Psikosiviliyatrik Bakış

18Tem08

 

 

 

 18 Temmuz 2008 tarihli Radikal Gazetesi’nin ‘Yorum’ sayfasında yayımlanmıştır.

 

 

 

Aslında bir başka girizgâhla bir başka yolculuğa çıkmak üzere ekran başına oturmuştum -hani, yeni bir dosya açar, yeni bir yazıya sıvanırsınız ya. Baktım, bilgisayarımda bir vesile ile kurulmuş bir girizgâh var zaten. Okudum, ‘E iyi,’ dedim, bugüne de gider ve oradan aldım lafı. Şöyle:

 

“Görece ciddi televizyon kanallarından birinde, aydın-akademisyen çevresinden birkaç muhterem, kanalın oturum yöneticilerinin ayak açan soru ve yönlendirmeleri eşliğinde, ‘demokrasi’nin ne olup ne olmadığını tartışmaktalar. Ama ne tartışma! Sanki, meret, bir yerlerde ve yenilerde icat edilmiş bir şey de, meraklı yerli tüketici adayına ön bilgi sunulmakta. Ertesi hafta, yine aynı kanal ve mürettebat, bu kez, yeniden keşfedilmeyi bekleyen ‘laiklik’in ne olup ne olmadığını müzakereye çökmüş.

 

Nezih kanalın bir de misafirleri var: lüzumu hâlinde görüşlerine başvurulur gibi yapılacak olan bir kalabalık -ki, hoş bir resim verilsin ahaliye. Mürettebattan olanı, o sihirli âleti -mikrofonu yani- uzatıyor misafirden üniversiteli kardeşimize. Mesele laiklik ve kaçınılmaz muhatabı irticaya teşne(!) Müslümanlarımız ya, üniversiteli -hoşgörülü laikliğimiz adına orada hazır edilmiş- Müslüman kardeşimize laikçi mikrofon soruyor: ‘Nedir yani mesele, n’olacak bu işler [kastı, türban], nasıl halledilecek?’ Genç Müslüman kardeşimiz, ‘Vallahi, lafı fazla dolaştırmayalım, öncelikli mesele, özgürlükler ve demokrasi…’, demeye kalmıyor, laikçi kapıyor mikrofonu elinden: ‘Tamam kardeşim, tamam, ben sana makale yaz demedim, yani sen üniversitende ne yaşıyorsun, ne hissediyorsun…?’ Elinin körü! Bir program yapmışsın ‘demokrasi’ diye daha bir hafta önce, o programdan bu programa demokrasi adına devşirebildiğin tahammül olmuş anca bu kadar! Eh yani, tahmin ediver artık YÖK’ün kışlalarında ne olmakta, ne hissedilmekte -bi zahmet…”

 

Nasıl? Ne değişmiş, birbirimizi dinlemek, anlamak (anlayış göstermek değil -ki, o bile henüz katılmış değil aramıza-, kendi kapılandığımızın dışında başkaca anlamları tanımak) anlamında? Baştan alıp -olanı biteni- hikâyeyi ergeneklemenin âlemi yok -gelip dayandığı yer anlatıyor zaten her şeyi.

 

Psikiyatri

Bu sayfada yer alan bir önceki yazımda, sorunlarımızı, ‘çözüle çözüle çözme’ umudumdan söz etmiştim (lafa da zaten oradan başlayacaktım). Göndermem, biraz da yapısalcılık sonrası felsefecilerinden Gilles Deleuze ve (yoldaşı gibi, Freudcu psikanaliz ve psikiyatri karşıtı) terapist Félix Guattari’ye idi. Çarpıcı çalışmaları Anti-Oedipus’ta şöyle yazmışlardı: “Dışarıya yürüyüşe çıkan şizofren, analistin divanına uzanmış nevrotikten daha iyi bir modeldir… bu gezintiler, şizonun yeryüzünü yeniden-keşfetme tarzıdır”. Kabasından alırsak, nevrotik, bazı marazlılık belirtileri ve benliksel kısıtlanmaları ile de olsa, bir şekilde, geçerli hayata (‘kapitalizm’ esaslı hayat anlaşılsın) kendisini uyumlandırmıştır. Halbuki, şizofren, aynı hayat karşısında, artık kendisini koyvermiş, hayatın bütün çözündürücü bileşenlerini gayet çözük bir tarzda (ve kimselere -hiçbir gerçeklik yargısına- hesap vermeksizin) aynalayan (hatta, Bahtinci anlamında ‘karnavalsı’) bir kişiliktir. Hoş, -bence- D&G’nin buyurduğu tarzda hayatı keşfedecek mecali yoksa da, hayatın dermansızlığını onun renkli aynasında okumamak da mümkün değildir. O anlamda, tutunacak dalı olmayan şizo, -kendisini tutan bir dal da olmadığı için hâliyle- devrime yatkın -bilge- bir şahsiyettir.

 

Öte yandan bir de bir ara durak vardır ki (TSE’li damgasıyla kabul görmesi gerektiğini Birikim’in 220/221. sayısında bilimsel bir soğuklukla ele almıştım), ‘paranoya’ derler ona, tam bizliktir. Nevrotik, hadi diyelim -‘takıntılı/obsessive’ bir örnek olsun-, bezdirici tekrarlarıyla kapıyı açar kaparsa da, bir şekilde kapıdan geçip bildik hayata duhul eder, bir ucundan tutar götürür onu. Eşiği atlama çabasındaki tuhaflık çok daha başka bir çatışmanın temsili ifadesi olsa da, canına tak etmedikçe, yürütülmesi üstümüze vazife olan hayata çok da ayak bağı olmadıkça, karşılıklı halden anlar yürür gideriz birlikte -nevrotikçe. Ha, onu diyordum, bizim asıl büyük mutabakatımız, nevrozun da pek kesmediği, ‘paranoyak/ça’ bir kertedir (vaziyeti oradan kerterizleriz biz). Paranoya mamulü (ya da, paranoya malulü) kişi, hayatı, ‘iyi’ / ‘kötü’ kabulü üzerinden (gayet sade bir şekilde!) tasarruf etme sanatının erbabıdır. Kendine sakladığı, kıymeti kendinden menkul (başkalarının iyileri ile değişim değeri olmayan) iyiciğinin muhafazası için hep bir kötüye, onun iyiliğini istemeyen bir ‘düşman’a ihtiyacı vardır. Kendisini hayata katacak yeterlilikte bir iyisi olmadığı için, hayatla ilişkisini, hayatını mahvetmeye niyetli düşmanlar üzerinden tanımlar.

 

Siviliyatri

Şimdi, girizgâhtaki resme bizi taşıyan Cumhuriyet’in kuruluşuna baktığımızda, yeterli bir ‘iyi’lik nüvesi etrafında oluşmuş sağlıklı/özgüvenli bir ‘biz’in olmadığı açıktır. Her şey bir yana, kendinden öncesini kendine külliyen düşman belleyip belleterek yol tutmaya çalışan tıknefes olmaya yazgılı bir iyilik hâlidir o: kendisini sonsuza dek tartışmaya kapatmaya azimli, sağlıklı bir aidiyet duygusu uyandırmaktan ziyade, tâbiyeti dayatan, bir tür, -milletini sevmek bile değil, milliyetçi değerlerini fetişleştiren- kendi kendini ülküleştiren bir iyilik hâli. Kendi hâlinde iyiliği ile hallenen bir iyilik olmadığı için, kıymetini, iyiliğine göz diken kem gözlüler üzerinden takdir etmeye ehil bir iyilik hâli. E hal bu olunca, -Rum’u, Ermeni’si, Kürt’ü ve bir vakitki gözdesi komünisti ve dahi şimdinin İslamcısı- say say bitmez düşmanının sırtından mürüvvet sürmede gayretkeş bir iyilik hâli.

 

Lakin bu son ‘düşman’ı fena çıktı. Kendi soyunun öteki örneklerinden de beter. Tam da inanışsal, kültürel kimlik ve değerlerin temel varoluşsal beliryeciler kabulü gördüğü günümüzde. Üstelik de yükselen bir sınıf dinamiğine yaslanıp sınıf çıkarlarını küresel olanı ile buluşturmaya soyunarak -aman da aman. E hadi, Rum’u Ermeni’yi milli parkımızda sergileyecek raddeye indirdik, dağda kart-kurt ederek Kürtleşenleri -kendi dil ve kültürleriyle kimliksel kabul görmeye özenenleri- geçen otuz yılda değilse bile önümüzdeki otuz yıllarda kart ettik, kurt ettik, hallettik. Hem Türk, hem Müslüman bu kabil ahaliyi ve onun sivil siyasi iradesini n’apacağız peki? Dur bakalım, o da kurucu iyilik hallerimizden (nev’i adımıza tescilli) laikliğin düşmanı bir odak değil mi? Evet tam da öyle ve öyleyse: k-a-p-a-t-ı-l-a! Olmadı, cumhuriyeti temel değerleri ile koruyup kollamaya kendi kendini tayin etmiş -yasa dışı- yapılanmalar da hazır edile -müdahil olmaları için her türlü şart yerine getirile! Eh, o odaksa, bu da meşru müdafaa -böylece de biline!

 

Solcusu mu? O ne ile meşgul? Sivil siyasi olanı berikiyle denkleştirip aradan çekilmekle: Aman sonumuz TUDEH’e benzemeye! İyi ya, o misal, sen ‘sol’san eğer, -ortak düşman üzerinden antidemokratik olanla kenetleneceğine- bir demokratik siyasi mücadele cephesi inşa etsene!

 

İşte böyle… darbe tutmayan teyel yerlerimizden söküle söküle -şükür!- geldik şizo-günlere. Uzandık hayata: Allah encamımızı hay’reyleye…



No Responses Yet to “Psikosiviliyatrik Bakış”

  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s


%d blogcu bunu beğendi: