Zillerini Kuşandın mı Aşkım?
16 Nisan 2008 tarihinde Varlık dergisinde yayımlanmıştır.
Aşağıdaki yazı, Başsavcılık iddianamesinin gündeme geldiği sıra yazılmıştır.
Şunun şurasında ne kadar oldu, bavulları hazırlamış Afrika’ya taşınma havasına girmiş idik –uzak muzak dinlemeden. Şimdi? Kim gider, böyle şenlikli bir memleketi, kim, nasıl gözden çıkarır? Yıllardır kurulu gerçekliğin içinde kura kura, kara-kuru-kavruk gün tüketirken, topyekûn allahın izni ile öteye hoplayıvermişiz mizahın eşiğinden, onu bile fark edememişiz. Evet, bazı elim kazalar olmadı değil, ama velev ki iş o raddeye varmış: hamdolsun!
O sabah karımı bu coşku ile kucakladım. Geçti, dedim, geçti. Bütün bu yolları (yağmurda, çamurda, karda) birlikte yürümüşüz meğer o seçkin kadrolu ‘ödenekli’ tiyatromuzla. Mizah, dediydim, doğrudan yüzleşilemeyen, hayat içinde ele alınıp halledilemeyen şeylerin dışa vurumu ise, gerçekten de ciddiye alınması gerekir. Lakin, mizah, doğrudan yaşanıp tüketilir olmuşsa, koyver gitsin, zil takıp oynama zamanıdır: Hamdolsun!
Yani, öylesine hamarat bir tiyatro, ödeneğini ziyadesiyle hak eden öylesine muazzam bir kadro ki! Yahu, daha kaç güncük olduydu, ‘Danıştay Başsavcısı’ nâmı ile anılan bir hanımefendi, bir askeri darbeyi, sivil siyasi hayatın asker darbesi ile sonlandırılmasını, üstüne üstlük, üç siyasetçinin idam edilmesini övülesi bir marifet olarak anıverdiydi de, kimsecikler oralı olmadıydı… (Yoksa, ziller, perdenin Abdurrahman Bey’le açılışı beklenmeden o gün mü takılmalıydı?) Neyse efendim; ezberi muhkem, sahneye çıkacağı ânı kollamakta olan hamda vesile Abdurrahman Bey, meğerse, aldığı oyun yarısından fazlasıyla kendisine fark atana rağmen ‘Yargıtay Başsavcılığı’na atanmış, dahası, aynı ‘seç(k)i(n)ci’ tarafından, 33 oy eksiğine rağmen başsavcılık vekilliğine de münasip görülmüşmüş vaktiyle. (Tamam, kabul, ama sahneler de azizim, öyle hızla akıyor ki, akıl alası, bellek tutası değil…) İşte, o Abdurrahman Bey, sahne sırası kendisine geldiğinde de çakıvermiş repliğini: ‘Ey Anayasa Mahkemesi Başkanlığı, laiklik karşıtı fiillerin odağı hâline gelen AK Parti kapatıla -arz ederim’. Hem de nasıl: külliyen zorlama marifetiyle delil tesis ederek… Hani, şehir tiyatrolarında çocukluğumuzdan beri oynar durur, Lüküs Hayat diye bir eğlencelik (‘lüüküs hayat, oh ne rahat!’) vardır, o misal, bıkmadınız mı şu oyundan yahu! Kapat kapat bir yere varılamadığından, sizi zil takıp sandık başlarında karşılayacaklardan gayri seyirciniz kalmadığından haberiniz yok mu -huuu!
Bak şimdi, allahın büyüklüğüne bak, sen, mecliste grup kuracak kadar milletvekilleri olsun adamların siyasi iradesini tanıma, milletin vekilleri yerine koyma, Şemdinli’den bu yana kucak kucağa olduklarınla (‘Onların adını bile duymak istemem!’ diyenlerle) aynı dili konuş, şunca itikadına rağmen allahın sopasızlığının nasıl tecelli edeceğinden yana bir küçücük siyasi içgörü de geliştirememiş ol –oldu mu ya? ‘Müdürüm, aslan kafes dışında!’ diye ünleyen demokrat ahaliyi de tınma, ‘Çaktırma,’ diye geçiştir ve sonra, Abdurrahmen Bey siyasi kütüğüne laiklik karşıtı fiillerin odağı plaketini çakıverdiğinde de dudak titretip sivil siyasi hayatın vazgeçilemez unsurlarından dem vurmaya başla… ‘Skandal!’
Yok, bu güzide memleket bırakılıp da bi yerciklere gidilmez. Her türlü poetik sınır ve ölçüyü zorlayıp cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bile ‘367 Vak’ası’ nâmıyla maruf teatral verimler tedarik edebilen bu velût kalabalık yüzüstü bırakılamaz. Vatandaşın kitapevine bomba atan, adam öldürüp halk tarafından suçüstü derdest edilenlerin, aynı halkın siyasi temsilcilerinin adını bile duymak istemeyenlerce ‘iyi çocuk’lar olarak anılabildiği, ömür boyu hapis talebiyle yargılananların –hoop!- askeri mahkemeye nakille tutuksuz yargılanabildikleri bu şenlikli Ergenekon Lunaparkı’ndan kopmak ne mümkün…
Eh, danıştayı, yargıtayı, anayasa mahkemesi, askeri mahkemesi… ne kaldı geriye? Ha, bir de Baskın Hoca’nın tabiriyle ‘sinir ötesi’ bir sınır ötemiz vardı: ‘TSK’nın eli-kolu tutulmasın’lı Baykal’ıyla, ‘Başkalarının savaşı için evladımı harcayamam’lı halkı askerlikten soğutucu Popstar Alaturka’sıyla, ‘Mümkün olduğu kadar çabuk çıkılmalı’lı Bush ve Gates’i ile, ‘Kısa süre izafi bir kavram. Bazan bir gün, bazan bir sene olabilir’i ve neredeyse o bir günü bile dolmadan birliklerini çeken genelkurmayı ile, harekâttan yerinde ve zamanında haberdar edilmediği anlaşılan siyasi yürütme erkinin başı ile, ameliyatta içeride parça kaldığı fenni sosyal-demokrat teşhisli muhalefetiyle, ‘en büyük asker bizim asker’cilerin dahi ‘terörle mücadele azmine hainlerden daha fazla zarar vermeleri’ tespiti ile tarihe yazılan bir sayfa… çevir onu da. Rahmetli Aziz Bey de dönsün mezarında.
İşte böyle… inanılası gibi değilse de böyle, çok kısa bir zaman diliminde bütün bunlar yaşanabiliyorsa bir ülkede, orada, gerçek, mizahın sınırlarını aşmış, hayat mizahı muhatap alamayacak denli deliliğin muafiyet sınırlarına yanaşmıştır. Öyleyse, söz konusu muafiyetin toplumsal istismarı dışında ciddiye alınacak bir şey de kalmamıştır: Hamdolsun!
-Aşkım, bi de Erke Dönengeci’miz olmuştu ya!
-Yaa…
*
Evet; Anayasa Mahkemesi, söz konusu iddianamenin AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmaklığını oybirliği ile Cumhurbaşkanı ile ilgili iddiasını ise oyçokluğu ile değerlendirmeye almayı karara bağladı. Bir yazar olarak durumu adlandırmam gerekirse, ‘vahim’ derim. Lakin, vahametin, şunca toplumsal-siyasi deneyim, toplumsal vicdan ve insanlık ailesinin geri dönüşümsüzce içselleştirdiği uygarlık değerleri itibarıyla, akıl sınırlarını zorlayıcılığı, söz konusu hamlenin ciddiye alınabilirlikten yana muafiyetine de delalet ediyor ki, bir psikiyatr olarak bence, umut oradadır. Yeter ki, insani, toplumsal, siyasi-demokratik cesaretimizi kuşanarak mizahın ayrıcalığını dahi ihlale yeltenen bu postmodern ihtilal tehditlerine (‘gulyabaniliğe’ yani) karşı koyabilelim.
Filed under: Kitaplaşmamış Yazılarım/ 'Siyaset-Felsefe' | Leave a Comment
No Responses Yet to “Zillerini Kuşandın mı Aşkım?”