaz (‘persecution mania’), deyim yerindeyse, düşmanına sevdalı bir hâle gelmektedir. Yine aynı gereksinimler çerçevesinde, önyargının yöneldiği nesneye -kendisine yüklenenlerle- aşırı bir güç vehmedilmekte, bir yandan değersizleştirilip olumsuzlanmakta, öte yandan da, tekinsiz bir gücün taşıyıcısı olarak kabul görmektedir. Bu tutum, hem, tehdit algısı ve tehdit edenin güçlülüğü üzerinden tehdide maruz kalanın kendisini büyümsemesini sağlamakta, hem de, -gerçekte olmadığı ölçüde (imgesel)- güçlülük vehmedilen şeye yönelik yaptırımın şiddetinin katlanmasını kolaylaştırmaktadır.
Adorno’nun bir başka saptaması da, önyargılı kişilerin, kuyruğuna takıldıkları yargıların aslını astarını aramaya gönülsüz, tembel ve kafası karışık kişiler oldukları. Sözgelimi, önyargılı kişinin, yaşadığı yabancılık duygusunun belirleyenlerini ayrıştırmak yerine, yaptığı, bir azınlığın yabancılığını öne çıkarmaktır. Dahası, kendinde anlaması ve çözüm getirmesi gereken yabancılaşmayı azınlık olarak seçilmiş olana yansıtmasına yarayan yargı ne kadar basit, basmakalıp ve sorgulamaya kapalı ise, o denli büyüleyici bir güce sahip olmaktadır bu tembel kişiler için.
Önyargılı kişiler, sahte entelektüel ve seçkinci hiyerarşik tavır göstermeye de eğilimlidir. Önyargının hedefi olan azınlığa ilişkin genellemeler yapmak, ‘doğrusunu ben bilirim’ havasına girmek de bu kişilerin sanatına dahildir. Tabii, hedef azınlığı bu denli genellemeli önyargılarla kuşatmak önyargılılara kitlesel yaptırım uygulama zeminini de sağlamaktadır.
Kaldı ki iş oraya varmışsa, her türden yaptırım ahlaki anlamda rasyonalize edilmekte, pürüz çıkaran vicdani öğeler yenilgiye uğratılmakta, yenilgiye uğratılanların enerjileri de içsel ihtiyacın yedeğine alınmaktadır. Adorno, böylelikle, yansız bir muhakemeye tabi tutulmak üzere suç delilleri dosyasını mahkemeye sunması beklenen savcının tutumundaki olağandışılıktan söz etmiş olur. Örneğimizdeki savcı, suçun kanıtlarını toparlayıp iddianamesini düzenlemek yerine suçu görünmez kılmakta, -o anlamda suçludan yana olmakta- dahası, mahkeme de suçlunun fiilini haklılaştırıcı bir tutum izlemektedir. Bu, Adorno’nun deyişiyle, üstben(liğ)in faşist kişilik tarafından ele geçirilmesidir (“kişilik içerisinde kendilerini antisemitizmde dile getiren itkileri savcı, vicdanı da yargıç olarak niteleyebilir ve bu durumda ikisinin kaynaşmış olduğunu söyleyebiliriz”). Tabii, kültürel ayrımcılık öyle bir noktaya gelmişse, yıkıcı itkilerle beslenen düşmanca tavrın ölçüsü de olmayacak, fırınlar kurulacak ya da kurşun enseye sıkılacak, dahası, suç, öldürene değil ölene yıkılacaktır.
Kıssadan hisse: Aktarmaya çalıştığım önyargılı/yetkecil örüntüler (kendi toplumsal/nesnel koşullarının renklendirmeleri ile birlikte) evrenseldir. Dolayısıyla, tevellüdü Cumhuriyet’i öncelese de bir türlü çatışma alanımızdan çıkıp benliksel zenginliğimize katılamayan Ermeniler ve Ermeni meselesinden tutun da oradan Kürtlere ve Kürt meselesine ve dahi, son azılı muhatabımız ‘irticaya teşne laiklik karşıtı odağımıza’… kendi geleneksel düşman/lık kabullerimizi de rahatlıkla anılan tutumsal örüntülere yerleştirebiliriz.
Peki; ilkel savunmalarla malul toplumsal kendiliğine bildik önyargılarla çıkış yolu bulmaya didinen, tüm sokaklarını ısrarla yetkecilliğe çıkaran, giderek yalnızlığa mahkûm fakat masum olmayan güzel ülkemin reçetesi? Her aklı selim sahibinin malumu: ‘Hayatın her alanında alabildiğine açıklık, eleştirel kabul, alabildiğine özgürlükler ve inadına demokrasi!’
_______________________________________
1. ‘Qualitative Studies of Ideology’/ The Authoritarian Personality, Harper and Brothers, New York, 1950. Aynı isimle Türkçe’ye çev. Doğan Şahiner, Om Y., İstanbul, 2003.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | Leave a Comment
No Responses Yet to “Önyargılı ve Yetkecil Kişilik”